Etiket arşivi: Mehmed Kırkıcı

İslâm’da Birlik: İslâm Âlimlerinin Görüşleri

Bütün İslâm Âlimleri, ırkçılık fikrini Kitap ve Sünnet’in ışığı altında reddetmişler, kavmiyetçiliği içtimaî bir hastalık olarak kabul etmişlerdir. Bu maksatla evvelâ İslâm Fıkhının büyük müctehidlerinin, kavmiyetçilik­le ilgili bir-iki fetvalarını misâl olarak nazara verecek ve sonra bazı İslâm Âlimlerinin bu konudaki görüşlerini kısaca sıralayacağız.

İkinci olarak da, son asrın üç büyük şahsiyetinin geniş mütalâalarını özet olarak serdedeceğiz :

İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe

“Hanefî Mezhebi’nde, (İslâm birliğini bölüp parçalayan) kavmiyetçi in­sanın, cenaze namazı kılınmaz” 44

İmam-ı Şâfiî

“Söz ve fiili ile kavmiyetçiliği esas alan kimsenin şehâdeti kabul edil­mez. Bu tip insanların mahkemedeki şehâdeti merduttur. Zira, haram ol­duğu hususunda İslâm Âlimlerinin hiçbir ihtilâfı bulunmayan bir günaha bulaşmıştır…”45

Mevlâna Şah Nakşibend

“Büyük mutasavvıf Mevlâna Şah Nakşibend’e:
Nesebinizin silsilesi nereye varır, demişler.
Nesebinin silsilesiyle kimse bir yere varamaz, cevabını almışlar.”46

Fâhreddin-i Râzî

Meşhur müfessir Tefsir-i Kebîr’inde: “Din ve iman müstesna tutulmak kaydıyla, bir Müslümanin bir gayri müslîmi hafife almasını, ona karşı bö­bürlenmesini caiz görmemekte ve insanların iman ve küfür haricinde diğer övülen sıfatlar itibariyle müşterek olduğu” nu ifade etmektedir. 47

Îbn-i Kesir

“Bütün insanlar Hz. Âdem ve Hz. Havva’ya nisbet şe­refinde müsavidirler. Ancak, dinî emirlerde, Allah’a itaatta, ResûlüIIah’a ittibada birbirlerine üstün olabilirler.”

Bu ifadeler, fazilet ve kemâlâtın ancak dinde, takvâda olduğunu beyan etmektedir.48

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır

Müfessir Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Efendi, Sûre-i Hucurât’ın tef­sirinde şöyle demektedir:

“…Hâsılı, bir erkekle bir dişiden yaratılıp da şuub ve kabâîie ayrılış, darılıp darılıp dağılmak ve dövüşmek, sövüşmek için değil, tanışıp yardımlaşmak, sevişmek ve güzel ahlâkları tat­bik ederek daha büyük, daha güzel cemiyetler husule geti­rip, korunmak içindir… Zira muhakkak ki, Allah indinde en itibarlınız, nefislerin kemâlâtının ve şahısların merâtip ve derecâtının bütün medarı, takvâdır. Şu-bu zâtın nesebinden veya filân kavmin soyundan olmak değildir.” 49

Kınalızâde Ali Efendi

İslâm âlimlerinin ve ahlâkiyatçıların büyüklerinden olan, Kınalızâde Ali Efendi merhum diyor ki:

“İnsan, hattâ peygamber sülâlesinden de olsa, asalet iddi­asıyla ortaya çıkmamalıdır. Zira, bu dâvasını ispat edebildiği takdirde, bir şey kazanamayacaktır. Çünkü, bütün şan ve şeref, muhterem ceddine ait olduğundan, kendisi yabancı mevkiinde kalacaktır. Asaletini ispat edemediği takdirde ise, fazladan bir de yalancılık rezilesini yüklenecektir!” 50

Son Asrın Üç Büyük Şahsiyeti

İslâm’ı müesseseleri ile yaşayan ve yaşatan Osmanlılar, İslâm kardeşli­ğinin en ideal bir numunesini sergilemişler ve kırka yakın muhtelif milleti, bir çatı altında asırlarca sükûnet, saâdet ve huzur içinde, idareleri altında tutmasını bilmişlerdir. Kanaatimizce bu durumun bir hikmeti de, devletin kendisine verdiği birleştirici ve mensuplarını rencide etmeyecek bir unvan taşımış olmasıdır. Tarihe dikkat ettiğimizde, İslâmiyetin zuhurundan son­ra, kurulan bütün îslâm Devletleri, böyle toplayıcı bir unvanı taşımışlardır. Meselâ, Emevî, Abbasî, Gazneli, Selçuklu, Endülüs ve Osmanlı Devletleri gibi… ki, bu devletler, mensup oldukları kavmin ismini değil, mensup ol­dukları aile veya oturdukları ülkenin coğrafî ismini devletlerine alem olarak almışlardır.

İşte bu başarılarının sebebi, kavmiyet dâvasıyla ortaya çıkmamaları ve doğrudan doğruya İslâm’ın bayraktarlığına tâlip olmalarıydı.

Maalesef İmparatorluğun son zamanlarında bu şiar ve bu ruh zaafa uğ­ramış, hâricî düşmanların plânlı ve kesif faaliyetleri ile Osmanlılar içerisine ırkçılık fitnesi sokulmuştu. Bu menfur faaliyetler neticesinde İmparatorluk, parçalanmaya yüz tutmuştu. Bu hastalığın tedavisi için, en büyük gayreti şu üç tarihî şahsiyet göstermişti:

Mehmed Âkif, Babanzâde Ahmed Naim, Bediüzzaman Said Nursî.

Bu zatlar, milletin iftirak ve tedennisinden feryâd etmişler, milleti uhuv­vet ve muhabbete, birlik ve beraberliğe çağırmışlar, bu vadide büyük cehd ve gayret göstermişlerdi. Bu üç şahsiyetin kavmiyetçilik hakkındaki görüş­lerini özet olarak takdim edeceğiz :

Mehmed Akif

Bütün hayatı vatan ve millete hizmetle geçen ve İslâmiyet’i tâvizsiz ya­şayan İstiklâl Şâirimiz merhûm Mehmed Âkif Bey, vatan ve millete zararlı her cereyanın olduğu gibi, ırkçılığın da karşısında olmuş, gerek “Sebilürre­şad” mecmuasında yayınladığı makaleleri ile, gerekse şiirleri ile milleti bu içtimaî illete karşı uyarmıştır. Milletin birlik ve beraberliğine en büyük bir mâni olan kavmiyetçiliği şiddetle tel’in etmiştir.

Numune olarak Sebilürreşad’da neşredilen yazılarından bazılarını tak­dim edelim:51

“Biz Müslümanlar, başka milletlere benzemeyiz. Din bağını ihmal edecek olursak, hareketimizin cezasını -ukbâya kalmaz- daha dünyada iken çekeriz. Nitekim çekiyoruz!.. Din-i mübîn kavmiyet, cinsiyet gibi, insanları birbirinden uzaklaştıran sebebleri ortadan kaldırarak, dünyanın çeşit­li yerlerindeki cemaatleri birleştirmiş iken, biz kalkıyoruz da aynı toprakta yaşayan İslâm cemaatini kavmiyyet hissi ile parçalamak istiyoruz… Ey cemaat-i müslimîn, bilmiş olunuz ki, Müslümanlıkta kavmiyyet yoktur. Resûl-i Ekrem (S.A.V.):

“Kavmiyyet gay­reti güden bizden değildir.”

buyurmuştur. Şayet kiminiz Arap­lığına, kiminiz Arnavutluğuna, kiminiz Türklüğüne, kiminiz Kürtlüğüne sarılarak sizi râbıtaların en sağlamı ile birleştirmiş olan din kardeşliğini bir tarafa bırakacak iseniz, neûzübillah, hepimiz için felâket muhakkaktır.”

“Arnavutluk, Araplık, Türklük, Kürtlük nâmına ortaya çı­kan kavmiyet reislerini bundan altı-yedi sene evvel bir yere çağırmış, kendilerine şöyle demiştik:

“Kavmiyet cereyanı en medenî, en ileri cemiyetleri birbirine düşürüyor. Bizim gibi, kendini teşkil eden unsurları istisnasız cahil bulunan bir cemaatı ise, târûmâr eder. Geliniz bu cere­yanı körüklemeyiniz. Mensup olduğunuz kavimlere hizmet et­mek istiyorsanız, bunun yolu başkadır. Evet, hep biliyoruz ki, İslâm unsurlarının hepsi irşada, ikâza muhtaçtır. Bunlardan, meselâ, Arapları irşâd vazifelerini Arap münevverlerine bıra­kırız. Çünkü irşadına çalışacak unsurların lisanını, âdetlerini, mizacını, ruhunu diğer unsurlara mensup münevverlerden iyi bildiği için muvaffak olması, çok daha kolaydır. Türk’ün, Arnavud’un, Kürd’ün uyandırılması için de aynı usûle baş­vururuz.”

“Sonunda ayrı ayrı çalışıp ilerlemiş bu parçaların birleş­mesiyle, ilerlemiş bir bütün meydana gelir. İşte bu bütün de, İslâm Hilâfeti ve Osmanlı Saltanatı’nın ulu varlığına ebediy­yen hizmet eder durur.”

“Böyle bir yol takip etmeye karar verirseniz, biz de sizinle beraber çalışırız, elimizden geleni kat’iyyen esirgemeyiz.”

“Heyhat! Bu teklif, hiçbirinin işine gelmedi. Çünkü siyasî teklifler, gibi lâf ile yürüyecek takımdan değildi, faaliyete muhtaç idi, mücahedeye muhtaç idi, fedakârlığa muhtaç idi. Çünkü, burada izah edemeyeceğimiz birçok gizli sebebler daha mevcud idi.”

“Azıcık dikkat olunursa görülür ki, Şeriat-ı Mutahhara’nin hemen bütün hükümleri, uhuvvet (kardeşlik) ve vahdet (bir­lik) esasını kuvvetlendirmektedir.”

“Namazlar, haclar, zekâtlar, şehâdetler, oruçlar, aynı kıb­leye dönmeler, hep Müslümanları birbirine bağlayacak vası­talardır…”

“Bizler,

“Hiçbir Müslümanın vücuduna bir diken bat­maz ki, onun acısını kendimde duymuş olmayayım.”

diyen Peygamber’in ümmeti iken, İslâm dünyasını kırıp geçiren felâketlerden haberimiz bile olmuyor!..”

“Avrupa’da bir hayli müsteşrikle görüştüm. Lâkin doğru­sunu söylemek lâzım gelirse, bir tanesinden başkasını, ne gö­züm tuttu, ne de ruhum sevdi… hoşumuza giden müsteşrikten işitip, pek dikkate şâyân bulduğumuz sözleri hatırlayabildiği­miz kadar nakledelim:”

‘Memleketinizde senelerce dolaştım. Osmanlı edebiyatını uzun uzadıya tetkik ettim. Yarım asır evveline gelinceye ka­dar, sırf havas için yazıldığından, okuyucuları pek mahdut olan edebî eserleriniz son kırk-elli sene zarfında mühim bir inkılâp geçirerek, daha geniş bir neşir sahasına kavuştuğunu gördüm.’

‘Lâkin milletin terakkisi hesabına bu kadarı hiçbir zaman kâfi değildi. Memleketinizdeki muharrirler üç iken üçyüze, okuyucular da yüz iken birkaç bine çıkmakla her şey olmuş bitmiş sayılmaz.’

‘…Sizler avâm dediğiniz halk tabakasının idrakini yüksel­medikçe, köylülerinizi bugünkü hallerinde bıraktıkça, farz-ı muhal olarak dünyanın en büyük adamlarını yetiştirseniz, yine boştur, yine boş!..’

Mehmed Âkif, şiirlerinde de kavmiyetçiliğin birçok zararlarını işlemiştir.

Bir şiirinde kavmiyetçiliğin İngiliz oyunu olduğunu ifade etmekte ve şiirin bir yerinde İngilizleri şöyle konuşturmaktadır:

“Biz İngilizler olup hâli önceden müdrik;
O beyne pençeyi taktık, o göğse yerleştik,
O halde bir kolu kalmış ki bize çullanacak,
Yolundadır işimiz bağladık mı kıskıvrak!”

“Hem öyle zorla değil, çünkü “fikr-i kavmiyyet”
Eder bu gayeyi teshile pek büyük hizmet.
O tohm-u lâneti baştan saçıp da orta yere,
Arap’la Türk’ü ayırdık mı şöyle bir kerre,
Ne çırpınır kolu artık, ne çırpınır kanadı!
Halifenin de kalır sâde bir sevimli adı!”

Müslümanları bir arada tutan en büyük ve en sağlam bağın İslâmiyet olduğunu beyan ederek, bu ittihadın en büyük düşmanının kavmiyetçilik olduğunu şöyle ifade eder :

“Müslümanlık siz gayet sıkı, gayet sağlam,
Bağlamak lâzım iken, anlamadım, anlayamam,
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvamı,
Aynı milliyetin altında tutan İslâm’ı,
Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyyettir.
Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir…
Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez…
Son siyaset ise Türklük, o siyaset yürümez!..”

“Sizi bir âile efradı yaratmış Yaradan.
Kaldırın ayrılık esbabını artık aradan.
Siz bu dâvada iken yoksa, iyâzen-billâh,
Ecnebiler olacak sahibi mülkün nâgâh.
Diye dursun atalar ‘Kal’a içinden alınır.’
Yok ki hiçbir işiten… Millet-i merhume sağır.
Bir değil mahvedilen devlet-i İslâmiye…
Girdiler aynı siyaset ile bütün makbereye,
Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez!
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”

Diğer bazı şiirlerinde de kavmiyetçiliğin İslâm’da yeri olmadığını şöyle haykırmaktadır:

“Hani milliyetin İslâm idî… kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine.
Arnavutluk” ne demek? Var mı şeriatte yeri?
Küfr olur başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arabın Türke; Lâzın Çerkeze, yahut Kürde,
Acemin Çinliye rüçhanı mı varmış? Nerde!
Müslümanlıkta “anasır” mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel’in ediyor peygamber.
En büyük düşmanıdır rûh-u Nebî tefrikanın!
Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın!..”

“Şu senin. akıbetin bin bu kadar yıl evvel,
Sana söyiemiş iken doğru mudur şimdi cedel?
Artık ey millet-i merhume, sabah oldu uyan!
Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan?
Ne Araplık, ne Türklük kalacak aç gözünü!
Dînle Peygamber-i Zîşân’ın ilâhî sözünü.
Türk Arapsız yaşamaz. Kim ki ‘yaşar’ der, delidir!
Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.
Veriniz başbaşâ, zîra sonu hüsrân-i mübîn
Ne hilâfet kalıyor ortada, billahi ne din!
“Medeniyyet” sîze çoktan beridir diş biliyor;
Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor.
Arnavutlar size ibret olacakken, hâlâ,
Ne bu şûride siyaset, ne bu fâsid dâvâ?
Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım çoğunuz…
Size rehberlik eden haydudu artık koğunuz!
Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum.
Başka birşey diyemem… işte perişan yurdum!..”

“Nasılmış, anlayınız îddia-yı kavmiyyet!
Ne yolda mahvoluyormuş bakın ki bir millet!
Siz, ey bu zehri en evvel kusan beyinsizler!
Kaçıp da kurtuluruz sandınız… fakat, ne gezer!
Bugün belânızı bulmuş değilseniz, mutlak,
Yarın ki sâikalar beyninizde patlayacak!”

“Sen! Ben! desin efrad, aradan vahdeti kaldır,
Milletler için işte kıyâmet o zamandır.”

“İslâm’ı, evet, tefrikalar kastı kavurdu;
Kardeş, bilerek, bilmeyerek, hep kardeşi vurdu.
Can gitti, vatan gitti, bıçak dîne dayandı;
Lâkin, o zaman silkinerek birden uyandı.
Bir gör ki; bugün can da onun, kan da onundur;
Dünya da onun, din de onun, şan da onundur.”

Bin parça olan vahdeti bağlarken uhuvvet,
Görsen, ezelî râbıta bir buldu ki kuvvet:
Saldırsa da kırk ehl-i salip ordusu kol kol,
Dört yüz bu kadar milyon esir olmaz, emin ol!..”
“Değil mi cephemizin sinesinde îman bir;
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;
Değil mi cenge koşan Çerkezin, Lâzın, Türkün
Arapla Kürt ile bakîdir ittihadı bugün;
Değil mi sinede birdir vuran yürek… Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz!”
52

Ahmed Nâim Bey

Osmanlı devrinin son mümtaz şahsiyetlerinden biri olan merhum Ah­med Nâim Bey53, Osmanlı’nın parçalanmasında en büyük bir âmil olan kavmiyetçilik tehlikesine karşı müteyakkız davranmış, bu konuda matbu­atta büyük mücadeleler vermiştir.

Bu mes’eleyle ilgili “İslâm’da Dâ’vayı Kavmiyet” adı altında bir kitap da te’lif etmiştir. Eserinde kavmiyetçiliğin İslâm’da yeri olmadığı hakkında aklî ve naklî deliller serdetmiştir. Bu değerli eserden bazı kısımları takdim edelim :

“Bizim dâvamız şudur: Irkçılık dâvası gütmek, Şer’an mezmum ve merdudtur. Şer’î tâbiri ile bir cahiliyet davasıdır. İslâm’ın kıyam ve bekasma, Müslümanlığın refah ve saâdetine en müthiş bir darbedir. Husûsan, hemen hemen bütün îslâm diyarları küfür diyarına inkılâb etmişken, buradaki bir avuç Müslümanın, ben Türküm, ben Arabım, ben Kürdüm, ben Lâzım, ben Çerkezim gibi se­beblerle birbirine karşı muhabbet râbıtalarını zerre kadar gev­şetmeleri, hele düşmanlarımızın ayaklarını tâ kıblegâhımıza bastıkları bir sırada, cinnetten başka birşey değildir.”

Bu açıklamalardan sonra kavmiyetçilik dâvası güdenlere bir ibret dersi olarak Arnavutların acı akıbetini nazara vererek şöyle der :

“Din ve iman, akıl ve iz’an sahasından uzaklaşılsa bile, kavmiyet saâdetinin aldatıcı şerefi altında koşan Arnavud kardeşlerimizin başına gelen büyük musibet, bize müthiş bir ders-i ibrettir.”

‘Aynı sebebler, aynı neticeleri doğurur.’ kaidesine binâen, bu meslekte (ırkçılık dâvasında) devam ettiğimiz takdirde er geç bizim de başımıza gelecek musibet budur. Bu gidişle İslâm’ın son ilticâgâhı olan bu diyar, Allah (C.C.) korusun Arnavudluk gibi darü’l-küfre inkılâb edecektir.”54

Ayrıca, Ahmed Nâim Bey eserinde, kavmiyetçiliğin, İslâm Âlemi’ni bö­lüp parçalamada Avrupa’nın istimal ettiği en büyük bir silâh olduğuna da dikkatleri çekmiştir.

Bediüzzaman Said Nursî

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri; itikâdî ve imânî hakikatları, mantık ve muhakeme disiplini altında günümüz insanının anlayışına uygun olarak izah ve ispat etmiş, nadir-ül vücud bir şahsiyettir. İman hakikatlarının izah ve ispatı sahasında yeni bir metod getirmiş, akıl ve kalbin imtizaç etmesin­de muvaffak olmuştur. Akla hitabederken, kalbe de hisse vermiş, kalbe hi­tabederken de, aklı da nazara almıştır. Telif ettiği Risale-i Nur Külliyatı’nda, bir taraftan imana ait şüphe ve vesveseleri hakkıyla izale edici delil ve bur­hanlar serdederken, diğer taraftan da millet ve memleketin birlik ve bera­berliğini, uhuvvet ve muhabbetini perçinleyici kuvvetli ve muknî dersler vermiştir. Biz bu derslerden mevzumuz itibariyle sadece kavmiyetçiliğe ait kısımlardan nümûne olarak bazılarını zikredeceğiz.

Bediüzzaman Sâid Nursî Hazretleri, kavmiyetçilikle ilgili Hucurât sûresinin 13. âyetini Mektûbât isimli kitabında müstakil bir bahis olarak ele almıştır. Bu bahisten bazı kısımları nakledelim:

“Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki; yekdiğerinize karşı inkâr ile yabanî bakasınız, husûmet ve adâvet edesiniz diye değildir!”

Bediüzzaman Saîd Nursî Hazretleri âyet-i kerîmeye böylece mânâ ver­dikten sonra, âyet-i kerîmede işaret edilen “teârüf” ve “teâvün” düsturunu şöyle bir misâlle açıklar:

“Nasıl ki bir Ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar ta­burlar, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki, her neferin muhtelif ve müteaddid münâsebâtı ve o münâsebâta göre vazifeleri tanınsın, bilinsin… tâ, o ordunun efradları, düstur-u teâvün altında, hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı îctimâiyeleri, â’dânın hücumundan masun kalsın. Yoksa tefrik ve inkisam; bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasemet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir. Aynen öyle de: Hey’et-i ictimâiye-i İslâmiye, büyük bir ordudur, kabâil ve tavâife inki­sam edilmiş. Fakat binbir bir birler adedince cihet-i vahdetleri var. Halikları bir, Rezzâkları bir, Peygamberleri bir, Kıbleleri bir, Kitapları bir, vatanları bir, bir, bir, bir., binler kadar bir, bir… İşte bu kadar bir, birler; uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktizâ ediyorlar. Demek kabâil ve tavâife inkısam, şu âyetin ilân ettiği gibi, teârüf içindir, teâvün içindir.. tenâkür için de­ğil; tahâsum için değildir!..”55

Kavmiyetçilik fikrinin Avrupa’dan geldiğini şu ifadeleri ile ortaya ko­yar:

“Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Husûsan des­sas Avrupa zâlimleri, bunu İslâm’lar içinde menfî bir sûrette uyandırıyorlar; tâ ki, parçalayıp, onları yutsunlar…”56

“Ben, ‘İslâm dini, kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır.’ ferman-ı kat’îsiyle, eski zamandan beri menfî milliyet ve unsuriyet­perverliğe, Avrupa’nın bir nevi frenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazariyle bakmışım. Ve Avrupa, o frenk illetini İslâm içine atmış; tâ tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun…”57

Said Nursî Hazretleri, “Müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti”nin kavmiyetçiliğe ihtiyaç bırakmadığını beyan ederek şöyle buyurur:

“Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon58 var­dır? Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o ka­dar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın! Evet, menfî milliyetin, tarihçe pek çok zararları görülmüş.”

“Ezcümle: Emevîler, bir parça fikr-î milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem Âlem-i İslâm’ı küstürdüler, hem ken­dileri de çok felâketler çektiler. Hem Avrupa milletleri, şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Alman’ın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka; Harb-i Umumi’deki hâdisat-ı müthişe dâhi, menfî milliyetin nev’-i beşere ne ka­dar zararlı olduğunu gösterdi. Hem bizde iptidâ-i hürriyette, -Bâbil kal’asımn harabiyeti zamanında‘tebelbül-ü akvam’ tâbir edilen ‘teşa’ub-u akvam’ ve o teşa’ub sebebiyle dağıl­maları gibi- menfî milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni ola­rak pekçok ‘kulübler’ nâmında sebeb-i tefrika-i kulûb, muh­telif mülteciler cemiyetleri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar, ecnebilerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfî milliyetin zararını gösterdi…”59

Bediüzzaman Hazretleri, İslâmiyet Milliyetinin mânâ, şümul ve müessiri­yet açısından yeterli olduğu ve bu râbıtaların kavmiyetçilikteki râbıtalardan çok daha râsih, metin, samimî, hasbî ve daimî olduğu görüşündedir. Bu görüşünü şöyle dile getirir:

“…İslâmiyet’in verdiği uhuvvet içinde, bin uhuvvet var; âlem-i Beka’da ve âlem-i Berzah’da o uhuvvet bâkî kalıyor. Onun için uhuvvet-i milliye, ne kadar da kâvî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa, onu onun yerine ikame etmek; aynı kal’anın taşlarını, kal’anın içindeki elmas ha­zinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakâne bir cinayettir.”

“İşte ey Ehl-i Kur”an olan şu vatanın evlâdları! Âltıyüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri bin senedir Kur’ân-ı Hakîm’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı mey­dan okuyup, Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur’ân’a ve İslâmiyet’e kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı defettiniz, tâ,

“Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler.”(Mâide Sûresi, 5:54.)

âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşreb münafıkların desiselerine uyup, şu âyetin evve­lindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkma­lısınız!..”

“Cây-ı Dikkat Bir Hâl: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Şâir unsurlar gibi, müslim ve gayr-î müs­lim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa, Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dâhi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki, küçük unsurlarda dahî, hem müslim ve hem de gayr-i müslim var.”

“Ey Türk Kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş, ondan kabiî-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın! Bütün senin mâzideki mefâhirin, İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği hâlde, sen şeytanların vesveseleriyle, desîseleriyle o mefâhiri kalbinden silme!..”60

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Avrupalıları körükörüne taklit ede­rek ırkçılık, kavmiyetçilik dâvası gütmeye karşı çıkmakta ve mes’elenin sosyoloik açıdan tahlilini şu şekilde yapmaktadır :

“Asya’da uyanan akvam, fikr-i milliyete sarılıp, aynen Avrupa’yı her cihetle taklit ederek, hattâ çok mukaddesatla­rı o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kâmet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa; tarzı, ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına, bir jandarma elbisesi giydirilmez! Bir ihtiyar hocaya, tango bir kadın libası giydirilmediği gibi…”

“Körükörüne taklid dahi, çok defa mas­karalık olur.” Çünkü:

“Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise; Asya bir mezraa, bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gi­demez. Kışla vaziyetiyle mescid vaziyeti bir olmaz.”

“Hem, ekser Enbiyâ’nm Asya’da zuhuru, ağleb-i hükemânın Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin bir remizi, bir işaretidir ki; Asya akvamını intibaha getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek; din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise, din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli.”

“Saniyen: Dîn-i İslâm’ı, Hristiyan dînine kıyas edip, Av­rupa gibi dîne lâkayd olmak, pek büyük bir hatâdır. Evvelâ: Avrupa, dînine sahiptir. Başta Wilson, Loyd George, Venizelos gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dînlerine mutaassıp olma­ları şahittir ki: Avrupa dînine sahiptir; belki bir cihette muta­assıptır.

“Salisen: İslâmiyet’i Hristiyan dînine kıyas etmek, kıyas-ı maalfârıktır; o kıyas yanlıştır. Çünkü: Avrupa dînine mutaassıp olduğu zaman medenî değildi; taassubu terketti, medenîleşti.”

“Hem din, onların içinde üçyüz sene muharebe-i dâhiliyeyi (iç savaşı) intac etmiş. Müstebid zâlimlerin elinde avamı, fukarâyı ve ehl-i fikri ezmeye vâsıta olduğundan; onların umumunda muvakkaten dine karşı bir küsmek hâsıl olmuştu. İslâmiyet’te ise, tarihler şahittir ki, bir defadan başka dahilî muharebeye sebebiyet vermemiş.”

“Hem ne vakit ehl-i İslâm, dîne ciddî sahip olmuşlar­sa, o zamana nisbeten yüksek terakki etmişler. Buna şahit, Avrupa’nm en büyük üstadı, Endülüs Devlet-i İslâmiyesidir. Hem ne vakit, cemâat-ı îslâmiye dîne karşı lâkayd vaziyeti almışlar, perişan vaziyete düşerek tedenni etmişler…” 61

Bediüzzaman Hazretleri, saf ırk felsefesinin tamamen hayalî ve vehmî olduğunu ve millî birliği unsuriyetin değil, “dil, din ve vatan münasebeti”nin te’min edeceğini müdafaa eder:

“Şu dünya yüzü, husûsan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceratlara ve tebeddülata mâruz olmakla beraber; Merkez-i Hükümet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan son­ra, akvâm-ı sâireden pervane gibi çokları içine atılıp, tavat­tun etmişler. îşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa ancak hakiki unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakikî ımsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti bina etmek, mânâsız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki: Menfî milliyetçilerin ve unsuriyet­perverlerin reislerinden ve dîne karşı pek lâkayd birisi, mecbur olmuş, demiş: “Dil, din, bir ise; millet birdir.” Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münâsebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dâiresine dahildir…” 62

Bediüzzaman Hazretleri menfî milliyetçilikte fazla hamiyetperverlik gösterenlere de şöyle seslenir:

“Eğer şu milleti ciddî severseniz, onlara şefkat ederseniz; öyle bir hamiyet taşıyınız ki, onların ekserisine şefkat sayıl­sın. Yoksa, ekserisine merhametsizcesine bir tarzda, şefka­te muhtaç olmayan bir kısm-ı kalîlin (azınlığın) muvakkat gafletkârâne hayat-ı ictimâiyelerine hizmet ise, hamiyet değil­dir. Çünkü: Menfî unsuriyet fikriyle yapılacak hamiyetkârlığın, milletin sekizden ikisine muvakkat faidesi dokunabilir. Lâyık olmadıkları o hamiyetin şefkatine mazhar olurlar. O sekiz­den altısı, ya ihtiyardır, ya hastadır, ya musîbetzededir, ya çocuktur, ya çok zaiftir, ya pek ciddî olarak âhireti düşünür müttakîdirler ki; bunlar hayat-ı dünyeviyeden ziyade, müte­veccih oldukları hayat-ı berzahiyeye ve uhreviyeye karşı bir nûr, bir teselli, bir şefkat isterler ve hamiyetkâr mübarek elle­re muhtaçtırlar. Bunların ışıklarını söndürmeye ve tesellilerini kırmaya hangi hamiyet müsaade eder? Heyhat! Nerede millete şefkat, nerede millet yolunda fedakârlık!”63

Bu bahsi şu temenni ve müjde ile bitirir:

“Rahmet-i İlâhiye’den ümit kesilmez. Çünkü: Cenâb-ı Hak, bin seneden beri Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve O’na bayraktar tâyin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemâatini, muvakkat arızalarla inşâallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idâme ettirir…” 64

Bediüzzaman Hazretleri, kavmiyetçilik fikrinin bir frenk illeti olduğunu şu şekilde ifade etmektedir:

“…Frenk illeti tabir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, Âlem-i İslâm’ı parçalamak için içimize bu frenk ille­tini aşılamış. “Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve cazibedâr bir hâlet-i ruhiye verdiği için, pek çok zararları ve tehlikeleriyle beraber, zevk hatırı için her millet cüz’î- külli bu fikre iştiyak gösteriyorlar.”65

“Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike ver­diği ve hürriyetin başında “Kulübler” suretinde büyük zararı görülmesi ve Birinci Harb-i Umumî’de yine ırkçılığın istimali ile mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiye’ye karşı istimal edilebilir ve istirahat-ı umumiye düşmanları gizli dinsizler,  yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklarına emareler görünüyor…”66

Bediüzzaman, dinî râbıta yerine, millî râbıtaların esas olması halinde, adalete bedel zulme düşüleceğini, şöyle beyan etmektedir:

“Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takib etme­diğinden zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünkü: Unsuriyet­perver bir hâkim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez.

İslâm dini, kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır.”**

fermân-ı kat’îsiyle: Râbıta-yı diniye yerine râbıta-yı milliye ikame edilmez; edilse adâlet edilmez. Hakkaniyet gider.” 67

Diğer taraftan Bediüzzaman Hazretleri hamiyetperverlik perdesi altında kavmiyetçiliği ileri sürenlerin iki kısım olduğunu nazara vermekte ve bu mevzuda aşağıdaki tahlili yapmaktadır :

“Tahribatçı ehl-i bid’a iki kısımdır:

“Bir kısmı -güya din hesabına İslâmiyet’e sadakat nâmına- güyâ dini milliyetle takviye etmek için, “Zaafa düşmüş din şecere-i nûrâniyesini, milliyet toprağında dikmek, kuvvetleş­tirmek istiyoruz” diye, dine taraftar vaziyeti gösteriyorlar.

“İkinci kısım; millet nâmına, milliyet hesabına, unsuriyete kuvvet vermek fikrine binâen ‘Milleti, İslâmiyet’le aşılamak istiyoruz.’ diye, bid’aları icad ediyorlar.”

“Birinci kısma deriz ki; Ey ‘sadık ahmak’ ıtlakına mâsadak biçâre ulemâ-üssû’ veya meczub, akılsız, cahil sofiler! Hakikat-ı Kâinat içinde kökü yerleşmiş ve hakaik-i kâinata kökler salmış olan Şecere-i Tûba-i İslâmiyet; mevhum, muvak­kat, cüzi, hususî, menfî… belki esassız, garazkâr, zulümkâr, zulmânî unsuriyet toprağına dikilmez! Onu oraya dikmeye çalışmak, ahmakâne ve tahripkârâne, bid’atkârâne bir teşeb­büstür.”

“İkinci kısım milliyetçilere deriz ki: Ey sarhoş hamiyetfüruş­lar! Bir asır evvel milliyet asrı olabilirdi. Şu asır, unsuriyet asrı değil’. Bolşevizm, Sosyalizm mes’eleleri istilâ ediyor; unsuri­yet fikrini kırıyor; unsuriyet asrı geçiyor… ebedî ve dâimî olan İslâmiyet milliyeti; muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlan­maz ve aşılanmaz. Ve aşılamak olsa da; İslâm milletini ifsat ettiği gibi, unsuriyet milliyetini dahî ıslah edemez, ibka ede­mez… Evet, muvakkat aşılamakta bir zevk ve bir muvakkat kuvvet görünüyor, fakat pek muvakkat ve âkıbeti hatarlıdır.”

“Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak su­retinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık, bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizânın iki gözünde bulunsa; bir batman kuvvet, o iki kuvvet ile oynayabilir; yukarı kaldırır, aşağı indirir.”68

Bediüzzaman’ın yukarıdaki ifadelerinden şu netice çıkmaktadır: Menfî mukaddime, müsbet netice veremez. Yani meşru olmayan birşey ile meşru olan neticeye gidilemez. Tabir-i diğer ile gayr-i meşru vâsıtalardan meşru neticeler istihsal edilemez. Gaye meşru olduğu gibi vâsıta ve vesile­lerin de meşru olması şarttır. Dinimiz ırkçılığı nehyetmiştir. Dinin nehyettiği bir şeyden istimdat edilmesi bir tenakuzdur. Unsuriyet fikri, zâtında vehmî ve hayalîdir. Bunun için dünyayı istilâ eden ideoloji ve doktrinlerin karşısında dayanamaz. Hem de toplayıcı ve birleştirici olmaktan uzaktır. İslâmiyet ise, toplayıcı, birleştiricidir, hakikat­tir, ebedîdir ve şümûllüdür. Buna binâen şarktaki din ve mukaddesatına bağlı bir kürt kardeşimiz; “Ben Türk değilim” diyebiliyor, fakat “Ben Müs­lüman değilim” diyemez, demesi vâki değildir. Bu sebeble Şark ve Garbı birbirine bağlayacak râbıta unsuriyet fikri de­ğil, ancak ve ancak İslâmiyet’tir.

Vatan ve millete ait mes’elelerde fevkalâde müteyakkız olan Bediüzza­man Hazretleri, bugünün mes’elelerini tâ o günden hissetmiş ve o devrin Cumhurbaşkanı ve Başbakanına hitaben şu mektubu kaleme almıştır:

“Reis-i Cumhura ve Başvekile,

“Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir bîçâre garib ihtiyar der ki: Size iki hakikati beyan ediyorum:”

“Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakiyet­kârâne ittifakını, bu millete kemâl-i samimiyetle, sürür ve re­fah ile kazanmanızı bütün ruh-u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşâallah dörtyüz milyon İslâm’ın sulh-u umu­miyesine ve selâmet-i âmmenin te’minine kat’î bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım. Otuz-kırk se­neden beri dünyayı ve siyaseti terkettiğim halde, şiddetli bir alâka ile bu ihtar-ı kalbinin sebebi:. Elli seneden beri îmanı kurtarmak için gayet kısa bir yolu bulan ve Kur’ân’ın bu za­manda bir mu’cize-i mâneviyesi olan Risale-i Nûr’un Arabis­tan ve Pakistan’da her yerden daha ziyade te’siratı olduğu ve makbul olması, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen miktarın üç misli Risale-i Nûr’un talebelerinin
o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda kabir kapısında bu netice-yi âzimeyi görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.

“Saniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir teh­like verdiği ve hürriyetin başında “Kulüpler” suretinde büyük zararı görülmesi ve birinci Harb-i Umumî’de yine ırkçılığın istimali ile mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere kar­şı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiye’ye kar­şı istimal edilebilir ve istirahat-ı umumîye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklan­na emareler görünüyor. Halbuki, menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde; evvelâ; başta Türk milleti dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İsiâmiyetle mezcolmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman ol­mayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplar’da da Araplık ve Arap milliyeti İslâmiyet’le mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyet’tir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-yi azimdir. Sizin bu def’aki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız inşâallah bu tehlikeli ırk­çılığın zararını defedecek. Ve dörtbeş milyon ırkçıların yerine, dörtyüz milyon kardeş Müslümanları ve sekizyüz milyon sulh ve müsaleme-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hristiyan ve şâir dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandır­maya tam bir vesile olacağına, ruhuma kanaat geldiğinden size beyan ediyorum.”

“Sâlisen: Altmışvbeş sene evvel bir vali bana bir gazete oku­du. Bir dinsiz müstemlekât nâzırı Kur’ân’ı elinde tutup kon­ferans vermiş. Demiş ki: “Bu, İslâm’ların elinde oldukça, biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz altında tuta­mayız. Ya Kur’ân’ı sukut ettirmeliyiz, veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”

“İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsad komitesi bu bîçâre fedakâr, masum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de altmışbeş sene evvel bu cereyana karşı, Kur’ân-ı Hakîm’den istimdat eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir “Darü’1-fünûn-u İslâmiye” tasavvuru ile, altmış­beş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faidesi olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdat-ı mutlaktan ve dalâletin helâkin den kurtarmaya ve akvâm-ı İslâmiye’nin mabeynin­deki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk 

“Birinci vesilesi: Risale-i Nûr’dur ki; Uhuvvet-i imâniyenin inkişafına kuvvet-i iman ile hizmet ettiğine kat’î delil, emsal­siz bir mazlûmiyet ve acizlik haletinde telif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâm’ın ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da te’şirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyyûn ve tâbiiyyûn gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerhedememesidir. İnşâallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i îslâmiye’nin anahtarını bulan zâtlar, bu nıu’cize-i Kur’âniye’nin cilvesini âlem-i İslâm’a işittirecek­siniz.”

“İkinci vesilesi: Altmışbeş sene evvel Câmiü’l-Ezher’e git­mek istiyordum. Âlem-i İslâm’ın medresesidir diye, ben de o mübârek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kıs­met olmadı. Cenâb-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki; Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medre-se-i umumiye olduğu gibi; Asya, Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir Darül-Fünûn, bir İslâm Üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki, İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Tür­kistan, Kürdistan’daki milletleri, menfî ırkçılık ifsad etmesin.”

“Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile

“Ancak mü’minler kardeştirler.” (Hucurât, 49/10)

esasisinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünûnu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikıyla tam musâiâha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye vilâyat-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında “Medresetü’z-Zehra” mânâsında, Câmiü’l-Ezher üslûbunda bir Darü’1­Fünûn; hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam ellibeş senedir Risale-i Nûr’un hakaikına çalıştığım gibi, ona da çalışmışım. En evvel bunun kıymetini (Allah rah­met etsin) Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için yirmibin altın lira verdiği gibi, sonra ben eski Harb-i Umumî’deki esaretimden döndüğüm vakit Ankara’da mevcut ikiyüz meb ‘ustan yüz altmış üç meb’usun imzası ile yüzelli bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de, içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın 69 bir tah­sisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymettar bir üniversite­nin te’sisine herşeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ din-de çok lâkayd ve garblılaşmak ve an’anattan tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan ikisi dediler ki: “Biz şimdi ulûm-u an’ane ile ulûm-u diniyeden ziyade Garblılaşmaya ve medeniyete muh­tacız.” Ben de cevaben dedim:

“Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da ekser enbiyânın Asya’da, Şark’-ta zuhuru ve ekser hükemânın ve feylesofların garbda gelmelerinin delaletiyle Asya’yı hakiki terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garb-lılaşmak nâmıyla an’ane-yi İslâmiye’yi bıraksanız ve ladini bir esas yapsanız dahi, dört-beş büyük milletlerin merkezin­de olan Vilâyat-ı Şarkiye’de; millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakaikına kat’-iyyen taraftar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyle­yeceğim:”

“Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyet’e çok hizmet etmişler, sen onlara ne ni­yetle bakıyorsun?” Dedi: ‘Ben Müslüman bir Türk’ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü; tam imana hizmet ediyorlar.’ Bir za­man geçti (Allah rahmet etsin) o talebem ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bâzı ırkçı muallimlerden aldığı aksül-amel ile o da kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: ‘Ben, şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü sâlih bir Türke ter­cih ediyorum.’ Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki: ‘Türkler bu millet-i İslâmiye’nin kahraman bir ordusudur.’

“Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hindliler var. Yetmiş mil-yon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere; bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım?.. Ve­yahut o milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başka dü­şünmeyen ve uhuvvet-i İslâmi-ye’yi tanımayan sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hâli mi daha iyidir?.. Sizden soru­yorum!”

“İşte bu cevabımdan sonra, an’ane aleyhinde ve her cihetle garblılaşmak fikrini taşıyanlar, kalktılar imza ettiler. İsimle­rini söylemeyeceğim. Allah kusurlarını afvetsin; şimdi vefat etmişler.”

“Râbian: Madem Reis-i Cumhur gayet mühim mesail-i si­yasiye içinde şark üniversitesini en ehemmiyetli bir mes’ele yapıp hattâ hârika bir tarzda altmış milyon liranın o üni­versiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmet ile medresenin medar-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiye’ye, eski hocalık his­siyatıyla başlaması, bütün şark hocalarını minnettar etmiş. Ve şimdi orta-şarkta sulh-u umumînin temel-taşı ve birinci kal’ası olan bu üniversiteyi yine mesail-i azime-yi siyasiye içinde yeniden nazara alması; elbette bu vatan, bu devlete, bu millete bu azim, faideli hizmeti verecek. Ulûm-u diniye bu üniversitede esas olacak. Çünkü; hariçteki kuvvet tahribatı, mânevîdir.. imansızlıkladır. O mânevî tahribata karşı atom bombası, ancak mânevî cihetinde mâneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir. Madem ellibeş sene bu mes’eleye bütün hayatını sarfetmiş ve bütün dekaiki ile ve neticeleri ile tetkik etmiş bir adamın bu mes’elede re’yini almak ve fikrim sormak lâzım gelirken; Amerika’da, Avrupa’da bu mes’eleye dair is-tişareye kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu mes’elede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet nâmına sizden bekliyoruz.”

Said Nursî” 70

Yazar: Mehmed Kırkıncı, 12-7-2010

Dipnotlar:

44 İbn-i Âbidin, I. C, Cenaze Bahsi.
45 Şâfiî, Eli-Ümm, 6, 207; İbrahim Canan, İslâm Işığında Anarşi, s. 214-215, Cihan Yay.,. 1984.
46 M. Ertuğrul Düzdağ, Türkiye’de İslâm ve Irkçılık Mes’elesi, s. 176.
47 Fahreddin-i Râzî, Tefsir-i Kebîr, c. 28, s. 138.
48 İbn-i Kesîr, c. 4, s. 217
49 Hak Dini Kur’an Dili, c. 6, s. 4478-4479.
50 M. Ertuğrul Düzdağ, a.g.e., s. 175-176.
51 Bu yazılar, M. Ertuğrul Düzdağ’ın a.g.e., s. 176-77-78-79-80’den alınmıştır.
52 Mehmed Âkif, Safahat.
53 Irak’daki meşhur Babanzâde ailesine mensup olan Ahmed Naim Bey, 1872’de Bağdat’da doğmuş, ilk tahsilini Bağdat’da ikmal etmiş, diğer tahsil hayatını İstanbul’da tamamlamıştır. 1884’te Mülkiye Mektebi’ni bitiren A. Naim Bey, ayrıca Medrese tahsilini de tamamlamıştır. Çeşitli vazifelerden sonra, 1915 yılında Darü’l­Fünûn’da Müderrisliğe başlamıştır. Daha sonra, Darü’l-Fünûn Umum Müdürlüğü (Rektörlük) yapmıştır. Ayrıca Servet-i Fünûn mecmuasında da çeşitli mevzularda yazılar yazmıştır. Dinî, ahlâkî ve felsefî eserler vermiştir. Hayatının son devresinde Sahih-i Buharı Muhtasarı , Tecrid-i Sarih Tercümesi’ne başlamış, ancak iki cildîni tamamlamış, diğer ciltleri tamamlamasına ömrü yetmeyerek 1934 yılında Allah’ın rahmetine kavuşmuştur.
54 A. Naim, İslâm’da Dâva-yı Kavmiyet, s. 5-6.
55 Mektûbât
56 Mektûbât
* Buharî, Ahkâm: 4, İmâra: 36, 37; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Tirmizî, Cihâd: 28, İlim: 16, Nesâî, Bey’a: 26; İbni Mâce, Cihad: 39; Müsned, 4:69, 70, 199, 204, 205, 5:381, 6:402, 403
57 Mektûbât
58 İslâm Âlemi şimdi bir milyardan fazladır
59 Mektûbât
60 Mektûbât
61 Mektûbât
62 Mektûbât
63 Mektûbât
64 Mektûbât
65 Emirdağ. Lahikası II
** Buharî, Ahkâm: 4, İmâra: 36, 37; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Tirmizî, Cihâd: 28, İlim: 16, Nesâî, Bey’a: 26; İbni Mâce, Cihad: 39; Müsned, 4:69, 70, 199, 204, 205, 5:381, 6:402, 403.
66 Emirdağ. Lahikası
67 Mektûbât
68 Mektûbât
69 Bu mektup 1955 yılında imzalanan Bağdat Paktı münasebetiyle kaleme alınmıştır. O yılın parasıyla 5 milyon demektir.
70 Emirdağ Lahikası, c. II

İnsan Fıtraten Medenidir

Medeniyet; ‘medine’ kelimesinden türetilmiş olup, ‘şehirde toplu bir şekilde yaşamak’ anlamına gelir. Şehirde yaşayanlara medenî, çölde ve çadırda yaşayanlara da bedevî denilir. Birinci hayat tarzına medeniyet, diğerine ise bedeviyet adı verilir.

Malumdur ki, insan tek başına yaşayamaz, diğer insanlarla bir arada yaşamaya mecburdur. Zira insan, kendi ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaz. Onun için diğer insanlarla birlikte yaşaması, yardımlaşma ve böylece hayatını devam ettirmesi zaruridir. “İnsan fıtraten medenîdir.” sözü bu manayı ifade etmektedir.

Kimin himmeti yalnız nefsi ise; o insan değil… Çünkü: İnsanın fıtratı medenîdir, ebnâ-yı cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile, hayat-ı şahsiyesi devam edebilir.”1

İnsanların ilim, irfan, sanat, ticaret ve çiftçilik gibi mesleklerle uğraşmaları ve birbirleriyle yardımlaşmaları medeniyetin güzelliklerindendir. Onun içindir ki, insan, hem kendisine hem de diğer insanlara faydalı olmak için çalışır, herkesle ülfet, muhabbet ve ünsiyetle geçinir. Diğer insanların maddî ve manevî hukukunun muhafazasına çalışır. Vatan ve milletinin terakkisi için elinden gelen gayreti göstermekle medenî bir insan olmaya çalışır.

Medenî insan, yardımlaşma, istikamet, adalet ve uluvv-i himmet gibi güzel ahlâkları hayatına mal etmek için gayret gösterir. Güzel ahlâklar, ferdî ve içtimaî hayatın nizam ve intizamının vesilesidir, medeniyeti sadece “maddî terakki”, “fen ve sanatta ileri gitme” olarak görmek doğru değildir.

İnsanlar ahlak ve meşreb itibariyle çok muhteliftirler. Hem kendisinin hem de diğer insanların saadet ve selametlerine hizmet eden, vatan ve milletin terakki ve tekamül etmesi için gayret gösteren medenî, alicenap, fedakar ve faziletli insanlar olduğu gibi, sözüm ona şehirde yaşayıp, sadece şahsî menfaatlerini gözetmekle bedevilerin bedevisi olan, medenileşmemiş insanlar da vardır. Milletimizin maddî ve manevî hukukuna tecavüz eden bazı makam ve rütbe sahibi, ayrıca kendi örf, adet ve ahlâkını tahribe çalışan nice yazarlar da vardır ki, milletimiz bunlardan gördüğü zararları hiçbir bedeviden görmemiştir. İşte bunlar vahşet ve zulümde çöldeki bedevilere rahmet okutacak kadar ileri gitmişlerdir.

Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayâle gelir.”2

Bedeviyetten kurtulup gerçek medeniyete kavuşmanın yegâne çaresi, Nebiyy-i Zişan Efendimiz’in (a.s.v.) taraf-ı ilahiden getirdiği İslâm dini ve o kaynaktan feyiz alıp gönüllere dolan Allah korkusu, Allah sevgisi, doğruluk, kul hakkına riayet gibi üstün seciyeleri ve meziyetleri ferdi ve içtimai hayata hâkim kılmaktır. Aksi halde medenileşmek imkânsızdır.

Medeniyeti iki şekilde ele almak mümkündür. Bunların birincisi hak dinden, faziletten, güzel ahlaktan, iman ve irfandan uzak olan ehli dalaletin medeniyetleridir. İkincisi ise; hayatını ilâhi vahyin ışığında tanzim eden müminlerin medeniyetidir.

Bu iki medeniyeti Bediüzzaman Hazretleri şöyle dile getirmiştir:

Birincisi, medeniyet libasını giymiş korkunç bir vahşettir. Zahiri parlıyor, bâtını da yakıyor. Dışı süs içi pis, sureti me’nus, sîreti makûs bir şeytandır.”

“İkincisi, batını nur zahiri rahmet, içi muhabbet, dışı uhuvvet, sureti muavenet, sîreti şefkat, cazibedar bir melektir.”3

Birinci medeniyeti benimseyen ehl-i dalalet dünya saadetini hayatın lezzetini, medeniyet ve sanatta terakkiyi, âhireti düşünmemekte, Allah’ı tanımamakta ve hayvani hürriyette aramaktadırlar.

Bu medeniyet eşhası fakir, sefih ve ahlaksız eder. Böyle istibdat, sefahete ve zillete memzuç medeniyete bedeviyeti tercih ediyorum.”4

Bunların gittiği yolun zehirli meyvelerini bir başka eserinde şöyle beyan etmektedir:

… İnsan, Cenab-ı Hakk’ı tanımazsa ve Ona tevekkül etmezse, o vakit insan, gayet derecede âciz ve zaîf, nihayet derecede muhtaç, fakir, hadsiz musibetlere maruz, elemli, kederli bir fâni hayvan hükmünde olup, bütün sevdiği ve alâka peyda ettiği bütün eşyadan mütemadiyen firak elemini çeke çeke, nihayette, bâki kalan bütün ahbabını bir firak-ı elîm içinde bırakıp, kabrin zulümatına yalnız olarak gider. Hem müddet-i hayatında gayet cüz’î bir ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kısacık bir hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile nihayetsiz elemler ile ve emeller ile faydasız çarpışır ve hadsiz arzuların ve makasıdın tahsiline, semeresiz boşu boşuna çalışır. Hem kendi vücudunu yüklenemediği halde, koca dünya yükünü bîçare beline ve kafasına yüklenir. Daha cehenneme gitmeden cehennem azabını çeker.”5

İşte ehli dalaletin gittikleri yolun hasareti o kadar büyük olur ki, tasavvurundan ruh, akıl ve kalb ürperir.”6

İkinci yolda giden ehl-i hidayete Kur’an-ı Kerim’in kazandırdığı cennet yemişlerini ise Mesnevî-i Nuriye adlı eserinde şu şekilde hulasa etmektedir:

Kur’anın hâlis ve tam şakirdi ise, bir abddir. Fakat a’zam-ı mahlukata karşı da ubudiyete tenezzül etmez ve Cennet gibi en büyük ve a’zam bir menfaati gaye-i ubudiyet yapmaz bir abd-i azizdir. Hem halim selimdir. Fakat Fâtır-ı Zülcelalinden başkasına, izni ve emri olmadan tezellüle tenezzül etmez bir halim-i âlîhimmettir. Hem fakirdir fakat onun Mâlik-i Kerim’i ona ileride iddihar ettiği mükâfat ile bir fakir-i müstağnidir. Hem zaîftir fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyidinin kuvvetine istinad eden bir zaîf-i kavîdir ki, Kur’an hakikî bir şakirdine cennet-i ebediyeyi dahi gaye-i maksad yaptırmadığı halde; bu zâil fâni dünyayı ona gaye-i maksad hiç yapar mı? İşte iki şakirdin himmetlerinin ne derece birbirinden farklı olduğunu anla!..”7

İslâm medeniyetinin temeli Kur’an ve Sünnet-i Seniyyedir. Bunun en mümtaz bir örneği ASR-I SAADET’tir. Evet, dünyada gıpta edilecek bir medeniyet varsa o da yine Asr-ı Saadet Medeniyetidir.

Terakki ve medeniyetin ruhu, semavi dinler, hususan İslâm dinidir. Hatta bugün Avrupa’nın cihanı hayrette bırakan maddî terakkisinin temeli Emevilerin gerçekleştirdikleri Endülüs Medeniyeti’ne dayanır.

Endülüs, yetiştirdiği ilim ve fen adamları sayesinde kısa bir zamanda manen ve maddeten terakki ederek huzur ve feraha kavuşmuştur. Kısa bir zamanda çeşitli meyve ağaçlarını havi bağ ve bahçeler, El- Hamra gibi gözleri kamaştıran saraylar ve muhteşem mabetler inşa edilmiş ve böylece Endülüs, medeniyetin merkezi olmuş ve Avrupa’ya üstatlık yapmıştır.

Müslümanlar, Endülüs’te birçok medrese açmakla beraber, ilim ve fen adamlarını da daima gözetip himaye etmişlerdir. İlim adamlarının himaye edilmesi sayesinde, fen ilimlerinde İbn-i Rüşt gibi büyük mütefekkir ve feylesoflar; içtihat sahasında Şâtibi ve İbn-i Hazm gibi müçtehitler ve İbn-i Arabî gibi manevîyat sultanları yetişmiştir.

Nitekim bu gibi âlim ve mütefekkir zatların himmet ve gayretleriyle tasnif ve te’lif edilen ve dünyanın hiçbir yerinde olmayan kıymetli eserler, Endülüs’teki kütüphaneleri doldurmuştur. Melik’in sarayındaki katalog 45 cilt olup, 600 bin’den fazla eser mevcut idi.

Endülüs’teki bu terakki, Avrupalıların gözlerini kamaşmıştır. Dolayısıyla Avrupa’nın çeşitli yerlerinden Endülüs’e ilim tahsili için birçok insan gelmiş ve buradan aldıkları ilim ve irfanı kendi memleketlerine götürmüşlerdir. Nitekim Endülüs, Avrupa’nın üstadı olmuş ve Müslümanlar Avrupa’nın ilim ve fikir terakkisinde derin izler bırakmışlardır.

Maalesef asırlar sonra güzel ahlâkın gereği olan ilim, adalet, ubudiyet ve çalışmayı bırakan Müslümanlar; bir taraftan sefahat ve ahlaksızlığa diğer yandan da makam ve mevki kavgalarına düşerek, aleyhlerinde kadere fetva verdirmişler. Böylece kader-i ilâhi tecelli etmiş ve Yüce Allah onlara ihsan ettiği hâkimiyet nimetini geri almış ve Endülüs tekrar Hıristiyanlar tarafından işgal edilmiştir.

Endülüs’te iktidarı ele geçiren Katolikler, (Miladi 1226, Hicri 634) İspanyol Katoliklerinden Ferdinant’ın da destek ve kışkırtması ile o güne kadar Müslümanların onlara yaptıkları iyilik ve tanıdıkları hürriyete mukabil, onlar, Müslümanları ve Musevileri zorla Katolik yapmaya çalışmışlardır. Bununla da kalmayıp kabul etmeyenleri diri diri ateşe atarak yakmışlar, bir kısmının üzerlerine kızgın katranlar dökmüşler; bazılarının ise ayaklarını ayrı ayrı atlara bağlayıp, zıt yöne doğru koşturarak onları parçalatmışlardır. Hatta insanları ayaklarından bağlayıp baş aşağı kızgın ateşin üzerine asıp etleri dökülünceye kadar yakmışlardır. Bu işkenceleri seyredenlerin şefkat edecek kalpleri ve müteessir olacak vicdanları olmadığından acımak bir tarafa bu vahşetlerin yapılmasından zevk almışlardır. Bu zulüm ve işkenceleri tarih kitaplarında okuyan her kalp ve vicdan sahibinin müteessir olmaması ve gözyaşı dökmemesi mümkün değildir

Yine Katolikler Endülüs’teki kütüphanelerde bulunan bütün eserleri suya döküp imha etmişlerdir. Eğer bu eserler imha edilmeseydi bugünkü beşerin terakkisi asırlar önce yakalanmış olabilirdi. Hıristiyan âleminde bu hakikatlerin doğruluğunu ifade eden birçok insaflı fikir adamı olduğu gibi, maalesef bunu bildiği halde inkar eden mutaassıpların sayısı da az değildir.

O zaman Endülüs ile ilim ve irfanda rekabet halinde olan Bağdat’ı işgal eden Moğollar da (Miladi 1258, Hicri 656) Bağdat’taki sayısız eserleri Dicle nehrine döküp imha etmişlerdir. Bundan dolayı Dicle Nehrinden bir hafta boyunca mürekkep aktığı rivayet edilmektedir.

İslâm medeniyeti cihanşümul bir medeniyettir. Ancak bu cihanşümul medeniyete ulaşmak, İslâm’ı iyi inceleyip, öğrenmekle ve hayata tatbik etmekle mümkündür. İslam Tarihine bakıldığında asr-ı saadetten sonra bunun en ileri ve en güzel örneklerini Selçuklular ve Osmanlılarda görmekteyiz.

Mesela; Selçuklular bir yandan Haçlı ordularıyla savaşırken bir yandan da Ulu Camiler, medreseler, hamamlar ve kervansaraylar inşa etmişlerdir.

Osmanlılar ise; bir taraftan sanayi ve ticarette diğer taraftan, maarif ve ilimde ilerlemenin yolunu tuttular. Medreselerde insanları cehaletten kurtarıp, İslam dinini hakkıyla anlatan ilim ve irfan sahibi alimler yetiştirdikleri gibi, Halkı tenvir ve irşad etmeleri için, Tekke ve Zâviyelerde hizmet edecek mürşitler yetiştirdiler. Bununla birlikte her şehirde haşmetli ve müzeyyen camiler, mescitler, kışlalar ve saraylar inşa ettiler, asırlar boyunca dünyaya her yönüyle mükemmel bir medeniyet sundular. Bu yüzden bu medeniyetlere kısaca ‘Türk – İslâm Medeniyeti’ denilmiştir. İstanbul bu medeniyetin sembol şehri, burada yaşayanlar da, bu medeniyetin sembol insanı olmuştur. Mesela; Süleymaniye Camii, Osmanlı Medeniyetinde hem dinin hem de sanatın en güzel sembollerinden birisidir.

Günümüzde başta ABD olmak üzere bütün dünya bu medeniyete hayranlığını dile getirmekte ve pek çok ilim adamı, vakıf ve araştırma grupları günlük hayatta karşılaştıkları güçlükleri yenmek ve buhranları çözmek için bu medeniyeti incelemektedirler.

İslâm Medeniyetini tafsilatlı bir şekilde öğrenmek isteyenler Corci Zeydan’ın“Medeniyet-i İslam Tarihi” adlı eserine müracaat edebilirler.

Dini ve fenni ilimleri birlikte elde eden bir millet hakiki saadete ve bahtiyarlığa nail olur. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şu ifadelerle en güzel bir şekilde dile getirmiştir:

Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış, iki şecere-i azîme hükmünde… Biri, silsile-i nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmiş ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse; âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler, felsefe silsilesinin etrafına cem’olmuştur.”8

Batı medeniyeti teknik sahada son derece ilerlemesine rağmen insanların huzur ve saadetlerini sağlama konusunda aynı başarıyı göstermemiştir. Çünkü hakiki medeniyetin yayılması hem maddî hem de manevî ilimlerin beraber yürütülmesine bağlıdır. Sadece maddî sahada veya yalnız manevî sahada terakki kafi değildir. Bediüzzaman Hazretleri bu konuda,

“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.”9 buyurmuştur.

Sadece maddî terakkiye ehemmiyet verilip, inanç ve ahlâkta geri kalınırsa o toplum manevî çöküntüye uğrar. İnsanlar her arzu ettiği şeyi işlerler, birbirinin maddî ve manevî hukukuna tecavüz ederler. Bu da, cemiyetin nizam ve intizamını bozar.

Tarihin sayfalarına atf-i nazar eden bir insan, bunun çok misallerini görebilir. Mesela, Epikür adındaki ahlâksızın, Yunan milletini; Mezdek ismindeki bir seciyesizin de İran milletini ne gibi felaketlere götürdüğü aşikaredir.

Medeniyetin ölçüsü insana verdiği değere ve ona götürdüğü hizmete göredir.

Mehmed Kırkıcı

Dipnotlar:

1 Tarihçe-i Hayat, s. 100.
2 Tarihçe-i Hayat, s. 132.
3 Mesnevi-i Nuriye, s. 89.
4 Divan-ı Harb-i Örfi, s. 48.
5 Sözler, s. 633.
6 Sözler, s. 632.
7 Mesnevi-i Nuriye, s. 155-156.
8 Sözler, s. 538.
9 Münazarat, s. 86.

Tasavvuf Nedir? Tarikat Nedir? İslamda Yeri Nedir?

Mutasavvıflar, tasavvufu kendi meşreplerine göre farklı şekillerde tarif etmişlerdir. Onlardan bazıları aşağıda takdim edilmiştir.

        Tasavvuf, farz ve vacibleri hakkıyla edadan sonra nafi­lelerle manevi makamatta kat-ı meratip ile Allah’a yakınlık kesbetmektir.

        Tasavvuf, Kur’an ve sünnetten süzülmüş bir sızıntı ve bir hakikattır. İslam’ın özü ve ruhudur.

        Tasavvuf, kitap ve sünnete tam ittiba ile ahlak-ı İlahîyye ile tahalluk; yani. Kur’an ahlakıyla ahlaklanmak, masivayı terk ederek rıza-i Bârî’yi tahsile müteveccih olmak ve bu âli maka­ma ermek için  süfli hisleri terkederek yüksek ahlaka bürünmek ve Allah’ın iradesine tam teslim olmaktır.

        Tasavvuf, hayatı nefs namına değil Hak hesabına yaşa­mak, özü su gibi duru, kalbi elmas gibi şeffaf ve düşünceleri bulutsuz hava gibi berrak olmaktır.

         Tasavvuf, İslamı derûnî bir şekilde yaşamak, şekilden mânaya geçmektir.• Tasavvuf, şeriata riayetle hakikate vüsuldür.

         İmam-ı Gazalî, tasavvufu; “Kalbi, Hakk’a bağlayıp masiva ile ilgiyi kesmektir,” diye tarif eder.

        Cüneyd-i Bağdadi’ye göre ise tasavvuf; “Hakk’ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle ihyasıdır.”[1]

         Tarikat; Arapça’da “yol” manasına gelmektedir. Tasavvuf da ise; Allah’a yakın olmak ve O’nun rızasını kazanmak maksadıyla takip edilmesi gereken yol demektir.

            Hicrî III. Asırda, Cüneyd-i Bağdadi, Ebû’n-Nasr es-Serrac et-Tusi, tasavvufu, fikri hayata sistemli bir şekilde intikal ettir­mişlerdir. Tarikatların fiilen teşekkülü de böylece tahakkuk etmiştir.

           İslam’daki tasavvufa gelince bunun esas menbaı ve me’hazi Kur’an-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerdir. Evliyâ ve mürşitler Kur’an ve hadisten aldıkları feyz ile İslam tasavvufunu vücuda getirmişler ve bu sahada birçok kitaplar yazmışlardır. Kuşeyri’nin Risale’si, Ebu Nasr’ın el-Lüma’ı Suhreverdi’nin Avarifü’l-Maarifi, İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ı, İmam-ı Gazalî’nin İhyau Ulumi’d-Din’i bunlardan sadece bir kaçıdır.

            İslam tasavvufu, İslamiyet’ten önceki milletlerden intikal etmiş değildir. Bilakis İslam tasavvufunun kaynağını, Kur’an’da zikredilen zühd, takva, zikir, tefekkür ve verâ gibi insanın ruhunu terakki ettiren ve kalbini tasfiye eden güzel haller teşkil etmiştir. Bu temel kaynağı, Hz. Peygamber (sav.)’in ve sahabe-i kiram efendilerimizin hayatları takip eder. İslamdaki tasavvuf, bazılarının zannettiği gibi, şeriâtten ayrı bir şey de değildir.

          Ahmed-i Rufai Hazretleri’nin dediği gibi, “Tasavvuf ayn-ı şeriattır. Şeriat da ayn-ı tasavvuftur. İkisinin arasındaki fark sa­dece lafzîdir. Maddeten ve manen neticesi birdir.”

           Evet, tarikatlardan maksat, esma-i İlahînin zikrine devam ile maneviyat sahasında ruhen tekâmül ve terakki etmek, Şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i seniyyenin ihya ve ibkasına gayret göstermektir. Bu terakki ve tekâmüle vesile ise tarikat pirlerinin himmetleri yani, müritlerini salahat ve takva ile teçhiz etmele­ridir. Hak tarikatlar müteselsilen Hazret-i Peygamber (sav.)’e vâsıl olur. Şimdiye kadar ne kadar evliya ve mürşit gelmişse, terakki ve tekâmüllerinde bir feyiz menbaı olan Peygamber Efendimiz (sav.)’in koyduğu düsturlardan istifade etmişlerdir. Çünkü her türlü hareket ve amellerde en mükemmel rehber ancak odur. (sav.)

          İnsanların ekserisi, ilim tahsil ederek doğrudan doğruya Kur’an ve sünnete muhatap olmaları mümkün olmadığından, böyle kişiler, noksanlarını sünnet-i seniye dairesindeki bir tarikatla ve şeyhe intisap etmekle telafi edebilir, noksanlarını ikmal ederek kemalata vasıl olurlar. Zaten, hakiki bir mürşidin en önemli vazifesi, müridini Kur’an ve sünnet dairesinde yaşatmasıdır. Şu tespit bu manayı mükemmel bir tarzda izah etmektedir;

         “İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Fârûkî (ra.) demiş ki: ‘Ben seyr-i rûhanîde kat-ı merâtib ederken,  tabakat-ı Evliyâ içinde en parlak, en haşmetli, en letâfetli, en emniyetli; Sünnet-i seniyeye ittibaı, esas-ı tarîkat itti­haz edenleri gördüm. Hatta o tabakanın âmî evliyâları, sair tabakatın has velilerinden daha muhteşem görünüyordu.’ Evet, müceddid-i elf-i sâni İmam-ı Rabbanî (ra.), hak söylüyor. Sün­net-i seniyyeyi esas tutan, Habibullah’ın zilli altında makam-ı mahbubiyete mazhardır.”[2]

         Tasavvuf ehlinin bütün hedefi Kur’an ve sünnetin, nefsani arzulara göre değil, ilahî iradeye göre izahı ve yaşanmasıdır. Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmek ve O’na bağlanmak, aslında, İslam’ın tam anlamıyla içinde olmak demektir. Onlar, “Sen de sabah-aksam Rablerinin rızasını isteyerek O’na yalvarmakla beraber sakın (onlarla birlikte bulunmağa candan sabret). Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Kalbine bizi anmayı unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevâ ve hevesine uyan kimseye uyma”[3] emrince, kendilerini Allah’a, şeklen değil, asıllarıyla, yani kalben bağlamanın yüceliğine ermiş bahtiyarlar kafilesidir.

           Bunun içindir ki, Anadolu’ya hâkim olan Selçuklular, birlik ve beraberliğin, huzur ve saadetin, maddi ve manevi terakkinin sadece maddi güçle olmayacağını çok iyi bildiklerinden, Ahmet Yesevi’den milletin irşadı için mürşitler göndermesi hususunda istimdat ederler.  Ahmet Yesevi de binlerce müridini Anadolu’ya gönderir. Fuat Köprülü bu rakamın doksan bin olduğunu ifade etmektedir. Horasan er ve erenleri namı ile şöhret bulmuş olan bu Allah dostları Anadolu’nun dört bir yanına dağılarak insanların irşadına, maddi ve manevi terakkilerine vesile olmuşlardır. Ahi Evran’ın kurduğu ‘Ahi Teşkilatı’ insanların maddi terakkisinde büyük bir hizmet ifa etmiştir.

          Evet, irfan âleminde derin izler bırakan, âlem-i insaniyete şerefler bahşeden, ruhlarda ve  fikirlerde büyük tesirler bırakan Semerkant ariflerinin, Buhara mürşitlerinin ve Belh mutasavvıflarının medreselerinde, tekke ve zaviyelerinde  nice müstesna şahsiyetler yetişmiştir.

        İslam’ın ruhuna uygun olan bu müesseselerin senelerden beri milletimizin imanını, ahlakını ve manevi kemalatını takviye ve terakki ettirdiği tarihi bir hakikattir. İçtimai hayatın huzur ve asayişini temin edecek en büyük esasın Allah korkusu olmasına binaen, ferdî ve içtimaî terbiye ile meşgul olan hak tarikatlar, gönül ve vicdanlar üzerinde bu noktayı esas tutmuşlardır. Ken­dilerine intisap edenleri takva ile teçhiz etmiş ve onları feyizden saadete, saadetten kemalata erdirmişlerdir. Bunun için hak tari­katlar, hem birer fazilet membaı hem de asayişin birer manevi bekçisi olmuşlardır.

          Bediüzzaman Hazretleri ‘Telvihat-ı Tis’a’ adlı eserinde tarikat ve velayet meselesini çok harika bir surette izah etmiştir. Kısa bir bölümünü dikkatinize sunuyorum:

            “Sual: Tarîkat nedir?

        Elcevap: Tarîkatın gaye-i maksadı, mârifet ve inkişaf-ı hakaik-i îmaniye olarak, Mi’raç-ı Ahmedî’nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i îmaniye ve Kur’aniyeye mazhariyet; “tarîkat”, “tasavvuf” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir.

         ÜÇÜNCÜ TELVİH: Velayet, bir hüccet-i risalettir; tarîkat, bir bürhan-ı şeriattır. Çünki risaletin tebliğ ettiği hakaik-i îmaniyeyi, velayet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine kat’î bir hüccettir. Şeriat ders verdiği ahkâmın hakaikini, tarîkat zevkiyle, keşfiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazasıyla o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna ve Hak’tan geldiğine bir bürhan-ı bâhirdir. Evet nasılki velayet ve tarîkat, risalet ve şeriatın hücceti ve delilidir; öyle de İslâmiyetin bir sırr-ı kemali ve medar-ı envarı ve insaniyetin İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyatı ve bir menba-ı tefeyyüzatıdır.

          İşte bu sırr-ı azîmin bu derece ehemmiyetiyle beraber, bazı fırak-ı dâlle onun inkârı tarafına gitmişler. Kendileri mahrum kaldıkları o envardan, başkalarının mahrumiyetine sebeb olmuşlar. En ziyade medar-ı teessüf şudur ki: Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bir kısım zâhirî uleması ve Ehl-i Sünnet ve Cemaate mensub bir kısım ehl-i siyaset gafil insanlar; ehl-i tarîkatın içinde gördükleri bazı sû’-i istimalâtı ve bir kısım hatiatı bahane ederek, o hazine-i uzmayı kapatmak, belki tahrib etmek ve bir nevi âb-ı hayatı dağıtan o kevser menba’ını kurutmak için çalışıyorlar. Halbuki eşyada, kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrebler, meslekler az bulunur. Alâküllihal bazı kusurlar ve sû’-i istimalât olacak. Çünki ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sû’-i istimal ederler. Fakat Cenâb-ı Hak âhirette muhasebe-i a’mal düsturuyla, adalet-i Rabbaniyesini, hasenat ve seyyiatın müvazenesiyle gösteriyor. Yani hasenat racih ve ağır gelse, mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat racih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiatın müvazenesi, kemmiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazı olur, birtek hasene bin seyyiata tereccuh eder, afvettirir. Mâdem adalet-i İlâhiye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür; tarîkat, yani Sünnet-i Seniye dairesinde tarîkatın hasenatı, seyyiatına kat’iyen müreccah olduğuna delil: Ehl-i tarîkat, ehl-i dalaletin hücumu zamanında îmanlarını muhafaza etmesidir. Âdi bir samimî ehl-i tarîkat; sûrî, zâhirî bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarîkat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle îmanını kurtarır. Kebairle fâsık olur, fakat kâfir olmaz; kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedid bir muhabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşayihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya giremez. Tarîkatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zât da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkilleşmiştir.

          Bir şey daha var ki: Daire-i takvadan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreblerin ve tarîkat namını haksız olarak kendine takanların seyyiatıyla, tarîkat mahkûm olamaz. Tarîkatın dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, te’irli ve hararetli vasıta tarîkatlar olduğu gibi; âlem-i küfrün ve siyaset-i Hıristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müdhiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kal’a-i İslâmiyeden bir kal’asıdır. Merkez-i Hilafet olan İstanbul’u beşyüz elli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beşyüz yerde fışkıran envar-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i îmanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük câmilerin arkalarındaki tekyelerde “Allah Allah!” diyenlerin kuvvet-i îmaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cûş u huruşlarıdır. 

        İşte ey akılsız hamiyet-füruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarikatın, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz?”       

        Evet tarihe atf-ı nazar edildiğinde milletin fazileti, ahlakı ve irfanı için gayret gösteren, kalplere hayat bahşeden ve ruhlara nesim-i hidayet estiren bu ilim ve irfan yuvaları vasıtasıyla bu millete insaniyet semasında yıldız gibi parlayan başta aktab-ı Erbaa olan Abdülkadir Geylani,  Ahmed er- Rüfai, Ahmed Bedevi, İbrahim-i Dusuki olmak üzere Şah-ı Nakşibendi gibi kutuplar, gavslar, arifler, evliyalar ve sayısız mürşid-i kâmillerin, Mevlânâ, Yunus Emre ve Ahmet Yesevî gibi ali şahsiyetlerin olduğu  görülecektir. Bu müstesna zatlar,  kalp ve gönül âleminde hakiki mürşitler yetiştirerek İslam dininin kayyumu olmuşlardır. İnsanlara marifetullah ve muhabbetullahın hakiki zevkini tattırmışlardır. Bu hâl yaklaşık bin yıl devam etmiştir. Evet, irfan âleminde derin izler bırakan, âlem-i insaniyete şerefler bahşeden, ruhlarda ve fikirlerde büyük tesirler bırakan Semerkant ariflerinin, Buhara mürşitlerinin ve Belh mutasavvıflarının medreselerinde, tekke ve zaviyelerinde nice müstesna şahsiyetler yetişmiştir.

         Evet, tarihin yaprakları çevrildiğinde, bu necip milletin fazileti, ahlakı ve irfanı için çalışan sayısız mürşid-i kâmiller görülecektir. Tarikat düşmanlı­ğı yapan bazı mihrakların iddia ettiği gibi, tarikatların asli ruhunda bidatler ve hurafeler olsaydı, bu caddede, Bağdat’ta Abdülkadir Geylani, Buhara’da Şah-ı Nakşibendi, Anadolu’da Mevlana, Yunus Emre, Orta Asya’da Ahmet Yesevi, İstanbul’da Akşemsettin gibi münevver zatlar yetişebilir miydi? Tarih bu gibi irşat ve irfan erbabını pek parlak bir surette tasvir ederek yazmaya mecbur kalır mıydı?

        Hakikaten,  ulvi sırların ilhamına mazhar olan, Hasan-ı Basriler, Cüneyd-i Bağdadiler, Bâyezid-i Bistamiler, Ahmed-i Bedevîler, Rabiatü’l-Adaviyyeler ne kadar faziletperver ve necib simaların yetişmesine vesile olmuşlardır. İrfan âleminin bir sul­tanı olan Mevlana Celaleddin’in bu millete yaptığı hizmetleri ifade için ciltlerle kitap yazmak lazımdır. Mevlana Cami Haz­retleri, onun ne kadar feyyaz ve büyük bir mürşit olduğunu ifade sadedinde; “O peygamber değildi, ama kitap sahibiydi.” demiştir.

          İşte bu necip simalar, vaktiyle tesis ettikleri müesseseler, açtıkları tekkeler ile insanları terbiye ederek, sayılamayacak ka­dar hassas ruhlar, fazıl dimağlar ve ateşin kalpler yetiştirmiş­lerdir.

         Tarihe adalet, hürriyet, merhamet, civanmertlik ve yiğitlik gibi yüksek seciyelerle damga vuran, Selçuklular ile Osmanlıların, destanlaşan bir devlet hâline gelmelerinde Ahmet Yesevi, Mevlana, Yunus Emre,  Dursun Fakih, Şeyh Edebali,  Hızır Çelebi,  Molla Gürani, Akşemsettin, Kemal Paşazade ve Zembilli Ali Efendi gibi nice büyük âlimlerin ve manevi sultanların katkısı çok büyüktür. Çünkü bir devleti devlet yapan, onun temelini ve esasını oluşturan ve medeniyetin zirvesine çıkaran,  sadece, askerî ve siyasi gücü değildir.  Onlar, bu gibi ahlak-ı hasenelerden mahrum olan bir milletin asla payidar olamayacağının şuurundaydılar.

         Bunun içindir ki, Anadolu’ya hâkim olan Selçuklular, birlik ve beraberliğin, huzur ve saadetin, maddi ve manevi terakkinin sadece maddi güçle olmayacağını çok iyi bildiklerinden, Ahmet Yesevi’den milletin irşadı için mürşitler göndermesi hususunda istimdat ederler.  Ahmet Yesevi de binlerce müridini Anadolu’ya gönderir. Horasan er ve erenleri namı ile şöhret buluş olan bu Allah dostları Anadolu’nun dört bir yanına dağılarak insanların irşadına, maddi ve manevi terakkilerine vesile olmuşlardır.

          Selçuklulardan nöbeti devralan Osmanlılar da manevi bir kuvvet olan İslamiyet’e sımsıkı sarılmış, din-i İslam’ı akıl ve mantığın mizanıyla tetkik ve tahkik etmiş, İslam dininin bütün beşerin hayır ve saadetine, vahdet ve uhuvvetine vesile olan bir din-i fıtri ve umumi olduğunu yakinen anlamış, vifak ve ittihadı, nezahet ve nezafeti, hürriyet ve adaleti, şefkat ve merhameti, mürüvvet ve ihsanı, maddi ve manevi terakkiyi onda görmüş ve bu sayede nice fütuhat yapmışlardır.

        Osmanlılar bir taraftan sanayi ve ticaret gibi maddi sahada terakki ederken, diğer taraftan da ilim, marifet, fazilet ve maarifte ilerlediler ve bunların zirvesine çıktılar. Azami bir gayretle başta İstanbul olmak üzere birçok şehirde beşer takatinin fevkinde ecnebilerin gözlerini kamaştıran Süleymaniye ve Selimiye gibi haşmetli ve müzeyyen camiler, mescitler, kışlalar ve saraylar inşa edip, asırlar boyunca dünyada eşine rastlanmayan ve her yönüyle mükemmel olan muhteşem bir medeniyet tesis ettiler.  Onlar huzur ve saadetin, birlik ve beraberliğin sadece maddi terakkiyle mümkün olamayacağını çok iyi bildiklerinden, her iki üç köy arasına bir müderris ve onun yanına da bir mürşit yerleştirdiler. O büyük ve müstesna müderrisler medreselerde ders okutarak insanları cehaletten kurtarıp, İslam dinini hakkıyla anlayan ve anlatan binlerce âlim, ilim ve irfan erbabı yetiştirdikleri gibi,  mürşitler de  ilim ve irfanın inkişaf mahalli olan tekke,  zaviye ve hangâhlarda nice insanlara  İslamiyet’in ulviyetini ve kutsiyetini anlatarak onların  nefislerini tezkiye, kalplerini tasfiye ettiler. Onların ruhlarını tenvir ve inkişaf ettirip, akıllarına istikamet vererek sayısız insanların irşadına vesile oldular ve birçok feyyaz mürşit yetiştirdiler. O zamanki fikir erbabı İslam’ın ulviyetine hayran, avam tabakasındaki insanlar ise onun güzelliklerine meftun idiler. Ümerada hak ve adalet, ulemada vera ve takva,  müminlerde de sa’y ve gayret vardı.

        Tarikatlar bütün insanlık karşısında, kendilerine düşen vazifeleri hakkıyla yerine getirmişler, tarifte derin izler bırakarak onun şerefli levhalarında hak ettikleri yüksek mevkii ihraz etmişlerdir. Hak tarikatlar İslam âleminin hemen hemen her tarafında mühim vazifeler yapmışlardır. Bu hizmet ve himmetleri sadece dinî sahada kalmayıp, askerî, içtimai, ahlaki ve kültürel alanları da kuşatmıştır. O hizmetlere bugünün değil o günün şartlarıyla bakmalı, muhakemeyi bu noktadan yürütmeliyiz. Bir zamanlar tarikatlar İslam dininin en büyük şubesiydi. Tarikatların, Anadolu’nun kültür ve medeniyet müesseseleriyle imar edilmiş bir vatan haline gelmesindeki hizmetleri, bilhassa Osmanlı Devleti’nin asırlarca adaletle hüküm sürmesinde payları büyüktür.

          Bir kısım kimselerin tasavvufun İslam dininde olmadığını iddia etmeleri doğru değildir. Tasavvufun İslamî olmadığını söyleyebilmek, her şeyden önce İslam’ın, yani Kur’an ve sün­netin “künhüne” nüfuz edememek ve bunları, vazgeçilmez hayat unsurla­rı olarak kabul edip emanet bir mal gibi görmek demektir.

        Tasavvuf, insanı Kur’an ve sünnetin temel hedefi içinde en iyi, en güzel ve en mü­kemmel şekilde anlamış ve böylece onun, Allah’la, kendi kendisi ve diğer insanlara münasebetini fevkalade yüksek bir seviyeye yükseltmiştir. İlim­lerin medresesiz düşünülemeyişi gibi, tasavvufun da tekkesiz düşünülmesi mümkün değildir. Bu bakımdan dinin yayılışında ve özellikle bizim tari­himiz açısından, Anadolu’nun İslamlaşmasında mutasavvıfların ve tekke­lerin yapmış oldukları o büyük hizmeti hiç kimse görmezlikten gelemez. Sanat, musiki, edebiyat, ahlak, cesaret, doğruluk hususunda en mükemmel ör­nekleri sunan tekke, aynı zamanda; “Halka hizmet, Hakk’a hizmet demek­tir” anlayışını kitlelere  sunmuş ve İslam’ı yaşanan ve yaşayan bir ahlak ve nizamı hâlinde teşahhus ettirmiştir. Bütün müesseselerimiz gibi, tasavvuf ve tekkenin de içinde yaşadığı cemiyetin şartlarından tecrit edilmesi elbette düşünülemezdi. Cemiyetin diğer müesseselerinde görülen duraklama, gerileme ve hatta çöküş, tekkelerde de görülmüş; bir zamanla­rın bu canlı ve şuurlu kuruluşları, cehalet ve ataletin pençesine düşmüş­tür. Bir müessesenin belli bir devresindeki hatalı tatbikata takılarak, onu bütünüyle kötülemeye kalkışmak, ancak cehaletin ve hatta bu muhteşem kuruluştan korkunun bir tezahürü değil de nedir? Aslolan insanın daim Allah’ın huzurunda olduğunun şuuruna ermesidir; bunun pratiğini veren de tasavvuftur, tekkedir, zaviyedir, hangâhlardır.

         Tarikatların,  âlem-i İslam’ın her tarafında hiz­metleri olmuştur. Bilhassa; Hindistan’da, Afrika’da, Anadolu’da ve Orta Asya’da dinî ve millî birliğin muhafazasında mühim rolleri görülmüştür.

         Tarikatların ferdi ve içtimai hayatımızdaki derin izleri asla inkâr edilemez. Tarikatlar, ahlaka, ubudiyete ve İslam kardeşliğine dair son derece mühim hizmetler ifa etmişlerdir. Bu dinî ve ahlaki müessese tâ asr-ı saadete kadar dayanır. O tarihten beri dinî ve millî hayatımız üzerinde fevkalade güzel tesirleri olmuştur. Fertler arasında uhuvvet ve muhabbeti ahenkli bir surette takviye etmişler, milletin terbiye ve tenvirinde, iffet ve ahlakında pek büyük rol oynamışlardır. İslamî hayatın tekâ­mül ve intizamında; Bâyezid-i Bistami, Cüneyd-i Bağdadi, Şah-ı Geylanî, Ahmed-i Bedevi, İmam-ı Rabbani, Şah-ı Nakşibendi, Ahmet Yesevi ve emsali mürşitlerin büyük hisseleri vardır.

         Tarikat,  Müslümanlar arasında ittihad rabıtalarını temin eden en kudsî ve en metin bir bağdır. Zira, bir Medineli ile bir İstan­bullu, bir Buharalı ile bir Bağdatlı arasındaki samimî muhabbet ve daimî uhuvveti hiçbir felsefi cereyan temin edemez. Muhab­bet ve uhuvvetin tesisinde olduğu gibi, İslamiyet’in neşr ve tamiminde de tarikatların büyük payı olmuştur. Bu husus ecne­bilerin bile dikkatini çekmiş ve onları hayrete düşürmüştür.

         Bu konuda, darü’l-fünun müderrislerinden Muhammed Ali Ayni, hülasaten şu satırları naklediyor: “Bidayetten beri din-i mübin-i Ahmediye’nin neşr ve tamiminde, sofiyanın ne büyük hizmetleri geçmiş olduğunu, 19. Asrın en yüksek bir müsteşriki olan Mansignon şöyle ifade ediyor; ‘Din-i İslam’ın, âlem-şûmül bir din olmasında ehl-i tasavvufun hizmeti büyüktür. Şöyleki; Çeştiye, Şattariye, Nakşibendiye dervişleri, Hindistan’a ve Mala Adaları’na giderek ahali arasında İslamiyet’i neşr etmişlerdir.” Bilhassa Abdulkadir Geylani, Ebu’l Hasan-ı Şazelî, Ahmedi Ticani ve Sünusi Hazretleri, Afrika’nın ortasına kadar İslamiyet’i neşr etmişlerdir.

         Mutasavvıflar, İslam Dini’nin bilhassa Anadolu’ya ve Balkanlara yayılmasında, devletlerin kuruluş ve yükselişinde fevkalâde müessir olmuşlardır. Memleketin her yerinde camiler, tekkeler ve zaviyeler açarak, milleti, İslam’ın ziyası altında top­lamışlardır. Müslümanları dış tehlikelere karşı daima uyanık tutarak gazi derviş’leriyle içte ve dışta asayişi muhafaza etmiş­ler, devlet güçlerinin yanında milis kuvvetler tesis ederek vatan, din ve namusun muhafazası için mal ve canlarını feda etmişlerdir. Millî birliğin muhafazasında hatta esnaf ve sanat­kârların teşkilatlandırılmasında, mesailerin tanziminde, içtimaî ve iktisadi sahalarda büyük gayretleri olmuştur. Sulhta mürşit, muharebe zamanında mücahit olmuşlardır.

         Tarikatların, dinî, ahlaki, içtimai ve askerî alanlardaki hizmetlerini bir kenara atmak, insanlık âleminde ve medeniyet alanında yaptığı hizmetleri gizlemek acaba mümkün müdür? Bu günün varlığında dünün payı yok mudur? Elbette ki, zamanlarımızdan uzak olma­ları, gönüllerimizden ırak olmalarına sebep olamaz. Tasavvufun zevkini alan ve onu yaşayanlar her devirde olduğu gibi, zamanı­mızda da mevcuttur. Asırlardan bu yana, ruh ve kalplere sinen bu neşe ve neşve kolay kolay silinemez, perdelenemez, perdelense bile koparılıp atılamaz.

         Bazı çevrelerin, tarikatların değerli hizmetlerini göz ardı ederek, mürşitlik taslayan bazı ehliyetsiz belki de kasıtlı kimselerin birtakım yanlış sözlerini ve hareket­lerini bahane ile, tasavvuf ve tarikat aleyhtarlığına girdiklerine üzülerek şahit oluyoruz. Tarikat aleyhtarlarını iki grupta mütalaa etmek gerektir. Birinci grup; gerçekte maneviyat düşmanı oldukları halde, bu gayelerini saklamakta ve tarikatlar içerisin­de kendilerince tespit ettikleri bazı noksanlıkları ve hataları ba­hane ederek tarikata saldırmakta, maneviyat düşmanlıklarını bu perde altında icra etmektedirler. İkinci grup ise; güya dinin asliyetini muhafaza niyetiyle tarikat düşmanlığı yapmakta ve bilmeden birinci grubun gizli emellerine hizmet etmektedirler. Bu her iki grup içinde de akademik kariyeri olan bazı kişilerin bulunması ilim adına acı bir vakıadır.

       Ben, ifa ede geldiğim hizmetim itibariyle, herhangi bir tari­kata müntesip değilim. Ancak, vicdanımdan gelen bir hamiyet ile bu hak tarikatlara gelen itham ve itirazlara cevap vermeyi dinî bir vecibe ve vicdani bir vazife telakki ettim.

       Evet, temeli güzel ahlaka bina edilen, fazilet ve istikameti, insaf ve merhameti imanın kemâlinden sayan, ferdin tekâmül ve saadetine, cemiyetin ahenk ve intizamının muhafazasına hizmet eden,  beşeriyetin muhabbet ve uhuvvetini temin eden bu müesseseler, tarikata intisab ettiği iddiasında bulunan bazı ehliyetsiz şahısların hatalarıyla ve kusurlarıyla lekedar olamaz ve mahkûm edilemez.    

       Bu gibi insanların kusurlarını nazara alarak, tarikatları mahkûm etmeği akıl da, vicdan da reddeder. Bu yanlış hareketler araştırılırsa hak tarikatlar ile hiç bir münasebetlerinin olmadığı açıkça görülür. Bu yanlışlıkların, bu bidatların sebepleri, tarikatların aslında değil; tarikata birtakım dünyevi maksatlar için giren ve şeyh libasına bürünen, ilim ve faziletten habersiz bir kısım ehliyetsiz veya kasıtlı kişilerin hareketlerinde aranmalıdır. Böylelerin hataları ile ‘Hak için hareket’ eden dervişleri, dimağı ilim ve irfan ile tenevvür etmiş hakiki mürşitleri, faziletli âlimleri, kalbi envar ile dolu şeyhleri ittiham etmek hakikat ve insaf ile asla bağdaştırılamaz.

       Ehliyetsiz bazı tabiplerin hataları yüzünden, tıp ilmine cephe almak insaf ve mantıktan ne kadar uzak ise; ilim ve irfandan habersiz birtakım kimselerin sözlerini ve davranışlarını bahane ederek tarikatlar hakkında yanlış hükümler vermek de o kadar büyük bir hatadır.

       Ehl-i tarik olanlar,  sefahatin, cehaletin meydan aldığı ve etrafı kasıp kavurduğu bir ortamda, dalalet ve bidatlerin revaç bulduğu bir zamanda, fazilet ve irfanın kapılarını kapatan, parlak zekâların,  ulvi istidatların, inkişafına mani olarak bu milletin selamet ve saadetine sed çeken cehalet, sefahat ve ihtilafla cihad etmelidirler ve etmektedirler. Bunun yolu, dimağları düşünmekten, fikirleri ilimden men eden, akıl ve muhakemeyi tazyik altına alan sefahat ve rezaletle şuurlu ve sistemli bir şekilde mücadele etmektir. Her adımda dalalete biraz daha saplanan, kıvrandıkça inkıraz ve hüsrana daha fazla gömülen neslimizin elinden ancak böylece tutulabilir.

       Yine bu kimseler, namus şakilerinin ve din düşmanlarının yılan dişli kalemleriyle milletimizin şeref ve haysiyetlerini soymalarına karşı, elmas kılıç hükmündeki kalem ve fikirleri ile cihad yapmalıdırlar.

 Mehmed Kırkıncı

mehmedkirkinci.com


[1] Kuşeyrî, Risalesi, Terc. Uludağ Süleyman, İstanbul, 1978, s.392

[2] Nursî, B. S Lem’alar

[3] Kehf Suresi 18/28

Bediüzzaman Devlete Hiçbir Zaman Zarar Vermedi!

Mehmet Kırkıncı Hocaefendi, son günlerdeki tartışmalar üzerine “müsbet hareket” çağrısında bulundu.

Devlete itaat etme üzerinde duran Kırkıncı Hocaefendi, Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinden örnek verdi.

Kırkıncı Hocaefendi, “Maruz kaldığı o kadar zulüm ve işkencelere rağmen, Bediüzzaman hiçbir zaman devlete zarar verecek en ufak bir harekette bulunmamış, menfi hareket düşüncesinde olanlara da her zaman karşı çıkmıştır” dedi.

İşte Mehmet Kırkıncı Hocaefendi’nin açıklaması:

MUHABBET FEDAİLERİ

Son zamanlarda, bazı dış mihrakların milletimizin birlik ve beraberliğini bozmak ve milletimizin bir kesimini devletle karşı karşıya getirmek gibi dehşetli bir plan kurduklarına ve bunu kademeli olarak uygulamaya koyduklarına  şahit oluyoruz.

Milletimizi birbirine düşman etmek ve ülkemizi yıllarca geri götürmek emeliyle hazırlanan bu oyuna gelinmemesi için “ittihat, asayişi muhafaza ve devlete itaat” konularında bazı hakikatleri  hatırlamamız bir zaruret haline gelmiştir.

Konuya Üstad Bediüzaman Hazretlerinin şu cümlesi ile başlamak istiyorum:
“Bizler muhabbet fedaileriyiz husumete vaktimiz yoktur.”[1]

“Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad gittiği vakit, mânevî, hayat da gider.”[2]  buyuran Bediüzzaman Hazretleri, hayatı boyunca daima âlem-i İslâm’ın ittihadına, milletin  birlik ve beraberliğinin muhafazasına çalışmış, her zaman asayiş ve huzurdan yana olmuş, talebelerini; “Asayişin manevî bekçileri” olarak tavsif etmiş, onlara her zaman sabrı ve müspet hareketi tavsiye etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri’nin vefatından kısa bir zaman önce umum Nur Talebelerine vermiş olduğu,  kendisinin de  hayatı boyunca titizlikle tatbik ettiği en son dersi  ‘Müspet Hareket.’ olmuştur. Üstad, bu dersiyle Nur Talebeleri’nin her türlü menfi cereyanlardan şiddetle kaçınmalarını tavsiye etmiştir.  

Üstad Hazretleri  bir vasiyetname mahiyetinde olan bu en son  dersinde şöyle buyurmaktadır:
Bizim vazifemiz müsbet harekettir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı ilâhiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır. Vazife-i ilahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde; her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz…          

 …Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir.

…Harici tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk-cocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dahildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî ihlâs sırrı ile hareket etmektir. Hariç’teki ci-had başka, dahilde cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakiki talebeleri Cenâb-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda, dahil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki fark pek azimdir.          

 … Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Asayişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz.

… Hem dahildeki cihad-ı manevî; manevî tahribata karşı çalışmaktır ki, maddî değil manevî hizmetler lâzımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok!…”

Bediüzzaman Hazretleri hem küfür ve dalalete, hem de her türlü bozgunculuğa, anarşiye ve bölücülüğe karşı ilmî ve fikrî bir mücadele vermiş, iman ve Kur’an hizmetini her şeyin fevkinde görmüş, davası uğrunda yirmi sekiz sene hapis yatmış, defalarca zehirlenmiş, bütün bunlara rağmen  “Saçlarım kadar başlarım olsa, hergün birini kesseniz hakaik-i Kur’aniyeye feda olan bu baş, zınkıya boyun eğmeyecek” diyerek davasındaki kararlılığını ortaya koymuştur. Bununla beraber, talebelerini, devlete ve hükümete karşı fiilî mücadeleden şiddetle men etmiş, hakkını daima kanuni yollardan müdafaa yoluna gitmiştir. Nitekim âdil hâkimler her seferinde onun ve talebelerinin masumiyetlerini tescil etmişler, hizmetinin devlete ve millete hiçbir zararının olmadığını, bilakis asayişin teminine büyük faydası dokunduğunu kaziyye-i muhkeme hâlinde tespit etmişlerdir.

Bilindiği gibi, devlet bir şahs-ı manevidir. Şüphesiz en kötü bir devlet, devletsizlikten binler kat daha iyidir. Devleti olmayan ve başka devletlerin esareti altında inleyen milletlerin perişan ve sefil halleri herkesin malumudur.

Vatanı olmayanın evi, barkı ve mülkü olmaz, namusu tarumar olur. Millet ile vatan, ruh ve ceset gibidir. Devletsiz, vatansız bir millet yetim; milletsiz vatan da harabe bir ev gibidir. İnsanın en esaslı vazifelerinden birisi de vatanını sevip sevdirmesi ve ona gereken hizmeti yapmasıdır. Çünkü devlet ve vatan, Cenab-ı Hakk’ın bizlere ihsan ettiği büyük nimetlerdir. 

Vatanı sevmenin sayısız sebepleri vardır. O, bizim şefkatli ve sevgili validemiz, bizler onun kıymetini bilen ve ona can feda eden hürmetkâr evlatlarıyız. Din, can, mal, namus ve evlat vatan ile muhafaza olunur. Kendi menfaatlerini vatanın ve milletin menfaatine tercih eden bir kimse vatan ve milletine ihanet etmiş olur.
Vatan; tahassungâhımızdır, evimizdir ve ibadethanemizdir. Bu dünyanın nimetlerini o hanede kazandığımız gibi, cenneti ve ebedî saadetimizi de yine orada kazanacağız. Vatan cennetin bir salonudur. Bunun içindir ki,  “Vatan sevgisi imandandır.” denilmiştir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vatanını pek ziyade severdi. Düşmanları kendisini Mekke-i Mükerreme’den çıkarttıkları gün; “Ne yapayım? Ben seni çok seviyorum, ama düşmanlarım beni senden çıkarttılar.” diye teessürünü ifade etmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yanında vatandan bahsedildiğinde mübarek gözleri yaşla dolardı.

Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi: “…Memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir.”[3] Bu hane içinde büyümüş, ilim ve irfandan nasibini almış vatanperver, şuurlu bir insanın hayatı boyunca bu nimete karşı şükretmesi dinî ve vicdanî bir borçtur. Bediüzzaman Hazretlerinin buyurduğu gibi: “Madem ben de bu vatanın bir evlâdıyım, bu vatanın saadetine hizmet etmek benim için farzdır.”[4]

Topraklarımızın her karışı binlerce şehidin kanıyla yoğrulmuştur. “Bastığımız yerleri toprak diyerek geçmememiz, altında binlerce kefensiz yatanı düşünmemiz gerekir.”  Evet, vatan muhabbeti ve onu muhafaza gayreti olmasa, memleketler harap olur, viraneye inkılap eder. Milleti ise esarete mahkûm olur. Vatanlarını muhafaza edemeyen milletler tarihten silinmişlerdir.

Hamiyetperver her bir insan, vatanına, milletine, devletine faydalı bir fert olmak için gayret etmekten büyük bir zevk alır. Vatan ve milletini ve onun ihtiva ettiği ulvi değerleri, kara sevdalı bir âşık gibi sevmeyen bir insan veya bir millet izmihlale mahkûm olur.

Bir insanın ailesine karşı fedakârlığı bir ise, devletine ve milletine karşı bin olmalıdır. Evet, “…Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir.”[5]

Büyük bir âlicenaplık ve fedakârlık yaparak bize meziyetli bir tarih ve eşsiz bir miras bırakan necip ecdadımızı tazim etmek ve onlara layık bir nesil olmak vicdanî borçlarımızdan biridir.

Asırlarca cihana medeniyette örnek olan, cesur, dirayetli, metanetli ve adaletli bir milletin gençlerini cehalet, cebanet, sefahet gibi ahlak-ı rezileden muhafaza etmek, onları millî ve manevi değerlerine bağlı, vatanperver, âlicenap, şecaatli ve edepli olarak yetiştirmek elzemdir.

Dinimizde vatana hıyanet etmek, devlete karşı ayaklanmak ve fitne çıkarmak kesinlikle yasaktır. Bir ayette  mealen şöyle buyurmaktadır: “Fitne  katilden daha şiddetlidir.”[6] 

Başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet onlardan biri, hâlâ (Allah’ın hükmüne boyun eğmeyip) ötekine saldırırsa, Allah’ın emrine  dönünceye kadar (bu) saldıran tarafla savaşın. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse artık  aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever.”[7]

Bu ayette geçen “baği” kelimesi, anarşi çıkarmak, isyan etmek ve haddi tecavüz anlamlarına gelmektedir. Ancak, devlet yöneticilerinden farklı düşündüğü hâlde isyana teşebbüs etmeyen kimseye dokunulmaz. Çünkü “İtaat etmemek başkadır, isyan etmek daha  başkadır.”

Başta Peygamber Efendimiz (s.a.v.) olmak üzere, bütün ehl-i sünnet âlimleri, devlete itaat edilmesi üzerinde ısrarla durmuş ve isyanı kesin olarak yasaklamışlardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) adaletle hükmetmeyen devlet reislerine dahi isyan etmeyi yasaklamıştır.

Devlet idarecilerine itaatin ehemmiyeti mükerreren teyit edilmiş, milletin birlik ve beraberliğini bozacak her türlü faaliyet İslam dininde men edilmiştir. Vatanın ve milletin muhafazası, namus ve iffetin hıfzı, mal ve canın emniyeti hep devletin varlığı ve devamı ile kaim olduğu için, Hz. Peygamber (s.a.v.) itaatin ehemmiyeti üzerinde ısrarla durmuş, Müslümanları her türlü isyan ve bozgunculuktan, nifak ve şikaktan şiddetle men etmiştir. İtaatteki hikmet ve maslahatı kavramayan nice milletler, Cenab-ı Hakk’ın en büyük ihsanlarından biri olan “devlet” nimetini ellerinden kaçırmışlar; birlik ve bütünlüklerini, istiklaliyetlerini muhafaza edememişlerdir. Tarih bunun acı misalleriyle doludur.

Bunun içindir ki, Müslümanların birlik ve beraberliği yolunda, vatanın ve milletin bekası uğrunda feda-yı can eden, ittihad-ı İslam’ın öncüsü ve sevdalısı olan Yavuz Sultan Selim Han şöyle der:

İhtilâf ü tefrika endişesi,
Kûşe-i kabrimde hattâ bikarar eyler beni;
İttihatken savlet-i a’dayı def’e çaremiz,
İttihad etmezse millet, dağıdar eyler beni...”[8]

Bugün bütün âlem-i İslam’ın kalbini derinden yaralayan ve vicdanlarını sızlatan Filistin, Suriye ve Mısır’da yaşanan elim hadiseler hep ihtilaf ve tefrikanın neticesidir.

Peygamber Efendimiz (sav) müminlerin huzur ve sükûnuna, birlik ve beraberliğine büyük ehemmiyet vermiş, umumi asayişin devam etmesi için, devlet reislerinden gelebilecek zulüm ve baskılara karşı ümmetinin isyan etmeyip, tahammül göstermelerini tavsiye etmiştir. Hz. Huzeyfe’den nakledilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Benden sonra benim doğru yolumdan gitmeyen ve benim sünnetimle amel etmeyen hükümdarlar olacaktır.” buyurdular.

Bunun üzerine sahabeden biri: “Ben buna yetişirsem ne yapayım, ya Resulallah?” diye sordu.
Allah Resulü (s.a.v.): “Dinler ve itaat edersin. Sırtın dövülse ve malın alınsa bile dinle ve itaat et”, diye buyurdular.”[9]

Resulullah Efendimizin (s.a.v.)  ümmetine, devleti idare edenlerden gelecek haksızlık ve zararlara sabırla mukabele tavsiyesi, onları zulme boyun eğmeye davet değil; bilakis isyan yoluyla, devlet ve milletin bütünlüğünü zedeleyecek daha büyük zulüm ve zararlardan kaçındırmak hikmetine mebnidir.

Malumdur ki, Kur’an-ı Azimüşşan, değil zulüm yapmayı, zulme edna bir meyil ve rıza göstermeyi bile şiddetle yasaklamıştır. Bu bakımdan, Peygamber Efendimizin (s.a.v.),  zalim idarecilere itaat emrini, zulme razı olmak değil, zulmün büyümesine mani olmak şeklinde anlamak lazımdır. Bu emir, zulmün def’ine çalışmamak şeklinde de telakki edilmemelidir.  Zira, zulmü giderecek çeşitli fırsatlar ve uygun yollar itaat içinde de bulunabilir. Ancak bütün çabalara rağmen, meşru bir çare bulunmazsa cüz’i ve şahsi hukukunu umumun selametine, ammenin menfaatine feda etmek idrak sahibi her Müslüman’dan beklenen olgun bir davranıştır. 

İbn-i Abbas’dan (ra.) rivayet edilen başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulur: “Bir kimse herhangi bir  emirin yapmış olduğu zararlı bir şeyi görürse sabretsin (isyan etmesin). Çünkü her kim devlet başkanından (itaatten) bir arşın ayrılırsa cahiliyet ölümü ile ölür.”

Hadis Profesörü Kâmil Miras bu hadisi şöyle açıklamaktadır: “Vahiy ile müeyyet olan Peygamberimiz (s.a.v.) amme velayetini taşıyan bir kısım amirlerin gayr-i meşru hareketlerde bulunacaklarını nübüvvet nuruyla görüyor ve biliyordu. Bu vaziyet karşısında Müslümanlara sabır ve sükûn ile hareket etmelerini ve bozgunculuktan kaçınmalarını vasiyet ediyordu.”

Diğer  bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulur: “Sizden her kim bir münkeri (kötülük) görürse onu eliyle düzeltsin. Eğer ona muktedir olamazsa diliyle, diliyle de yapamazsa ona kalbiyle (buğz etsin); bu da imanın en zayıf derecesidir.”

Bu hadis-i şerif Feteva-i Hindiye’de şöyle izah edilmiştir: Bir kötülüğü kuvvet kullanarak defetmek devletin vazifesidir. Zira kuvvet kullanmak salahiyeti ferdin değil, devletindir.  Dil ile düzeltmek, yani tebliğ vazifesini yapıp insanları irşat etmek âlimlerin vazifesi, kalben buğz etmek  de avam-ı nasın görevidir.

İslâm dini, sultana, devlet reisine ve idarecilere itaati emretmekle beraber, bu itaati mutlak da bırakmamıştır. İtaat ancak “Allah’ın emirlerine isyanı gerektirmeyen konularda” söz konusudur. Bu hususta pek çok hadis-i şerif vardır. Bunlardan bazılarını takdim edelim:

Übade bin Sâmit, Resulüllah’ın (s.a.v.) kendilerini davet ederek şu manada biat aldığını haber vermektedir: “Emirlerinize (idarecilerinize, kumandanlarınıza) hem neş’eli, hem de kederli zamanlarınızda, hatta emirleriniz kendi nefislerini sizin nefisleriniz üzerine tercih etseler dahi onları dinleyecek ve itaat edeceksiniz. Ancak emirlerinizin açık bir küfrünü görmeniz ve onların küfrü hakkında yanlarınızda Allah’ın kitabında kuvvetli delil olması hâlinde, onları dinlemeyeceksiniz”[10]

Nevevî bu hadisi şerh ederken şöyle der:“Yöneticilerle yönetim işleri hususunda münakaşa etmeyiniz. Ve onlara o konuda itiraz etmeyiniz. Ancak onlardan sarih küfür ve kesin bir münker görürseniz bunu inkâr ediniz. Yâni, kabul etmeyiniz ve hakkı, münasip bir dil ile söyleyiniz. Fasık ve zalim olsalar bile, onlara karşı ayaklanmak ve onlarla savaşmak tüm ulemanın icmaı ile haramdır.”

Evet münkeri işleyen bir idareciye hakkı söylemek bir vazife olduğu gibi; onlara karşı ayaklanmamak da vatan ve millet namına en mühim bir vazifedir. Zira böyle bir isyan hareketinden ancak iç ve dış düşmanlar fayda görecekler, birçok masumların kanı dökülecektir.

Devletin Nizam ve İntizamı İtaate Bağlıdır

Mazide yaşanan elim hadiseler, istikbale ışık tutan parlak bir aynadır. Tarihte cereyan eden olaylardan milletlerin alacakları pek çok ibretli dersler vardır. Yarınlara hazırlanırken, geçmiş tecrübelerden mutlaka yararlanmak, geçmişte düşülen hataları yapmamaya çalışmak elzemdir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyurmaktadır: “De ki, yeryüzünde bir gezin de bakın, bundan öncekilerin sonu nasıl olmuş!…..”[11]

Cenab-ı Hak bu gibi ayetlerle geçmiş kavimlerin başına gelen elim hadiselerden ve tarihî olaylardan ders almamızı emretmektedir. Vatanperver her insan geçmişte yaşanan üzücü hadiselerden ders almalı, onları hiçbir zaman hatırından çıkarmamalı, Müslümanların birlik ve beraberliğine zarar verecek her türlü tutum ve davranışlardan hassasiyetle  kaçınmalıdır.

Evet, dünyanın nizam ve intizamı itaate bağlıdır. Zira itaat,  nizam ve intizamın temelidir; feyiz ve bereketin, huzur ve sükûnun, birlik ve beraberliğin esasıdır.

Tarihe ibretle göz gezdirdiğimiz zaman, ecdadımızın birlik ve beraberlik içinde olduğu dönemlerde dünyanın en güçlü devletine sahip olduklarını, insanlığa ilim, medeniyet, fazilet dersi öğrettiklerini  görürüz. Dâhilî kargaşa ve fitnelerin çıktığı, devlete isyan ve tuğyanların başladığı zamanlarda ise ülkenin kan gölüne döndüğünü, düşman istilasına maruz kaldığını, istiklaliyet ve hürriyetini kaybettiğini esefle müşahede ederiz.

Acaba ne oldu da bir taraftan Viyana’ya, diğer taraftan Mısır ve Şam’a, diğer yandan Umman Denizi’ne, beri taraftan Hind’e kadar uzanan bu muhteşem saltanat yıkılmaktan kurtulamadı. Evet bunun sebebi ve kökü pek derindir. Cehalet, sefahat ve tefrika gibi içimizi kemiren, kanımızı cevelandan, dimağımızı hareketten alıkoyan ruhi ve manevi hastalıklardır. Bu tür hastalıklara duçar olan fert ve cemiyetlerin kendilerini toparlaması çok müşküldür. Bunlardan kurtulmanın yegâne çaresi İslam’ın ulvi hakikatlerini hayatımıza tatbik etmek, Müslümanlar arasındaki uhuvvet, muhabbet, samimiyet, birlik ve beraberliğin te’minini esas almak, tefrikayı netice verecek fitne ve fesadın, nifak ve şikakın kapısını kapamaktır.

***

Bütün müçtehitler, mücedditler ve diğer İslam âlimleri itaat etmemekle isyan etmeyi birbirinden tamamen ayrı mütalaa etmişler, Allah’ın emrine muhalif durumlarda hiç kimseye itaat etmemişlerdir. Bununla beraber katiyen isyana teşebbüs yahut teşvik de etmemişlerdir. Bilakis müminleri isyandan menetmek hususunda gayret ve himmetlerini esirgememiş ve bu vadide bütün Müslümanlara, hâlleriyle örnek olmuşlardır. İslam tarihi bunun misalleriyle doludur. Biz bunlardan sadece birkaç numune  nakledeceğiz.            

Mesela, İmam-ı Azam Hazretleri hem Emeviler hem de Abbasiler zamanında halifelerin kadılık tekliflerini reddetti. Bu reddin sebebi, onların zulümlerine destek olmakla Allah’a asi olma endişesiydi. Bu endişe için hayatı pahasına onların tekliflerini kabul etmedi. Ve Mansur zamanında zulmen atıldığı hapishanede şehit oldu. Kendisine yapılan bütün baskı ve işkencelere karşı hiçbir zaman Müslümanları devlete isyana teşvik etmedi, aksine onları teskin için büyük gayret gösterdi. Hâlbuki İmam-ı Azam dilese, bütün Müslümanları bir anda ayaklandırabilirdi Fakat o, bir masumun dahi olsa, kanının dökülmemesi için, bu işkencelere sabır ile katlandı.   

Bu mevzuda diğer bir ibret levhası da İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri’nin zamanın halifesi Mu’tasım Billah’a karşı davranışıdır. Halife, Ehl-i Sünnet itikadına muhalif olan Mutezile mezhebine mensuptu. Bu sapık mezhebin mensupları Kur’an’ın mahlûk olduğuna inanırlardı. Halife, İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri’ni Kur’an’ın mahlûk olduğuna inanmaya ve bu hususta fetva vermeye zorlamış, lakin o büyük imam, Halife’nin bu sözüne itaat etmeyerek teklifini reddetmişti. Sonunda kendisine vurulan sopalar neticesinde zulmen şehit edilmiştir. O zaman onunla birlikte ehl-i sünnete mensup birçok âlim de şehit edilmiştir. Bununla beraber ne İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri, ne de ona tâbi olan âlimler, halkın üzerindeki büyük nüfuzlarına rağmen onları isyana teşvik edici hiçbir beyanda bulunmamışlardır.

Hem mesela, ehl-i sünnet itikadının düşmanlarından olan Ekber Şah, İmam-ı Rabbani gibi bir müceddidi, senelerce hapsettirdiği hâlde, o büyük insan,  Ekber Şaha karşı ayaklanma hazırlığı yapan oğlu Selim Şah’ın yardım talebini  reddetmiş ve onu babasına karşı isyan etmekten vaz geçirmiştir.

Bu konuda çok önemli bir örnek de Bediüzzaman hazretleridir. Senelerce akıl almaz zulüm ve işkencelere maruz kaldığı hâlde, daima müspet hareket metodunu uygulayıp, bedduayı bile menfi hareket sayan, hatta kendisine hapishanelerde yer hazırlayıp zulmedenlere bile hakkını helal eden ve talebelerine de sabrı ve müspet hareketi tavsiye eden asrın büyük müceddidi Bediüzzaman Hazretleri devlete itaat etmenin ehemmiyetini şu ifadesiyle ortaya koyar: “Beni tevkif için gelen jandarmaya kemal-i itaatle ellerimi uzatır,  önlerine düşer giderim.

Maruz kaldığı o kadar zulüm ve işkencelere rağmen, Bediüzzaman hiçbir zaman devlete zarar verecek en ufak bir harekette bulunmamış, menfi hareket düşüncesinde olanlara da her zaman karşı çıkmıştır.

Bediüzzaman Hazretleri  1910 yılında Osmanlı Devleti’ne  isyan etmek isteyen bazı aşiret reislerine hitaben şöyle diyordu:

“Altı yüz seneden beri tevhid bayrağını umum âleme karşı yücelten ve millî âdetlerini terk ederek ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve ma’rifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhâsıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber bir iyi insan oluruz. Dik başlılık etmeyeceğiz ve kendi başına hareket yapmayacağız. Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlat böyle olur, itaatimizle göstereceğiz. İttifakta kuvvet var, ittihâdda hayat var, uhuvvette saadet var, hükümete itaatte selâmet var. İttihâdın sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir.”[12]

Bediüzzaman Hazretleri 31 Mart hadisesinde (1909) de devlete isyan eden askerlere karşı yaptığı konuşmada huzur ve saadetin, birlik ve beraberliğin ancak itaat ile olabileceğini şöyle ifade etmişlerdir:

“Şeriatla, Kur’ânla, hadisle, hikmetle, tecrübeyle sâbittir ki: Sağlam, dindar, hakperest ulûlemre itaat farzdır. Sizin ulûlemriniz, üstadınız; zabitlerinizdir. Nasıl ki mahir mühendis, hâzık tabib; bir cihette günahkâr olsalar, tıp ve hendeselerine zarar vermez. Kezalik, münevver-ül-efkâr ve fenn-i harbe âşina, mektepli, hamiyetli, mü’min zabitlerinizin bir cüz’î nâmeşrû hareketi için itaatinize hâlel vermekle, Osmanlılara, İslamlara zulmetmeyiniz! Zira itaatsizlik, yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına bir nevi tecavüz demektir. Bilirsiniz ki; bu zamanda bayrak-ı tevhid-i İlâhî, sizin yed-i şecaatinizdedir. O yedin kuvveti de, itaat ve intizamdır.”[13]

Bediüzzaman Hazretleri bu harika konuşmasıyla sekiz tabur askeri isyandan vazgeçirip, itaate getirmiştir.
1925 yılında devlete karşı ayaklanan Şeyh Said, Van’daki Erek Dağı’nda bulunan Bediüzzaman Hazretlerine bir mektup yazar ve Kör Hüseyin Paşa ile gönderir. Mektubunda; “Efendim! Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir. Bu hareketimize iştirak buyurur, yardım ederseniz galip oluruz.” diyen Şeyh Said’e, Bediüzzaman Hazretleri şu cevabî mektubu yazmıştır.

“Türk milleti asırlardan beri İslamiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız, onlarla kardaşız. Kardaşı kardaşla çarptıramayız. Bu şer’an caiz değildir. Kılıç harici düşmana çekilir. Dahilde kılıç çekilmez. Bu zamanda yegâne kurtuluş çaremiz Kur’an,  iman hakikatleriyle, tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehli izale etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Zira akim kalır. Birkaç canî yüzünden binlerce masum kadın ve erkekler telef olur.”

Kör Hüseyin Paşa, birkaç gün sonra tekrar Bediüzzaman Hazretleri’nin yanına gelmiş; “Üstadım bu bir fırsattır. Bu fırsatı kaçırmayalım.”demiş,  Üstad Hazretleri, ihtilalin zararlarını ve devlete isyan etmenin büyük mesuliyet  olduğunu uzunca anlatmış ve onu da devlete karşı güç kullanmaktan ve ihtilalden vazgeçirmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri Şeyh Said’in hareketinin yanlış olduğunu ifade edip, birlikte hareket edelim teklifini reddettiği gibi, Doğu’daki aşiret reislerini Van’daki Nurşin Camii’nde toplamış, onlara meseleyi anlatmış ve onların da hadiseye karışmasına mani olmuştur. Daha sonra onlar; “Bizi ihtilale karışmaktan alıkoyan Bediüzzaman Hazretleri oldu. Allah ondan razı olsun.”  diyerek onu her zaman hayırla yâd etmişlerdir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin irşat metodu, hadiseler karşısındaki tutum ve davranışları geçmiş asırlardaki kutupların, gavsların, mürşit ve mücedditlerin görüş ve davranışlarıyla aynıdır.  Üstad Bediüzzaman kendisine zulmedenlere afv ile mukabele etti. O, yalnız Allah’ın rızasına talip oldu.  Allah için yaşadı, Allah için sevdi, Allah için buğz etti ve Allah için manevi cihad etti, kendine zulmedenleri bile affetti.

“Benim ve Risale-i Nur’un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibarıyla; bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele edemiyorum. Hatta en şiddetli bir garaz ile bana zulmeden bazı fasık belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim hâlde, değil maddi belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat menediyor. Çünkü o zalim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere veya evladı gibi masumlara maddi zarar gelmemek için, o dört-beş masumların hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum. Bazan da hakkımı helal ediyorum. İşte bu sırr-ı şefkat içindir ki; idare ve asayişe kat’iyyen ilişmediğim gibi, bütün arkadaşlarıma o derece tavsiye etmişim ki, üç vilayetin insaflı zabıtalarının bir kısmı itiraf etmişler ki: “Bu Nur şakirtleri manevi bir zabıtadır; idare ve asayişi muhafaza ediyorlar.” [14]

İtaat konusunda Elmalılı Hamdi Efendi’nin Görüşü

Hem ilimde, hem de fikirde misli az bulunan ve bu asrın bütün âlimlerinin itimadına mazhar olan büyük müfessir Elmalılı Hamdi Efendi itaat ve isyan mevzuunu şöyle beyan etmektedir: “Müminlerden olmayan ululemirlere itaat dinen vacip kılınmamıştır. Bu hususta itaat değil,  varsa bir ahde riayet mevzubahis olacaktır. Fakat taatin vacip olmayışından isyanın vacip olması gerekmediğinden, itaat mecburiyetinin bulunmamakla isyan mecburiyetinde bulunmak arasında fark vardır. Hakk-ı isyan başka, vazife-i isyan yine başkadır. Binaenaleyh buradan gayr-i mümin bir muhitte bulunan müminlerin şuna buna karşı isyankâr bir ihtilalci vaziyetinde telakki edilmemeleri, belki müminlerin her nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah’a ve Resulüne karşı masiyetten içtinap ve aynı zamanda kendilerinden olan ululemre itaat etmeleri ve tağutlara boyun eğmemeleri lüzumunu anlamak lazım gelir.”

Bu ifadelerden anlaşıldığına göre, gayr-ı müslim muhitte yaşayan Müslümanların kendilerinden olmayan ululemre itaatleri vacip değildir. Ancak müminlerin o devlete verdikleri ahde uymaları söz konusudur. Bununla beraber onlara itaatin vacip olmayışını, isyanın vacip olması lazım geldiği şeklinde anlamamak icap eder. Onların Allah’a isyanı gerektiren emirlerine uymamak o müminlerin hakkıdır. Lakin isyankâr bir ihtilalci olmakla da vazifeli değillerdir. Müslümanlar her nerede bulunurlarsa bulunsunlar Allah’a ve Resulüne karşı masiyetten (günahlardan) kaçınmakla, kendilerinden olan ululemre itaat etmekle ve Allah’a isyana zorlandıkları takdirde boyun eğmemekle mükelleftirler.

Görüldüğü gibi, Hamdi Efendi de itaat etmemekle isyan etmeyi birbirinden ayrı tutmuş, gayrımüslimlerin idaresi altında yaşayan Müslümanların bile devlete isyan etmelerinin vacip olmadığını beyan etmiştir.

DİPNOTLAR:
[1] Nursî, B.S Tarihçe-i Hayat
[2] Nursî, B. S Barla Lahikası
[3] Nursî, B.S Şualar
[4] Nursî, B.S Emirdağ Lahikası
[5] Nursî, B.S Hutbe-i Şamiye
[6]  Bakara Suresi, 2/19
[7]  Hucurat Suresi 49/9
[8]  Nursi, B.S. Tarihçe-i Hayat.
[9]  Tac Tercümesi, 3. cilt sayfa, 44-45
[10] Müslim
[11]   Rum Suresi 30/42
[12]  Nursî B.S, Asar-ı Bediiye
[13]  Nursî, B.S. Tarihçe-i Hayat
[14] Nursî, B.S Şualar (14. Şua)

www.mehmedkirkinci.com

Kırkıncı Hoca’dan Kamuoyuna Önemli Duyuru!

KAMUOYUNA DUYURULUR

28.12.2013 tarihinde sosyal medyada şahsımla hiçbir ilişkisi bulunmayan bir twitter hesabından (@mehmetkirkinci) gündemdeki konularla ilgili olarak fitneye vesile olabilecek beyanlarda bulunulmuştur. Bu beyanlar içerisinde hiçbir şekilde İslam itikadı ve uhuvveti ile bağdaşmayacak ifadeler bulunmaktadır. Bahse konu twitter hesabıyla ilgili gerekli kanuni işlemler başlatılmıştır.

Nur talebelerinin mevcut meselelere ve siyasete bakış açısı üstadımızın aşağıdaki ifadelerinde yer almaktadır:

“Risale-i Nur şakirtlerinin, mümkün olduğu kadar siyasete ve idare işine ve hükümetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. Çünkü hâlisâne hizmet-i Kur’âniye, onlara herşeye bedel, kâfi geliyor. Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Her halde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek, o hizmetin kudsiyetini bozacak. Hem maddî mübarezede şu asrın bir düsturu olan eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdat ile, birinin hatâsıyla onun mâsum çok taraftarlarını ezmek lâzım gelecek. Yoksa, mağlûp düşecek. Hem dünya için dinini bırakan veya âlet edenlerin nazarlarında Kur’ân’ın hiçbir şeye âlet olmayan kudsî hakikatleri, bir propaganda-i siyasette âlet olmuş tevehhüm edilecek. Hem milletin her tabakası, muvafıkı ve muhalifi, memuru ve âmisinin o hakikatlerde hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirtleri, tam bîtarafane kalmak için siyaseti ve maddî mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lâzım gelmiş.

Şuâlar, On Dördüncü Şuâ, s. 568”

On bir yıldır bu milletin maddi ve manevi imarına vesile olan sayın başbakanımız ve hükümetimizi takdir ettiğimizi ve hayırlı işlerinde muvaffakiyetleri için dua ve niyazda bulunduğumuzu ifade etmek istiyorum.

Memleketimiz ve âlem-i İslam’ı sarsan bu fitne ateşinin bir an evvel sönmesi için herkesin üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirmesini huzur ortamına kavuşulmasını Cenab-ı Erhamürrahim’den niyaz ederim.

MEHMET KIRKINCI

ERZURUM 29.12.2013