Etiket arşivi: MEHMED KIRKINCI

Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) İstişareye Verdiği Ehemmiyet

Resûl-i Ekrem (s.a.v) istişareye büyük ehemmiyet verirdi.

İş hususunda onlarla müşavere et.” 1

ayeti de bunu emretmektedir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) istişarenin ehemmiyetini şöyle ifade buyurur:

“Biliniz ki, Allah da Resulü de müşavereden müstağnidir. Ancak Allahü Teala bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare ederse hayırdan mahrum olmaz, her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz.”

Başka hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: 

“İstişare eden bir topluluk işlerinin en doğrusuna muvaffak olur.” 

“İstişare eden pişman olmaz.”

Hz. Peygamber (s.a.v) ümmetini istişâreye teşvik etmiş; kendisi de her konuda onlarla müşavere etmiştir. Meselâ; Bedir Savaşında Mekke müşriklerinin geldiğini haber alan Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu konuda ne gibi tedbir alınacağı hususunda Ensar’la müşâvere etmiştir. Ayrıca muharebeden sonra da Bedir esirleri konusunda, Uhud ve Hendek Gazvelerinde, Hudeybiye’de, Taif Seferinde, ezan konusunda ve daha birçok meselede ashabıyla istişâre etmiştir. Ebû Hureyre şöyle buyurmuştur:

“Ben Rasûlullah’tan daha çok, istişâre eden kimse görmedim.”

Akıl ve zeka yönüyle insanların en mükemmeli olan Hz. Peygamber (s.a.v) istişareye bu kadar ehemmiyet verdiği hâlde, bizim gibi aciz insanların istişaresiz hareket etmesi ne kadar büyük bir hatadır!

Evet, Hz. Peygamberin (s.a.v) sahabeleri ile yaptığı müşaverede kendi fikrinin hak olduğunu bildiği halde, çoğunluğun görüşüne tabi olması O’nun (s.a.v) istişareye vermiş olduğu ehemmiyeti ve istişarenin nasıl olması gerektiğini ortaya koymaktadır. Nitekim, Uhud savaşından önce Hz. Peygamber (s.a.v.) savaş hakkında ashabiyle müşavere etmiş, kendi reyi Medine’de kalıp müşrikleri karşılamak olduğu halde, ekseriyetin isteği üzerine şehir dışında savaşmıştır.

Nübüvvet gözlüğü ile görüyordu ki, “Hz. Hamza Uhud’da param parça olacak, onunla beraber yetmiş kadar güzide sahabe bu savaşta şehid olacaklar.” Buna rağmen “hepsi meşverete, meşveretin hukukuna ve meşveret anlayışına feda olsun” dercesine ashabının kararına uydu. İşte meşveretin ehemmiyeti!

Diğer bir misal; Hz. Peygamber (s.a.v), Bedir savaşında, kendilerine en yakın kuyunun başında durdu ve orayı karargah yapmak istedi. Bu sırada Ashab’tan Hubâb el-Cümuh, Peygamberimize “Yâ Resulullah! Burayı, bir vahiy ile mi seçtin? Yoksa bu bir görüş, bir harp taktiği midir?” diye sordu.

Resulullah (s.a.v): “Bu bir görüş ve harp taktiğidir.” dedi.

O zaman sahâbi: “O halde Yâ Resulullah! Burası harp için uygun bir yer değil, orduyu buradan kaldırıp düşmana en yakın kuyuya gidelim. Orada bir havuz yapıp içine su dolduralım, geride kalan kuyuları da tahrip edelim, düşman istifade edemesin.” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v): “Sen güzel bir fikre işaret ettin.” buyurdu ve sahabinin dediği şekilde hareket etti. Aynı şekilde Hendek Savaşında da Selman-i Farisi’nin görüşünü benimseyerek, hendek kazılmasını kabul etmiştir.

Dipnotlar:

1 Ali İmran Suresi 3/159. 

Mehmed Kırkıncı

İnsan Külli Ubudiyet İçin Yaratılmıştır

İbadet, Cenab-ı Hakk’ın varlık ve birliğini, azamet ve kibriyasını tasdik ederek emrine itaat ve kulluk etmektir. İbadet, Hâlik ile abd arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır.”1

İbadet, İslâm dininin ruhu ve temelidir. İman edip hakkıyla ibadet eden insan, kâmil manada Müslüman olur ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbet ve rızasını kazanır.

Cenab-ı Hakk’ın bizlere emrettiği ibadetlerin bir kısmı malî, bir kısmı da bedenîdir. Bunlar namaz, oruç, zekât, hac ve tefekkür gibi ibadetlerdir. Hastalıklara ve musibetlere sabır ve tahammül etmek ise menfi ibadetlerdendir.

Cenab-ı Hak, insanı kendisine itaat ve ibadet için yaratmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerimin’de:

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”2

buyurarak bu hakikati ifade etmiştir. Bazı müfessirler liya’budun kelimesini liya’rifun olarak da tefsir etmişlerdir. Yani insanın yaratılmasından asıl maksat, Halık’ını bilmek, O’na itaat ve ibadet etmek ve böylece O’nun rızasını kazanmaktır.

“O’nun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir.”3

Evet, insanın yaratılışındaki asıl gaye, Allah’a iman etmek ve ona gönül hoşluğuyla ibadet edip rızasını kazanmaktır. Şu ayetlerde de aynı hakikat şöyle zikredilmektedir:

“Ey insanlar! Hem sizi, hem de sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz. Böyle yapmakla her türlü zarardan korunmayı ümit edebilirsiniz.”

“O Rabbiniz ki, yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir kubbe yaptı. Gökten yağmur indirip, onunla size rızık olarak çeşitli mahsuller çıkardı. Öyleyse siz gerçeği bilip dururken, sakın Rabbinize eş koşmayın.”4

Bediüzzaman Hazretleri bu ayet-i şöyle izah etmektedir.

İbadet, şükürdür. Şükür, mün’ime edilir; yani nimetleri veren zâta şükretmek vâcibdir. Yani: Rabbinize ibadet yaptığınızda şerik yapmayınız. Zira Rabbiniz ancak Allah’tır. Sizi, nev’iniz ile beraber halkeden odur. Ve Arz’ı size mesken olarak hazırlayan odur. Semayı sizin binanıza dam olarak yaratan odur. Ve sizin rızık maişetinizi tedarik için suları gönderen odur. Hülâsa, bütün nimetler onundur; öyle ise bütün şükürler ve ibadetler de ancak onadır.”5

Öyleyse insan, vazife-i asliyesi olan ibadeti kendi saadet ve selametine vesile yapıp, Allah’ın ibadetten müstağni olduğuna itikat etmelidir. Yani insan, Cenab-ı Hakk’ın hiçbir mahlukun ibadetine muhtaç olmadığının şuurunda olmalıdır.

İbadet yalnız ve yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmak için yapılır. Çünkü

Ubudiyet, emr-i İlahîye ve rıza-yı İlahîye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı Hak’tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Ubudiyetin esası olan, acz ve fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı uluhiyete karşı secde etmektir.”6

İnsanın en mükemmel fiili kendi vicdanın sesiyle riyasız olarak aşk ve muhabbetle yaptığı ibadettir. Zaten ibadetin hakikatı da budur. Bir kulun aşk, muhabbet ve hürmetle halıkını sevip O’nu tazim etmesi, cidden şerif ve nezif bir ibadettir.

Ubudiyet insanın kulluğunun şuurunda olup ona göre hareket etmesidir. Her şeyde olduğu gibi, ubudiyet ve kullukta da rehber ve önder Hazret-i Peygamber’dir (sav).

Rabb-ül Âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidad verdiğinden ve bir ubudiyet-i külliyeye müheyya ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya mübtela olduğundan, bir rehber vasıtasıyla, yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil; en a’zamî bir derecede, en eblağ bir surette, Kur’an vasıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedahe o zâttır.”7

Ubudiyet-i külliyenin bir vechesi de Cenab-ı Hakk’ın insana verdiği nihayetsiz istidat ve kabiliyet ile O’na ayinedarlık etmesidir. Mesela gözüyle Cenab-ı Hakk’ın kainattaki asarına bakıp temaşa etmesi, kulağıyla ibretli şeyleri dinlemesi, dilinin taamlar için bir müfettiş olması ve aklıyla en büyük ibadet olan tefekkürü yapmasıdır.

Ulema-i Kiram Hazretleri ibadeti dörde ayırmışlardır:

1. Cenneti kazanmak için yapılan ibadetler,
2. Cehennem azabından kurtulmak için yapılan ibadetler,
3. Allah’ın rızasını kazanmak için yapılan ibadetler,
4. Muhabbetullah için yapılan ibadetler.

Bütün kullar Cenab-ı Hakka ibadet etmeye borçludurlar. Bundan hiç kimse hariç kalamaz. İnsanın yaptığı ibadetler Cenab-ı Hakk’ın vermiş olduğu geçmiş nimetlere bir şükürdür, gelecek nimetlere mazhar olmak için değildir.

“Evet biz ücretimizi almışız. Ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız.”8

Zira Cenab-ı Hak, bizi kendisinin bir ihtiyacı olduğu için yaratmadı. Ancak kemal-i kereminin icabı olarak halkedip, bütün nimetler ile perverde etti.

İşte insan, şu kâinata geldikten sonra iki cihet ile ubudiyeti var: Bir ciheti; gaibane bir surette bir ubudiyeti, bir tefekkürü var. Diğeri; hazırane, muhataba suretinde bir ubudiyeti, bir münacatı vardır.”

“Birinci vecih şudur ki: Kâinatta görünen saltanat-ı rububiyeti, itaatkârane tasdik edip kemalâtına ve mehasinine hayretkârane nezaretidir.”

“Sonra, esma-i kudsiye-i İlahiyenin nukuşlarından ibaret olan bedi’ san’atları, birbirinin nazar-ı ibretlerine gösterip dellâllık ve ilâncılıktır.”

“Sonra, herbiri birer gizli hazine-i manevîye hükmünde olan esma-i Rabbaniyenin cevherlerini idrak terazisiyle tartmak, kalbin kıymet-şinaslığı ile takdirkârane kıymet vermektir.”

“Sonra kalem-i kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve sema yapraklarını mütalaa edip hayretkârane tefekkürdür.”

“Sonra, şu mevcudattaki zînetleri ve latif san’atları istihsankârane temaşa etmekle onların Fâtır-ı Zülcemal’inin marifetine muhabbet etmek ve onların Sâni’-i Zülkemal’inin huzuruna çıkmağa ve iltifatına mazhar olmaya bir iştiyaktır.”

“İkinci Vecih, huzur ve hitab makamıdır ki; eserden müessire geçer, görür ki: Bir Sâni’-i Zülcelal, kendi san’atının mu’cizeleri ile kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile marifet ile mukabele eder.”

“Sonra görür ki: Bir Rabb-ı Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da ona hasr-ı muhabbetle, tahsis-i taabbüdle kendini ona sevdirir.”

“Sonra görüyor ki: Bir Mün’im-i Kerim, maddî ve manevî nimetlerin lezizleriyle onu perverde ediyor. O da ona mukabil; fiiliyle, haliyle, kaliyle, hattâ elinden gelse bütün hasseleri ile cihazatı ile şükür ve hamd ü sena eder.”

“Sonra görüyor ki: Bir Celil-i Cemil, şu mevcudatın âyinelerinde kibriya ve kemalini ve celal ve cemalini izhar edip nazar-ı dikkati celbediyor. O da ona mukabil: ‘Allahü Ekber, Sübhanallah’ deyip, mahviyet içinde hayret ve muhabbet ile secde eder.”

“Sonra görüyor ki: Bir Ganiyy-i Mutlak, bir sehavet-i mutlak içinde nihayetsiz servetini, hazinelerini gösteriyor. O da ona mukabil, ta’zim ve sena içinde kemal-i iftikar ile sual eder ve ister.”

“Sonra görüyor ki: O Fâtır-ı Zülcelal, yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmış. Bütün antika san’atlarını orada teşhir ediyor. O da ona mukabil: ‘Mâşâallah’ diyerek takdir ile, ‘Bârekâllah’ diyerek tahsin ile, ‘Sübhanallah’ diyerek hayret ile, ‘Allahü Ekber’ diyerek istihsan ile mukabele eder.”

“Sonra görüyor ki: Bir Vâhid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklid edilmez sikkeleriyle, ona mahsus hâtemleriyle, ona münhasır turralarıyla, ona has fermanlarıyla bütün mevcudata damga-i vahdet koyuyor ve tevhidin âyâtını nakşediyor. Ve âfâk-ı âlemin aktarında vahdaniyetin bayrağını dikiyor ve rububiyetini ilân ediyor. O da ona mukabil; tasdik ile, iman ile, tevhid ile, iz’an ile, şehadet ile, ubudiyet ile mukabele eder.”

“İşte bu çeşit ibadat ve tefekküratla hakikî insan olur, ahsen-i takvimde olduğunu gösterir. İmanın yümnüyle emanete lâyık, emin bir halife-i arz olur.”9

Mabud-u Hakk’ın emrettiği ibadetler, insanların gücünün yetmeyeceği şekilde değil, hatta insan takatinin çok altındadır. Müfessirler, Cenab-ı Hakk’ın emrettiği ibadetlerin insan takatinin son sınırı olmadığını ifade etmişlerdir. Yani bunun sınırı orucu bir ay tutmak ve namazı beş vakit kılmak değildir. Öyle ise, O’nun emirlerini yerine getirmede tembellik göstermek, hatta hiç yapmamak mümin kullarına yakışmadığı gibi, hem de bir cinayet-i azimedir.

Zerrelerden yıldızlara kadar, canlı cansız her şey Allah tarafından vazifelidir. Onların vazifeleri ibadetleridir. Her şey ibadet ile mükellef iken, elbette insan gibi mükerrem, şuurlu bir mahluk bundan müstesna olamaz.

Cenab-ı Hak, âhirette bizlere:

Ey Kullarım! Ben sizleri yoktan var ettim. Sizin nihayetsiz ihtiyaçlarınızı yerine getirmek için bütün kainatta olan enfusi ve afaki nimetlerimle size teveccüh ettim. Yani size ihsan ettiğim bu hadsiz maddî ve manevî nimetleri başınızdan aşağı döktüğüm halde siz kimin huzurunda eğildiniz, kime secde ettiniz, kime hizmet eylediniz ve nimetlerin şükrünü kime ettiniz? Şükür ve ibadet bana layık iken, beni unutup kimlere el açıp boyun eğdiniz?”

dediğinde, o huzurda hâsıl olan hayâ ve utanma ateşi, cehennem ateşine nisbeten daha ağır ve şiddetli olmaz mı?

Öyle ise her insan, şu ulvi hakikatı her türlü kötülüğü isteyen nefs-i emaresine söylemelidir:

“Ey nefs-i emmarem! Sana tabi değilim. Sen istediğin şeye ibadet et ve istediğin şeyin peşine düş; ben ancak ve ancak beni yaratıp, şems ve kamer ve arzı bana müsahhar eden Fâtır-ı Hakîm-i Zülcelal’e abd olurum.”10

Tevhid bülbülleri unvanına layık olan müezzinler, şairin ifade etttiği,

“Emr-i Bülentsin ey ezan-i Muhammedî!
Kâfi değil sadana cihan-ı Muhammedî!”

ulvî hakikatını minarelerden yükselen lâhuti bir sada ile mü’minlerin kalplerine sürur ile doldururlar. İşte o müezzinler seher vakti “Es-selatü Hayrun Min ennevm” nidası ile insanları uyku gafletinden uyandırarak, dergâh-ı ilâhiyeye kulluk vazifeleri için davet ederler. İlahi feyizlerin sağnak sağnak yağıp tecelli ettiği o seher vaktinde, azamet-i subhaniyeyi temaşa eden ve O’nun vahdaniyetini ve kudretini müşahede eden hakiki neşe erbabı için, bundan daha büyük bir lezzet ve mazhariyet tasavvur edilemez. Hakiki aşk ile gark olan bir mü’min, o vakitte abdest alıp ubudiyetini ilan etmekle ebedi bir saadete kavuşur ve o vaktin letafetini zevk eder.

Allah’ın rızasını kazanmak kadar büyük bir saâdet düşünülemez. Bunun en büyük vesilelerinden biri ibadettir. İbadetle insan, kalbini Allah’a bağlar; tevekkül ile O’na istinad eder, hadiselerin tazyikinden kurtulur, huzur ile yaşar. İbadet, insanların kalplerinden uzaklık perdesini kaldırır ve onları daimî bir huzura kavuşturur, tâ ki gaflete dalarak Allah’ı unutmasınlar.

İnsan ibadetsiz olmaz. Zira ibadet insanın,

“Bu misafirhane-i dünyada, aciz ve fakir kalbine kut ve gıda ve elbette bir menzili olan kabrinde gıda ve ziya ve herhalde mahkemesi olan mahşerde senet ve berat ve ister istemez üstünden geçeceği sırat köprüsünde nur ve buraktır.”11

Dipnotlar:

1 İşarat-ül İ’caz, s. 83.
2 Zariat Suresi, ayet, 56.
3 Sözler, s.129.
4 Bakara Suresi ayet, 21-22.
5 İşaratül İcaz, s. 95.
6 Lem’alar, s. 132.
7 Sözler, s. 578.
8 Sözler, s. 360.
9 Sözler, s. 329-330.
10 Mesnevi-iNuriye, s. 109.
11 Sözler, s. 271.

Yazar: Mehmed Kırkıncı

İslâm’da Şiddet Yoktur

Bir kısım müsteşrikler ve İslamiyet’in mahiyeti hakkında araştırma yapmayan bazı kimseler, İslâm’ın yayılmasının kılıç ve kuvvetle olduğunu ileri sürerler. Buna delil olarak da gerek Peygamber Efendimizin (asm) hayatında gerekse ondan sonra meydana gelen harpleri gösterirler. Bunların iddiaları, İslâm’ın nuruna karşı duydukları haset ve kinlerinden kaynaklanmaktadır. 

İslamiyet’in ulvi hakikatlerine vakıf olan kimselere malumdur ki, İslâmiyet, kılıç ve kuvvetle değil, tebliğ ve irşad ile yayılmış, kendisini kalplere ve akıllara böylece kabul ettirmiştir. Dinde zorlama yoktur ki, şid­det ve cebir kullanılsın. Çünkü hak batıldan, doğruluk eğrilikten iyice ayrılmıştır. İslamiyet’in kudsi ve parlak hakikatleri ortadayken gerek din, gerekse başka konularda zorlama ve cebir olmamıştır ve olamaz da. 

İnanmak bir vicdan ve gönül işidir, kılıç ve silah ise vicdana hükmede­mez. Şayet cebir ve silahın vicdana tesiri olsaydı, İslâmiyet’in yayılmaya başladığı ilk yıllarda bütün kuvvet ve silah müşriklerin elindeydi, onlar cebir ve zorlamalarla İslâm’a girenlere mani olurlardı. Hatta Hazret-i Bilâl’i kızgın taşların altında işkence ve zorlamalara tabi tutmalarına rağmen onun “ALLAHU EHAD” demesi gösteriyor ki, cebir ve işkencenin vicdana hiçbir tesiri yoktur. Şimdiye kadar hiçbir insanın şiddet ve zorlamayla İslâm dinine girdiği gösterilemez. 

İslamiyet’in irşad ve tebliğ ile yayıldığına iki şahid-i sadık vardır. Birisi Kur’an-ı Kerim, diğeri de tarihtir. 

Kur’an’daki,

“Dinde ikrah (cebir) yoktur. Artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır.”168

“Rabbinin yoluna insanları hikmetle, güzel nasihatle davet et.”169

“Sen nasihat et, esasen sen sadece bir nasihat edicisin. Onlara zor kullanacak değilsin.”170

gibi ayetlerden de açıkça anlaşılmaktadır ki, başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere bütün Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’e uyarak irşad ve davetle İslâmiyet’i yaymışlardır. Bunun sayısız örneklerinden bir kaçını nazara verelim: 

Peygamber Efendimiz (asm) Mekke-i Mükerreme’de tek başına, silah­sız, kuvvetsiz olduğu halde Mekke’nin ileri gelenlerinden birçok insanın İslâmiyet’e girmelerine vesile olmuştur. Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Osman, Said İbn-i Ebi Vakkas, Hazret-i Talha, Hazret-i Zubeyir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Hamza bunlardandır. Bunların İslâmiyet’i silah zoruyla kabul ettiklerini söylemek mümkün değildir. Tarih kitaplarında Müslümanlar hakkında söyle yazılmıştır,

“Kılıç zoruyla Müslüman olmadılar. Fakat Müslüman olmaları sebebiyle kılıca hedef oldular ve Allah yolunda kılıç kuşandılar.” 

Mekke-i Mükerreme’de başta Peygamberimiz olmak üzere, diğer Müslümanlar son derce şiddetli işkencelere maruz kaldılar. Hatta ailelerini, yakınlarını, mal ve mülklerini dinleri için terk edip, Medine’ye hicret ettiler. Medineliler, Peygamber Efendimizin irşadıyla İslâmiyet’i kabul ettiler. 

Bütün Müslümanlar İslâmiyet’in kutsiyetini kabul ederek kendi iradele­riyle bu dini kabul etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim sayesinde fikirleri tenevvür ederek şirk ve küfürden kurtulmuşlar ve tevhid akidesini kabul etmişlerdir. Yoksa bunların silah zoruyla İslâmiyet’e girdiğine hükmetmek, gerçekleri inkâr etmek demektir. 

İslam dininin tekamül ve inkişafının hiçbir zaman silah zoruyla olma­dığı tarihen de malumdur. Mesela, batı dünyasında birçok ilim adamının İslâmiyet’i kabul etmesi acaba silah zoruyla mı olmuştur? Haçlılar Anadolu’dan İslâmiyet’i kaldırmak için Doğu’ya geldiler ve birçok Müslüman’ı zulmen öldürüp katliam yaptıkları halde Hristiyanlardan bazıları İslâm’ın cazibesine kapılarak İslâm dinine girdiler. Bununla da kalmadı Müslümanların yanında yer alarak Haçlılara karşı harbettiler. Tarihçi Thomas Arnold bunu teyid ederek,

“Muhammed’in daveti, ilk devirlerde, yani on ikinci yüzyılda Haçlılardan bir çoğunu kendisine çek­miştir. Bu, sadece Hristiyanların halk tabakasına mahsus değildir. Bilakis bazı liderler ve komutanlar, Hristiyanların galibiyet elde edecekleri saatler­de bile Müslümanlara katılmışlardır.”

demektedir. Bazı Hristiyan tarihçile­ri de:

“Kudüs’teki haçlı reislerinden altı tanesini şeytan, Hıttin Savaşı gecesi emri altına aldı da Müslüman oldular ve hiçbir kimse tarafından zorlanmadan düşman saflarına geçtiler.”

diye yazmışlardır. 

Thomas Arnold İslâmiyet’in Hristiyanlar arasında yayılma sebeplerini şöyle açıklamaktadır:

“Şu bir gerçek ki, Selahaddin’in ahlakı ve kahraman­lık dolu hayatı, o asırda Hristiyanlarda sihirli bir tesir meydana getirdi. Öyle ki Hristiyan süvarilerinden birisi onun cazibesine kapılarak öteden beri inandığı dinini ve milletini terk edip Müslümanlara katıldı. Mesela, bir İngiliz süvarisi Hristiyanlığı bırakıp İslâm’a girdi ve daha sonra Selahaddin’in torunlarından birisiyle evlendi.” 

Bu da İslâm’ın yayılmasında temel unsurunun kuvvet olmadığını gös­teren başka bir tarihi olaydır. 

Hicri yedinci asırda Moğollar, İslâm dünyasına doğu tarafından hücuma geçtiler. Sert ve yıkıcı saldırılarıyla dereler gibi kan akıttılar. İslâm medeni­yetinin şaheserlerini tahrip ettiler. Sarayları, camileri yıktılar. Kitapları yakıp, ilim adamlarını öldürdüler. Ellerini halifeye uzatıp hem kendisini hem de aile fertlerini katlettiler. Hicri 656 (1258) yılında Abbasî hilafetini ortadan kaldırdılar. İdare Moğolların eline geçti. İslam kuvvetleri, hilafet merkezi dahil bütün cephelerde Moğollar karşısında yenik düştü. Ancak kısa süre sonra durum değişti. İslâm, Moğolları kendisine çekmeye başladı. İslâm’ı bütün müesseseleriyle yıkmaya yönelen Moğollar İslâm’a girdiler. İslâm’ın Moğollar arasında kılıç zoruyla yayıldığını söylemek için tarihî gerçekleri yok farz etmek gerekir. Thomas Arnold bu konuda şunları söy­lemektedir: 

“İslâmiyet, karşılaşmış olduğu tehlike ve musibetler içerisinde Moğollarla yaptığı harplerden daha şiddetlisini görmemiştir. Cengiz Han’ın orduları sürüler hâlinde gelmiş ve yolu üzerindeki İslam merkezlerini çiğneyip bütün medeniyet ürünlerini yerle bir etmişti. Ama İslâm kısa zamanda uykusundan uyandı, harabeler arasından ortaya çıktı ve bu barbar işgalci­leri kendisine çekmeyi başardı.” 

Tarihi bir hakikattir ki, İslâmiyet Kureyşlilerle Müslümanlar arasında yapılan Hudeybiye Antlaşmasını takip eden barış yıllarında çok daha fazla yayılmıştır. Bu barış devresi iki yıl sürmüştü. Tarihçiler bu iki yıl içersinde İslâm’ı kabul edenlerin, İslâm’ın başlangıcından itibaren yirmi yıla yakla­şan müddet içerisinde Müslüman olanlardan daha çok olduğunu kaydeder­ler. Bundan dolayıdır ki, İmam Zührî,

“İslâm tarihinde Hudeybiye kadar büyük bir fetih yoktur.”

demektedir. Bu ilgi çekici tespit de İslam davetinin savaşı değil, barışı aradığını ortaya koymaktadır. Sonunda mağluplar galiplere galip geldiler. Bu konu hakkında Sir Thomas Arnold’un “İnşirah-ı İslâm” adlı bir kitabı mevcuttur. Merak edenler bu kitaba müracaat edebi­lirler. 

Bütün İslâm alimleri ve mürşitleri, Peygamberimizi örnek alarak him-met ve gayretlerini insanların İslâmiyet ile şereflenmeleri için sarf etmişler­dir, kıyamete kadarda bu böyle gidecektir. 

Dipnotlar:

168 Bakara Suresi, ayet, 256.
169 Nahl Suresi, ayet, 125.
170 Ğaşiye, 21-22.

Mehmed Kırkıncı

Medeniyet

Medeniyet; “medine” kelimesinden türetilmiş olup, “şehirde toplu bir şekilde yaşamak” demektir. Şehirde yaşayanlara medenî, çölde ve çadırda yaşayanlara ise bedevî denilir. Bunların birincisinin hayat tarzına medeni­yet, diğerine ise bedeviyet adı verilir.

Malumdur ki, insan tek başına yaşayamaz, diğer insanlarla bir arada yaşamaya mecburdur. Çünkü, hiç kimse kendi ihtiyaçlarını tek başına tedarik edemez. Mesela; ekmek için çiftçiye, elbise için terziye muhtaçtır. Demek ki, insanların yaşayışı ve hayatlarının devamı yardımlaşma iledir. “İnsan fıtraten medenîdir.” sözü bu manayı ifade etmektedir.

Medeniyetin güzellikleri sayılamayacak kadar çoktur. Mesela; ilim, irfan, sanat, ticaret, insanların birbiriyle yardımlaşması hep medeniyetin güzelliklerindendir. Bu bakımdan insan medeniyeti sever ve onunla müşer­ref olmak ister.

Medeniyetin ehemmiyetini takdir eden bir insan, hem kendisine hem de diğer insanlara faydalı olmak için çalışır, herkesle ülfet, muhabbet ve ünsi­yetle geçinir. Diğer insanların maddi ve manevi hukukunun muhafazasını en ehemmiyetli bir vazife telakki eder, vatan ve milletinin terakkisi için elinden gelen gayreti gösterir.

İşte böyle bir insan medeniyetin temeli olan yardımlaşma, istikamet, adalet ve güzel ahlak gibi düsturları hayatına mal etmekle mükelleftir.

Medenileşmek için en doğru ve en salim yol bunlara sarılmaktır. Bu düs­turlar, ferdi ve içtimai hayatın nizam ve intizamının vesilesidir. Binaenaleyh medeniyeti sadece “maddi terakki”, “fen ve sanatta ileri gitme” olarak kabul etmek doğru değildir.

Dinden mahrum olan bir insanla bir müminin mukayesesini Bediüzzaman Hazretleri şu şekilde ifade etmektedir:

“Felsefenin talebesi, kendi nefsi için kardeşinden kaçar, onun aleyhinde dava açar. Kur’anın talebesi ise, semavat ve arzdaki bütün sâlih kulları kendine kardeş kabul ederek, gayet samimî bir surette onlara dua eder ve saadetleriyle mes’ud oluyor ve ruhunda kuvvetli bir alâkayı onlara karşı hisseder.”146

İnsanlar ahlak ve meşreb itibariyle çok muhteliftirler. Hem kendisinin hem de diğer insanların saadet ve selametlerine hizmet eden, vatan ve milletin terakki ve tekamül etmesi için gayret gösteren medenî, alicenap, fedakar ve faziletli insanlar olduğu gibi, sözüm ona şehirde yaşayıp, sade­ce şahsi menfaatlerini gözetmekle bedevilerin bedevisi olan vahşi insanlar da vardır. Milletimizin maddi ve manevi hukukuna tecavüz eden bir çok makam ve rütbe sahibi, milletimizin örf, adet ve ahlâkını tahribe çalışan nice yazarlar da vardır ki, milletimiz bunlardan gördüğü zararları hiçbir bedeviden görmemiştir. İşte bunlar vahşet ve zulümde çöldeki bedevilere rahmet okutacak kadar ileri gitmişlerdir.

“Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayâle gelir.”147

Bedeviyetten kurtulup gerçek medeniyete kavuşmanın yegane çaresi, Nebiyyi Zişan Efendimiz Hazretleri’in (asm) taraf-ı ilahiden getirdiği İslâm dini ve onun bir meyvesi olan Allah korkusu, Allah sevgisi, doğruluk, kul hakkına riayet gibi üstün seciyeleri ve meziyetleri ferdi ve içtimai hayata hakim kılmaktır. Aksi halde medenileşmek imkansızdır.

Medeniyet iki şekilde ele almak mümkündür. Bunların birincisi hak dinden, faziletten, güzel ahlaktan, iman ve irfandan uzak olan ehli dalale­tin medeniyetleridir. İkincisi ise; hayatını ilahi vahyin ışığında tanzim eden müminlerin medeniyetidir.

Bu iki medeniyeti Bediüzzaman Hazretleri Mesnevî-i Nuriye adlı eserin­de şöyle dile getirmiştir:

“Birincisi, medeniyet libasını giymiş korkunç bir vahşet­tir. Zahiri parlıyor, bâtını da yakıyor. Dışı süs içi pis, sureti me’nus, sîreti makûs bir şeytandır.” 

“İkincisi, bâtını nur zahiri rahmet, içi muhabbet, dışı uhuv­vet, sureti muavenet, sîreti şefkat, cazibedar bir melektir.” 

Birinci medeniyeti benimseyen ehl-i dalalet dünya saadetini hayatın lezzetini, medeniyet ve sanatta terakkiyi, ahireti düşünmemekte, Allah’ı tanımamakta ve hayvani hürriyette aramaktadırlar.

“Bu medeniyet eşhası fakir, sefih ve ahlaksız eder. Böyle istibdat, sefahete ve zillete memzuç medeniyete bedeviyeti ter­cih ediyorum.”148

Bunların gittiği yolun zehirli meyvelerini bir başka eserinde şöyle beyan etmektedir:

“… İnsan, Cenab-ı Hakk’ı tanımazsa ve Ona tevekkül et­mezse, o vakit insan, gayet derecede âciz ve zaîf, nihayet derecede muhtaç, fakir, hadsiz musibetlere maruz, elemli, kederli bir fâni hayvan hükmünde olup, bütün sevdiği ve alâka pey­da ettiği bütün eşyadan mütemadiyen firak elemini çeke çeke, nihayette, bâki kalan bütün ahbabını bir firak-ı elîm içinde bırakıp, kabrin zulümatına yalnız olarak gider. Hem müddet-i hayatında gayet cüz’î bir ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kısa­cık bir hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile nihayetsiz elemler ile ve emeller ile faydasız çarpışır ve hadsiz arzuların ve makasıdın tahsiline, semeresiz boşu boşuna çalışır. Hem kendi vücudunu yüklenemediği halde, koca dünya yükünü bîçare beline ve kafasına yüklenir. Daha cehenneme gitmeden cehennem azabını çeker.”149

“İşte ehli dalaletin gittikleri yolun hasareti o kadar büyük olur ki, tasavvurundan ruh, akıl ve kalb ürperir.”150

İkinci yolda giden ehl-i hidayete Kur’an-ı Kerim’in kazandırdığı cennet yemişlerini ise Mesnevî-i Nuriye adlı eserinde şu şekilde hulasa etmekte­dir:

“Kur’anın hâlis ve tam şakirdi ise, bir abddir. Fakat a’zam-ı mahlukata karşı da ubudiyete tenezzül etmez ve cennet gibi en büyük ve a’zam bir menfaati gaye-i ubudiyet yapmaz bir abd-i azizdir. Hem halim selimdir. Fakat Fâtır-ı Zülcelalinden başkasına, izni ve emri olmadan tezellüle tenezzül etmez bir halim-i âlîhimmettir. Hem fakirdir fakat onun Mâlik-i Kerim’i ona ileride iddihar ettiği mükâfat ile bir fakir-i müstağnidir. Hem zaîftir fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyidinin kuvvetine istinad eden bir zaîf-i kavîdir ki, Kur’an hakikî bir şakirdine cennet-i ebediyeyi dahi gaye-i maksad yaptırmadığı halde; bu zâil fâni dünyayı ona gaye-i maksad hiç yapar mı? İşte iki şakirdin himmetlerinin ne derece birbirinden farklı olduğunu anla!..”151

İslâm medeniyetinin temeli Kur’an ve Sünnet-i Seniyyedir. Bunun en mümtaz bir örneği ASR-I SAADET’tir. Evet, dünyada gıpta edilecek bir me­deniyet varsa o da yine İslam medeniyetidir, Asr-ı Saadet Medeniyetidir.

Terakki ve medeniyetin ruhu, semavi dinler, hususan İslâm dinidir. Hat­ta bugün Avrupa’nın cihanı hayrette bırakan maddi terakkiye nail olması­nın temeli Emevilerin gerçekleştirdikleri Endülüs Medeniyeti’ne dayanır.

İslâm medeniyeti cihanşümul bir medeniyettir. Ancak bu cihanşümul medeniyete ulaşmak, İslâm’ı iyi inceleyip, öğrenmekle ve hayata tatbik et­mekle mümkündür. İslam Tarihine bakıldığında asr-ı saadetten sonra bu­nun en ileri ve en güzel örneklerini Selçuklular ve Osmanlılarda görmek­teyiz.

Selçuklular bir yandan Haçlı ordularıyla harp ederken, diğer yandan da Ulu Camileri, medreseleri, hamam ve kervansarayları inşa ettiler.

Osmanlılar ise; bir taraftan sanayi ve ticarette diğer taraftan, maarif ve ilimde ilerlediler. Medreselerde insanları cehaletten kurtarıp, İslam dinini hakkıyla anlatan ilim ve irfan sahibi alimler yetiştirdikleri gibi, tekke ve hangâhlarda da milleti tenvir ve irşad eden birçok mürşitler yetiştirdiler. Bununla birlikte her şehirde haşmetli ve müzeyyen camiler, mescitler, kışla­lar ve saraylar inşa ettiler, asırlar boyunca dünyaya her yönüyle mükemmel bir medeniyet gösterdiler. Bu yüzden bu medeniyetlere kısaca “Türk-İslâm Medeniyeti” denilmiştir. İstanbul bu medeniyetin sembol şehri olmuştur. İstanbul’da yaşayanlar da bu medeniyetin sembol insanı olmuşlardır. Me­sela; Süleymaniye Camii, İslâm Medeniyetinde hem dinin hem de sanatın en güzel sembollerinden birisidir.

Günümüzde başta ABD olmak üzere bütün dünya bu medeniyete hay­ranlığını dile getirmekte ve pek çok ilim adamı, vakıf ve araştırma teşkilat­ları günlük hayatta karşılaştıklar güçlükleri yenmek ve buhranları çözmek için bu medeniyeti incelemektedirler.

İslâm Medeniyetini tafsilatlı bir şekilde öğrenmek isteyenler Cürci Zeydan’ın “Medeniyet-i İslam Tarihi” adlı eserine müracaat edebilirler. Dinin ilimleri ve fennin medeniyeti öyle bir hazinedir ki, bunları birlikte elde eden bir millet hakiki saadete ve bahtiyarlığa nail olur. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şu ifadelerle en güzel bir şekilde dile getirmiştir:

“Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış, iki şecere-i azîme hükmünde… Biri, silsile-i nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmiş ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse; âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler, felsefe silsi­lesinin etrafına cem’olmuştur.” 152

Batı medeniyeti teknik sahada son derece ilerlemesine rağmen, insanla­rın huzur ve saadetlerini sağlama konusunda aynı başarıyı göstermemiştir. Çünkü medeniyetin yayılması hem maddi hem de manevi ilimlerin beraber yürütülmesine bağlıdır. Sadece maddi sahada veya yalnız manevi sahada terakki kafi değildir, ikisi de beraber gerçekleşmelidir. Bediüzzaman Haz­retleri bu konuda

“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.” buyurmuştur.

Sadece maddi terakkiye ehemmiyet verilip, inanç ve ahlâkta geri kalınır­sa o toplum manevi çöküntüye uğrar. İnsanlar her arzu ettiği şeyi işlerler, birbirinin maddi ve manevi hukukuna tecavüz ederler. Bu da, cemiyetin nizam ve intizamını bozar.

Tarihin sayfalarına nazar eden bir insan bunun çok misallerini görebilir. Mesela Epikür adındaki ahlaksızın, Yunan milletini, Mezdek ismindeki bir seciyesizin de İran milletini ne gibi felaketlere götürdüğü aşikaredir.

Medeniyetin ölçüsü, insana verdiği değere ve ona götürdüğü hizmete göredir. 

Mehmed Kırkıncı

 

Dipnotlar:

146 Mesnevî-Nuriye.
147 Tarihçe-i Hayat.
148 Divan-ı Harb-i Örfi.
149 Sözler.
150 Sözler.
151 Mesnevî-i Nuriye.
152 Sözler.

 

Dâbbetül-arz

Dâbbe; hareket eden canlı bir hayvan demektir. Dâbbeyi tek bir canlı olarak değil de bir tür olarak düşünmek daha doğru olur.

“Dâbbe” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de on dört yerde geçmektedir.

“Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların (her dâbbenin) rızkı ancak Allah’a aittir.” (Hud, 11/6)

Bu ayette geçen dâbbe kelimesi bütün hayat sahiplerini ifade etmektedir.

Başka bir ayette ise şöyle buyrulur:

“Tehdit edildikleri şey başlarına geldiği zaman onlara yerden bir dâbbe çıkarırız da insanların ayetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler.” (Neml, 27/ 82)

Dâbbenin insanlarla konuşması, sadece dil ile konuşması anlamına gelmez. Nitekim bu kâinat sarayında teşhir edilen nice antika eserler ve birçok hadise hal diliyle akıl sahiplerine çok şey anlatmaktadırlar.

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır Efendi bu ayetin tefsirinde şöyle der:

“Debb ve Debib: Hafif yürüme, debelenme demektir. Hayvanlarda ve çoğunlukla haşerelerde, yani böceklerde kullanılır. İçkinin vücuda yayılması ve bir çürüklüğün etrafına bulaşması gibi, hareketi gözle tespit olunamayan şeylerde de kullanılır.  “Dabbe” kelimesi de bundan fail olmak üzere asıl lügatte “mâyedübbü”, yani debbeden, hafif yürüyen, debelenen demek olur. Ve şu halde tren, otomobil, bisiklet gibi otomatik şeylere de lügatin aslına göre “dâbbe” demek uygun olabilecekse de dilde kullanılışı hayvanlara mahsustur. Hatta örfte dört ayaklı hayvanlarda ve onlar içinde özellikle atta daha çok kullanılmıştır. Bununla beraber “Allah, her hayvanı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünen, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayaküstünde yürür…”(Nur, 24/45) âyetinden anlaşılacağı üzere, her hayvan hakkında kullanılır. Hayvan kelimesi ile eşanlamlı gibidir.

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah’a aittir.”(Hud, 11/6)  

âyetinden anlaşılan da budur. Bundan dolayı dabbe kelimesi hayvanlar için olduğu  gibi insanlar için de kullanılır. Bu ayette “dâbbe” kelimesi nekre (belirsiz isim) olarak geldiğinden bunun bildiğimiz dâbbelerden başka bir dâbbe olması akla gelir. “Onlarla konuşan dâbbe” terkibinde açıkça belirtilen bunun konuşan bir hayvan, yani insan olmasıdır. Tefsirler de bu iki nokta etrafında dolaşmaktadır.

Râgıb, ‘Müfredat’ında bu konudaki görüşleri şöylece özetlemiştir: “Dâbbe”, tanıdığımızın aksine bir hayvandır ki, çıkması kıyamet vaktine mahsustur.” Bir de denildi ki: “Bununla cehalet ve bilgisizlikte hayvanlar gibi olan en şerli kimseler kast olunmuştur.”

Bu takdirde dâbbe bütün debelenen yaratıkların ismi olarak ifade edilmiş olur. “Hâin” kelimesinin cemisi, “hâine” gibi. Kâdı Beydâvî ve bazı hadisçiler bunu “cessâse” casuslar olarak göstermişlerdir ki, bir hadiste haber verildiğine göre, cessâse, Deccal için haberler araştırıp toplayan casus demektir. Ebü’s-Suud da diyor ki: Bu dâbbe, casustur. Bundan cins isim söylenip, bir de tefhîm (büyüklüğüne işaret) tenviniyle bilinmezliğinin tekid edilmesi, şanının garipliğine ve özelliğinin, davranışının açıklamadan uzak olduğuna delalet eder…..

Beyhakî gibi zatların Ebu Hüreyre (r.a)den rivayet ettikleri bir hadiste Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki:

“Dâbbetü’l-arz, Musa’nın âsası, Süleyman’ın mührü yanında olarak çıkacak, mühür ile müminin yüzünü parlatacak, âsa ile kâfirin burnunu kıracak, insanlar sofraya toplanacak, mümin ve kâfir tanınacak.”

Bu hadise göre de, dâbbe, normalin üzerinde bir kuvvet ve saltanat ile ortaya çıkıp büyük bir İslâm devleti kuracak lider olmuş oluyor. Şüphe yok ki, Musa’nın asasına, Süleyman’ın mührüne sahip olan kimse, büyük bir şahsiyet olacaktır. Hem de kötülerden değil, iyi ve hayırlılardan olacak, bütün müminlerin yüzünü güldürecek, kâfirlerin burnunu kıracaktır. Âyette;

“Onlara insanların âyetlerimize kesin bir iman getirmemiş olduklarını söyler.”

buyrulması da bunu gerektiriyor. Şu halde buna dâbbe ismi verilmesinin sebebi, onun kâfirlere karşı acımasız olacağını ve Allah Teâlâ’ya göre onun meydana çıkarılmasının zor bir şey değil, yerden normal bir dâbbe çıkarmak gibi kolay olduğunu anlatmaktır.

Bu konudaki bazı açıklamaları da kaydedelim:

1. İbnü Cerir’in Huzeyfe b. Esîd’den rivayet ettiğine göre:

“Dâbbe’nin üç çıkışı vardır: Birisinde bazı çöllerde çıkar, sonra gizlenir. Birisinde de, emirler kan dökerken bazı şehirlerde çıkar, yine gizlenir. Sonra insanlar mescitlerin en şereflisi, en büyüğü ve faziletlisi içinde iken yeryüzü kendilerini fırlatmaya başlar. Derken halk kaçışır, müminlerden bir grup kalır, bizi Allah’tan hiçbir şey kurtaramaz derler. Dâbbe de onların üzerine çıkar, yüzlerini parlak yıldız gibi parlatır. Sonra hareket eder, artık ne takip eden yetişebilir, ne de kaçan kurtulabilir. Bir adama varır, namaz kılıyordur, vallahî sen namaz ehli değilsin der. Yakalar, müminin yüzünü ağartır, kâfirin burnunu kırar.” dedi. “O zaman insanlar ne halde olur?” dedik. “Arazide komşu, malda ortak, yolculuklarda arkadaş olurlar.” dedi.
 

2. İlim ehlinden birçokları dâbbenin ortaya çıkması, emr-i bi’l-ma’rûf (iyilikleri emir) ve nehy-i ani’l-münker (kötülüklerden menetme) terk edildiği vakittir demişler.

Bir ayette mealen şöyle buyrulur:  

“Ne zaman ki Süleyman’a ölümü hükmettik, cinlere onun ölümünü sezdiren olmadı. Yalnız bir güve böceği yere dayandığı asasını yiyordu. Bu sebeple Süleyman yere yıkılınca ortaya çıktı ki, cinler eğer gaybı bilir olsalar o zilletli azap içinde bekleyip durmazlardı.” (Sebe, 34/14)

Hz. Süleyman’ın (a.s) dayandığı asasını yiyen ağaç kurdunun veya bir güve böceğinin mahiyeti hakkında da iki görüş vardır: Bir görüşe göre burada ifade edilen kurdun, bilinen ağaç kurdu olduğudur.

Diğer görüşe göre ise bu kurt, asaları yiyen bir kurtçuktur.

Ayette ifade edilen dâbbenin Hz. Süleyman’ın (a.s) bastonunu kemirerek yiyip bitirmesi gibi, AİDS mikrobu veya başka bir hastalığın da isyan ve ahlaksızlıkta haddini aşan bazı insanları kemirip eritmesi mümkündür.      

Peygamber Efendimiz (sav.) “dâbbetü’l-arz”ın meydana çıkmasını kıyamet alametlerinden birisi olduğunu bir hadis-i şeriflerinde şöyle ifade etmektedir:

“Onun alametlerinden biri, güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanların üzerine ‘dâbbe’ nin çıkmasıdır. Bu alametlerden hangisi önce belirirse, ötekisi onu kısa zamanda takip edecektir.” (Müslim, Fiten, 118; İbn Hanbel, “Müsned”, II, 201)

Bediüzzaman Hazretleri de bu konuda şöyle buyurur:

“Amma ‘Dabbet-ül Arz’: Kuran’da gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı hâlinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise; ben şimdilik, başka meseleler gibi kat’î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: (Laye’lemulğaybeillallah) Nasılki kavm-i Firavun’a ‘çekirge âfâtı ve bit belası’ ve Kâbe tahribine çalışan Kavm-i Ebrehe’ye ‘Ebabil Kuşları’ musallat olmuşlar. Öyle de:

“Süfyan’ın ve Deccalların fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve Ye’cüc ve Me’cüc’ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle, arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zîr ü zeber edecek. Allahu a’lem, o dabbe bir nev’dir. Çünki gayet büyük bir tek şahıs olsa,her yerde herkese yetişmez. Demek dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak. Belki  إِلَّا دَابَّةُ الْأَرْضِ تَأْكُلُ مِنسَأَتَهُ  âyetinin işaretiyle, o hayvan, dabbet-ül arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü’minler iman bereketiyle ve sefahet ve sû’-i istimalâttan tecennübleriyle kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuşturmuş.” (Nursî, Şuâlar, Beşinci Şuâ)

Bediüzzaman Hazretleri müminlerin iman bereketiyle ve sefahatten içtinap etmeleriyle böyle bir duruma düşmeyeceklerini özellikle vurgulamaktadır. Öyle ise asrımızın en dehşetli ve en büyük tehlikesi olan sefahat yangınına karşı, takva kalasına sığınmak lazımdır.

Evet, günahların her taraftan sel gibi hücum ettiği günümüzde, nefs-i emmarenin tehlikesinden, aldatıcı ve cazibedar hevesatın hücumundan kurtulmanın yegâne çaresi, iffet, edep, hayâ ve takva dairesinde yaşamaktır. Zira nefisle cihadın en kısa yolu takvadır.

Ulvî maksatlar için yaratılan insan, bu imtihan yeri olan dünyaya sadece yemek, içmek ve zevk etmek için gönderildiğini zannedip, helal dairesindeki keyfi kâfi görmeyerek, her türlü ahlaksızlığı işlemekte ve sefahat bataklığında sürünmektedir.

İman, marifet, muhabbet, ibadet, takva, adalet ve istikamet gibi ulvi seciyelerden mahrum olan bir cemiyetten sefahat ve fuhşiyat gibi her türlü fenalık zuhur eder; memleketleri yıkar, aileleri tarumar eder, haysiyet ve şerefleri silip süpürür ve fert ve cemiyetin dünya ve ahiret hayatını zehirler.

Evet, ahlaksızlık ve hayâsızlıkta haddini aşan ve sefahat bataklığında boğulan geçmiş bazı ümmetler ve kavimler bir çok elim azaba, bela ve musibetlere duçar olmuşlardır. Bunlardan ders alınması bir ayette şöyle ifade buyrulur:

“De ki, yeryüzünde gezin dolaşın da daha öncekilerin akıbetleri nice oldu görün.” (Rum, 30/42)

Mazide edep ve hayâsızlığa sukut etmiş ve ahlaksızlık çukuruna düşmüş olan birçok asi kavimlere Cenâb-ı Hakk’ın vurduğu sille-i tedip ve tazip Kur’an-ı- Kerim’in birçok ayetinde nazara verilmektedir. Bir kanser mikrobu olan sefahate, çok güçlü kavim ve imparatorlukların kudretleri dahi dayanamamıştır. Bu mikrop bir cemiyete girdi mi, artık onun bünyesini kısa bir zamanda kemirir, güçsüz bırakır ve sonunda çökertir.  Öyle ise geçmiş kavimlerin başına gelen o elim hadiselerden ibret alıp uyanalım, edep, hayâ ve istikamet dairesinde yaşayalım ki, gadab-ı ilâhinin celbine vesile olmayalım.

Cenab-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerim’de geçmiş ümmetlerin başına gelen elim hadiseleri bizlere anlatmasının hikmeti, onlardan ibret ve ders almamız içindir. Firavun ve kavmini bit, çekirge ve kurbağa istila etmişti. Ama onlar her defasında tövbelerini bozmuş, başlarına gelen musibetlerden ders almamış ve sonunda denizde boğulmuşlardı.

Hem yine Kâbe’yi yıkmak için gelen Ebrehe ve ordusuna Cenab-ı Hak sürüler halinde kuşlar göndermiş, o kuşlar gaga ve ayaklarında taşıdıkları taşlarla onları perişan etmişlerdi.

Hem yine, Hz. Nuh’un (a.s) kavmini helak eden o büyük tufan, asi ve mütemerrit bir kavmi tarih sahnesinden silmişti.

Evet, Cenab-ı Hak, insanları uyarmak ve uyandırmak için zaman zaman deprem, kasırga, açlık ve sel gibi bazı afetlerle onları ikaz etmektedir. Ancak insan öyle garip ve acip bir mahluktur ki, gaflet uykusundan uyanmasını gerektiren bir çok ayet, hadis ve tarihi hadiseler varken yine de  onların birçoğu  bunlardan ibret alıp uyanmaz, kendini tehlikeye sürükleyecek hata ve günahlardan sakınmaz.

Bu bakımdan, çeşitli bela ve musibetlere maruz kalmamak için, her mümin ve özellikle de ilim ve irfan erbabı olanlar, kanser mikrobundan daha tehlikeli olan bu asrın hastalığı “sefahate” karşı büyük bir mücadele etmelidirler. Aksi halde suçlularla beraber masumlar da perişan olur. Nitekim bir ayette şöyle ifade buyrulur: 

“Ve öyle bir fitneden sakının ki, içinizden yalnızca zulüm yapanlara dokunmakla kalmaz. (masumları da yakar)” (Enfal, 8/25)

Edep ve hayâsızlıkta haddini aşan geçmiş kavimlerin başına birçok elim hadise geldiği gibi, Roma, Endülüs ve Pers gibi birçok imparatorlukları da tarih sahnesinden silip atan sefahattir. Evet, tarihin şahadetiyle sabittir ki, düşmana mağlup olmuş nice milletler daha sonra güçlenerek istiklallerini elde edebilmiş, düşmanlarına galip gelebilmişlerdir. Fakat ahlâksızlığa, sefahate, zulme ve adaletsizliğe mağlup olan bir milletin kendini toparlaması ve güçlenmesi mümkün olmamıştır, olamaz da. Sefahat nice milletleri tarih sahnesinden silmiştir.

Mesela; Romalılarda faziletin bütün güzellikleri inkişaf etmiş; gerek idarecileri ve gerek ahalisi arasında muhabbet tesis edilmişti. Onlar sefahatten ve ahlaksızlıktan son derece sakınır ve faziletli yaşamayı bir şeref sayarlardı. Hanımları ve gençleri son derece iffetli idi.  Ancak, İskender Yunanistan’ı fethedince, onlardaki ahlaksızlık ve sefahat Roma’yı istila etmeye başladı. O güzel ahlâk ve faziletin yerine sefahat ve ahlaksızlık hakim oldu. Aile hayatı bozuldu ve tefessüh etti. O ihtişamlı Roma imparatorluğu yıkıldı ve tarih sahnesinden silinip gitti. Ne kanunları ve ne de zenginlikleri onları yıkılmaktan kurtaramadı.   

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“… gençlik gidecek. Sefahette gitmiş ise, hem dünyada, hem âhirette, binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû’-i istimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve manevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz; hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı halinden, gençlik saikasıyla israfat ve sû’-i istimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar işittiğiniz gibi; hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekatın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta -ehl-i keşfelkuburun müşahedatıyla ve bütün ehl-i hakikatın tasdikıyla ve şehadetiyle- ekser azablar, gençlik sû’-i istimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz. Hem nev’-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretler ile ‘Eyvah gençliğimizi bâdi heva, belki zararlı zayi’ ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız.’ diyecekler.” (Nursî, Şuâlar)

Yazar: Mehmed Kırkıncı