Etiket arşivi: MEHMED KIRKINCI

Ramazan

Nur ve feyiz saçan ramazan hilali ufukta tulu edince, envar-ı ilahiyenin nuru ve feyzi her haneye tecelli eder. Mü’minlerin kalbinde lahûti bir cezbe uyanır. İslam alemi feyiz ve berekete gark olur.

Mağfiret ayı olan ramazanın feyzi Müslümanların maneviyatına büyük bir tesir yapar. Bu nihayetsiz feyiz ve nurlardan hakkıyla hissedar olan müminlerin gündüzleri adeta birer bayram sabahı, geceleri ise leyle-i sürur olur.

Bu ayda yapılan ibadet ve taatler, onları manevi kirlerden temizler, necatlarına vesile olur. Münevver fikirler daha da nurlanır. Allah’ın rızasına mazhar olmak için gayret eden mü’minler hayır ve hasenatta birbiriyle yarışırlar ve her tarafta adeta bir bayram havası meydana gelir.

Evet, Ramazan; seksen küsur senelik bir ömr-ü manevî kazandıran ve bütün hayır ve bereketi içine alan çok feyizli ve mübarek bir aydır. Ramazan, nur-efşan bir aydır. Feyzinin serpildiği her haneyi namütenahî envâra garkeder. Çünkü, bütün zat ve sıfat-ı ilâhiyyenin kemalâtını talim eden Kur’an, bu mübarek ayda nazil olmuştur. Bu bakımdan Ramazan ayı mağfiret ve rahmet ayıdır.

“İşte Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri; hem Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine, hem insanın hayat-ı içtimaiyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlahiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.”

Oruç, ruhun gıdasıdır. Bu ayda namaz ve oruçla ruhlarını kuvvetlendiren kişiler şüphe yok ki, melekiyet makamına yükselirler. Oruç şehveti kırar, nefsi dizginler ve mağlûp eder. İnsanı hayvanî hallerden uzak tutar, serkeşlikten meneder. Süflî arzuların pespayeliğini gösterir. Hayatın lezzetini tattırır, kalbin, Allah’a incizabını arttırır ve ona meleki bir zevk-ü sefa bahşeyler.

Gündüzün oruçlu olduğundan hiçbir şeye el uzatamayan bir insan; “bu nimetler benim mülküm değil, onlar, çok şefkatli ve merhametli Rabbimin malıdır ve in’âmıdır. Ben bunları tasarrufta hür değilim; diyerek nimeti nimet bilir ve bir şükr-ü manevî eder.

Orucun, insanın nefis ve irade terbiyesinde çok mühim ve yüksek bir tesiri vardır. Oruçlu kimse, aczini bilir, fakrını derkeder, zafını anlar, her şeyi dilediği gibi yapmada serbest olamayacağı hakikatini kavrar. Kendini her işi yapmada hür ve müstakil zanneden, her şeyi kendi mülkü sanıp istediği gibi tasarruf edebileceği vehmine kapılan mağrur bir nefsin gururu, ancak oruçla kırılır, gafleti ancak açlıkla dağıtılır. Böylece insan aczini, fakrını, zaafını anlar; mal sahibi olmadığını bilir. Bu sayede nefsini dize getirir, Allah’a teslim olur, tevekkül eder, O’nun hıfzına sığınır, huzur bulur.

Ramazanda cami ve mescidler, milyonlarca müminlerin cilvegahı olarak onları mesrur eder. Kandillerle müzeyyen olan yüksek minareler, ezandaki nurani ve mukaddes kelimelerin haşmetini maddeten dahi ilan ederler.

Minarelerden yükselen lâhuti sadalar, “Emr-i Bülentsin ey ezan-i Muhammedî!” hakikatını mü’minlerin kalplerine sürur ile doldururlar. İlahi feyizlerin sağnak sağnak yağıp tecelli ettiği o seher vaktinde, azamet-i subhaniyenin ve kudret-i ilahiyenin tecellilerini temaşa eden hakiki neşe erbabı için, ondan daha büyük bir lezzet ve mazhariyet tasavvur edilemez. Aşk-ı hakikiye gark olan bir mü’min, o vakitte abdest alıp ubudiyetini ilan etmekle ebedi bir saadete kavuşur ve o vaktin letafetini zevk eder.

Ramazanda birçok gafiller de onun feyziyle intibaha gelirler; tövbe ederek günahlardan vazgeçerler. Namaz ve niyaza döner, dergah-ı İlâhiyeye teveccüh eder, huşu ile secdeye kapanırlar.

Oruç, içtimai hayat içinde önemli bir yer tutar. Meselâ, zengin bir insan aç kalmakla fakirin halini daha iyi anlar. Onlara şefkat eder, yardım elini uzatır. Buna karşılık, fakir de zengine hürmet eder. Böylece, zengin ile fakir arasında tam bir kardeşlik, muhabbet ve hürmet tesis olunur. İçtimai hayat, bir sükûn ve istikrar içinde cereyan eder, sürekli bir ahenk kazanır.

Peygamberimiz (s.a.v.):Oruç, oruçlu ile dünya hırsları arasına çekilen bir perdedir. Bu perde oruçluya kötülük yüzünü göstermez. Onun gönlünü fena sarsıntılardan korur. buyurmuştur. Şu halde, hakiki bir oruçlu, hayvani arzulardan sıyrılır, elini, dilini ve diğer bütün azalarını günahlardan korur. Kendisiyle uğraşanlara ayniyle karşılık vermez. “Ben oruçluyum.” der, geçer.

Oruç tutan kişi, kötü huylardan zamanla temizlenir, hak ve hakikatı görmeye mani olan perdeler önünden kalkar. Melekiyet mertebesine doğru yükselmeye başlar, hem kendisi için, hem de beşeriyet için en hayırlı bir uzuv olur.

Oruç tutan mü’minde fazilet hisleri ve onu hakiki Ma’bud olan Allah’a bağlayan kulluk unsurları inkişafa başlar. İşte, orucun, ruh ve gönüller üzerindeki temizleyici tesiri budur. Oruçlu bir kimse, hakkı hak, batılı batıl görmeğe başlar. Hayrı, şerri tefrik eder. Mukaddes lâtifelerin yolları oruçla açılır ve temizlenir.

Oruçlunun Allah Tealâ yanında şerefi çok büyüktür. Peygamberimiz (s.a.v.) Hak Tealâ’nın yüce ismine yemin ederek şöyle buyuruyor: “Oruçlu ağzın kokusu, Cenab-ı Mevlâ yanında misk kokusundan daha sevimlidir.”

Cenab-ı Hak, bir Hadis-i kudsîde buyuruyor ki: “Madem ki kulum yemesini, içmesini ve nefsani arzusunu benim rızamı kazanmak için bırakmıştır. Onun sayısız ecrini doğrudan doğruya kendim veririm.”

Ramazan ve oruç millet olarak benliğimize, ruhumuza ve şuurumuza silinmez bir mühür gibi nakşolunmuştur. Gecesiyle gündüzüyle, minarelerdeki mahyalar ve oralardan asumana yükselen ezan sesleriyle, camisi ve coşkun cemaatiyle, gürül gürül Kur’an tilavetleriyle, nasihlerin nasihatlarıyla, sofraların zengin bereketiyle, çocukların benzersiz sevinçleriyle Ramazan adeta her günü bir bayram sevincine çevirmekte ve yıldan yıla gelişen, kökleşen bir milli kültür halinde hayatımızın vazgeçilmez bir parçası olmaya devam etmektedir.

Her saati mübarek ve mukaddes olan Ramazanın, hele iftar ve sahur zamanları dualarımızın en çok kabul olunduğu vakitlerdir. Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v): “Oruçlunun iki neşesi vardır. Birisi iftar vaktinde, öbürü kıyamet günü Mevlâsına kavuştuğunda.” buyururmuşlardır.

İhlaslı her Müslüman, iftar vaktinde kalplere dökülen manevi feyzi az çok duyar, kalbinde yüksek bir inşirah hisseder. Bütün varlığıyla dergah-ı İlâhiyeye yönelir. Nura ve feyze müstağrak olur. Bu hususta Bediüzzaman şöyle buyurur:

İftar vaktinde ehl-i iman birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelînin ziyafetine davet edilmiş bir surette akşama yakın, “Buyurunuz.” Emrini bekler gibi bir tavr-ı ubudiyetkarâne gösterir.”

Evet, iftar vakti, gönüllerde, ruhlarda bir cezbe-i lahuti uyandırır. İftar sofrasının etrafında toplanan herkes şendir, mesrurdur. Nur-u imanla parlayan çehrelere beşaşet ve saadet sanki semadan aksetmiştir. İftar anındaki bu şevk ve sürurun tarifi imkansızdır. Cennet asâ bir saadet içinde, günün en bereketli anı iftarla noktalanır.

MEHMED KIRKINCI

Bediüzzaman Said Nursi ve Ömer Nasuhi Bilmen

Ömer Nasuhi Bilmen:

“Bediüzzaman ile Dar’ül Hikmet-ül İslamiye’de iken tanışmıştım. Bütün İstanbul ulemasının takdirlerini kazanmıştı. Ben bizzat birkaç kez sohbetinde bulundum. O dönemde yazdığı bütün makalelerini okudum. Fikirlerinde fevkalade bir tesir vardı. Telif ettiği eserlerden yalnızca Sözler isimli eserini mütalaa ettim, harikulade bir eserdi. Doğrusu ilm-i kelamda bir tecdit hareketi yaptı. İmanın bütün rükünlerini kemal-i vuzuhla ortaya koydu. Cenab-ı Hak bu millet-i İslamiyeyi sahipsiz bırakmamıştır. Her asırda büyük müçtehitler, mücedditler ve mürşitler göndermiştir. Bediüzzaman da o zatlardan birisidir. O,cebir ve kuvvetin, zulüm ve tahakkümün hüküm ferma olduğu bu devirde gönderilmiştir. ’’ (nakleden: Mehmed Kırkıncı)

Galip Gigin anlatıyor: Sözümüm bitirirken, yine rahmetli, namlı âlimlerimizden Ömer Nasuhi Bilmen Hocamızın, Bediüzzaman Hazretlerinin eserleri için söylediği şu sözü zikretmek isterim: ‘Onun eserleri, ileride İslâm dünyasın da tek mehaz olacak değerdedir’ demişti.

Hırstan Sakınmak

İnsanın istikametten uzaklaşmasına yol açan en tehlikeli bir ahlak-ı seyyie hırstır. Hırs bir şeyi şiddetle istemektir. Hırslı bir kimsede hisler akla galip geldiği için, onun verdiği kararlarda isabet etme ihtimali çok düşüktür. Özellikle ticari hayatta hırsın çok menfi neticeleri görülmektedir. Bir çok iflas olayının arkasında dört temel sebep vardır. Bunlar hırs, israf, faiz ve kişinin kendi hevesine ve kanaatine göre hareket edip istişare etmemesidir. Çoğu zaman diğer sebepler de, birinci sebep olan hırstan kaynaklanır.

Peygamber Efendimiz (sav.) bazı hadis-i şeriflerinde hırsın ne kadar zararlı olduğunu şöyle ifade ederler:

“Bir koyun sürüsünün üzerine salıverilen iki aç kurdun o sürüye verdiği zarar, kişinin mal ve şeref hırsının dine olan zararından daha ağır değildir.”1

“Ademoğlu yaşlanır, fakat ondaki iki şey gençleşir: Mal üzerine hırs ve ömür üzerine hırs.”2

“Ademoğlunun iki vadi dolusu malı olsa, bir üçüncüsünü ister. Onun gönlünü (gözünü) topraktan başka bir şey doldurmaz.”3

Bediüzzaman Hazretleri, hırsın kanaatsizlik ve şükürsüzlükten kaynaklandığını şöyle ifade eder:

Kanaatsizlik ise sa’ye, çalışmaya şevki kırar. Şükür yerine şekva ettirir, tembelliğe atar. Ve meşru, helâl, az malı terk edip; gayr-ı meşru, külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder.”4

Şükrün mikyası; kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rast geleni yemektir. Evet, hırs; şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir.” 5

Öyle ise, kişi, mutlaka zengin olacağım düşüncesiyle hırs göstermemeli, İslam dinine muhalif olan hırs, israf, yalan, hile, kumar, haksız kazanç ve faiz gibi gayr i meşru yollara sapmamalı; aile fertlerine helal lokma yedirme konusunda çok titiz davranmalı, helal dairesindeki kazancına kanaat edip şükretmelidir.

“Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.”6

Evet hırs, kişinin gayr-i meşru yollara yönelmesine sebeptir. Hırslı insan dünyadaki ticaretinden bir fayda göremediği gibi, ebedi hayatının da felaketine sebep olabilir. Kazancın en güzeli ve en efdali, kesb-i helaldir. “Helal mal talep etmek, her Müslüman üzerine vaciptir.” ve büyük bir cihattır.

Bu bakımdan, ticaret erbabı olan bir kişi, çok zengin olayım, lüks bir hayat süreyim niyetiyle değil, aile fertlerine helal rızk yedireyim, zekât ve hac görevlerimi yerine getireyim, sadaka vereyim, İ’la-yı kelimetullah için çalışanlara ben de malımla iştirak edeyim niyetiyle zengin olmayı istemeli ve meşru yollarla servet elde etmeğe çalışmalıdır.

Şunu da ifade edelim ki, bir insan, kendi hakkında zenginliğin mi yoksa fakirliğin mi hayırlı olacağını bilemez. Cenab-ı Hak Eyüp (a.s) gibi sevdiği bir kulunu hastalıkla imtihan ettiği gibi, kimi insanı servet ile, kimini makam ile bazılarını da evlat ile imtihan eder. Israrla zenginlik isteyen ve Hz. Musa’nın (as.) yakın akrabası olan Karun’un elîm akıbeti bunun en çarpıcı bir misalidir. Karun, çok fakir biri idi. Her gün Hz. Musa’nın cemaatine katılırdı. Karun birkaç gün cemaate gelmeyince, Hz. Musa gidip sebebini sorar. Karun: “Ya Musa benim giyecek tek bir elbisem var, hanımla sıra ile giyip ibadet ediyoruz. Allah’a dua etsen de bana servet verse” deyince, Hz. Musa: “Belki bu durum senin hakkında daha hayırlıdır, sabret” der. Fakat Karun, Hz. Musa’yı her gördüğünde ısrarla zengin olması için dua etmesini ister. Hz. Musa (as.) onun ısrarları karşında bir gün Cenab-ı Hakk’a niyazda bulunur ve nihayet Karun çok zengin olur. Malı ve mülkü ile meşgul olan Karun, artık cemaate gelmez olur ve ibadetten uzaklaşır. Cenab-ı Hak, Hz. Musa’ya Karun’dan zekât almasını emreder. Hz. Musa, Karun’a malından dörtte bir zekât vermesini ister. Karun malının dörtte birini ayırır, fakat ayırdığı malın çok olduğunu görünce, Ya Musa bu çok fazla der. Hz. Musa, onda bir vermesini söyler, onun da çok olduğunu ifade eder. Hz Musa bu kez kırkta bir vermesini söyler, fakat o buna da razı olmaz ve “ ben o serveti kendi ilmim ve gücümle kazandım” diyecek kadar haddini tecavüz eder. Artık onun zenginliği onu azdırmış ve felaketine sebep olmuştur. Bu durum karşısında Celalli bir peygamber olan Hz. Musa Cenab-ı Hakk’a niyaz eder ve Karun ile beraber malı mülkü yerin dibine batar. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılmaktadır:

“Karun, Musa’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki: ‘Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet, ama dünyadan da nasibini unutma! Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.’ Karun ise: ‘O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi.’ demiştir. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helak etmişti. Günahkarlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir). Derken Karun, ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar, ‘Keşke Karun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı. Hakikat şu ki o, çok büyük devlet sahibidir.’ dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise, şöyle dediler: “Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlara göre Allah’ın mükafatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir. Derken biz onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah’a karşı kendisine yardım edecek taraftarları olmadığı gibi, o, kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi. Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler de: ‘Demek ki Allah kullarından dilediğine rızkı çok da, az da verir. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki inkârcılar iflah olmazmış.’ demeye başladılar. İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) akıbet, takva sahiplerinindir.”7

Zengin olmak için ısrarla Hz. Peygamber’den dua isteyen ve büyük bir servete sahip olduktan sonra ise gözünü mal hırsı bürüyün ve zekatı dahi vermeyip elim akıbete duçar olan Salebe’nin durumu da bu konuda çok ibretamiz bir misaldir.

Medine halkından olan Salebe ısrarla zengin olmak istiyor, hakkında hayırlı mı, yoksa şer mi olacağını hiç düşünmüyordu. Bunun için de üç defa Peygamber Efendimiz’den (sav.) zengin olması için dua istemiş ve sonunda da; “Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, beni zengin ederse fakirin hakkını fazlasıyla vereceğim, yoksullara yardım edeceğim. Yeter ki Rabbim istediğim zenginliği bana versin.” demişti.

Efendimiz (sav.) ise her defasında ona; “Ey Salebe! Şükrünü eda ettiğin az mal, şükrünü yapamadığın çok maldan hayırlıdır.” diyerek ikazda bulunuyor, fakat Salebe’yi zengin olma sevdasından vazgeçirmek mümkün olmuyordu. Nihayet Peygamber Efendimiz (sav.): “Ya Rabbi! Salebe’yi istediği mala kavuştur.” diye niyazda bulundu.

Birkaç koyundan ibaret olan Salebe’nin sürüsü kısa zamanda öylesine çoğaldı ki, mescitten çıkmadığı için kendisine “cami kuşu” adı verilen Salebe, koyun sürüsünün peşinde koşmakta ve artık cumalara dahi gelmemekteydi. Allah Resulü (sav.) zaman zaman Salebe’yi soruyor: “Çölde koyun sürüsünün peşinden ayrılmıyor.” denince de “Yazık oldu Salebe’ye!..” diyerek üzüntüsünü izhar ediyordu.

Bu sıralarda zekâtla alâkalı âyet nazil oldu. Hz. Peygamber (sav.) zengin olanlara zekât toplayan memurları gönderdi. Salebe’yi çölde sürüsünün peşinde bulan zekât memurları, gelen ayetin emri olarak zenginlerin malının kırkta birini zekât olarak almaya geldiklerini söylediler. Salebe, vaktiyle vermiş olduğu sözü unutmuş olacak ki; “Mal benim, çöllerde bu sıcaklarda dolaşıp kazanan benim. Size ne oluyor ki benden haraç ister gibi koyunlarımın kırkta birini istiyorsunuz?” dedi.

Salebe’nin bu söylediklerini duyan Rasulullah Efendimiz (sav.) gene:

“Yazık oldu Salebe’ye. Keşke o, zengin olmayı ısrarla istemeseydi de‘Hakkımda hayırlısı ne ise onu ver ya Rab’ diyebilseydi.”

buyurdular. Bu olay üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu:

“Allah’a verdikleri sözü tutmadıkları ve yalan söyledikleri için, O da bu yaptıklarının sonucunu kıyamet gününe kadar yüreklerinde sürüp gidecek bir münafıklığa çevirdi.”8

Bu ayetin nazil olmasından sonra Salebe’nin bir yakını hemen onun yanına gitti ve zekâtını vermediği takdirde münafıklardan biri olarak damgalanacağı ikazını yaptı… Akrabasının zorlaması sonunda zekâtını alıp Hz. Peygambere (sav.) getiren Salebe: “Yoksulların hakkını getirdiğini” söyleyince, Peygamber Efendimiz (sav.): “Artık senin yardımını alamam Salebe!” buyurarak onun zekatını kabul etmedi.

Bu hâl çok dehşetli ve ibret verici bir durumdu. Salebe’nin: “Sizin yaptığınız haraç istemekten başka bir şey değildir.” sözü Allah Resulüne çok dokunmuştu. Peygamber Efendimizin ebedi âleme irtihallerinden sonra da Salebe, sırasıyla, Hz. Ebu Bekir (r.a.) Hz. Ömer ve Hz. Osman’a (r.a.) zekâtını kabul ettirmek için müracaat etmiş, ama hepsinden de; “Rasulullah’ın kabul etmediğini biz nasıl kabul edebiliriz?” cevabını almıştır.

Hz. Osman (r.a.) zamanında vefat eden Salebe son anlarını yaşadığı sırada kulaklarında Hz. Peygamber’in (sav.): “Şükrünü yaptığın az mal, şükrünü yapamadığın çok maldan hayırlıdır. Salebe!” ikazları yankılanıyordu, ama artık iş işten geçmişti. ‘Cami kuşu’ diye bilinen Salebe’nin zenginliği onun felaketine sebep olmuş ve zekâtı kabul edilmeyen zengin olarak anılmasına sebep olmuştur.

Karun ile Salebe’nin bu elim akıbeti, her Müslüman’a ders olmalıdır.

Öyle ise, kâmil bir mümin;

Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”9

hakikatine uygun yaşamalı, elinden geleni yapıp, sebepleri bihakkın yerine getirdikten sonra neticeyi Cenab-ı Hakk’tan beklemeli ve kısmetine razı olmalıdır. Zaten tevekkülün gereği de budur.

Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telakki ederek; müsebbebatı yalnız Cenab-ı Hakk’tan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnettar olmaktan ibarettir.” 10

Dipnotlar:

1 Tirmizî, Zühd, 30.
2 Mâce, Zühd, 27.
3 Buhârî Tercemesi, 2025 nolu hadis, Tizmizi, Zühd, 19.
4 Nursî, B.S Lem’alar, On Dokuzuncu Lem’a.
5 Nursî, B.S Mektubat.
6 Nursî, B.S Sözler, Altıncı Söz.
7 Kasas Suresi, 28/76-83.
8 Tövbe Suresi, 9/75.
9 Nursî, B.S Mektubat.
10 Nursî, B.S Sözler.

Yazar: Mehmed Kırkıncı

Yetmiş Bin Perde

Her eser, ustasını kendi kabiliyetine göre gösterir. Yani her eser, bir per­de olup arkasında kendi ustasının ilmini, kudretini, rahmetini akıl gözü­ne gösterir. Meselâ, bir zatın ilmini onun yaptığı bir saatten tefekkür eden adam, aynı zatın yaptığı bir taksiyi gördüğünde kendisine yeni bir perde açılmış ve o perdenin arkasından o zatın ilmini daha geniş mânâda seyre­debilmiştir. Aynı zatın bir de uçak yaptığını işiten ve gidip o uçağı seyre­den mezkûr şahıs, uçak perdesi arkasında o zatın ilmini, öncekilere kıyasla daha geniş olarak anlamaya muvaffak olmuştur. Ve nihayet o zatın gemi ve füze de yaptığını farzedersek o şahıs, bunların da seyriyle beş perde arka­sında onun ilmini tefekkür etmiş demektir.

Padişahın sarayında, önüne çıkan her perdeyi açtıkça daha geniş ve müzeyyen bir salona çıkan insan, ne kadar perdeden geçerse padişahın haşmetini o nisbette anladığı gibi, bu şahıs da her bir perdeden sonra o zatın ilmini daha ziyade anlama imkânını bulmuş ve mezkûr beş perdeden geçmekle onun ilminin kemâliyle müşahedeye muvaffak olmuştur.

İkinci misâl: Bir zatın zenginliğine alâmet olarak onun sadece büyük bir fabrikasını gördüğümüz takdirde, o fabrika perdesi arkasında onun zen­ginliğini bir derece fehmetmiş oluruz. Bize o zatın böyle yüzlerce fabrikası olduğu söylense ve bu fabrikalar gösterilse, zenginliğini daha geniş bir per­deden temaşaya muvaffak oluruz. Daha sonra, o zatın arazilerini, çiftlikle­rini gezdiğimizde perdeler arkasında onun zenginliğini seyrederiz.

İlk fabrikayı temaşa ettiğimizde de mezkûr zatın zengin olduğunu an­lamış olmamızla beraber, her bir perdeden geçtikçe, görüş ufkumuz biraz daha genişlemiş ve nihayet o zatın zenginliğini kâmil mânâda anlamamız mümkün olmuştur.

Üçüncü misâl: Matematik ilminin üniversitede nihaî mertebede okutul­duğunu farzediniz. İlkokula giden bir talebe, iki kere ikinin dört ettiğini öğ­rendiğinde, matematiği bu perdeden seyre başlamış demektir. Çarpım tablo­sunun tamamını ezberlediğinde kendisine yeni bir perde daha açılmış, dört işlemi öğrendiğinde ise daha geniş bir perde arkasında matematik ilmini seyre başlamıştır. Bu çocuğun ortaokul ve lisenin her sınıfında öğrendiği meseleler, kendisine yeni yeni perdeler açmakta ve bu perdeler arkasında matematik ilmini gittikçe genişleyen bir görüş ufkunda seyre muvaffak ol­maktadır. Nihayet üniversiteye giren bu talebe, orada da gittikçe genişleyen perdelerle karşılaşmakta ve böylece üniversiteden mezun olduğunda mate­matik ilmini yüz veya bin perde arkasında temâşa etmiş olmaktadır.

İşte, Cenâb-ı Hakk’ın esmâsı ve sıfatları için kullanılan “yetmiş bin perde” tâbiri, bu isim ve sıfatların tecelli daireleri ve tezahür dereceleri mânâsınadır. Dolayısıyla da insanlar; tefekkür ve temâşa daireleri genişle­dikçe, daha geniş perdeler arkasında ve gittikçe terakki eden bir anlayış ve kavrayışla bu esmâ ve sıfatları tefekkür edebilmektedirler.

“Yetmiş bin” tabiri çoklukta kinayedir. Meselâ, Allahü Azîmüşşân’ın Rezzâk isminin tefekküründe bir tek nefsin rızıklandırılması da bir per­de olabileceği gibi bütün insan nev’înin rızıklandırılması da ayrı bir perde olabilir.

Sadece kendi rızkını nazara almakla, Rezzâk ismini tefekkür eden bir insan da Cenâb-ı Hakk’ın bir Rezzâk-ı Zülcemâl olduğunu bilmekle bera­ber, bu marifeti çok dar ve kısadır. Allahü Teâlâ’nın şu anda yeryüzünde bulunan bütün insanları, bütün hüceyrâtiyle rızıklandırdığına nazar eden kimse, bir perde daha aşmış ve dolayısıyla da bir tefekkür merdiveni daha yükselmiş demektir. Mazideki bütün insanların rızıklandırıldıkları da dü­şünülmekle daha geniş bir perde arkasında, Rezzâk isminin tefekkürü ka­bil olmaktadır. Sonra her bir nev’i hayvanat ve nebatatın ve daha sonra ise umum enva-ı nebatat ve hayvanatın rızıklandırılmasına nazar eden kimse, birçok perdelerden daha geçmiş ve rezzâkiyeti daha geniş manâda tefekkür edebilmiştir.

Daha sonra, bütün meleklerin ibadet denilen mânevî gıdala­rına ve nihayet cennette umum zihayatın ebediyyen rızıklandırılmasına doğru her kademe ilerleyişle, yeni yeni perdeler açılmakta ve rezzâkiyetin kemâliyle tefekkürüne doğru gittikçe yaklaşılmaktadır.

Esmâ-i Hüsnâ’dan Hâlık ismi de aynı tarzda tefekkür edilebilir. Kandaki bir tek küreyvatın hilkatinden umum kan ordusunun hilkatine, bir insa­nın hilkatinden umum insanların hilkatine, bir tek nebat veya hayvanın hilkatinden bütün envâ-i nebatat ve hayvanatın hilkatine ve bir zerrenin hilkatinden umum seyyaratın, yıldızların, arş-ı âlânın, cennet ve cehen­nemin hilkatlerine kadar binler perdeler arkasından Hâlik ismi tefekkür edilebilmekte ve her bir perde açıldıkça, yeni ve daha geniş bir tabloyla karşılaşılmaktadır.

İşte, bizim çok az bir kısmını ancak ilmen düşünüp tefekkür edebildiği­miz bu meseleleri, Peygamber Efendimiz (asm) mi’rac ile bizatihî temâşa etmiş cennet ve cehennem de dahil olmak üzere umum âlemleri nazar-ı nuraniyesiyle seyrettikten sonra, Kâb-ı Kavseyn makamın­da umum mahlûkatı arkada bırakıp, Hâlik-ı Külli-Şey’le tekellüm şerefine nail olmuştur.

Diğer esmâ ve sıfât-ı İlâhiye’yi bunlara kıyas edebilirsiniz.

“Yetmiş bin perde” meselesinin bir vechi de şudur:

İnsan, nefsini terbiye ve onu zararlı işlerden ve hasletlerden azad ettiği derecede, marifetullah ve muhabbetullahta ileri gitmektedir. Şöyle ki:

İnsanın nefsinde, hakikatı görmesine ve bu vadide terakkisine mani binlerce perde vardır. İnsan, bu perdeleri yırttığı ve aştığı derecede, mânen terakki etmekte ve hakikate yanaşmaktadır. Bu perdelere misâl olarak hırs, adavet, gıybet, gurur, hubb-u câh, riya, gösteriş ve her nev’i günah ve is­yanları verebiliriz. Bunlardan her biri veya hepsi birden, insanın önünde perde olup, onun menzil-i maksuda ulaşmasına mani olmaktadır.

“Nefsindeki eneyi yırt, hüveyi göster.” hakikatının bir vechi de bu mânâya işaret etmektedir.

Mehmed Kırkıncı

Tefekkür ve Muazzam Bir Hakikat

İnsanın sürur ve saadetine vesile olan muhabbetteki ve sevgideki saadetler, ulviyetler yalnız ve yalnız marifet ve muhabbet-i ilahiyenin kalplerdeki tecellisi ile tahakkuk eder.

Evet; insan, gurub zamanı ufuklardan aşıp giden güneşi tefekkür etmesindeki zevk, neşe ve sefanın yerini ne tutabilir ki fezanın, engin dağların, kamerin hal ve ahvallerine, ağaçların, çınarların, çiçeklerin letafet ve renklerine insan nazar ettikçe, acaba imanı inkişaf etmez mi? Diye akla geliyor. Elbette ki eder.

Evet; çiçeklerin, menekşelerin hal ve ahvallerini gözden geçiren ve tefekkür eden mütefekkirlerin ve ariflerin zevk ve sefasını düşününüz.

Şu engin, zengin ve o kadar da parlak yıldızlarla yaldızlanmış, süslenmiş ve tezyin edilmiş asumana bakınız ve düşününüz. Acaba imanımız tezayüd etmeyecek mi?

O güneş yedi rengi ile, ziyasıyla cihanı ihata ederek, nurlandırarak hükmü altına almasına bir bakınız ve düşününüz. Cenab-ı Hakk’ın (c.c.) varlığına, birliğine, cemaline, azamet ve kudretine nasıl şehadet ediyorlar? Kulak veriniz ve dinleyiniz.

Bu kainat bütünüyle Allahu Teala Hazretlerinin kudretinin, ilminin ve iradesinin hariçteki tecellisidir. Evet insan bu tecellileri tefekkür edip düşününce marifet ve muhabbet deryalarına dalıyor hayreti artarak “Allahü ekber, Allahü ekber” demeden kendini alamıyor. Ancak o hayret ve heybet ateşini bu kelime-i tekbir söndürebiliyor. Bu ise bir hakikati hatırlatıyor. O da “Kalpler ancak Allah’ı zikirle mutmain olur.”, şereflenir, izzetlenir ve ulviyet kesbeder.  

Bu tefekkür ve düşünceler masnudan saniye, mahluktan halıka, ubudiyetten mabudiyete pencereler açar ve insana şunu söyletir. Aman Yarabbi, sen nasıl bir Zat-ı Kibriya ve Ezel ve Ebed sultanısın ki; Vacibu’l- Vücudsun, şerikin, mislin ve nazirin yoktur. Madem sen varsın her şey var. Mesela, sen olmasan ne dünya, ne ahiret, ne cennet ve ne de cehennem olmazdı.

Bütün varlık ve mükevvenat senin varlığının, izzet ve azametinin, şefkat ve rahmetinin tecellisi ve tezahürüdür.  

Bu hakikati tefekkür ve tezekkür eden bir zatın Sen’in şanına yakışır kulluk ve ubudiyeti ifa etmesi hem vicdani ve hem de dini bir mükellefiyettir.

Bir sanatkar sanatında temaşa ve tefekkür edildiği gibi, bu kainat ve alem; yıldızları, güneşi, dağları, ovaları, bağları, hayvanatı ve nebatatı ile beraber var olmaları senin varlığına, sonsuz kudret, hikmet ve azametine şehadet eylediği gibi, gelenlerin sabit olmayıp gitmeleri ve başkalarının  onların yerine ikame edilip nöbeti devralmalarında da Sen’in ezeliyetine ve ebediyetine ayrıca bir delalet ve şehadettir.

Zerrattan seyyarata, mikroptan gergedana, sinekten simurga kuşuna kadar bütün mahlukat lisan-ı hal ve kalleri ile Sen’i tesbih ediyorlar, Sen’i tahmid ediyorlar, tazim ediyorlar ve kendilerine mahsus hal ve etvarlarıyla kulluk ve ubudiyetlerini ifa ediyorlar. Bu kevni hakikat O’nun tercüme-i Ezeliyesi olan Kur’an-ı Hakim’de “Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı tanıyıp tesbih etmesin” hakikati ile taçlandırılıyor. Demek ki; hem kevni ayetler, hem de kelami ayetler aynı hakikati terennüm ediyor. Kainat bir mülk ve bütün mahlukat bir nevi memluk, Ayrıca; Kainat bütünü ile bir mescid ve bütün mahlukat da birer sacid olarak malikine ve mabuduna devamlı zikir ve ubudiyetlerini her an ve zaman takdim ediyorlar. Bu sahife, ehl-i tefekkür ve tezekkür için devamlı müşahede edilmektedir.

Mesela; İnsan, o dağlarda ve derelerde, o bağlarda  ve bahçelerde, çiçek ve menekşelerde fikren tefekkür ederken; O çiçeklerin ve menekşelerin seher vaktindeki hal ve etvarları o insanların gönüllerine sürur ve saadet veriyor ve kalplerine huzur bahşediyor.

Ayrıca; bütün bu masnuatın halifesi ve mümessili olan insanların o seher vaktinde okudukları ezanlar da buna ayrıca bir güzellik katıyor ve onların tesbihat ve tahiyyatlarını kadi-ül hacata tevdi ve ilan ediyor. Bu da ayrı bir tefekkür boyutu olarak insanın dikkatini celb ve cezbediyor.

Ya o ucu bucağı görülmeyen derin deryalar içindeki çeşit çeşit, büyüklü küçüklü, rengarenk yüzen balıkları düşünüp onların halıkı keriminin azamet ve kibriyasını tefekkür etmek acaba ne büyük bir bahtiyarlıktır. Ya o semavata kadar çıkmış ve uruc etmiş o muhteşem dağların kendine has lisanları ile Allah’ın azamet ve kibriyasını ilan makamında temsil etmeleri, acaba o mütefekkirlerin imanlarını nurlandırıp tezayüd ettirmez mi ?

Evet o al ve yeşil çimenlerle bezenmiş ve süslenmiş olan sath-ı arzı temaşa ve seyreden ariflerin ve mütefekkirlerin zevk ve sefasının kıymet ve bahası olur mu?

Bu tefekkür ve tezekkür aleminin güzelliği ve bereketi ne biter ve ne de tükenir. Evet o tefekkürdeki aşk ve şevkin, saadet ve safa’nın neş’e ve sürurun lezzetleri ve keyifleri de bitmez tükenmez bir hazinedir.

Bu sırra binaen “bir saat tefekkür bir gece nafile ibadetten”, başka bir hadiste de “bir saat tefekkür altı sene nafile ibadetten”, diğer bir hadisi şerifte de “altmış yıl nafile ibadetten”, bir başka hadisi şerifte de “yetmiş beş yıl nafile ibadetten” daha bereketli ve hayırlıdır, buyuruluyor. Hadisi şerifleri ile Peygamber Efendimiz (ASM) tefekkür ibadetinin ehemmiyet ve azametini ümmetine emretmektedir.

Dolayısı ile bu nokta-i nazardan bakıldığında bir ağaç bir hazinedir, bir hayvan ayrı bir hazinedir, hele hele insan bu tefekkür âleminin ve hazinesinin en mükemmeli, en zengini ve en azametlisidir.

Bütün bu tefekkürden ve tezekkürden hâsıl olan saadetler, sürurlar, safalar, neş’eler ve keyifler; yalnız imandadır ve imanın bir meyvesi olan muhabbettedir.

Şairler ve edipler, bu güzelliklere meftun ve meclub olup nice nice şiirler yazmışlar. Edipler bu güzellikleri anlatarak aşk ve şevklerini tatmin etmek için kasideler derç etmişlerdir.

İşte bu güzellik ve kemalat bu manadaki ehli tefekkürü ve tezekkürü aşk-ı mecaziden aşkı hakikiye teveccüh ettirerek,  bir ehli hakikate şunu ifade ettirmiştir. “Sen yürü ki Leyla, ben Mevla’yı buldum.”

Bu mütefekkirlerin bazıları ariflerdir. Marifet tablolarını seyrederek tefekkür âleminde yüzerler. Bazıları da yukarıda zikredildiği gibi âşıklardır. Mükevvenatın tezyinatına meclub ve meftun olarak kendi mesleklerince hayretlerini arz ederler. Bazıları da şairlerdir. Âlemin güzelliği kendi şiirlerini ve sanatlarını süsleyip onlardan medet alırlar, nur alırlar.

Dolayısı ile her meslek ve meşreb sahibi bu güzellik ve hakikatlerden ala meratibihim istifade ve istifaze ederek, kendilerine has özellik ve güzellikleri ile tefekkürü keyiflendirerek ehli idrake ve şuura bu hakikatleri arz ederler.

Bu ehli tefekkür ve tezekkür, âlemi fikren gezerken ve  o güzellikleri tasavvur ederken kah seradan süreyyaya, kah asumandan yerlere fikren konup kalkarken zevk ve sürur içinde şöyle terennüm ederler.

“Kâh çıkarım gökyüzüne, seyreylerim âlemi;
Kâh inerim yeryüzüne, seyreyler âlem beni.”

demekle, bu hakikati nazara verip gafil insanlara Allah’ı hatırlatıyorlar.

Evet güzel bir gönüle, hakikatli bir vicdana, doğru bir fikre ve neş’eli bir tefekküre malik olmak, bütün dünyanın hazinelerine, definelerine ve servetlerine sahip olmaktan daha değerli ve daha hayırlı bir nimet ve devlettir.

Netice olarak; kâinatın bu derin, engin ve zengin tefekkür manzarasına ibretle fikretle bakıp, düşünen ve tefekkür eden insanın imanı nasıl inkişaf etmesin?

 Mehmed Kırkıncı