Etiket arşivi: Medresetüzzehra

Nur Hizmetinin Merkezi: “Medrese-i Nuriye”

“Ders yapılan yer, okul, üniversite” anlamlarına gelen “medrese,” Risale-i Nur hizmetinde önemli bir yere sahip bir kavramdır.

Bediüzzaman Said Nursî, gençlik yıllarından itibaren “Medresetü’z-Zehrâ” adını verdiği bir projeyi hayata geçirmek için çalışmıştır. Bu, din ilimleriyle fen bilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversitenin kurulmasını hedef alan bir projeydi.

Hapishanelere düştüğü zaman, buraları da iman dersleri yapılan birer okul haline getirmiş ve Yusuf Aleyhisselâma izafeten “medrese-i Yusufiye” adını vermişti.

Risale-i Nur’un telifi tamamlandığında ise, Bediüzzaman’ın ideali, şekil değiştirerek çok daha yaygın bir hal almış ve “medrese-i Nuriye” şeklinde gerçekleşmiş bulunuyordu.

Bediüzzaman Said Nursî, talebelerine, bulundukları yerlerde Risale-i Nur’u beraberce okumak ve bu şekilde iman ilimlerini tahsil etmek için, sadece Risale-i Nur hizmetine mahsus medreseler açmalarını yahut evlerini birer medrese haline getirmelerini tavsiye etti:

“Her bir adam eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir mikdar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlâs Risalesinde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum.”

 Hadsiz şükrolsun ki şimdi Ankara içinde küçük bir medrese-i Nuriye manasında, küçük Said’ler ve Nur’un fedakârları her gece birisi bir mecmuayı okur, ötekiler ders alır gibi dinliyorlar. Bazı vakit konferans zamanında bazı mühim adamlar da iştirak ediyorlar.

 – Emirdağ Lahikası: 2

***

 Urfa ve Diyarbakır’daki faal Nur talebeleri birer medrese-i Nuriye kurdular. Risale-i Nur’u her sınıf halktan, bilhassa talebelerden, gençlerden gelen cemaate okumak suretiyle ilmî derslere başladılar. Bu zamanda pek ehemmiyetli olan talebe-i ulûmun şerefini ihya ettiler. Şark havalisinde büyük hizmet-i imaniye îfa olundu. . . . Anadolu’nun birçok yerlerinde Nurlara hizmet devam etmekle beraber, bilhassa Ankara, İstanbul, Diyarbakır, Urfa medrese-i Nuriyeleri yalnız bulundukları muhitte değil, çok geniş bir sahada hizmet-i imaniyede bulundular. Bu hizmetleri, yalnız bir kişi değil, bir merkez değil, yalnız malûm şahıslar değil; hizmet-i Kur’aniye olduğu için, pek çok vecihlerde, pek çok zâtlar tarafından îfa edildi. İsmi bilinmeyen nice hâlis talebeler, sadık mü’minler, bu hizmet-i kudsiyede çalıştılar, nur-u Muhammedî’nin yayılmasına gayret ettiler.

 – Tarihçe-i Hayat

2. Yazı: http://www.nurnet.org/nur-hizmetinin-usleri-medreseler/

3. Yazı: http://www.nurnet.org/sirran-tenevveret-nedir/

Beynel Milel Bir Okul: “Bir Bediüzzaman Projesi”

Said Nursi “Medresetüzzehra” projesiyle, Osmanlının son döneminde üç ayrı eğitim kanalı olarak yürüyen mektep-medrese-tekke üçlüsünün ortak bir potada buluşturulmasını öngörerek, tevhid-i tedrisatı ilk gündeme getiren kişi olmuştu.

Mustafa AkyolAma cumhuriyet döneminde öğretim birliği ilkesi, medrese ve tekkelerin kapısına kilit vurup, okullarda da din eğitimini tamamen kaldıran bir anlayışla uygulandı.

Bu durumun, günümüzdeki ilerici-gerici, laik-anti laik gibi ikilem ve gerilimlerdeki rolünü değerlendirir misiniz?

 Said Nursi’nin dinle bilimi kaynaştıran yaklaşımı esas alınsaydı bu gerilimler yaşanır mıydı?

Medreselerin, İslam’ın ilk asırlarında son derece dinamik kurumlar iken giderek durağanlaştığı, dogmatik ve içine kapalı bir yapıya büründüğü malumdur.

Özellikle Osmanlı’nın son dönemine gelindiğinde, medreseler modern bilimlerden tümüyle izole, tekrar ve ezbere dayalı tutucu kurumlar halindeydi. Bediüzzaman, bu problemi gördü ve çözümü de medreseleri reforme etmekte, onları modern bilimle tanıştırmakta gördü.

                                  Dini İlimleri ve Pozitif  Bilimleri Okutmak

 Medresetüzzehra projesi ile yapmak istediği, hem dini ilimleri hem de pozitif bilimleri bir arada okutacak (ve dolayısıyla sentezleyecek) yeni bir medrese tipi idi. Oysa Kemalist Cumhuriyet, diğer pek çok alanda olduğu gibi bu alanda da geleneği yenilemek yerine tümden yok etmeyi seçti.

 Böylece dini bilgi, kültür ve ahlâktan tümüyle soyutlanmış bir zorunlu eğitim sistemi kurdu ki, böylesi bir dayatma Batılı demokrasilerde değil ancak Sovyetler Birliği ve benzeri totaliter rejimlerde görülür.

 (Batı’nın en koyu laik devleti olan Fransa’da dahi Katolik okulları varlığını sürdürmüştür.) Eğer Bediüzzaman’ın hayal ettiği Medresetüzzehra hayata geçse, bu dindarlık ile modern bilim arasında vehmedilen çelişkileri çok önceden çözebilir ve İslam dünyasına da iyi bir örnek teşkil edebilirdi diye düşünüyorum.

Günümüzde “Medeniyetler çatışması” ile “Medeniyetler ittifakı” tezlerinin çokça dillendirildiği göz önüne alındığında,

Said Nursî’nin Medresetüzzehra ile “Avrupa medeniyetini İslâmın hakikatleriyle, felsefeyi Kur’ân’la barıştırmayı” amaçlamış olmasını nasıl yorumlarsınız?

                                  Bediüzzaman Tek Boyutlu Düşünmemişti

Bediüzzaman’ın Avrupa’ya ve genel olarak Batı medeniyetine bakışı nüanslı ve anlamlıdır. Batı’nın sadece emperyalist yüzünü görenler gibi tek boyutlu düşünmemiş, Müslümanların oradan edinebilecekleri perspektifler de olduğunu fark etmiştir.

“Avrupa medeniyetini İslâm’ın hakikatleriyle barıştırma” fikri de, Bediüzzaman’ın Batı’yı mutlak bir düşman olarak görmediğini, aksine kendisine hitap edilmesi, el uzatılması gereken bir medeniyet olarak gördüğünün ifadesidir.

İslam’ın  Hakikatına Sarsılmaz Bir İman Bu yaklaşımın temelinde ise Bediüzzaman’ın İslam’ın hakikatine duyduğu sarsılmaz iman ve güvenin yattığını düşünüyorum.

“Batı’yla veya Batı düşüncesi ile herhangi bir temas bizi ifsad eder” diye düşünen ve bu yüzden içe kapanan defansif Müslüman tutumundan çok daha özgüvenli bir tutumdur bu. Anlaşılmasına da bence hâlâ çok ihtiyaç vardır.

İslâm dünyasının siyasî ve toplumsal krizlerden kurtulması, Ortadoğu barışının temini, dolayısıyla dünya barışına da katkı sağlanması noktasında,

Said Nursî’nin Ortadoğu’dan Orta Asya’ya,

Hint yarımadasından Kafkasya ve İran’a uzanan geniş coğrafyada uluslararası bir bölge üniversitesi olarak tasarladığı

Medresetüzzehra’nın etnik ayrımları reddederek “din kardeşliğini” esas alan ve “bölge halklarının birlikte ve huzur içinde yaşamasını” sağlamaya yönelik bir eğitim müfredatı hedeflemiş olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bediüzzaman bir “Osmanlı aydını” idi.

 Osmanlı olması hasebiyle de etnik milliyetçiliğe kapalıydı. Kürtlük yahut Türklük adına etnik milliyetçilik yapan insanları görünce üzülmesi, onları bundan vazgeçirmeye çalışması da bu açıdan kayda değerdir.

Tabii ki Bediüzzaman’ın bir “millet” fikri vardı; bu da İslam milletine karşılık geliyordu.

Medresetüzzehra’yı Hint yarımadasından Kafkasya’ya Müslümanları bir araya getirecek beynelmilel bir Müslüman Okulu olarak görmesi de bunun ifadesidir.

Umarım ki, Arap Baharı’yla birlikte demokratikleşen Ortadoğu’da hakikaten böyle bir üniversite yükselir.

Burada bir noktayı belirtmek isterim: Bediüzzaman’ın “millet” fikri İslam’la tanımlansa da, bu gayrimüslimleri ötekileştiren ve dışlayan bir telakki değildir.

Bugün böyle yapan, yani Müslümanlığı salt bir “kimlik” sayıp bunun üzerinden gayrimüslimlere husumet besleyenler var.

 Oysa Bediüzzaman’ın Müslümanlığı, evvela imana ve şeriata dayandığı için, gayrimüslimlerin hukukuna da hürmetkârdır.

Said Nursi’nin Medresetüzzehra’nın eğitim diliyle ilgili olarak söylediği

“Arapça vacip, Türkçe lâzım, Kürtçe caiz” yaklaşımını, günümüzdeki Kürtçe yasağı ve anadilde eğitim tartışmaları bağlamında nasıl yorumluyorsunuz?

Kürtçe’nin yasaklanması, Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük ayıplarından biridir. Bunun sorumlusu da, tam da Bediüzzaman’ın eleştirdiği ve karşı durduğu zihniyettir.

Eğer Bediüzzaman’ın değerleri resmi politikaları etkileseydi, böyle akıl almaz bir baskı hiç yaşanmazdı. “Arapça vacip, Türkçe lâzım, Kürtçe caiz” sözündeki bir nüans, Kürtçe’nin mutlaka serbest olması ve dileyen herkesçe konuşulmasını savunurken,

Türkçe’yi bir adım öne alarak “lazım” sayması. Çünkü Türkçe, tarihsel akış sonucu, Türkiye coğrafyasında ortak dil olmuştur. Dolayısıyla Bediüzzaman gözüyle bugün için şöyle denebilir: Herkes Türkçe öğrenmelidir; Kürtçe öğrenimi ve kullanımı ise tümüyle serbest olmalıdır.

Said Nursi, Medresetüzzehra’nın hedeflerinden birini de “meşrutiyetin (demokrasinin) güzelliklerini neşir için bir kapı açmak” şeklinde ifade ediyor.

Demokrasinin topluma mal edilmesi noktasında eğitimin önemini vurgulayan bu yaklaşım için ne diyorsunuz?

Çok önemli bir yaklaşım.

Çünkü Türkiye’de resmi eğitim, “devletin kutsallığı”, “milli birlik” gibi otoriter kavramları çok önemser, ama demokrasiyi pek önemsemez.

 Bediüzzaman’ın daha 20. Yüzyıl başında bu vurguyu yapması önemli.

Bazı radikal İslamcı grupların hâlâ dahi demokrasiyi reddettiğini de hatırlarsak, Bediüzzaman’ın bugün İslam dünyasına gerekli temel açılımları bir asır önceden öngördüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.

İsmail Tezer’in Mustafa Akyol ile yaptığı ropörtaj..

Yeni Asya

YÖK’e, Diyanet’e ve Milli Eğitim’e açık mektup!

YÖK Başkanına, Diyanet İşleri Başkanına, Milli Eğitim Bakanına açık mektup

Din ile fen bilimleri, din ile sanat,  din ile edebiyat mizaçları gereği tarih boyunca birlikte gitmişlerdir.

Ortaçağ sanatı sadece dini bir bakış açısını temsil eder, orada fen bilimleri ile din arasında bağlantı kurulamadığı için sapmalar ve yanlış anlaşılmalar, taassup ortaya çıkmıştır. Dünyanın döndüğünü iddia eden bir fizikçi suçlanmış ve büyük zulüm görmüştür.

Bediüzzaman bu tarihsel akışı bildiği için sadece dini ilimlerden taassubun doğduğunu söyler, bu taassub fenni ilimlerin tahsili ile dengelenir, muvazene  sağlanır.

 MEDRESETÜZZEHRA YENİ BİR DERS PROGRAMI VE MÜFREDAT

Van’daki ilk hayatında fen bilimlerinin öğrenilmesini düşünmüştür, kendisi bir senteze vardığı gibi talebelerine de fen bilimlerini okutmayı zorunlu görmüş ve bunu bir program olarak ortaya koymuştur.

Medresetü’z- Zehra bir mekân olmaktan çok bir uygulama bir ders programı ve yeni bir müfredat ve özellikle din eğitiminde bir perspektiftir.

 Batı fenne dini bir yorum getiremediği için nihilizm ve ateizm, felsefi natüralizm yaygınlaşmıştır.

 BİZİM, BATININ DA BAŞARAMADIĞI BİR MODEL

Bediüzzaman’ın yeni bir üniversite modeli, batının da bizim de başaramadığımız bir modeldir.

İlahiyat fakültelerinde  din ve edebiyat,

din ve sanat,

din ve fen gibi üç ders okutulursa  bu sorunlar sona erer.

O zaman Bediüzzaman’ın projesi ki bu gün dünyanın uygulamakla büyük sıkıntılardan kurtulacağı bir projedir. Yüz yıl önce  düşünülmüş ve örnekleri verilmiş bir üniversite  anlayışıdır.

Bediüzzaman ilimlerle din arasında, sanat, edebiyat ve fen arasındaki bağlantıları Risale-i Nur’da göstermiştir.  O dini hakikatleri edebiyatın temaları ile karıştırmış ve ortaya dini edebiyat örnekleri vermiştir.

Ayet’ül Kübra bir sinema ve roman, bir tiyatro formunda dini anlatır.

 Diyalogları, monologları, nesne ilişkileri saymakla bitmeyen özellikleri Bediüzzaman’ın din sanat ve edebiyat, özellikle fenni imtizac ettirdiği bir eseridir.

DİN, SANAT, EDEBİYAT VE FEN

 Tarih boyunca birbirine aykırı yollarda yürümüş din sanat edebiyat ve fenni Bediüzzaman büyük bir kelime ve tema mimarisi ile bir araya getirmiştir.

 Aynı şey Haşir, Münacaat, Muhakemat, daha birçok eserinde uygulanmıştır. Bu meselenin tehir edilecek yanı yoktur.

YÖK Senatosu veya yeri nereyse İlahiyat fakültelerine edebiyat ve fen fakültelerine, din, edebiyat, sanat ve fen karışımlarına göre dersler koyar, akıllı Kemalist bile buna karşı çıkmaz, fenci karşı çıkmaz, çünkü bu ülkede ihtilafların kaynağı dini layığı ile anlamamak ve anlatamamaktır.

MANEVİ HASTALIKLARIN TEDAVİ MERKEZİ: FEN, İLAHİYAT VE EDEBİYAT FAKÜLTELERİ

 İlahiyatçılar mantıktan uzak kalbî bir dini anlatırsa aklı hasta olmuş bir toplumda ateizmi engelleyemez.

 Din geleneksel kültürden gelen tabakaların elinde ihtiyarların, münzevilerin elinde kalır, namaz vakitlerinde camilerde ihtiyarlar, emekliler tek tük de gençler görünür. Eğer aklın fen ve felsefe ile hastalıklı yapısını fen fakültesi, ilahiyat ve edebiyat fakültesi tedavi ederse bu sorunlar biter.

Risale-i Nur’da Bediüzzaman kozmografyacı ve coğrafyacıları muhatab alır evrenin astronomik yorumlarını nazara verir. Onları çıplak öznesiz yorumlamayı ironik olarak alaya alır ve doğru tespitlerde bulunur.

“Ey kozmografyacı Efendi, hangi tesadüf bu işlere karışabilir.

 Hangi esbabın eli buna ulaşabilir. Hangi kuvvet buna yanaşabilir. Haydi, sen söyle.” (Sözler 628)

“İşte ey Coğrafyacı Efendi, bu zemin kafası yüz bin ağız, her birinde yüz bin lisan ile Allah’ı tanıttırsa ve sen O’nu tanımazsan başını tabiat bataklığına soksan, derece-i kabahatini düşün.” (Sözler 629)

Bediüzzaman bu beyanları ile dinden kopmuş olan coğrafya ve astronomi konusunda örnekler verir, bu uygulamanın  mekteplerde, üniversitelerde dinden soyutlanmış metinlere yedirilmesini telkin eder. Bu bir prototiptir, ilmin yanılgısına bir, iki veya beş örnek vermiştir. –Bu örnekler çoktur.- Bu bakış açısı bütün ilimlere uygulanmıştır Bediüzzaman’ın eserlerinde. Yine coğrafyacıları ikaz eder.

 “Ey coğrafyacı Efendi. Bunu ne ile izah edersin.

Hangi tesadüf bu acaib-i masnuat ile dolu sefine–i Rabbaniyeyi  bir mahşer-i acaib yaparak yirmi dört bin sene  bir mesafede, bir senede süratle çevirip, onun yüzüne dizilmiş eşyadan hiçbir şey düşürmesin.” (Sözler 629)

Bu bahisler Bediüzzaman üniversitesinin dersleridir, her Risale dershanesinde yıllardır okunur. Ama artık üniversite kürsülerine çıkmalı, o zaman bu kadar terörle heba edilen para ve insan gücü geri döner.

Yine astronomiciyi eleştirir.

 “İşte yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur’an güneşinden gözünü yuman kozmografyacı Efendi.” (Sözler 167)

Otuz ikinci sözün birinci mevkıfındaki haşiye yirmiye yakın ilmin verilerini bir enmuzeç metin halinde bir araya getirmiştir. Tek başına bu metin Bediüzzaman’ın ilimler ile din arasında kurduğu bağlantıyı anlatır.

Tıp, Anatomi, Fizyoloji, Kimya, ağırlıklı olarak birlikte işlenmiştir. Şu metni biz bu ülkenin fakültelerinde bir anlatsak Bediüzzaman’ın üzerindeki bu siyasi yorumlar, ırki yorumların ne kadar yüzeysel olduğu ortaya çıkar. Anlatımda Bediüzzaman’ın kurgusal ve fiktif zekası da malzemeyi armonik bir şekilde birleştirmiştir. Bu metin bütün tıp, kimya, fizik ve fizyoloji metinlerine uygulanabilir bu bakış açısı ile birçok kitap yazılabilir.

“Sâni-i Hakîm beden-i insanı gayet muntazam bir şehir hükmünde halk etmiştir. Damarların bir kısmı, telgraf ve telefon vazifesini görür; bir kısmı da, çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelânına medârdırlar.

Kan ise, içinde iki kısım küreyvât halk edilmiş.

 Bir kısmı küreyvât-ı hamrâ tâbir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u İlâhî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor-tüccar ve erzak memurları gibi.

 Diğer kısmı küreyvât-ı beyzâdırlar ki, ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdâfaadır ki, ne vakit müdâfaaya girseler, Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile süratli bir vaziyet-i acîbe alırlar.

Kanın heyet-i mecmûası ise, iki vazife-i umumiyesi var.

 Biri bedendeki hüceyrâtın tahribâtını tâmir etmek; diğeri hüceyrâtın enkazlarını toplayıp, bedeni temizlemektir.

Evride ve şerâyin nâmında iki kısım damarlar var ki; biri sâfî kanı getirir, dağıtır, sâfî kanın mecrâlarıdır. Diğer kısmı, enkazı toplayan bulanık kanın mecrâsıdır ki, şu ikinci ise, kanı, “ree” denilen nefesin geldiği yere getirirler.

Sâni-i Hakîm, havada iki unsur halk etmiştir:

 Biri azot, biri müvellidü’l-humuza. Müvellidü’l-humuza ise, nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvîs eden karbon unsur-u kesîfini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizâc eder, buhar-ı hâmız-ı karbon denilen (semli havaî) bir maddeye inkılâb ettirir; hem hararet-i garîziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder. Çünkü, Sâni-i Hakîm, fenn-i kimyâda aşk-ı kimyevî tâbir edilen bir münâsebet-i şedîdeyi müvellidü’l-humuza ile karbona vermiş ki; o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlâhî ile, o iki unsur imtizâc ederler. Fennen sabittir ki, imtizâcdan hararet hâsıl olur. Çünkü imtizâc, bir nevi ihtiraktır. Şu sırrın hikmeti şudur ki:

O iki unsurun, herbirisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var.

 İmtizâc vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi, bunun zerresiyle imtizâc eder; birtek hareketle hareket eder. Bir hareket muallâk kalır. Çünkü imtizâcdan evvel iki hareket idi; şimdi, iki zerre bir oldu. Her iki zerre, bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sâni-i Hakîmin bir kanunu ile hararete inkılâb eder. Zâten, “Hareket, harareti tevlid eder” bir kanun-u mukarreredir.

İşte bu sırra binâen, beden-i insaniyedeki hararet-i garîziye, bu imtizâc-ı kimyeviye ile temin edildiği gibi; kandaki karbon alındığı için, kan dahi sâfî olur. İşte, nefes dâhile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor, hem nâr-ı hayatı iş’âl ediyor. Çıktığı vakit, ağızda, mu’cizât-ı kudret-i İlâhiye olan kelime meyvelerini veriyor.

Fesubhane men tahayyere fi sunihil ukul (Sanatında akılların hayrete düştüğü Allah, her türlü kusur ve noksandan uzaktır.)(32.Söz)

Sayın YÖK Başkanı,

Sayın Diyanet İşleri Başkanı ve

Milli Eğitim Bakanı.

 İşte Bediüzzaman’ın reçetesi. Newton, Galileo, Kristof Kolomb  değil, Edison da değil, milletlerin ve dinlerin battığı girdabı görmüş bir olağanüstü adam, artık geç kaldık, yarından tezi yok bunu uygulamaya koyalım.

Prof. Dr. Himmet UÇ

Medresetüzzehra Müfredatında Örnek Bir Ders Uygulaması

Bediüzzaman’ın Medresettüzzehra projesi sevindirici bir şekilde, hamiyetli STK’larımızın da katkısıyla devletin gündemine alındı son günlerde.

İnşaallah bu medeniyet projesinin, maddi örnekleri de, sadece Van’da değil yakında yurdumuzun ve dünyanın pek çok bölgesinde tesis edilecektir.

Medresetüzzehra projesi esasında birbirinden, müsbet ve menfi diye ayrıştırılmış “ilmin” yeniden “vahdetini” esas alan bir projeydi.

Esasında Kur’an-ı Kerim’in kâinat ve varlık anlatımının, yeniden günümüz şartlarına uygun bir şekilde diriltilmesiydi gerçekleştirilen.

Yani bu proje sadece Türkiye tarihi için değil, dikkatli incelendiğinde “dünya bilim tarihi” açısından milad sayılabilecek bir “müfredat” önermektedir insanlığa.

Medresettüzzehra müfredatı, klasik eğitim sistemlerinin etkisinde kalınarak söylendiği şekilde; Fen derslerinin ve dini derslerin ayrı ayrı dersler halinde okutulması değildir esasında.

Çünkü Bediüzzaman, aslında Fen derslerinin de Allah’ı anlatan dersler olduğunu kat’i bir şekilde belirtir:

Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.” (Asa-yı Mûsa)

O halde Bediüzzaman’ın Medresettüzzehra projesi bambaşka bir âli amacı gütmektedir ve onun arzuladığı uygulama klasik eğitim sistemlerinin de fevkindedir:

Şark Üniversitesinin bir nevî programı olmaya lâyık üssü’l-esas dersi ise, Kur’ân-ı Hakîmin hakaik-i imaniyesini tefsir eden ve bütün meselelerini, fünun-u akliye ile ve delâil-i mantıkıye ve müsbete ile tesbit ettiren ve mâkulâtla ders veren Risale-i Nur’dur ki, yeni asrın üniversitelerinde ve mekteplerinde okutulmaya şâyandır.” (Tarihçe-yi Hayat)

Görüldüğü gibi Bediüzzaman Risale-i Nur örnekliğinde ortaya konulan bir ders müfredatından bahsetmektedir. Çünkü Risale-i Nur’da fen ve din, binlerce yıllık ayrılıktan sonra gerçekten “imtizac” etmiştir.

Bediüzzaman’ın Fen ve dini ilimlerinin “imtizac” etmesi gerektiğini sık sık vurgulayışı da “ilmin” Kur’ânî vahdetini yeniden tesis edebilmek içindir:

Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” (Münazarat)

Burada geçen imtizac ve iftirak kavramları, fazla da açıklamaya lüzum bırakmayacak şekilde açıktır. Kastedilen kesinlikle ayrı bir “Kelam” dersi ve ayrı bir “Fen” dersi değildir.

Esasında fen bilimleri ve dini bilimler diye bir ayrım da yoktur. Herhangi bir fen dersi öğretileceği zaman, Yaratıcı’nın varlığı ortaya konularak, dini kaynaklar referans alınarak öğretilmelidir.

İşte Kur’an-ı Mucizul Beyan’ın insanlığa öğrettiği ilim anlayışı gerçekte budur. Çünkü “bâtılı tasvir sâfi zihinleri idlal eder.”

Bir Fen bilimi dersi, din ve imandan mücerred olarak anlatıldığında akılda, kalpte tamiri güç şüpheler doğar.

Sonra verilecek, o dersten ayrı bir Kelam ya da Akaid dersi, kalbi ve akli yaraları çok güç tedâvi eder.

O halde mesela “Biyoloji” dersi, Allah’ın isim ve sıfatlarından kopuk bir şekilde “objektif-bitarafane” denilen ama aslında “tesadüf, evrim, tabiat” hesabına çalışan bir üslupla anlatılmamalıdır.

Fen ve dini ilimlerin imtizacı işte tam da bu noktada kendisini gösterecektir. Çünkü “İmtizac” ilimlerin ayrıştırılması anlamındaki “iftirak” kelimesinin tamamiyle zıddıdır.

İmtizac, katışma, karışma, birleşme, uyuşma, iç içe geçme anlamlarını ifade eden bir kavramdır ve Bediüzzaman tarafından elbette boşuna kullanılmamıştır.

O halde şekerin suyla mükemmel imtizacı gibi, dini ilimler de fen bilimleriyle imtizac edecektir. Medresetüzzehra projesinin önerdiği müfredat budur.

Bu “imtizac” dışında uygulanan hiçbir uygulama Medresetüzzehra olarak anılsa da, Medresttüzehra projesinin maksadına uygun olmayacaktır kesinlikle.

Demek ki, Medresettüzzehra’nın fakültelerinde okutulacak “Fen” derslerinin müfredatı, Risale-i Nur örnekliğinde olduğu gibi yeni bir “mümtezic” ve “müttehid” (Birleştirici) dille kaleme alınmalıdır.

Yazımın sonunda, Medresettüzzehra’nın ders müfredatlarına örneklik teşkil etmesi açısından, kusurları çok da olsa birleştirici dille yazılmış bir “müfredat” örneğini sizlerle paylaşmak istiyorum.

YÖNERGE: Şark Üniversitesinin bir nevî programı olmaya lâyık üssü’l-esas dersi ise, Kur’ân-ı Hakîmin hakaik-i imaniyesini tefsir eden ve bütün meselelerini, fünun-u akliye ile ve delâil-i mantıkıye ve müsbete ile tesbit ettiren ve mâkulâtla ders veren Risale-i Nur’dur ki, yeni asrın üniversitelerinde ve mekteplerinde okutulmaya şâyandır. Hem Münâzarât Risalesi’nin rûhu ve esası hükmünde olan hatimesindeki Medresetü’z-Zehra’nın hakîkati ise, istikbalde çıkacak olan Risale-i Nur medresesine bir zemin ihzar etmek idi ki; bilmediği halde ihtiyarsız olarak ona sevk olunuyordu.

Bir hiss-i kable’l-vukû ile o nûranî hakîkati maddî sûretinde arıyordu. Sonra, o hakîkatin maddî ciheti dahi vücuda gelmeye başladı. Sultan Reşad (merhum), on dokuz bin altın lirayı, Van’da temeli atılan o Medresetü’z-Zehra’ya verdi. Temel atıldı, fakat sabık Harb-i Umûmi çıktı, geri kaldı. Beş-altı sene sonra Ankara’ya gittim, yine o hakîkate çalıştım. İki yüz mebustan yüz altmış üç mebusun imzalarıyla, o medresemize yüz elli bin banknot iblâğ ederek, o tahsisat kabul edildi. Fakat, binler teessüf, medreseler kapandı, o hakîkat geri kaldı. Fakat, Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, o medresenin manevî hüviyeti Isparta vilayetinde tesis edildi. Risale-i Nur’u tecessüm ettirdi. İnşaallah istikbalde, Risale-i Nur şakirtleri, o alî hakîkatin maddî sûretini de tesis etmeye muvaffak olacaklar. (Tarihçe-i Hayat)

Dersin adı: Biyoloji/İlm-i Hayat

Sınıf: Medresetüzzehra 1

Ünitenin adı: Genetik Bilgi Taşıyan Moleküller

Konu: Proteinlerde çeşitlilik, Protein Sentezinin kontrolü

Süre: 1 ders saati

Öğretme-Öğrenme Yöntem ve Teknikleri: Anlatım, tartışma, ispat, temsil

ÖĞRENCİ KAZANIMLARI/HEDEF VE DAVRANIŞLAR:

HEDEF : Protein sentezinin kavratılması, protein sentezi sırasında tecelli eden esmâ-yı ilâhiyyenin anlaşılması.

DAVRANIŞLAR:

1. Proteinlerin çeşitliliğinin açıklama.

2. Proteinlerin çeşitliliğinin İlahi isimlerin çeşitliliği ile ilgisini açıklama

3. Enzimlerin protein yapısında olduğunu açıklama.

4. Şuursuz, cansız proteinlerin tesadüfen ama bilinçlice hayattar birer tiryak oluşturamayacaklarının Tabiat Risalesi ışığında açıklanması.

5. Protein sentezinin genlerin kontrolünde yapıldığının açıklanması

6. Genlerin gerçekte aciz, kör, sağır, şuursuz varlıkları oldukları, üstelik onların zaten kendileri yapılageldikleri halde bu halleriyle hiçbir şey kontrol edemeyecekleri, genlerin üzerinde tecelli eden “İlim”, “Hikmet”, “Hâkim”, “Hafiz” gibi ilâhi isimler gösterilerek ortaya konması.

7-Kur’an-ı Kerim ve hadislerden konuyu açıklayacak hakikatlerin ortaya konulması.

Oğuz Düzgün / Risale Akademi

Türköne’den Medresetüzzehra Yorumu

“Medresetüzzehra”, Bediüzzaman’ın yüz yıl öncesinde bir eğitim projesi. Bu projeyi, mübarek bir vasiyet olarak kuvveden fiile çıkarmak üzere arayışlar ve çalışmalar yapılıyor. Daha önce Mardin’de bir toplantıdan haberim olmuştu. Risale Akademi tarafından bu hafta sonu Van’da “Said Nursî’nin Eğitim Felsefesi: Medresetüzzehra Sempozyumu” başlığı ile yapılan ve benim de tebliğle katıldığım üç gün süren toplantı, bu çabaların en son örneklerinden biri.

Dört ayrı salonda paralel toplantı şeklinde süren sempozyumun özgül ağırlığı ve yoğunluğu fazlaydı. Toplantı  doğrudan bu projeyi konu alan 88 tebliği kapsıyordu. Doğal olarak ancak bir salondaki tebliğleri takip etme imkânım oldu. Dinleyebildiklerimin her birinin çok faydalı ve ufuk açıcı olduğunu ve yeni çok şey öğrendiğimi belirtmeliyim. Türkiye’de artık niteliği yüksek bir birikim mevcut. Bu birikimin tarihe yön vermesini, toplumu hamur gibi yoğurup şekillendirmesini engelleyecek hiçbir mani yok. Yüz yılın sabrı ve emeği taşı eritmiş, şekil daha ötesi ruh vermiş.

Medresetüzzehra, somut olarak İslam dünyasına hitap eden bir yüksek eğitim projesi. Soyut olarak daha geniş perspektif içinde bir medeniyet inşasını amaçlıyor. İleri bir ufku işaret eden bu vasiyeti, fiziki bir mekân, duvarları, odaları olan bir bina olarak tasavvur etmek yanlış değil. Doğu’nun merkezi olan Van’ın öne çıkması da öyle. Ama elbette bunlarla sınırlı bir ufka hapsolmak Said Nursî’yi doğru anlamak anlamına gelmiyor.

Dinlediğim tebliğlerden, eğitim alanından ileri bir medeniyete açılan kapının önünde durduğumuzu ve geleceği ete-kemiğe bürünmüş şekilde temaşa etmekte olduğumuzu anladım. Demek ki Bediüzzaman doğru anlaşılıyor ve yorumlanıyor.

Evet, Medresetüzzehra, Van’da kurulacak bir yüksek öğrenim kurumundan ibaret değil. Önce, bu topraklarda insanların birbirine bakışını, devletin bugüne kadar empoze ettiği etnik kökenler hakkındaki önyargıları ters-yüz etmek gerekiyor. Sonra da eğitim ve medeniyet konusunda telakkilerimizin, alışkanlıklarımızın sorgulanması başlıyor. Cümle kapısından girişimiz, eğitime bakışımızın, kullandığımız yöntemlerin değişmesi ile başlıyor. Hepsi bir araya gelip insana bakışın değişmesi ile dünyayı değiştirmek anlamına geliyor.

Üniversite, kelime anlamı olarak “kainat şehri” demek. Evrensel olanı içinde barındırıyor. Batı’dan aldık, ama benimsemedik. Eğitim, ancak sağlam geleneklerle kurumlaşıyor. Sağlam gelenek mevcut değilse, benzerlik binalarınızla, giydiğiniz cübbelerle ve kütüphane rafları ile sınırlı kalıyor. Batı’daki üniversite geleneği, evrensel prensiplere dayanıyor. Ne olduğunu kavramak için bizdeki benzerine, medreseye bakmak lazım. Medreseyi kapatarak bu geleneği bir ayrık otu gibi bıçakla kesip atmış olduk. Mektep ile medrese arasında aktarılan bilginin içeriğinden önce, kullanılan yöntem açısından farklılık vardı. Dinî ilimleri, Tanzimat’ın kurduğu Mekteb-i Nüvvap’ta da öğrenebilirdiniz, Fatih veya Süleymaniye Medresesi’nde de. Farklılık uygulanan eğitim yöntemlerindedir. Mektepte kitlesel eğitim, medresede ise bireysel eğitim verilir.

Bireysel eğitim, müderris, yani ders veren ile talebe yani talep eden arasında dolaysız ilişkiye dayanır. Merkezde talebe vardır. Kitlesel eğitim ise öğretmen ile öğrenci arasında, yani öğreten ile öğrenen arasında araya mektep dediğimiz resmî kurumun girdiği ve her şeyi belirlediği sisteme dayanmaktadır. Müfredat, sınavlar, ders içerikleri mektepte standarttır. Öğrenci sınıfta, öğrenen kitlenin bir üyesidir. Aralarında hiçbir fark yoktur. Hepsi birbirinin tıpatıp aynısı olarak kabul edilir. Medrese’de ise hocayı özgürce talebe seçer. Eğitim, ders esasına göre yapılır. Diplomanın yerine, hocadan aldığı icazet geçerlidir. Talebe ömür boyu ders aldığı hocaların ismini bir vasıf olarak kullanır.

En önemlisi, sanılanın aksine mektepte eleştiri yoktur. Öğretilen öğrenilir. Medrese geleneği ise diyalektiğe dayanır. Ehl-i Cedel adı verilen münakaşacı talebelerin sıkıştırmalarından yüzünün akıyla çıkamayan hocanın itibarı da olmaz. Biz üniversite sistemini, mektebe dönüştürerek aldık.

Türkiye mevcut eğitim sistemi içinde, Bediüzzaman’ın bize gösterdiği tecrübeleri yaşadı. Bu tecrübe, öğretmen ile öğrenci arasındaki ilişkinin ahlakî bir boyuta taşındığı, bir misyona dönüştüğü her türlü tecrübedir. Bilginin kendisinden öte, bilginin ahlâkî boyutu ve kişilik eğitimi, resmî müfredatın içinde yer almayan insanî boyut devreye girmektedir.

Medresetüzzehra projesi, ruh olarak geçmişimize zaten şekil verdi; şimdi yeni bir medeniyet projesine ilham kaynağı oluyor. İçerden dışarıya doğru yeni bir merhale bu durum.

zaman