Etiket arşivi: mehdi

FARAZÂ HAKİKİ BEKLENİLEN O ZÂT

Risale-i Nur Külliyatı’nda birçok cümleler birbiriyle, bir binanın tuğlaları ve bir kalenin taşları gibi sıkı sıkıya bağlıdır. Tuğla veya taş tek başına ele alınır ise, bütünü yansıtmadığı malumdur. Risale-i Nur Külliyatı’ndan da istediği cümleyi cımbızlama yaparak alıp, yanlış yorumlar ile amacından uzaklaştıranlar her zaman vardır ve olmaya da devam edecektir.

Cümleyi bağlamından koparmak İslâm tarihinde ilk olarak âyet ve hadîsler ile başlamıştır. Konuyla ilgili meşhur misâl şudur ki;
«Bektaşî’ye: “Ne için namaz kılmıyorsun?” demişler. O da: Kur’ân’da
لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ
var.” demiş. Ona demişler: “Bunun arkasını, yani
وَ اَنْتُمْ سُكَارٰى
yı da oku.” denildiğinde “Ben hâfız değilim.” demiş.» (1)

Burada geçen âyette “lâ takrabû-ssalâte” ifadesi “namaza yaklaşmayın” (2) anlamındadır. Âyet-i Kerîme’nin içinden sadece bu kısmı cımbızlayarak almak, sonrasındaki “veentum sukera” yani “sorhoş iken/sarhoş olduğunuz zaman” (3) ifadesini almamak tamamıyla anlam sapmasına sebebiyet vermektedir.

Bu örnek gibi birçok örnek verilebilir.

Hadîsler içinde aynı şey söz konusudur. Mesela;
“Muhakkak ki ölü, ehlinin üzerine bağırıp çağırmalarıyla azap duyar.” (4) hadîsinin sebeb-i vürudunu yani ‘hadîs-i şerîflerin buyurulma, söylenme sebebi’ni (5) bilmeden ele alır isek yanlış mânânın ortaya çıkmasına sebebiyet verilir.

Hz. Âişe Radıyallahu Anha validemiz bu hadîs-i şerîfi duyunca bunun, “Hiçbir günahkâr başkasının günahını çekmez.” (6) âyetine aykırı olacağını belirterek, Rasûlullah (asm)’in, bir Yahudi kabri yanından geçerken mezarın başında ağlayanlar gördüğünü ve onların ağladıkları kişinin, kabrinde azap görmekte olduğunu söylediğini, (7) aile efradının ağlaması ile Allah’ın ancak kâfirin azabını artıracağını ifade etmiştir. (8)

İşin aslı daha iyi anlaşılmıştır sanırım. Risale-i Nur Külliyatı da hem Kur’ân-ı Hakîm’in tefsiri ve bu asrın fehmine bir dersi, hem de Hadîs-i Şerîflerin bir izah, şerh ve hakikatlerini anlatan bir külliyattır. Bu eser külliyatından da alıntı yapan insanlar eserlerin tamamını ele alarak, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem’edilse ve hâkeza mükemmel bir izah ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir.” (9) şeklindeki ifadelerini göz önünde bulundurarak çalışma yapmalıdırlar.

Ele alacağımız mesele hassas bir mesele olması hasebiyle külliyat-ı Nur’dan misâller ile delillendirerek mevzuyu vuzuha kavuşturmak gerekir.

Ele alacağımız cümle şudur;
“Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına aldığı için, farazâ hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.” (10)

Burada geçen “hakikî beklenilen o zât” tabirini ele alıp bu ifadeden hemen önce geçen “farazâ” kelimesini ele almamak sonucunda yanlış anlaşılmalar ortaya çıkmaktadır.

Burada geçen mühim kelimemiz “farazâ”dır. Yani “farz edelim ki, öyle sayalım ki” (11) anlamına gelir. Ve farazî “farzedilen, varsayılan” (12) misallerde bu kelime kullanılır. Olması mümkün olmayan şeyler için kullanılmaktadır. Buna Risale-i Nur Külliyatı’ndan örnekler vererek izah edelim. Şöyle ki;

“Hem tuğyanınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelal’e karşı mübareze ediyorsunuz ki, öyle azametli muti’ askerleri var; farazâ şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler.” (13)

Burada geçen “farazâ şeytanlarınız dayanabilseler” demek “asla dayanamayacaklarını” söylemek anlamına gelir.

“Eğer farazâ Güneş zîşuur olsa idi, harareti ayn-ı kudreti, ziyası ayn-ı ilmi, elvan-ı seb’ası sıfât-ı seb’ası olsa idi; o vakit o tek ve yekta bir güneş, bir anda herbir âyinede bulunur, herbirisini kendine bir arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mani olmazdı. Herbirimizle âyinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu.” (14)

Bu paragrafta “Eğer farazâ Güneş zîşuur olsa idi” diye geçen yer de “Güneşin şuur sahibi olamayacağını ve bunun imkan dairesinde olmadığını, ama eğer farz edersek ki şuur sahibidir” anlamına gelir.

“…Nil-i Mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârikanüma ve mu’cizevari bir surette mazhar ve müsahhar olduğunu ifham eder ve onunla böyle bir manayı müteyakkız kalblere veriyor ki: Şöyle azîm ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları olsun. Çünki farazâ o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür’atli ve kesretli cereyanlarına müvazeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler.” (15)

Nil Nehri ile ilgili bir misal verilirken de “farazâ” tabiri kullanılmıştır. Burada da imkansız olan şey için kullanıldığı ayan beyan ortadadır. “…farazâ o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar…” denilerek zaten bunların muhal örnekler olduğu ve farazi şeyleri söylediği ifade ediliyor.

«Evet farazâ zîşuur bir elmaya biri dese: “Sen benim san’atımsın.” O elma lisan-ı hal ile ona “Sus!” diyecek. “Eğer bütün yeryüzünde bütün elmaların teşkiline muktedir olabilirsen, belki yeryüzünde münteşir bütün hemcinsimiz olan bütün meyvedarlara, belki sefinesiyle hazine-i rahmetten gelen bütün hedaya-yı Rahmaniyeye mutasarrıf olabilirsen, bana rububiyet dava et.” O elma böyle diyecek ve o ahmağın ağzına bir tokat vuracak.» (16)

Burada da elmanın zîşuur yani şuur sahibi olması ve konuşması misalinden önce «Evet farazâ zîşuur bir elmaya biri dese: “Sen benim san’atımsın.” O elma lisan-ı hal ile ona “Sus!” diyecek.» denilmesi bu dediklerimizi ispat eder. Ne elma zîşuurdur ne de konuşabilir.

“Eğer farazâ şems, fâil-i muhtar olsa idi ve feyz-i ziyasını, timsal-i aksini iradesiyle verse idi; bütün zemin yüzüne verdiği feyzi, bir zerreye verdiği feyzden daha ağır olamazdı.” (17)

“Eğer farazâ şems, fâil-i muhtar olsa idi” diye başlayan cümleden de “şems”in yani güneşin “fâil-i muhtar” olamayacağı anlaşılır. Yani güneş “İstediğini yapmakta serbest olan” değildir, bir Zât-ı Zü’lcelal’in emrine itaatkardır, anlamı çıkar.

“Bir incir meyvesinin fabrikası, farazâ çuha makinesi gibi olsa; bir nar meyvesinin fabrikası da şeker makinesi gibi olacaktır ve hâkeza… O binaların, o cisimlerin proğramları birbirinden başkadır.” (18)

Burada da “Bir incir meyvesinin fabrikası, farazâ çuha makinesi gibi olsa” diye muhal yani imkansız bir örneği vermiştir. “Bir incir meyvesinin fabrikası”nın hiçbir zaman “çuha makinesi gibi ol”ması beklenemez. Bunu iddia eden kimse bulunamaz.

“Farazâ saati sayan ibrenin dairesi, küçük saatimiz kadar olsa; herhalde âşireleri sayan ibrenin dairesi, arzın medar-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir.” (19)

Burada da olmayacak bir misalden bahsedilmiştir.

“Bu hayret verici seyahat ve seyeran-ı mevcudat ve sefer ve seyelan-ı mahlukat öyle bir intizam ve mizan ve hikmetle sevk ve idare edilir ve onlara ve o kafilelere kumandanlık eden öyle basîrane, hakîmane, müdebbirane kumandanlık ediyor ki bütün akıllar farazâ ittihad edip bir tek akıl olsa o hakîmane idarenin künhüne yetişemez ve kusur bulup tenkit edemez.” (20)

Burada geçen “bütün akıllar farazâ ittihad edip bir tek akıl olsa” ifadeleri muhali yani imkansızı ifade etmektedir. Bütün akılların birleşip bir akıl olması imkansızı belirtir.

“Nasıl ki güneşin –farazâ– şuuru ve hayatı olsaydı ve o halde ziyasındaki yedi rengi, yedi sıfatı olsaydı o cihette ışığında bulunan şuâları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı.” (21)

Yine olmayacak bir cümle için “farazâ”nın kullanıldığını görüyoruz. Çünkü “güneşin –farazâ– şuuru ve hayatı olsaydı” ifadelerinden de anlaşılacağı üzere güneşin şuuru da hayatı da yoktur. Bu imkan haricindedir.

«Hem de ziyanın temasili ve elvan-ı seb’asının tesaviri ve güneşin tecellisi olan şu gûnagûn ve rengârenk çiçeklerin elvanı farazâ lisana gelseler her biri “Güneş benim gibidir.” veyahut “Güneş benim.” diyeceklerdir.» (22)

Burada geçen “rengârenk çiçeklerin elvanı farazâ lisana gelseler” tabiri de imkansız olan bir olayda “farazâ” tabirinin kullanıldığının delillerindendir. Çünkü rengarenk çiçeklerin renkleri dile gelip konuşamazlar.

“Farazâ güneşin ilmi, şuuru bulunsa idi; her âyine onun bir nevi menzili ve tahtı ve iskemlesi hükmünde olup, her şeyle bizzât temas eder, her zîşuurla âyineleri vasıtasıyla, hattâ gözbebeğiyle birer telefon hükmünde muhabere edebilirdi.” (23)

Bu cümle de “farazâ” kelimesini nasıl anlamamız gerektiğine yeterli bir cevaptır; “Farazâ güneşin ilmi, şuuru bulunsa idi…” deniliyor. Yani eğer “farazâ” kelimesi için imkan dairesindedir diyen kişinin “güneşin ilmi, şuuru bulun”masını da kabul etmesi gerekir ki; bunu hiç bir aklı başında olan kimse kabul edemez.

Aynen bu misallerde verdiğimiz gibi “Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına aldığı için, farazâ hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.” (24) cümlesindeki “farazâ” kelimesini bu şekilde anlamalıyız.

Tarihçe-i Hayat eserinde bulunan bir yer ile bu yer arasında bir ifade değişikliği tek vardır; “Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına aldığı için, farazâ hakikî beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zât dahi bu zamanda gelse idi, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.” (25)

İki yer arasındaki tek fark şu ibaredir; “…ve bir asır sonra gelecek…” Bu yeri de cümle içinde “farazâ” kelimesi ile birlikte değerlendirmek gerekir. Çünkü “ve” bağlacı ile birbirine bağlanmaktadır. Ve bu şekilde “farazâ” kelimesi burada geçen her iki ifadeye de şamil hale gelmektedir.

Şimdi Üstâd Bediüzzaman Hazretleri burada Mehdi’nin vasıflarını izah ediyor; “…harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek…” Demek ki Mehdi’nin (ra) vasfı; hareketini siyasi cereyanlar kaptırmamak, siyaset âlemindeki vaziyetlerden feragat edip, hedefini siyasi alanda kullanmamak. Bu vasıflar acaba kimin vasıflarıdır?

«Cây-ı dikkat bir hâdise: Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane medhetti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, 

اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ‌ 

dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.» (26)

22. Mektub olan Uhuvvet Risalesi’nde
اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ‌
yani “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” deyip ardından da “hayat-ı siyasiyeden çekildi”ğini söyleyen Üstâd Bediüzzaman Hazretleri değil midir?

«Bedîüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadîslerin ihbar ettiği âhir zamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan Hizb-ül Kur’an hakkında, “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’an’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.” Tavsiyesine müraatla, Ankara’da teşrik-i mesaî edemeyeceği için, kendisine tevdi’ edilmek istenen meb’usluk, Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye gibi Diyanet’teki a’zâlığı, hem vilayat-ı şarkıye vaiz-i umumîliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım meb’usların da arzularına uyamayacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar…» (27)

Tarihçe-i Hayat eserinde geçen bu ifadeler konumuza ışık tutmaktadır. “Bedîüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhir zamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür.” Âhir zamanda çıkacağı haber verilen şahısların İslâmiyet ve insaniyet âleminde zuhur ettiğini yani ortaya çıktığını görüyor Üstâd Bediüzzaman Hazretleri. Bu ifadeler te’vîl götürmez ifadelerdir.

“O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’an’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.” ifadesini de şu şekilde anlamak daha istikametli olur; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin o dehşetli şahsa karşı siyaset ile mücadele edilemeyeceği mânâsı, bizzat Hadîs-i Şerîfin metninden değil, Hadîs-i Şerîfin mânevî canibinden geliyor. Veyahut Hadîs-i Şerîfin mânevî ve işarî yönlerinden, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin istihrac ettiği bir mânâdır. Deccal, Süfyan, Mehdi ve âhir zaman hadiseleri ile o şahıslarla ilgili Hadîs-i Şerîflerin, mânevî ve işarî yönlerinde zaten o mânâlar mevcuttur.

Siyaset mevzusu ile ilgili “Hakikat-ı İslâmiye bütün siyasâtın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.” (28) diyen de Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’dir.

“Bedîüzzaman’ın İstanbul’da hayatı, bir derece siyasîdir. Siyaset yoluyla İslâmiyete hizmet edilecek, diye kanaat besliyordu. Siyasî hayata karışması, İslâmiyete hizmet aşkının bir neticesi idi.” (29) ifadeleri Bedîüzzamân’ın ilk hayatında geçiyor. “Eski Said, nurun parlak hâsiyetinden gelen kuvvetli bir ümid ve tam teselli ile, siyaseti İslâmiyete âlet yaparak hararetle hürriyete çalışırken; diğer bir hiss-i kabl-el vuku’ ile dehşetli ve lâdinî bir istibdad-ı mutlakın geleceğini bir Hadîs-i Şerif’in manasından anlayıp, elli sene evvel haber vermiş. Said’in teselli haberlerini, o istibdad-ı mutlak yirmibeş sene bilfiil tekzib edeceğini hissetmiş ve otuz seneden beri
اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ
deyip siyaseti bırakmış, Yeni Said olmuştur.” (30) bu cümleler ise “…harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek…” tabirlerine bakmaktadır.

Buraya kadar yaptığımız alıntılar ve tahliller ile “hakiki beklenilen o zât”ın kim olduğu gayet rahat anlaşılabilir. Nitekim Risale-i Nur’da geçen bir şiirdeki bu beyit de konumuza bakmaktadır;

“Vallah, ezelden bunu ben eyledim ezber
Risalei’n-Nur’dur vallah o son müceddid-i ekber” (31)

Bu yerde geçen “müceddid-i ekber” tabiri ile Mektubat’ta geçen “âhir zamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müçtehid hem en büyük bir müceddid hem hâkim hem mehdi hem mürşid hem olarak bir zat-ı nuraniyi gönderecek ve o zat da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır.” (32) cümlesi tam birbirine muvafık düşmektedir.

“Bedîüzzaman Said Nursî, on dördüncü asr-ı Muhammedî’nin ve yirminci asr-ı miladînin minaresinin tepesinde durup muasırları olan ehl-i İslâm ve insaniyete bağırıyor ve bu asrın arkasında dizilmiş ve müstakbel sıralarında saf tutmuş olan nesl-i âti ile bir mürşid-i a’zam, bir müceddid-i ekber olarak konuşuyor…” (33) cümlesinde geçen “müceddid-i ekber” ifadesi yukarıdaki “en büyük bir müceddid” ifadesine, “mürşid-i a’zam” ifadesi de yukarıdaki vasıfları sayılanlardan “mürşid” ifadesinin kapsamına girmektedir. Tam da birbirini açan yerler olduğu görülmektedir.

Aynı zamanda Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin, talebesi Mehmed Feyzi Pamukçu Ağabey’e yazdığı “Feyzi kardeşim!” diye başlayan mektubun sonunda geçen paragraftaki “bu şehre bir kutub, bir gavs-ı a’zam gelse seni on günde velayet derecesine çıkaracağım dese sen, Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.” (34) ifadeleri dikkat çekicidir. Bu cümleden de Risale-i Nur’un ve Risale-i Nur şahs-ı manevîsinin kutubdan daha üstün olduğunu çıkarmak mümkündür. Burası da Mektubat’ta geçen “kutb-u a’zam” ifadesi ile örtüşmektedir.

Tarihçe-i Hayat’ta geçen ‘Said Nur ve Talebeleri’ yazısında “Mahkûmken bile hükmediyordu.” (35) ifadelerinden “hükmeden” yani “hâkim” mânâsı da ortaya çıkmış oluyor. Burası da yine Mektubat’taki sıralı vasıflardan “hâkim” ifadesinin izahı mahiyetindedir.

Mektubat’ta geçen cümle. “zat-ı nuraniyi gönderecek ve o zat da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır” diye bitmektedir. “Âl-i Beyt’in muhabbeti, Risale-i Nur’da ve mesleğimizde bir esastır.” (36) cümlesi ile “…ben de manevî Âl-i Beyt’ten sayılabilirim.” (37) ifadeleri bu konuya bakmaktadır.

Aynı zamanda şu ifadeler konumuzu tam mânâsıyla izaha kâfidir; “Âhirzamanın o büyük şahsı, Âl-i Beyt’ten olacak. Gerçi manen ben Hazret-i Ali’nin (R.A.) bir veled-i manevîsi hükmündeyim. Ondan hakikat dersini aldım. Ve Âl-i Muhammed (A.S.M.) bir manada hakikî Nur şakirdlerine şamil olmasından ben de Âl-i Beyt’ten sayılabilirim. Fakat Nur’un mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet, şahsî makamları arzu etmek, şan ü şeref kazanmak olmaz.” (38)

Yani “Nur’un mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet, şahsî makamları arzu etmek, şan ü şeref kazanmak olma”dığından dolayı Üstâd Bediüzzaman Hazretleri kendi şahsını arka planda tutmuştur. İlk sıraya Kur’ân ve İman hakikatlerini koymuştur.

Burada Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, “Âl-i Muhammed (A.S.M.) bir manada hakikî Nur şakirdlerine şamil olmasından ben de Âl-i Beyt’ten sayılabilirim” demektedir. Osmanlıca El Yazma Lem’alar eserinde 22. Lem’a’nın sonunda bir haşiye vardır ki o yer de burayı açmaktadır; “Risale-i Nur’un müellifi ve zamanın Abdülkadir’i Üstâd’ımız Saidü’n-Nursî Hazretleri’nden sâir evliyâya muhalif olarak mübhem değil, sarîhan haber vermesi, bizce Üstâd’ımız Saidü’n-Nursî’nin birinci âlden olduğu kat’îdir.” (39) Bu haşiyenin sonunda geçen bu ifadeler de yukarıda aldığımız yerin izahı mahiyetindedir; “Üstâd’ımız mahkemelerde ehl-i vukufa karşı, ikinci Âl-i Beyt’ten olduğunu isbât etmiştir. Fakat maksadı, tam ihlâsa muvaffak olduğu için, kendi şahsını azlediyor. Ve Kur’ân’ın bir elmas kılıcı olan Risale-i Nur’u gösteriyor.” (40)

Seyyidlik konusu ile ilgili Emirdağ Lâhikası 1’de bir mektupta Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “manevî silsile-i şerafet ve siyadet” (41) meselesine değinilmiş. Ve paragrafın sonunda da meselenin “setr ve ihfa” yani örtme ve gizleme yönünden bahsedilmiştir.
Risale-i Nurların, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin, Nur Talebelerinin ve Risale-i Nur mesleğinin “Âl-i Beyt/Ehl-i Beyt” ile ilişkisi başlı başına ele alınması gereken bir mevzudur. İnşaAllah şu ana kadar yapılan çalışmalar ile birlikte ileride kapsamlı çalışmalar ortaya çıkar.

Aynen bu örnekler gibi Şualar eserinde de akla kapı açılmaktadır;
«Eğer şeddeli “mim” dahi şeddeli “lâmlar” gibi bir sayılsa o vakit bin iki yüz seksen dört (1284) eder. O tarihte Avrupa kâfirleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmeye niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rus’un doksan üç (1293) muharebe-i meş’umesiyle âlem-i İslâm’ın parlak nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resaili’n-Nur şakirdleri yerinde Mevlana Hâlid’in (ks) şakirdleri o bulut zulümatını dağıttıklarından bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor.
Şimdi hatıra geldi ki eğer şeddeli “lâmlar” ve “mim” ikişer sayılsa bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zatlar ise Hazret-i Mehdi’nin şakirdleri olabilir. Her ne ise… Bu nurlu âyetin çok nurani nükteleri var.
اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الْبَحْرِ
sırrıyla kısa kestik.» (42)

Bir önceki paragrafta “Resaili’n-Nur şakirdleri yerinde Mevlana Hâlid’in (ks) şakirdleri o bulut zulümatını dağıttıklarından” bahsediyor. Bir sonraki paragrafta ise “bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zatlar ise Hazret-i Mehdi’nin şakirdleri olabilir” denilmektedir. Bu ikisini birleştirerek anlayınca konu vuzuha kavuşuyor.

Risale-i Nur eserlerinde bunun gibi birçok yer mevcuttur. Dileyenler 130 eserden müteşekkil Risale-i Nur Külliyatı’nı tetkik edebilir. Bu verdiğimiz deliller ile meseleye baktığımız zaman bir tek kelime olan “farazâ”nın cümle içinde ne kadar anlam kazandığını görebiliyoruz.

Cenâb-ı Hak bizleri âhir zamân’ın tüm fitne ve fesadından muhafa eylesin. Cenâb-ı Hak bizleri; Kur’ân-ı Kerîm’i, Sünnet-i Seniyye’yi ve bu iki kaynağın izahı, tefsiri ve şerhi olan Risale-i Nur’u en layık şekilde okumayı, anlamayı ve yaşamayı nasib ve müyesser eylesin.

Vesselâm.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1-Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 292
2- Kur’ân-ı Kerîm, Nisa Suresi 43. Âyet-i Kerîme Meâli
3- Kur’ân-ı Kerîm, Nisa Suresi 43. Âyet-i Kerîme Meâli
4- Buhârî, Cenâiz, 42, 43
5- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Sebeb-i vürûd maddesi
6- Kur’ân-ı Kerîm, En’âm Suresi 164. Âyet-i Kerîme Meâli
7- Bkz. Buharî, Sahih, Cenâiz, 33, c. II, s. 81-82; Müslim, Sahih. Cenâiz, 9, c. II, s. 639; Tirmizî, Sünen, Cenâiz, 23, c. II, s. 235; İbn Mâce, Sünen, Cenâiz, 54, c. I, s. 508; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. I, s.47-50; Muhammed b. İsmail, Sübülü’s-Selâm, c. I, s. 204
8- Bkz. Buharî, Sahih, Cenâiz, 32, c. II, s. 81; Müslim, Sahih, Cenâiz, 9. C. II, s. 643; Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. VI, s. 79, 281
9- Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, s. 371
10- Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdiki Gaybî, s. 49
11- Bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Farazâ maddesi
12- Bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Farazî maddesi
13- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 199
14- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 214
15- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 275
16- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 336-337
17- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 592
18- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 617
19- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 571
20- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 416
21- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 124
22- Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s. 260
23- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 683
24- Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdiki Gaybî, s. 49
25- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, 282
26- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 299
27- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat 144
28- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 97
29- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 53
30- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 80
31- Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdiki Gaybî, s. 222
32- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 499
33- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 156
34- Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, s. 68
35- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 626
36- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası 1, s. 204
37- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 414 [Envar Neşriyat, 2005 baskılardaki Hata-Savab Cedvelinin Zeyli]
38- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 442 [Envar Neşriyat, 2005 baskılardaki Hata-Savab Cedvelinin Zeyli]
39- Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlıca El Yazma Lem’alar, Ahmed Hüsrev Altınbaşak Hattı, Altınbaşak Neşriyat, s. 183-184
40- Bediüzzaman Said Nursî, Osmanlıca El Yazma Lem’alar, Ahmed Hüsrev Altınbaşak Hattı, Altınbaşak Neşriyat, s. 184
41- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası 1, s. 86
42- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 608

Mehdîlik sevdası ve Risale-i Nur’a maliyeti (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-15)

Risale-i Nur hareketinin doğuşundan bugüne kadar takip ettiği seyri bir bütün halinde göz önüne getirdiğimizde dikkatimizi çekecek olan hususlardan birisi de, bu hareket içinde rağbet gören şeylerde meydana gelen farklılıklardır. Mehdîlik konusu da bunlardan biridir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatta olduğu zamanlarda bazı talebeleri zaman zaman bu meseleyi gündeme getirmek istemişlerse de Bediüzzaman konuyu kapalı ifadelerle geçiştirmiştir ki, bu açıklamaların dahi çoğunda, mehdîlik konusunun izahından ziyade, genel olarak hadislerin anlaşılmasında takip edilecek bazı esasların ders verildiği görülmektedir. Bediüzzaman’ı buna sevk eden şey ise, konuyla ilgili hadislerin inkârına meydan vermemek konusundaki titizliğidir ki, âhir zaman hadiseleriyle ilgili bir eser olan Beşinci Şuayı bu gaye ile telif ettiğini kendisi açıklamıştır.[1]

Ancak Bediüzzaman’ın bıraktığı mirasın aradan geçen bunca zaman içinde ilk günün orijinalliğini koruyabildiğini söylemek de mümkün değildir. Risale-i Nur hareketi Bediüzzaman’sız yıllarında bir yandan önündeki engelleri aşıp özgürlüğünü kazanarak geniş kitlelere yayılırken, diğer yandan da, rotasını asıl menzilinden farklı hedeflere yöneltme istidadı gösteren, hattâ yer yer bunu başaran değişimler de yaşamıştır. Bu kabil değişimler görünüş ve gösterişte gelişme ve zenginleşme şeklinde cereyan ederken, muhtevâ ve seviye açısından ise çoraklaşma yönünde bir seyir takip etmiştir. Bugün cemaatte hakim hale gelmiş bulunan mehdîlik telâkkisi, işte bu değişim sırasında öne çıkan konular arasındadır.

Gelinmiş olan noktada, Bediüzzaman’ın mehdîliğine olan inanç, Nur talebelerinin büyük çoğunluğunca, sorgulanması bile düşünülemeyecek bir ön kabul halini almış bulunuyor. Bunun ciddî bir problem doğurmayacağını düşünebilirsiniz: Risale-i Nur gibi, İslâm inancını orijinal bir yöntem ve üslûpla kitlelere ders vermiş ve toplumun badireli günlerden sahih bir imanla çıkmasında emeği geçmiş bir eser ile onun müellifini, birçok hadis-i şerifte haber verilmiş olan bir zât olarak telâkki edilmesinden kim ne zarar görebilir? Fakat bu telâkkinin inkârı caiz olmayan bir inanca dönüştüğü zaman doğurduğu sonuçlara baktığımızda, meselenin o kadar da basite alınamayacak bir problem halini aldığını görmemek imkânsızlaşıyor.

Herşeyden önce, FETÖ faciasının beslendiği ana damarlardan birisi, belki de birincisi, mehdîlik konusu idi. Kimine göre bizzat mehdînin kendisi, kimine göre de asıl mehdînin geniş dairedeki hedeflerini gerçekleştirecek olan zât, malûm terör örgütünün başı olan kişiydi. Eğer 15 Temmuz darbe teşebbüsü başarıya ulaşmış olsaydı, sağ kalanlarımız zaten buna cebren iman edecekti!

Fakat bu tecrübenin yaşanmış olmasından daha vahîm bir durumla halen karşı karşıya bulunuyoruz:

Yaşanmış olan tecrübeden ders alındığına dair hiçbir belirti ortalıkta görünmüyor. Bir tedhiş örgütünün mehdiyet kılığına bürünerek bu kadar geniş kitleleri aldatmasına zemin hazırlayan telâkkiler etkisinden hiçbir şey kaybetmedi, sadece yön değiştirmek suretiyle yine aynı kitleleri uyutmaya devam ediyor. Mehdîlik konusu yine dillerden düşmüyor; içi boş mesajlar mehdiyet övgüleriyle ambalajlanıp pazarlanıyor; boşboğazlıktan ve sövüp saymaktan başka bir marifet sergileyemeyen sosyal medya kahramanları “Mehdî-yi Âzam, Müceddid-i Ekber, ilh.” diye sıralanan bir düzine sıfattan sonra kendi ham hayallerini Bediüzzaman’a mal ederek kitleleri heyecanlandırmaya, birilerini göklere çıkarıp daha başkalarını yerin dibine batırmaya çalışıyor. Bir başka deyişle, İslâm tarihinin nice defalar mehdîlik iddiaları etrafında cereyan etmiş olayları daha küçük ölçekte Risale-i Nur cemaatleri içinde yaşanıyor. Gerçi bu gelişmeler henüz tarihte olduğu gibi şiddete dökülmedi, ama dökülmeyeceği anlamına da gelmiyor.

***

Risale-i Nur hareketinin içinde mehdiyet konusunun rağbet kazanması Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatından çok sonraki zamanlara rastlar ki, bu dönemler Risale-i Nur hizmetinin önündeki engellerin kalktığı, Risale-i Nur talebesi olmanın bir fiyat istemediği, bu arada dünya muhabbetinin cemaat içinde revaç bulduğu dönemlerdir. Bu yeni dönemde çilelerden kurtulmuş olmanın verdiği rehavetle, Risale-i Nur cemaatlerinin varlık sebebi olan iman hizmeti gittikçe ihmale uğrarken siyaset ve hamaset de yükselen değerler olmuştur. Yeni yetişen nesillere iman hakikatlerini uygun ve etkili yöntemlerle ulaştırmak gibi bir problem Risale-i Nur cemaatlerinin büyük kısmının ajandasından düşmüş, buna karşılık ülke yönetimine birilerini getirip daha başka birilerini de bundan uzak tutmak – sanki böyle bir güce sahiplermiş gibi! – diğer cemaatlerimizin olduğu gibi Risale-i Nur cemaatlerinin de en ziyade enerjisini tüketen bir meşgale halini almıştır. Tabii bu faaliyetlerin siyasetten en uzak bir konumda bulunması gereken Risale-i Nur hizmeti ile bağdaştırılabilmesi için yüce bir gaye ile irtibatlandırılması icap ediyordu ki, işte bu imkânı da mehdiyet meşgalesi sağlamış bulunuyor. İman hizmetinin içi boşalırken mehdî edebiyatının inkişaf etmesi işte bu sebeptendir.

Her bir Nur talebesini kapsayacak şekilde söylenemese bile, en azından çoğunluk itibarıyla Nur talebelerinin bugün sürüklendiği nokta hakkında söylenebilecek söz şudur:

Bediüzzaman’ın (veya Risale-i Nur’un) mehdîliği artık cemaat içinde tartışılmaz bir inanç esası halini aldığı gibi, hizmetlerin de referans noktasını teşkil etmekte, yapılan işler bu makama nisbet edilerek bir nevi kudsiyete mazhar olmaktadır. Bu arada her ne kadar bazıları Risale-i Nur’un mesajını çeşitli vesile ve vasıtalarla geniş kitlelere, özellikle inanç bunalımları içinde bocalayan genç nesillere aktarmaya çalışıyorlarsa da, “ana akım” içinde bu tür faaliyetler tasvip görmediği gibi, oldukça ağır ithamlara da sebep olmaktadır. Şimdi revaçta olan anlayış, izahsız ve lügatsiz bir şekilde kendi aralarında Risale-i Nur’u sürekli okuyup durmak ve günün birinde bu okumaların her türlü problemi halledeceğine inanmak yönündedir.[2] Gençlerin deizme yahut ateizme kaymalarına karşı onlarla tek tek meşgul olarak imanlarını kurtarmaya çalışmak artık mazide kalmış bir hizmet tarzıdır; Risale-i Nur’lar okullarda ders kitabı olarak okutulmaya başladığında bu problem – herhalde mehdiyetin kuvvetiyle – çözülmüş olacaktır.

Oysa Bediüzzaman bir Emirdağ mektubunda dünyevî makamların herşeyi kendisine âlet ettiğine işaret ettikten sonra, “Manevî makamlar olsa daha ziyade âlet eder” diyor ve bunun sebebini de “umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak” şeklinde açıklıyordu.[3] Yetmiş küsur yıl sonra, bugün Bediüzzaman’ın talebeleri, kendilerini ve hizmetlerini çok yüksek bir manevî makama yakıştırmak için yapıp ettikleri şeylerle Üstadlarını tasdik ediyor!

Bediüzzaman bir başka mektubunda, mehdîlik meselesini öne sürmenin iman hakikatlerini zaafa uğratacağını açık bir dille hatırlatıyordu. Baştan sona cerh edilmez delillere ve kâinat dolusu şahitlere dayanan bu hakikatler bir büyük makama izafe edildiği takdirde, delil yerine bu makamın otoritesine dayandırılmış olacak, bu defa da o güneş gibi aşikâr hakikatler ancak o makama ve makam sahibi olarak öne sürülen kimseye inanan kimseler için bir anlam ifade eder hale gelecek, iman hakikatlerine karşı yabanî duran kimselerin gözünde ise hiçbir değer taşımayacak, bilâkis bütün bütün kuvvetini kaybedecekti.[4] Zamanımızın Nur talebeleri, Üstadlarını bu teşhisinde de fiilleriyle tasdik ediyorlar: mehdiyet edebiyatı yaygınlaştıkça Nur talebelerinin iman hakikatlerini muhtaçlara ulaştırma gayretleri sönüyor, bütünüyle sönmese bile tesirini kaybediyor; onun yerine, bütün ümitler eserlerin dünyevî ve resmî makamlarca neşredilerek olağanüstü bir şekilde insanlar üzerinde tesir icra edeceği meçhul ve esrarlı bir istikbale bağlanıyor. Bu arada insanlar tabii ki boş durmuyor; birbirlerine mehdiyetin ve mehdîye asker olmanın faziletlerini anlatarak uçuşlara geçiyorlar. Yahut, bir başka okuyuşla, yeni Haşhaşî oluşumlarının zeminini hazırlıyorlar.

Mehdiyet edebiyatının cereyan ettiği yerde ihmal edilmemesi gereken bir diğer sonuç da ego patlamasıdır. Çünkü mehdîye mensup olmanın hem dünya, hem de âhiret itibarıyla bir getirisi vardır. Bunun sonucu olarak, mehdîyi öven kimsenin bu övgülerden mehdînin bir askeri olarak kendisine de pay çıkarması kaçınılmazdır. Bu paylar birike birike “mehdînin askerlerinde” bir üstünlük duygusuna yol açıyor. Mehdiyet konusunu dilinden düşürmeyen kimselerin sosyal medya hesaplarında bu durumu böbürlenme, kibirlenme, başka türlü düşünenlere tepeden bakma, en küçük bir eleştiriyi mehdiyet kalkanıyla savuşturma, karşı çıkana sövme, sürekli olarak birilerine sataşma (asker dediğiniz tabii ki savaşacak!), hakaret yarışında altta kalmama gibi arazlar halinde gözleyebilirsiniz. İnsan, sosyal medyada mehdî adına yazılıp çizilenleri gördükçe, mehdîye asker olmanın bir taraftan çok kolay, diğer taraftan da çok maliyetli bir iş haline geldiğini düşünmeden edemiyor: Çok kolay, çünkü maharet olarak sadece övmeyi ve sövmeyi bilmek yetiyor. Çok pahalı, çünkü fiyat olarak insandan edep ve ahlâkını istiyor!

Mehdîlik iddiasını dillerine dolayanların ihmal ettikleri, ancak birgün mutlaka yüzleşmek zorunda kalacakları bir gerçek daha vardır: mehdiyete gözünü dikmiş cemaatler arasında samimî bir ittihad hiçbir zaman mümkün olamaz. Çünkü mehdîlik makamı bir tanedir; onun için, bir cemaatin kendi mehdîsini ileri sürmesi, diğer cemaatlere ait mehdîlerin gerçek mehdî olamayacağı anlamına gelir. Bu durumun tabiî bir sonucu olarak, Üstadın mehdîliğini ilân edenler, daha başkalarından Üstadın bu mevkie lâyık olmadığını ispat gayesine yönelik çıkışlar beklemelidir. Her cemaat ve tarikat için bu durumu ayrı ayrı düşündüğümüzde, yerleşik mehdî beklentilerinin Müslümanlar arasındaki birliğe hizmet etmeyeceği kolayca ortaya çıkacaktır. Aynı durum Risale-i Nur ve Bediüzzaman için de söz konusu olacaktır. Hiç şüphesiz bu insanın yaratılışından beklenecek bir sonuçtur; “Gelin benim liderliğimde birleşin” şeklindeki bir çağrı hangi topluluktan olumlu bir cevap alabilir?

***

Konuyu ne kadar çok çeşitli yönlerden incelersek inceleyelim, varacağımız netice şu tek cümlelik sonuçtan ibaret kalacaktır:

Mehdî edebiyatının Risale-i Nur cemaatlerine kazandıracağı hiçbir şey yoktur; birçok şey kaybettireceği ise muhakkaktır. Zaten bu mesleğin esasları arasında böyle bir iddia yoktur; Nur talebeliği demek, Bediüzzaman Said Nursî’nin Kur’ân’dan alarak bu çağın insanlarına sunduğu çözümleri önce kendi nefsinde tecrübe etmek, sonra da, tam anlamıyla ilâçların olumlu etkisini yaşamış kimseler olarak onları muhtaç olan insanlara ulaştırmak, bu hizmeti de maddî yahut manevî hiçbir menfaate veya gayeye âlet etmeden sadece ve sadece muhtaç olan kulların imanlarının kurtulması için yapmak demektir. Bediüzzaman eserlerinin pek çok yerinde Risale-i Nur talebelerinin özelliklerinden söz etmiştir; ancak bunların hiçbirisinde mehdîye tâbi olmak yahut Risale-i Nur’u veya Üstadı mehdî kabul etmek şeklinde bir şart yoktur, tavsiye veya teşvik de yoktur. Bilâkis, bu hizmete maddî veya manevî makamların gölgesini düşürmenin zararlarına dair son derece önemli bahisler Risale-i Nur’da yer almaktadır ki, bunlardan bir ikisine yukarıda kısaca temas etmiş bulunuyoruz.

Bu açık gerçeklere rağmen bugün Risale-i Nur talebeleri arasında mehdiyet edebiyatının yaygınlaşmış olmasını, yukarıda da temas ettiğimiz gibi, bu hizmetin içinin boşalması ve himmetlerin özden kabuğa yönelmiş olması ile açıklamak mümkündür. Eğer böyle bir boşalma olmasaydı, imanların böylesine savrulduğu bir zamanda Risale-i Nur talebeleri hiçbir zaman asıl hizmetlerinden başlarını kaldırıp da mehdiyet fantezileriyle böbürlenerek gönül eğlendirecek vakit bulamazlardı.

Apaçık gerçeği daha da açacak olursak, bunun altından hiç şüphesiz dünya sevgisi çıkacaktır. Çünkü bu muhabbet, âhiret mertebelerine duyulan bir muhabbet değildir; bunda asabiyet, üstünlük taslama, övünme, manevî unvan görüntüsü altında dünya makamlarına talip olma, kendileriyle aynı şekilde düşünmeyen kardeşlerine karşı nefret ve husumet besleme gibi davranışlar vardır ki, bunların hepsinin yüzü de dünyevî hedeflere dönüktür. Hedefler dünyevîleşince, dikkatler de kendilerini zahmetsizce bu hedeflere ulaştıracak vesilelere yönelmektedir. Ve bu yöneliş, cemaatleri her türlü manipülasyona açık hale getirmekte, hattâ kendilerini kullanmak için fırsat kollayanlara “Gelin bizi dilediğiniz gibi kullanın” şeklinde davetiye çıkarmaktadır. Bu tesbitleri fazla iddialı bulanlar, henüz hafızaları tazeliğini korumakta iken, FETÖ gibi bir tedhiş örgütünün Risale-i Nur cemaatleri içinde nasıl yuvalanıp geliştiğini hatırlamaya çalışsınlar. Bir taraftan çoluk çocuğunun sorumluluğunu onların kurumlarına devrederek büyük bir yükten kurtulmak, diğer taraftan da geniş âlemde şaşaalı gelişmelere ve hattâ büyük mehdînin hükümranlığına şahit olmak, üstelik buna karınca kararınca bir katkıda bulunmak gibi mutlu rüyalar kimlerin başını döndürmemişti?

Diğer taraftan, mehdîlik gibi büyüleyici bir makama gözünü diken cemaatler siyaset âleminin kurtlarına yem olmayı garantilemiş sayılırlar. Böyle bir cemaatin halk kitleleri içinde hatırı sayılır bir tabanı da varsa, siyasetçiler bu durumu değerlendirmesini çok iyi bilirler. Gerçi bu ilişki iki tarafı da bir süre hoşnut eder; ama bir tarafın kazancı daha ziyade elle tutulur sonuçlar şeklinde gerçekleşirken, diğer tarafınki hep şu köşeyi de dönünce gerçekleşmesi beklenen hülyalar seviyesinde kalır. Bu hülyaların bedeli ise, cemaatin dayandığı bâki hakikatleri fâni kişi ve kurumların muvakkat siyasetlerine tâbi kılmak suretiyle ödenir. İlerideki bölümlerde siyaset konusunu ayrıca ele alacağımız için şimdilik bu konuda ayrıntıya girmiyoruz.

***

Risale-i Nur’a veya müellifine mehdiyet ünvanını yakıştırma yönündeki bu yaygın ve ısrarlı gayretlere revaç veren şey, her ikisine de haddi aşacak şekilde olağanüstü özelliklerin yakıştırılmış olmasıdır.

Risale-i Nur’un – İlâhî ilham ile telif edilmiş de olsa – bir beşer kelâmı olduğu konusunu 13 ve 14’üncü bölümlerde ele almıştık. Bunun ötesinde bir sıfat yakıştırıldığında ise, Risale-i Nur’u olağanüstü makamlarla irtibatlandırmak ihtiyacı doğmakta ve bunun sonucu olarak da mehdîlik konusu imdada yetişmektedir. Oysa bugün zihinlerde yaşamakta olan mehdî telâkkisi de fazlasıyla abartılmış bir makamdan başka bir şey değildir. Zira mehdî demek, doğru yolda olan kimse, Allah’ın kendisine hidayet nasip ettiği kimse demektir. Yoksa hidayete ulaştıran kimse demek değildir. Onun için, hidayete ancak mehdîye tâbi olmak suretiyle ulaşılabileceği konusundaki anlayışın hiçbir dayanağı ve anlamı yoktur.

Abartılan özelliklerine karşılık, Risale-i Nur’un ihmal edilen özellikleri de vardır ki, bunların başında, iman ilimlerinde gerçekleştirdiği tecdid gelir. Risale-i Nur talebelerini bekleyen asıl görevler işte bu alandadır. Sahih İslâm itikadını sadece Kur’ân’dan ilham alarak, Kur’ân’ın üslûp ve metodlarına dayanarak ve kaynak olarak insanlara sadece Kur’ân’ı göstermek suretiyle[5] açıklayan ve bunu açıklarken hayatın her alanında imanın doyumsuz hazlarını okuyucuya tattıran muhteşem bir eser külliyatının şifrelerini çözmek, açılımlarını keşfetmek ve bu eserlerden aldıkları ilham ve öğrendikleri yöntemleri kullanmak suretiyle İslâm inancının güzelliklerini her türlü vasıta ile âleme yaymaktır.

Ama bu lügate bakmanın caiz olup olmadığını tartışan kafalarla yapılacak bir iş değildir.

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK

[1] 14. Şua, http://erisale.com/#content.tr.4.461

[2] Bu tariflerin abartılmış olabileceğini düşünenler için, Bediüzzaman’ın kendisine en birinci talebe olarak seçtiği merhum Hulûsi Yahyagil’in bir soruya cevap olarak yazdığı mektupta geçen “Lügate bakmak lâzım” ifadesinin bir sitede yayınlanır yayınlanmaz cebren ve hışımla kaldırtılmış bulunduğunu hatırlatmak yeterli olacaktır sanırız. İster inanın, ister inanmayın, ama cehalet tarih yazıyor!

[3] 1. Emirdağ Lâhikası, 41. Mektup http://erisale.com/#content.tr.10.107 .

[4] Bkz. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, http://erisale.com/#content.tr.12.20

[5] Tafsilât için bu yazı serisinin ilk üç bölümüne bakınız.

Mehmet Ali Büyükkara’dan, Mehdilik Konusuna Farklı Bir Bakış

KURAMER’in düzenlediği sempozyumda Mehdilik ve Mesihlik inancının İslam’ın ana kaynağı Kur’an’da yer almadığı sempozyuma katılanlar tarafından vurgulanmıştı.  İstanbul Şehir Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Kelam ve İslam Mezhepleri Anabilim Dalı Öğr. Üyesi Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara “Mehdilik ve Mesihlik Yoktur” yaklaşımına itirazlarda bulunarak konuya farklı bir pencereden bakmış.  Büyükkara’nın makalesi Mehdilik ve Mesihlik inancını savunan kişilerin argümanlarının ne olduğunu gösteren bir çalışma olmuş. 

Mehdîlik ve mehdiyyet hakkındaki mütalâalarım / Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara

Mehdilik ve mehdiyyet hakkındaki mütalaalarımı şu cümlelerle özetleyebilirim:

1) Mehdilik sübûten zannî bir temele dayandığı için, muhkemâta dayanarak sistemini oluşturan Ehl-i Sünnet’in akâid kitaplarında (özellikle erken döneme ait olanlarda) genellikle bir akide prensibi olarak kendine yer bulamamıştır.

2)Bir meselenin akâid kitaplarına girmemesi, akâid umdeleri arasında yer almaması, bu meselenin inkarını gerektirmez.

3) Bu meselenin akâid kitaplarında yer bulamaması; yer bulsa bile çok kısa ifadelerle ve icmâli şekilde geçiştirilmesi, Sünnî alimlerin bu inancı inkar edişlerinden değil, konunun hassasiyetinden dolayıdır. Zira siyasal iktidarlara karşı başlatılan silahlı ve yıkıcı ayaklanmalara bazen mehdiyet iddiaları eşlik etmiştir. Yahut, bu konu kötü niyetli insanlar elinde çeşitli istismarlara zemin teşkil edebilmiştir. Sünnî kaynakların konu hakkındaki umumi sessizliğinin muhtemel nedeni bu endişeler olmalıdır.

4) Mehdilik haberleri geleceğe, dolayısıyla gaybe ait bilgilerdir. Peygamberlerin genel olarak gaybı bilmedikleri, ama bazı meselelerde Allah tarafından bilgilendirildikleri (bkz. el-Cin: 27) malumumuzdur. Özellikle ahiret hayatı, kıyamet günü ve alametlerine dair hadisler bu nev’iden olup, Sünnî hadis külliyatı içinde geniş sayılacak bir hacme sahiptirler. Mehdi haberleri bunlar arasındadır ve genellikle İsa (a.s.)’nın inişi ve deccal haberleriyle birlikte karşımıza çıkarlar.

5) İkiyüze yakın olduğu bildirilen mehdi haberleri hem sened hem de metin yönleriyle hadis usulcülerimizin tahkikatına maruz kalmış ve neticede sahihi, haseni, zayıfı ve mevzusu büyük ölçüde tespit edilmiştir. Bu konuda birçok eser kaleme alınmıştır. Buhari ve Müslim, İsa (a.s.)’nın inişi ve deccal rivayetlerini verirlerken, doğrudan “beklenen mehdi”yi zikreden hadisleri ihmal etmişlerdir. Ancak, Buharî, K. Enbiya: 49; Müslim, K. İman: 244, 247’de görüldüğü gibi dolaylı biçimde mehdiye işaret eden rivayetler de bu mecmualarda yok değildir.

6) Sünen sahibi müellifler ise mehdi haberlerini doğrudan kitaplarında rivayet etmişlerdir. Muhaddisler tarafından birçoğu sahih sayılan bu haberler, kıyamete yakın bir mehdinin geleceğini Hz. Resulullah’ın dilinden ve çok sayıdaki sahâbe ve tâbiînin aracılığı ile ihbar etmektedirler.

7) Söz konusu hadisler bazı detaylarda birbirleriyle mutabık kalmasalar da, şu hususlar üzerinde genel bir ortak zemin oluşmaktadır.

– Bu mehdi kıyamete yakın zuhur edecektir.

– Dünyadaki kötü gidişatı faaliyetleriyle ve adaletli yönetimiyle iyiye tahvil edecektir.

– Bu süreçte deccal ile mücadele edecektir.

– Dünyaya inecek olan İsa (a.s.) ile buluşacaktır.

8) Bahsedilen sahih hadisler zemininde en azından mehdi hakkındaki bu hususları zann-ı ğâlib ile imkan dahilinde görmek gerekmektedir. Zira sem’iyat konularında yegane dayanağımız, Kur’an ve sahih sünnettir.

9) Asırlar boyunca Sünni ulemanın ve kamuoyunun kahir ekseriyeti bu imkan durumunu onaylamıştır. Zira mehdinin geleceğini haber veren sahih rivayetler bulunmasına rağmen, bunu nefyeden tek bir haber elimizde yoktur.

10) İbn Haldun’un Mukaddime’sinde yaptığı mehdi haberleri hakkındaki hadis tenkitleri, hadis erbâbınca isabetli bulunmamıştır (mesela bkz. Azimabadi, Avnü’l-Mabud; Ahmed Muhammed Şakir, Müsned tahkiki). Zaten İbn Haldun da, “az sayıda da olsa” bazı haberlerin sıhhatini inkar etmemiştir. Aslında bir tarihçi ve sosyolog olan İbn Haldun’un hadis tenkidi ve cerh-tadil konularında uzman birisi olmadığı bilinmektedir.

11) “Kıyamete yakın zuhur edecek, zulmü kaldırıp adaleti ikâme edecek ve deccal kişiliğindeki biriyle savaşacak bir kurtarıcı” ütopyası, istisnasız tüm dinlerde görülen ortak bir olgudur. Yahudilik ve Hıristiyanlık’taki mesihiyet, mehdiyet motifleri, İslamiyet’teki motiflerle birçok hususta benzeşmektedir. Bu durumu, mehdilik inancının tümüyle İsrailî kaynaklı olduğu, dinde aslının bulunmadığı, yabancı tesirlerle sonradan dahil olduğu şeklinde açıklamak yanlış bir çözümleme olur. Sâmi dinleri başta olmak üzere tüm dinlerdeki bu olgu, insanlığın ortak kadim geleneğini, Kur’an’da adı geçen ve geçmeyen tebliğcilerin ortak mesajını, dinlerin ortak mirasını yansıtan bir inanca işaret etmektedir. Bu durum ise, mehdi ihbarının zaafiyetini değil kuvvetini iktiza eder.

12) Şia mezhepleri birbirlerinden farklı şekillerde mehdi inancını bir akide umdesi haline getirmişlerdir. Sünni kaynaklardaki mehdilik ile, Şia’nın mehdileri arasında genel ortak noktalar dışında bir benzerlik bulunmamaktadır. Bu itikadın Sünniliğe Şia’dan geçtiği iddiası temelsiz ve delilsiz bir iddiadır. Şia’nın mehdilik hakkında netleşmeye başladığı ikinci ve üçüncü hicri yüzyıllardan önce sahâbe ve sünni tâbiîn, elimizdeki haberleri Hz. Peygamber’den rivayet etmeye çoktan başlamıştı.

13) Mehdiyet inancının Kur’an’ın bazı genel ilkelerine ters düştüğü iddiası da temelsizdir.

a) Mehdiyet düşüncesi, hatm-i nübüvvet inancına zarar vermez. Zira mehdinin Hz. Peygamber’in getirdiği din ve şeriat üzerine olacağı hadislerde net olarak belirtilmiştir.

b) İyiye, güzele doğru değişim ve dönüşümün Kur’an’da insan eliyle olacağı belirtilmekte, insanlardan bunun için çalışmaları istenmektedir. Evet, gerçekten Kur’an’ın iradesi bu yöndedir. Tüm peygamberler insandı ve etraflarındaki insanlarla davet çalışmasını yürüttüler. Mehdi de bir insandır ve etrafındaki insanlarla faaliyetlerini yapacaktır. Mehdi’nin “bir süper varlık” olduğu yönündeki rivayetler zayıftır. Mehdi kendisinin mehdi olduğunu dahi bilmeyecektir.

c) Mehdi düşüncesinin, değişim ve dönüşümü ileri muhayyel bir zamana erteleyerek beşeriyetin itici gücünü körelttiği yönündeki iddia da tutarlı değildir. Doğrudur, Kur’an her müslümandan bir mehdi gibi hareket etmesini istemektedir. Nitekim tarih boyunca müslümanlar da böyle yapmışlardır. Kudüs fatihi Salahaddin Eyyubi, Hindistan fatihi Gazneli Mahmut, İstanbul fatihi Sultan Mehmet ve daha yüzlercesi, ve yüzlerce, binlerce irşadçı ve ıslahatçı, “mehdi gelecek” beklentisine girip geri çekilmemişlerdir. Mehdi zaten kıyamete yakın gelecektir. Öyleyse kıyamet vaktine kadar zulüm ve haksızlıklar devam mı etmelidir?

Mehdi inancını bir akide umdesi sayan İmamiyye’ye mensup Şii müslümanlar, çok yakın bir tarihte, “adalet devletini kuracak mehdi muntazar” beklentisine rağmen, Mehdi’nin vazifesini alimlere tevdi etmek suretiyle İran’da bir devrim dahi gerçekleştirmişlerdir. Kısacası mehdiliğin pasifleştirici bir inanç olduğu tezinin, müslümanların tarihi tecrübesi göz önüne alındığında tutarlı bir karşılığı bulunmamaktadır.

14) Mehdiliğin istismarı ciddi bir sorundur. Bu sorun mevcut diye, mehdiyetin inkarı bir çözüm değildir. Geçmişteki alimlerimizin yaptığı gibi kelamcılar, ilahiyatçılar bu konuda istismarların önüne geçmek için gerekli tedbirleri almak, lüzümlu açıklamaları yapmak durumundadırlar.

15) Mehdiyetin bir vasıf olduğu, mehdinin ve deccalin bir şahs-ı manevi olduğu şeklindeki açıklamalar yanlış değildir. Şüphesiz ki her çağda mehdinin misyonunu üstlenmiş şahıs ve cemaatler çıkabilir ve bunlar deccal şebekelerine karşı istikamet üzere bir mücadele yürütebilir.

Ancak, hadislerdeki mehdi ve deccal muayyen şahıslara işaret etmektedir ve bunlar kıyamete yakın geleceklerdir. Dolayısıyla bu mehdi, şahs-ı maneviden başka bir şeydir. Mesela, şahs-ı manevi tezinin en önemli savunucularından Bediüzzaman Said Nursi, bu tezi savunmakla beraber, konu hakkındaki mütalaalarında bir kıyamet alameti olan mehdiyi reddetmemekte, bu yöndeki inancını muhafaza etmektedir.

16) Nüzûl-ü İsa ve mehdiyet meselelerini savunan Zâhid el-Kevserî ve daha onlarcası gibi müstakil eser sahibi alimlerin bu konuyu önemsemelerinin sebebi, kanaatimce kıyamate yakın vuku bulacağı söylenen bu kavram ve olaylara atfettikleri büyük ehemmiyet değildir. Onları asıl kaygılandıran şey dini anlama usûlünün yani kadim metodolojinin bu yolla tahrip edilmesidir. Zira nakli temelleri olan bu inançların inkarı ciddi bir metodolojik tutarsızlığı beraberinde getirmektedir.

Şöyle ki, mehdi inancını reddedelim diyenler, eğer bu hadislerin geçtiği kitaplardaki tüm hadisleri kullanmayalım derlerse tutarlıdırlar. Mesela Ebû Dâvud’un iman, ihlas, ilim, tefsir, alışveriş, nikah vs. hadislerini kullanırım, mehdi hadislerini ise yok sayarım diyorlarsa bu tutum çelişki ve tutarsızlıktır. Zira tüm bu hadisler aynı ravilerle ve aynı yöntemle bize geldiler.

17) Mehdiyeti reddedenler bu inancın itikada zararlı, akla aykırı, Kur’an’ın ruhuna ters vs. olduğu gerekçesiyle bu reddi yapıyorlarsa, aynı gerekçeyle Kehf suresindeki Musa-Hızır kıssasını da Kur’an’dan çıkartmaları gerekir. Malumunuzdur ki bu kıssa yanlış yorumlamalar suretiyle bâtınîliğin temel argümanını oluşturmaktadır ve bu bâtınî yorumla mehdiyet inanacından çok daha fazla müslümanlara zararlı olmuş ve olmaktadır.

Demem şu ki, din bir usûl üzere anlaşılır. Bu usûlü uygulamayanlar yahut bazen uygulayıp bazen bırakanlar sürekli çelişkiler içinde kalmak ve yanlış sonuçlara varmak durumundadır.

 Mütalaalarım bu şekildedir. Doğrusunu tabii ki Allah bilir.

Mehmet Ali Büyükkara

Kaynak: HakSözHaber

www.NurNet.Org

Mehdî bahane, asıl hedef hadisler!

FETÖ’nün ipliğinin pazara çıkması, ilâhiyat mühendislerine yeni bir pazar kapısını açtı.

Mühendislerimiz, şimdi FETÖ’nün en büyük istismar kaynaklarından biri olan Mehdî inancı üzerinden hadisleri ve hadis kaynaklarını yoğun bombardıman altında tutmak suretiyle, Hadis ilmini yeni baştan düzenlemek için şartları olgunlaştırmaya çalışıyorlar.

Hadis mühendislerinin bu konuda kullandıkları başlıca yöntem, her ne kadar akademik şartları taşımasa da, “vurduğu yerden ses getiren” bir yöntem. Şöyle bir mantık silsilesi izliyor mühendislerimiz:

FETÖ ve benzeri sapık cereyanlar Mehdî inancını kullanmışlardır.

— Öyleyse sakatlık Mehdî inancındadır.

Mehdî inancı hadislerde yer almaktadır.

— Öyleyse bu hadisler de sakattır.

Bu hadisler muteber hadis kaynaklarında da mevcuttur.

— Öyleyse bu kaynaklar da sakattır.

Veya, daha kesin ve kestirme bir ifadeyle söyleyelim: Hadis mühendislerimizin kendi gönüllerince ayıklayarak size sundukları hadislerin dışında “güvenilir hadis kaynağı veya sahih hadis diye birşey yoktur.”

Bu mantık yürütme her ne kadar bilimsellikten uzak düşse de, yoğun medya desteği altında yürütülen algı operasyonlarında bir hayli başarılı sonuçlar verebiliyor.

Ve,  sahayı ilâhiyat mühendislerimizin önündeki en büyük engel olan hadislerden temizlemek suretiyle, dini yeni baştan düzenlemek için tarihî bir fırsat ortaya çıkarıyor.

Daha da açacak olursak:

Bugün tartışılmakta olan konu Mehdî inancı gibi görünse de, asıl mesele bu değil, hadislerin tâ kendisi.

Müsteşriklerin izini takip ederek, hadislerin Asr-ı Saadetten sonra tedvin edildiğini ileri süren ve bu zaman aralığını hadislerin sıhhatine engel olarak gören mühendislerimiz, böylece, Asr-ı Saadetten on dört asır sonra Hadis ilmini “sağlıklı bir şekilde” (!) yeni baştan düzenleme imkânına kavuşmuş bulunuyorlar!

İşte, son zamanlarda her nasılsa birden bire alevlenen ve ekranlardan gazete köşelerine kadar ilgili-ilgisiz, bilgili-bilgisiz birçok kişiyi esrarengiz bir şekilde içine çekiveren Mehdî tartışmalarının mahiyeti de, hedefi de, mühendislerimizin önüne böyle bir imkânı sermekten ibarettir.

İnanmayanlar, mühendislerimizin çözüm önerilerine baksınlar.

Yazar Ümit Şimşek

Mehdinin üç vazifesi

Bediüzzaman, mehdinin vazifelerini iman hayat şeriat olarak sıralar. Üç vazife, hayatın bütün dairelerini ilgilendirir.

Kalb dairesi merkez, muharrik ve murakıptır. Bu daire kişinin kalb dairesi iken, cemaatin kalb dairesi meşveret heyeti, köyün ihtiyar heyeti, il ve ilçenin encümen, devletin millet meclisidir. İşte bu kalb dairesindekileri de, bunlara bağlı olan dışarıdakileri de bekleyen ve sorumlu kılan iman hayat Şeriat vazifesi her makamda söz konusudur.

Her daire ve makamın muhatabı evvela imanını muhkem hâle getirmelidir. Tahkim edilen iman hayata intikal ettirilip yaşanılır olmalı. Bu öyle olmalı ki İslâm’ın emir ve yasakları manzumesi olan Şeriatın en dar daireden en geniş dairede hükümranlığı sağlanmalıdır.

İnsanın kalbi dünyası nefs-i emmarenin vesveselerinden arındırılması imanın sağlam temelli olmasıyla mümkündür. Sağlam temel üzerine inşa edilen duvarlar takva ile muhafaza edilip, amel-i salih ile tezyin edilmelidir. Bütün bunlara ruh olan ihlâsın devamı için; rabıta-i mevti iyi anlayıp, şirk-i hafiye yol açan beğeni peşindeki riyadan kurtulup, maddî ve uhrevî menfaate takılmayıp, hılletteki tefânî sırrının yaşandığı büyük havuzun içerisinde erimekle mümkündür. Sağlam ve samimi iman, kişinin özel hayatını tanzimde amir olmalıdır. Emir ve yasaklarla düzenlenen hayat en yakınındaki eş ve evladına, dost ve arkadaşlarına numune olan tebliğ tarzını oluşturur.

Sorumluluk makamındaki heyetin iman, hayat ve Şeriat konusunda bekleyen özel genel anlamda vazifeleri var. Bu heyetin her bir ferdi kişisel âlemindeki kalb dairesinde iman, hayat ve Şeriat konulu vazifesini icra ederken bulunduğu makamdaki şahsiyet noktasında da iman hayat ve Şeriat bağlamında vazifeleri vardır. Makamlar karıştırılmadan ve her makamın şartları gereği icra edilmesi gereken üç vazife en ciddi ve başkalarının da sorumluluğunu üstlenen bir şuurla yapılmalıdır.

Zerratı günahkârlardan mürekkep bir hükümetin masum olamayacağı gerçeğinden hareketle üç vazifenin yapımında muhtemel arızalar çıkacaktır. İşte bunun için en temeldeki iman hizmeti vazifesi diğerlerine göre daha fazla önemlidir. Yapı taşlarının sağlam hale getirilmesi inşanın sıhhatini artırmasından hareketle iman hizmeti zinde, etkili ve devamlı olmalıdır.

Üç vazifeyi kucaklayan hakikat ve uhuvvet konusu iyi kavranmalıdır. Üç vazifede tecelli ve tezahür için saklı bulunan hakikat, kâşiflerini beklerken, sarmal bir gerçek olan uhuvvet de kâşifleri beklemektedir.

Tohumun çatlayıp aşağı yukarı filiz attığı yer kalb dairesidir.  Enfüsî manada esma ve sıfat-ı İlâhinin tecelli ve tezahürü hakikatleri kalben tezekkür edilirken afakî âlemdeki ufukları kucaklayan tahayyüle dayanan gerçekleri de aklen tefekkürün ana direği yine de kalb dairesidir ki duruşunu oradan alır.

Şimdi mehdinin üç vazifesini üstlenen ve her an şahs-ı maneviyi bekleyen üç mühim vazifenin motorize gücünü iman hizmetinden alması gerektiği gerçeğiyle sıradaki diğer hizmetlere makamı gereği ve kadarı bakmak, ilgilenmek unutulmaması gereken, beni/bizi bekleyen bir başka vazife olsa gerektir.

Mehdinin şahs-ı manevisinin birer azası olan-inşaallah- ben/biz bu üç vazifenin yerine getirilmesinde fert, cemaat ve cemiyet olarak anlayış ve yaklaşımımızı bir daha gözden geçirilmesi temennisiyle…

Mehmet Çetin