Etiket arşivi: medine

Osmanlılarda Peygamber sevgisi ve sünnet algısı -2-

“Câmiin yapısı tamam oldukta, bir cuma günü büyük bir me­râ­sim­le ibadete açıldı. Bâyezîd-i Velî buyurdular ki: ‘Her kim, ömründe ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetini hiç terk etmemiş ise, şu mübârek vakitte o imâm olsun!’

Deryâ misâli cemaat içinden bir kişi çıkmayınca, Bâyezîd Han mecbur kalarak: ‘Elhamdülillâh! Hazerde ve seferde biz bu sünnetleri terk itmedik’ dedi ve kendisi imâm olup namazı kıldırdı.”

Evliya Çelebi

Açılış günü, Sultan Bayezid Camii’nin avlusu insan mahşeriydi. O kadar ki, iğne atılsa yere düşmeyecekti. Kalabalık hem camiyi seyrediyor, hem de bu minval üzere sohbet ediyordu.

Cuma vakti yaklaşmıştı. Birden kalabalık dalgalanmaya başladı. Genç bir haykırış tüm meydanda yankılandı:

“Destuur Hünkâr!” 

Kalabalık saygıyla ayrılıp yol açtı. Açılan yolda Padişah ve maiyeti göründü. Oldukça sade giyinmişti. Sağa-sola temenna ederek insan mahşerinin ortasına kadar geldi.

Atından inmeden kalabalığa seslendi:

“İydiniz said olsun!” (Bayramınız mübarek olsun!)…

Cemaat uğultu halinde karşılık verdi:

“Amiiin. İydiniz said, ömrünüz mezud, makamınız cennet olsun!”

Atından indi. Bir tarafında sadrazam, bir tarafından şeyhülislam olduğu halde, hızlı adımlarla camiye girdi. 

Mihrabın önünde durdu. Yüzünü cemaate döndü:

“Bugün camii şerifumuzde inşaallah-u Tealâ ilk Cuma namazımızı eda edeceğiz. Ey cemaat! Aranızda ikindi ve yatsı namazı sünnetlerini hiç terk etmemiş olan çıksın, cümlemize imam olsun!”

Bakındı. Kalabalıktan çıt çıkmıyordu. Yanıbaşında duran Şeyhülislâm’a döndü:

“Siz de mi terk ediyorsunuz Şeyh Efendi?”

Şeyhülislâm mahcup mahcup başını indirdi. Ancak Padişah’ın duyabileceği kadar alçak bir sesle fısıldadı:

“Efendimiz de arada bir terk etmişti.”

“Ama o peygamberdi. Peygamber kendi sünnetini terk edebilir. Ya biz terk edersek, yarın Ruz-ı Mahşerde elimizden kim tutar?”

Bakındı. Gözleri Zenbilli Ali Efendi’nin kardeşi, devrin meşhur âlimlirinden Muhyiddin Mehmed Çelebi’ye takılınca, yanına çağırdı. 

“Vaz-u nasihatinden müstefid olalım. Buyur, ilk vazı sen yap.”

Muhyiddin Mehmed Çelebi’nin etkili vazından sonra, Padişah doğruca mihraba yürüdü:

“Lillahilhamd, müddet-i ömrümüzde (hayatım boyunca) hazerde ve seferde(barışta ve savaşta) hiçbir vakit hiçbir sünneti terk etmemiş pürkusur bir kul olarak imamet vazifesi bize düşüyor!” dedi ve tekbir aldı.

“Allahüekber!”

Bugün “Bayezid Camii” dediğimiz mâbedde ilk Cuma namazını padişah bizzat kıldırdı.

Namazdan sonra, Hacı Bayram-ı Velî’nin yoluna ömrünü vermiş dervişlerden Baba Yusuf Sivrihisarî, kürsüye çıktı. Camide nefesler tutulmuştu. Her söylediği yüreklerde patlıyor, yürekler infilâk ediyordu. Başta padişah olmak üzere herkes ağlıyordu.

O gün caminin açılışını izlemeye gelen yabancılar bile öylesine etkilendiler ki, üçü camiye girip Baba Yusuf Sivrihisarî’nin huzurunda Müslüman oldu. 

Osmanlı padişahlarının çoğu sünnete ittiba konusunda bu derece hassastı. Mekke, Medine, Kudüs gibi beldelere “Peygamber mirası” olarak bakılır, Ehl-i Beyt’e sonsuz bir saygı ve sevgi gösterilirdi.

Son Medine savunucusu Ömer Fahreddin Paşa’ya umarsızca “hırsız” diyen Arap soytarısına, biri bunları anlatsın!

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

İlk Kurban Bayramı

Rasulullah (s.a.v.) hicretin ikinci yılında, Zilhiccenin dokuzunda (3 Haziran Cumartesi 624) Sevik gazasından döndü. Zilhiccenin onuncu günü (4 Haziran) sabahı, cemaatle Medine şehir surunun doğu kapısı dışındaki musallaya yöneldi. Musalla, kendisinde bayram namazları kılınan bir meydandı. Bilal-i Habeşi, Rasulullah’ın önünde yürüyordu ve elinde bir mızrak vardı. Bu mızrak Habeş Necaşisi tarafından ona hediye edilen üç mızraktan biriydi. Resul-i Ekrem mızraklardan diğer ikisini Hz. Ömer ve Hz. Ali’ye hediye etmişti.

Namazgâha varılınca, Hz. Bilal mızrağı sütre olarak Rasulullah’ın önüne dikti. Hz. Peygamber ezansız ve kametsiz olarak, Ramazan Bayramı namazı gibi iki rekât namaz kıldırdı, arkasından bir bayram hutbesi okudu. Böylece ilk Kurban Bayramı namazı kılınıyor ve ilk Kurban Bayramı hutbesi irat ediliyordu. Az sonra müminler kendilerine sunulan nimetlere bir şükür olarak kurban keseceklerdi

İslam kültüründe Kurban Bayramına ‘Iydu’l- Adhâ” veya “Büyük Bayram’ denir. Adhâ, duha/kuşluk kökünden türetilen bir kelimedir ve kuşluk vakti kurbanlar kesildiği için bu bayrama “‘Iyd-i Adhâ” denilmiştir. Onun “Büyük Bayram” olarak adlandırılması, bu bayramdan önce hac yapılması ve hac sebebiyle günahların affından dolayıdır. Rasulullah Kurbanda Bayram Namazı kılmadan bir şey yemez, namazgâha (musalla) geldiği yoldan evine dönmezdi.

Allah Resulü (s.a.v.) ilk kurban yılı; iki semiz ve boynuzlu koç aldı. Birincisini keseceği vakit şöyle dedi:

“Allah’ım bu koç, birliğine ve senden bana gelenlere şahadet eden ümmetim namınadır.”
Böylece o, kendisine gelenlerin ve Kevser suresiyle ona verildiği müjdelenen kevserin; geniş manalı oluşunu belirtiyordu. Kevser; vahiy, Kur’an, İslam, hikmet, iman esasları, ilim, ümmeti, ümmetinin âlimleri, müminlerin ve neslinin çokluğu, dünya ve ahirette kendisine verilen nimetler ve fetihler, cennette kendisine ve ümmetine verilecek havuz veya Kevser nehri gibi manalara gelir. Allah’ın verdikleri içine, Âl-i Beyti ve cennet de giriyordu.
O kurbanını keserken “Bismillâhi Allâhü ekber” dedi, Allah adına ve Allah namına ilk koçu boğazladı. Sıra ikinci koça gelmişti. Onu keserken de şöyle dedi:

“Allah’ım bu da, Muhammed ve Muhammed’in ev halkı içindir. Bismillah Allâhu ekber.”
O, ilk koçu ümmeti namına, ikincisini de kendisi ve ev halkı için kesiyordu. İkinci koçtan kendisi, ev halkı ve fakirler yediler. Bir rivayete göre o koçları keserken şöyle dua etmişti:
“İnnî veccehtü vechiye lillezî fatara’s- semâvâti ve’l- arda hanîfen vemâ ene mine’l- müşrikîn = Allahım ben yüzümü gerçekten hanif olarak, semaları ve arzı yoktan yaratana döndürdüm ve müşriklerden değilim. İnnne salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve mememâtî li’l-llâhi Rabbi’l- Âlemîn = Gerçekten namazım, orucum, hayatım ve ölümüm Âlemlerin Rabbi içindir. Onun hiçbir ortağı yoktur ve ben, bunlarla emredildim ve bunlara teslim olanların ilki de benim. Allah’ım bu sendendir ve Muhammed ve ümmetinden, senin içindir”

Hz. Peygamber’in duası önemli mesajlar veriyordu:

1) Duasının baş kısmı, Enam suresi 79. ayetiydi. Hz. İbrahim; çocukluğunda gece gökyüzünü seyrederken parlak bir yıldız görüp “Rabbim budur” demiş, ama o batıp ay doğunca “hâzâ rabbî = Bu Rabbimdir” demişti. Onun battığını görünce de; “Rabbim bana doğru yolu göstermezse, elbette sapan topluluklardan olurum” diye söylenmişti. Derken güneş doğdu, “Rabbim budur, zira bu daha büyük” değerlendirmesinde bulunmuştu. O da batınca; “lâ uhıbbu’l- âfilîn = ben batanları sevmem” dedi. O batanları sevmediğini, yüzünü gökleri ve yeri yoktan yaratana çevirdiğini dile getiriyordu.

2) Hz. Peygamber de kurban duasında ibadetin, yalnız Allah emrettiği için yapılması gerektiğini ortaya koymaktaydı. İhlâs da buydu. Hayatı o vermişti, hayatın gereklerini o tedarik etmekte, ihtiyaçlarını o karşılamaktaydı. Öyleyse hayatın gerçek sahibi Allah’tı ve hayat onun emrettiği şekilde, onun yoluna harcanmalıydı. Ölümü yaratan da odur. Öyleyse; o emrederse yolunda ölünebilmeliydi. Kurban zaten bunu sembolize ediyordu. Bize, Hz. İbrahim’i, onun Allah için kesmeye azmettiği oğlunu ve onunla yaşadığı olayı hatırlatıyordu. Gerekirse Allah yolunda makam mevki ve zenginlikler, oğullar, kızlar ve en önemli varlığımız hayat feda edilebilmeliydi.

3) Resul-i Ekrem’in belirttiği gibi, namaz, oruç ve tüm ibadetler, ancak Allah için yapılır. Allah’ın şeriki olmadığı gibi, ibadetler de şeriklere bölüştürülmez. Kulluğun bölüştürülmesi de şirktir.

4) O duasında “Allah’ım bu (kesilecek hayvan), senden ve senin içindir…” demişti. Çünkü hayvanları yaratan ve besleyen Allah’tır. Öyleyse onların onun emriyle ve Allah için kurban edilmesi; en makul ve en akla yatan şeydir. İslam öncesi dönemde de kurban vardı, fakat Allah’ın yaratıp beslediği hayvanlar putlara kurban ediliyordu. Oysa gökler ve yer kiminse; güneşi doğduran ve mevsimleri getiren kim ise, hayvanlar da onundur ve onları besleyen odur. Öyleyse bunlar, yalnız ona kurban edilebilir. Bizi yaratan da gökleri ve yeri yaratandır. Bizim de gökleri ve yeri yaratana kulluk etmemiz gerekir.

Rasulullah Medine devri boyunca bayram namazlarını hep aynı musallada kılar, namazdan sonra farklı bir yoldan evine dönerek kurbanını keserdi.

Medinelilerin İslam öncesinde senede iki bayramları vardı. Bir görüşe göre bu iki bayram, bahardaki Nevruzla, sonbahardaki Mihricandı. Rasulullah bunu biliyordu ve bayramlar konusunda onlara şöyle müjde vermişti:

“Yüce Allah size, onlardan (o iki bayramdan) daha hayırlı olmak üzere, Fıtır/Ramazan ve Kurban Bayramı günlerini verdi.”

Bu iki bayram diğerlerinden daha hayırlıydı. Kurban Bayramı Ramazan Bayramından daha büyüktü. Hem bu bayramlar başkaları tarafından değil, Allah tarafından armağan edilmiş bayramlardı. Veren açısından, diğer bayramlarla mukayese edilemedikleri gibi; rahmet, mağfiret ve Müslümanlara getirileri açısından da durum böyleydi. Ayrıca bu bayramlar, Hatemü’l- Enbiya, Seyyidü’l- Murselîn ve sahabelerinin bayramlarıydı. Bu iki bayram tüm zamanlarda, tüm ümmetin bayramıydı.

Kurban, “kurb = yakınlık” kelimesinden gelir. Tüm ibadetler, Allah’a yaklaşmak ve kurbiyet için yapıldığı gibi, kurban da bu niyetle kesilir. Bu yüzden; Kurban Bayramında kesilen hayvana da kurban denir. Kurban, kendisiyle Allah’a yaklaşılan şey demektir. Zamanla kelime kesilen hayvana ad olmuştur. Kurbânu’l- melik; padişaha yakınlaşmak için yapılan hizmettir. Allah ilmi ve kudretiyle bize şah damarımızdan yakındır, fakat biz ondan nihayetsiz uzağız. Nasıl güneş bize ısısı, ışığı ve yedi rengiyle yakındır, fakat biz ona uzağız. Mümküni’l-Vücud olan mahlûkat da, Vacibü’l-Vücud olan Allah’a nihayetsiz uzaktır. Ancak günahlardan çekinmek ve emirlerini yapmakla ruhani bir yakınlıkla ona yaklaşılabilir.

Hz. Peygamber, “Hali vakti yerinde olup kurban kesmeyen, mescidimize yaklaşmasın” buyurmuştur. Bu yüzden, fitre verebilecek durumda olan hür ve mukim Müslümanlara kurban kesmek vaciptir. Bir kimsenin fıtır/fitre sadakası verebilmesi için, 20 miskal (96 gr.) altına sahip olması gerekir. Bu zenginlik durumu üzerinden bir yıl geçmesi şartı yoktur. Kurban, eyyam-ı nahr denilen Zilhiccenin on, on bir veya on ikinci günlerinde kesilebilir. Bu günler Kurban Bayramının ilk üç günüdür. Aynı günlerde hacılar Mina’da şeytan taşlar. Devenin beş yaşında olanı, sığır cinsinin iki yaşında olanı, davarın bir yaşında olanı kurban edilebilir. Bir deve veya sığırı, yedi kişinin ortaklaşa kurban etmesi mümkündür.

Kurban kesilecek küçükbaş hayvan; sol yanı üzerine, yüzü kıbleye gelecek tarzda yatırılır. Ayakları sağ arka ayağı serbest kalacak şekilde bağlanır. Sığır ve davarlar çeneleri altından boğazlanırlar. Buna “zebh” denir. Develer ise; ayakta ve sol ön ayak bağlanarak, boynun göğse bitiştiği yerden boğazlanırlar. Bu kesim türüne de “nahr” denir. Kurbanın, sahibi tarafından kesilmesi menduptur. Bir takım ayıpları taşıyan hayvanlar kurban edilemezler ve kurban etinin en az üçte birini sadaka olarak dağıtmak tavsiye edilir. Kurban derisi, bağırsak vb. sadaka olarak verilebildiği gibi, evde de alıkonulabilir. Kurbanın derisi ve eti satılamaz. Vacip olan kurbandan başka; akika, hac, hedy ve nezir kurbanı da vardır.

Cahiliye döneminde, putlar için kurban kesiliyordu. Ayrıca onlar hangi put için kurban kesiyorsa onun adını anarlardı: “Bismillât /Lât adına, bismiluzzâ /Uzzâ adına” gibi. Cahiliye Mekke’sinde genelde adlarına kurban kesilen bazı putlar şunlardı: Haremde bulunan İsaf ve Naile, Cidde sahiline dikilmiş olan Sa’d, Batn-ı Nahldeki Uzza ve Taifteki Menat. Medineli Evs ve Hazreç Kabilesinin putu Menat, Kızıl Deniz kenarında, Müşelşel dağı yakınındaydı ve siyah bir kayadan ibaretti. Onlar genelde, Mekke’de haclarını yaptıktan sonra buraya gelirler, ölüm ve kader tanrıçası olarak inandıkları Menat önünde kurban kesip tıraş olurlardı.

Cahiliye’de ayrıca, “atîre” denen ve Recep ayının ilk on günü içinde; tüm aile için kesilen bir kurban vardı. Atirenin nezir kurbanı olduğunu söyleyenler de vardır. Kuzey Arabistan’daki Bekr ve Tay kabileleri, Ece dağı ortasındaki zirvede tanrılaştırdıkları bir kaya için atire keserdi. Dişi devenin ilk yavrusu bereket umularak putlara kurban edilir ve buna “ferâ” denirdi. Cahiliyede oğlan çocuğu doğunca, doğumun yedinci günü akika kurbanı kesilir ve kurban kanı çocuğun başına bulanıp sürülürdü. İslamiyet, akika kurbanında kan sürme âdetini yasakladı.

Cahiliye döneminde, cömertlik yarışı için develer, arka bacak sinirleri kesilerek ölmeye bırakılır ve karşılıklı iki kişinin yaptığı bu kesme yarışına “mu‘âkara” denirdi. Cahiliye’de farklı kesim tarzları ve “el-cebb” âdeti de vardı. Ayrıca onlar kesilen hayvanın kanını da birkaç tarzda yiyorlardı. İslam putlara kurban kesmeyi ve Allah adına kesilmeyen ve kendi kendine ölen hayvanların etini yemeyi yasakladı. Ayrıca bir kesim tarzı da belirledi.
Risale Haber

Peygamber Çağındaki Sevgiyle..

Aradan 14 asrı kaldırarak… Kendimizi Allah Resûlüne muhatab olan neslin içinde düşündüğümüzde…

Sanki ilk vahyi alıp, tebliğ edeceği ilk insanı ararken bize rastlamışçasına… “Ben Allah’ın elçisiyim. İnsanları Allah’ın tek olduğuna, Muhammed’in Onun kulu ve elçisi olduğuna inanmaya çağırmakla görevlendirildim. Seni inanmaya çağırıyorum” demişçesine… Yani bizi müslüman olmaya çağırmışçasına… İslam’ı bir miras şeklinde devralarak değil, bütün inanç umdeleriyle onunla ilk defa karşılaşırcasına… Bambaşka bir toplum içerisinde, bir inanç tebliğcisinin ilk mü’mini olmaya soyunur gibi… Bütün çileleri Allah Resulü ile tek başına paylaşmaya kendini adarcasına…

Sanki, Erkam’ın evinde, İslam’ın ilk umdelerini bir abı hayat gibi içercesine… Ebû Cehl’in zulmünü tepesinde hissedip buna rağmen “Allah bir. Muhammed O’nun Rasûlü ” diye haykıran dipdiri yüreklere eşlik edercesine… Bilal’i, Ammar’ı, Sümeyye’yi, Yasir’i, Habbab’ı yeniden yaşarcasına… “O’nun ayağına batacak bir diken, gelsin benim yüreğime saplansın” dercesine…

Hicret’te Allah Resülü’nün yatağına ölümü beklemek üzere yatarcasına… O’nunla, sonunu aklına getirmediğin bir yolculuğa çıkarcasına… Evladını, iyalini, malını, mülkünü düşünmeden… İkinin ikincisi olduğun mağarada, yılan deliğine ayağını koyup onun Allah Rasülüne ulaşmasına mani olmak için, bütün zehiri vücudunda yutarcasına…

OLYMPUS DIGITAL CAMERATüm Medine halkı gibi, Allah Rasûlü’nün vüsûlünü üzerlerine bir dolunay şavkıması gibi selamlarcasına…

Bedir’de ilk şehitlik için yarışırcasına… İlk şehid… İnanmaktan öte bir adanış bu. Allah Rasûlünü öz nefsinden daha önde sevmek bu. Can pazarını aşmak bu…

Uhud’da, Huneyn’de, bozgunu görüp Allah Rasûlünün etrafında etten bir duvar teşkil edercesine… Ya da ciğerlerine bir Hind canavarının üşüşeceğini düşünmeden şehitliğin kucağına atılırcasına…

Mirac’ı duyduğunda içine kurt düşmeyip, inancı dünyası karıncalanmayıp “Muhammed söylüyorsa elbette doğrudur” diyerek, teslimiyette hiçbir sınır bırakmayan yüce sahabinin sözünü doğrularcasına…

Allah Rasûlü cihada çağırdığında “Yol uzun, hava sıcak” gibi bahanelere yapışmayıp, fermana can sunarcasına… Herşeyini, İslam’ın cihadı için seferber edip, evde ne bıraktığı sorulduğunda “Allah ve Rasûlü’nün sevgisi” diyecek bir kutlu sevdayı tabiat haline getirircesine…

Ya da, kervanını O'(s.a.) nun buyruğu ile teçhiz edilecek bir mü’min ordusuna vakfedercesine… Bundan ulaşmayı ümid ettiği Rıza-yı Bâriyi, dünyalık hiçbir şeyle değişmeme izzetini gösterircesine…

O’nun geçtiği sokakta bir misk ü amber, O’nun saç telinde mübarek bir hatıra, O’nun elinin başını okşamasında, unutulmaz, doyulmaz bir lezzet, O’nun gülümsemesinde tarif edilmez bir haz… O’nun abdest suyunda kevserden bir damla… evet işte o sevda ile severcesine…

O’nun mescidi yanında dikilen ikinci bir mescidi “Dırar” yeri olarak görürcesine… O’nun her sözünde vahyin ışıltısını bulurcasına… O’nun yanında sesinin, O’nun sesini aşma-ması için gerekirse, evine kapanmayı göze alırcasına… En yüksek ses O’nun sesi olsun, en yüksek çağrı O’nun çağrısı olsun, O’nun tebliğini hiçbir ses gölgelemesin diye varlığını sunarcasına…

Bir günah işlediğinde, onun utancı ile Mahşer’de Allah Rasülünün huzuruna çıkmayı en büyük azab gibi görerek, her türlü cezasına katlanıp onu Allah Rasülüne itiraf eden sahabinin açısını duyarcasına…

… Ve O’nun göç gününü gördüğünde “Kim Muhammed öldü derse, boynunu vururum” gibi bir sevgi çağlayanına düşercesine… Ya da böyle konuşanın yakasına yapışıp “Kim Muhammed’e tapıyorsa, bilsin ki o ölmüştür. Kim Allah’a tapıyorsa, bilsin ki Allah hayy’dır. Ebedi diridir. Ölmez” diye, Allah Rasûlü’nün sevgisini, O’nun davası ile ebedileştiren bir başka sevgi çağlayanında yıkanırcasına…

Sanki 14 asır dürülmüş de iş başına dönmüş gibi… Bütün insanlar bir meydanda toplanmış da, O’na ümmet olma, O’nun sesine ses vere O’nun sevgisinde sınanma noktasına gelmiş gibi…

Zaman dürülecek ve bütün çağlar bir araya gelecek. İlk asırla nice 14 asırlar -ta Kıyamete kadar- Peygamber çağındaki neslin sevgisiyle sınanacak. Peygamber’in huzurunda. Mahşer’de. Ebûbekir, Ömer, Osman, Ali, Hatice, Ayşe, Ebû Zerr, Bilal -Allah onlardan razı olsun- ve daha nice gönlü Allah ve Rasülüne bağlılıkla yoğrulmuş sahabi ile yanyana geleceğiz. Bir yanda Ebû Bekir’in sevgisi, bir yanda 14 asır sonra yaşamış, adı müslümanlar içinde geçen filan oğlu filanın sevgisi…

Şüphelerin kemirdiği bir sevgi… Allah Rasûlünün mübarek sözlerini tartışa tartışa yaralanmış bir sevgi… Vahiyle sünnet arasında kıyaslamalar yapacak ve arada değer farkları araştıracak bir cür’eti gösterirken, varıp varıp ilahi vahyin duvarına çarpan ve dağılan bir sevgi..

Oysa vahyin sahibi, vahiyle peygamberin hayatını adeta bütünleştiriyor. Allah sevgisi ile peygambere itaati birbirinin mütemmimi kabul ediyor.(1) O’nun her sözünde vahyin ışığını aramamızı hatırlatıyor.(2) Hatta Allah’la Peygamberin arasında ayrılık gözetmeyi “gerçek bir küfür” olarak niteliyor.(3)

Vahiyde, Allah Rasûlüne sevgiyi sınırlayacak bir nokta dahi yok. Allah Rasülünün sözünde ve hayatında ihmalimize zemin hazırlayacak tek bir harf yok. Aksine O’nun bize sunduğunu almamız, yasakladığından kaçınmamız buyuruluyor.(4) O’nda “güzel bir örnek” bulunduğu belirtiliyor.(5) Hatta Alah Rasülü, insana ilahi bir lütuf gibi takdim ediliyor:

“Allah mü’minlere kendilerinden onlara Allah’ın ayetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufla bulunmuştur. Oysa onlar daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.”(6)

Evet, Peygamber Allah’ın bir lütfudur. İnsana ilahi buyruğu sunan onu arındıran, kitabı ve hikmeti öğreten… Vahyin tesbiti bu. Ve elhak doğru. Âmenna ve saddaknâ.

“Rabbine yemin olsun ki, aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem seçip sonra da verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamıyla boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.”(7)

“Kendisine doğru yol açıklandıktan sonra kim peygamberle ayrılığa düşer ve mü’minlerin yolunun dışında bir yol takip ederse onu gittiği yolda bırakırız. Ve cehenneme atarız.”(8)

“Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, aranızda herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünüz zaman O’nun hükmünü Allah’a ve peygambere havale edin. Bu daha hayırlıdır ve netice bakımından da daha güzeldir.”(9)

“Onlar ’emrine uyduk’ derler. Yanından ayrıldıkları zaman da onlardan bir topluluk senin söylediklerinin aksini geceleyin kurarlar. Allah onların geceleyin ne kurduklarını yazar. Onlara aldırma ve Allah’a güven. Allah vekil olarak yeter.”(10)

İşte vahiy bu. Peygamber karşısında insanı, müsbeti ve menfisiyle vahiy böyle yerleştiriyor. O’nun verdiği hükme, O’nun tebliğine içinde en ufak bir “sıkıntı” duymadan uyacak mü’min. Dilleriyle O’na uyduklarını söyleyip şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında başka şeyler kuranlar gibi olmayacak. Bir konuda ihtilafa düştüğünde hükmünü O’ndan soracak. Peygamber’le ayrılığa düşmeyecek…

Peygamber, Allah’ın insanlara rehber olarak seçtiği insandır. Sünnetullah böyle. İnsan yaratılmış, dünyaya gönderilmiş ve ona ilahî bilgi peygamber vasıtasıyla ulaştırılmıştır. Peygamber, diğer adıyla elçidir. Allah katından geleni algılayabilen, ama insanla da teması olan bir varlıktır peygamber ve onu bu yapısıyla Allah “terbiye etmiştir.”(11) Sade insanın, peygamberle Allah arasındaki hukuku, anlatılanın dışında bilmesi mümkün değildir. Vahyi de bütün boyutlarıyla kavraması mümkün değildir. İnsan belki, Allah-melek-Peygamber ve İnsan münasebetinin böyle olmasının zaruretini anlayabilir. Oysa Allah için bu başka türlü de olabilirdi. Bunun ötesi, iman alanıdır. Allah’a ve peygambere iman.

Onun için İslam dairesine iki “kabul’le girilir. İki iman umdesi:

Allah’tan başka ilah olmadığına iman. Muhammed’in onun kulu ve Rasülü olduğuna iman. İnsan önce inanacak. İmanını her türlü şüpheden arındıracak. Allah ile peygamber arasındaki hukuku didiklemeyi bırakacak: İmanın gereği, teslim olmaktır. Bir kere teslim olduktan sonra yapılacak olan “Allah Rasûlünün bize verdiğini almak, yasakladığından da kaçınmaktır.” Allah Teala, peygamberlerine karşı mü’minlerin böyle yapmasını emir buyuruyor çünkü.

Peygamberin verdiğini almanın ölçüsüne gelince… Dinî davranışlarını mı alalım sadece, yoksa onun dünyaya ilişkin davranışları da örnek almaya değer miydi? İnsanın sevdi-ğine karşı böylesine sorularla uğraşması ne kadar da giren geliyor. İmam Ahmed b. Hanbel, Hazreti Peygamber’in nasıl karpuz yediğine dair bir rivayet bulamadığı için ömrü boyunca karpuz yememiş. Hoca Ahmed Yesevi, Hazreti Peygamber 63 yaşında vefa etti diye, kendisine yer altında çukur kazdırıp 63 yaşından sonra o çukurun içinde yaşamış… Bunlar da sevgi ölçüsü… Çağımızın insanı gibi, din ile dünyayı birbirinden ayırmaya şartlandırılmış nesillere bu sevgi ne kadar abartılmış gelirse gelsin sevgi budur… İslam muhaddisleri, Hazreti Peygamber’in hayatından velevki görüp de tebessüm ettiği, sustuğu, yapılmasını yasaklamadığı bir şey olsun, onu tesbit etmek için kıtalar aşmışlar. Deve sırtında veya yaya olarak… Uçaksız, otomobilsiz, vapursuz, trensiz…

Hazreti Peygamber’in hayatından en küçük bir “detayı”, tesbit etmek için… Tıpkı, Hazreti Peygamber traş olurken, saçının veya sakalının bir teli yere düşmesin diye çırpınan sahabi gibi…

Bize düşen, Hazreti Peygamberi, hayatının en ince ayrıntılarına kadar öğrenmek ve onunla edeblenmektir. Gülmemiz gerekiyorsa, O’nun gülüşüne özenmek.. Uyumak gerekiyorsa, O’nun gibi güzel uykulara niyetlenmek.. Namaz kılarken O’nu, oruç tutarken O’nu, çocuklarla ilgilenirken O’nu anmak. O’nun davranışlarını hatırlamak, yaşamak… 14 asrı dürüp O’nunla bütünleşmek… O’nu, O’nun çağındakiler gibi sevmek. Bir mahşer günü, O’nun sancağı altında toplanabilme tutkusuyla…

Dipnotlar: 1) Ali İmran, 31 2) Necm, 3 3) Nisal50-151 4) Haşr, 7 5) Ahzab, 21 6) Al-i İmran, 164 7) Nisa, 65 8) Nisa.115 9) Nisa, 59 10)Nisa, 81 11) Keşf’ül Hafa I/70
Sahabede Peygamber Sevgisi

İslamı öğretmeleri için bir muallim heyeti isteyen Hüzeyl kabilesi, gönderilen 6 kişilik muallim kafilesini hunharca katletti. İçlerinden Zeyd İbn’ud-Desinne’yi satmak için esir olarak götürmüşlerdi. Babasını öldürdüğüne karşılık olarak öldürmek için onu Safvan ibn-i Ümeyye satın aldı. Öldürmek üzere karşısına diktiği zaman Ebû Süfyan alaylı bir tavırla sordu:

– Sana Allah’ın adını vererek söylüyorum Ya Zeyd, söyle, şimdi senin yerine Muhammed’in elimizde olup onun boynunun vurulmasını ve sen de ailenin yanına dönmeyi istemez miydin?

Zeyd ona şöyle cevab verdi:

– Vallahi ben ailemin yanında iken Muhammed Aleyhissalatü veseslam’ın ayağına bir diken batmasına bile razı olamam!

Ebû Süfyan beyninden vurulmuşçasına haykırdı:

– Muhammed’in ashabının Muhammed’i sevdikleri kadar arkadaşları tarafından sevilen bir kimse görmedim!..

Ahmet Kurt/Zafer Dergisi

Bedir Savaşı – 13 Mart 624

Bedir Muharebesi veya Bedir Savaşı, Miladi 14 Mart 624, Hicri 17 Ramazan 2 cuma günü Müslümanlarla Mekkeli Kureyşliler (Müslümanların kullandıkları tabire göre Müşrik) arasında yapılmıştır. Müslümanların ilk savaşı olarak kabul edilir.

Nedenleri

Müslümanlar açısından savaşın en önemli nedeni, Kureyşliler kendilerine işkence yapıp hicrete zorlamalarıydı. Ayrıca Mekkeliler, hicretten sonra Müslümanların geride bıraktıkları mallarını yağmalamışlardı.[1]

Mekkeli Kureyşliler açısından bakıldığındaysa, Medine’ye yerleşen Müslümanların, Mekkeli Kureyşliler kervanlarını takip etmeleri savaşın en önemli mazereti sayılır. Mekke’deki hemen her ailenin kervanlarda bir hissesi vardı.[2] Bu da Mekkeli Kureyşliler arasında savaş için neden oluşturmaya yetmişti.

Savaş

Hicretten sonra Müslümanlar, geride bıraktıkları mallarının yağma edilmesine misillemede bulunmak için Kureyş kervanlarına saldırılar düzenlediler.

Bu saldırıların birinde Müslümanlar, içinde bin deve ve yarım milyon dirhem değerinde ticari mal bulunan bir kervanı hedef almak istediler. Hz. Muhammed (a.s.m), bu sefer için orduyu topladı. Toplanan 305 kişi Hz. Muhammed (a.s.m) komutasında Bedir yakınlarına gelerek kervanı beklemeye başladı. Ancak kervanın lideri Ebu Süfyan, Müslümanların kervanı beklediğini öğrendi ve Mekke’ye haber yolladı. Ayrıca kervanın yolunu da değiştirdi. Müslümanların kervana saldırmaya hazırlandığı haberini duyan Mekkeliler, Ebu Süfyan’ın tehlikenin atlatıldığını haber veren ikinci mesajına rağmen Müslümanların üzerine yürümeye karar verdiler.[3]

Mekkeliler, oluşturdukları 950 kişilik kuvvetle Bedir’e doğru yola çıktılar.

İki ordu karşı karşıya gelince, Arap savaşlarında gelenek haline gelen “er dileme” (Mübareze) hadisesi için taraflar içlerinden üçer kişi seçtiler. Buna göre, İslam Ordusu’ndan Hamza, Ubeyde ve Ali ile; Utbe, Ubeyde bin Haris ve Utbe bin Rabia ile karşı karşıya geldi. Her üç çarpışmayı da Müslümanlar kazandı.[4]

Er dileme hadisesinden sonra savaş başladı. Çarpışmaların ilerleyen aşamalarında Mekkeli Kureyşliler dağılma belirtileri gösterdi; komutanları Ebu Cehil öldürülünce de iyice dağıldılar.[5]

Kayıplar

Savaş müslümanların zaferiyle sonuçlandı. Mekke Müşrikleri Ebû Cehil dahil 70 ölü 70 esir bırakıp kaçtılar. Müslümanlar da 14 şehit verdiler.[6]

Kur’an’da Bedir Savaşı

Kur’an’da Bedir Savaşı’yla ilgili ayetler şöyledir:

Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeye gücü yeter.“(Hacc 13)

And olsun, siz son derece güçsüz iken Allah size Bedir’de yardım etmişti. O halde Allah’a karşı gelmekten sakının ki şükretmiş olasınız.“(Al-i İmran 123)

Ey iman edenler! (Düşmana karşı) tedbirinizi alıp, küçük birlikler halinde, yahut topluca savaşa gidin.“(Nisa 71)

Eğer siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız, şüphesiz o topluluk da (Karşıtılar da Bedir’de) benzeri bir yara almıştı. İşte (iyi veya kötü) günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz. (Bazen bir topluma iyi ya da kötü günler gösteririz, bazen öbürüne.) Allah, sizden iman edenleri ayırt etmek, sizden şahitler edinmek için böyle yapar. Allah, zalimleri sevmez.“(Al-i İmran 140)

Bildiğin gibi, Rabbin seni hak uğruna, öz yurdundan çıkarmıştı. Ve müminlerden bir grup tamamen isteksizdi.” (Enfâl 6) “O sırada Allah, iki gruptan birinin kesinlikle sizin olacağını vaat ediyordu. Ve siz, güçsüz ve silahsız olanın size düşmesini arzu ediyordunuz. Allah ise hakkı kendi kelimeleriyle tam bir biçimde ortaya koymayı ve küfre batmışların ardını-arkasını kesmeyi istiyordu.” (Enfâl 7) “Diliyordu ki, kötülüğü temsil edenler istemese de hakkı ayan-beyan gözler önüne koysun, saçma ve tutarsız olanı hükümsüz kılsın.” (Enfâl 8) “Hani siz, Rabbinizden yardım ve destek diliyordunuz; O, sizin dileğinize şöyle cevap vermişti: ‘Hiç kuşkunuz olmasın, Ben size, meleklerden birbiri ardınca bin tanesiyle yardım ulaştıracağım.‘” (Enfâl 9) “Allah bunu, sadece bir müjde olsun ve o sayede kalpleriniz huzur ve rahatlık bulsun diye yaptı. Yardım yalnız ve yalnız Allah katındandır. Hiç şüphesiz Allah Azîz’dir, Hakîm’dir” (Enfâl 10)

Baskı ve şiddet kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer (küfürden) vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını hakkıyla görendir.“(Enfâl 39)

Kaynaklar:

1. HAMİDULLAH Muhammad, Hz. Peygamber’in Savaşları, Yeni Şafak, s. 32, ISBN 975-473-284-1
2. SURUÇ Salih, Peygamberimizin Hayatı, Nesil Yay., c. 2 s. 15, ISBN 975-408-020-8
3. HAMİDULLAH Muhammad, a.g.e., s. 34
4. SURUÇ Salih, a.g.e., c. 2, s. 29
5. SURUÇ Salih, a.g.e., c. 2, s. 35
6. http://www.diyanet.gov.tr/turkish/dy/DiniBilgilerDetay.aspx?ID=447

Ah Medine! Can Medine! (Şiir)

Güzel kokar Medine’nin gülleri

Bahçelerde ötüşür bülbülleri

Zikir eder hacıların dilleri

Ah Medine, Can Medine, Medine

 

Medine Resulüme kucak açmış

Ensar muhacirlerle kucaklaşmış

Müşrikler ordan bucak bucak kaçmış

Ah Medine, Can Medine, Medine

 

Medine’de yatıyor Can Ahmed’im

Ben O’na canımı kurban eyledim

Yıllardır ziyaretine gitmedim

Ah Medine, Can Medine, Medine

 

Tanyeri der Medine’yi özledim

Ona gidecek zamanı gözledim

Ciğerlerimi aşkıyla közledim

Ah Medine, Can Medine, Medine

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

(07.10.2013 – Pazartesi)

www.NurNet.org