Etiket arşivi: MEHMED KIRKINCI

Mühim bir sual: “Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır.” sözü ne anlama gelmektedir? (2)

Allah’ın mahiyeti hiçbir mahiyete benzemez. Zira, Hâlık’ın hakikati başka, mahlukatın mahiyeti başkadır. Hiçbir eserin, ustasına benzemediği bilinen bir gerçektir. Meselâ, bir saat ne zâtı, ne mahiyeti, ne sıfat ve fiilleri itibariyle ustasına benzemez. Bunların her ikisi de mahlûk cin­sinden oldukları halde, aralarında bu kadar büyük bir mahiyet farklılığı vardır. O halde, bütün varlıkların Hâlık’ı olan Cenâb-ı Hakk’ın kudsî mahiyeti, O’nun yarattığı hiç bir mahlukun mahiyetine elbette benzemeyecektir.

Allah, vehimlerin tasavvurundan ve zihinlerin takdirinden, yani akıl ve fikrin ihatasından münezzehtir. Zira Cenab-ı Hak, suret ve cisim olarak vasıflandırılamaz ve şekil olarak hayal edilemez.

Allah maddeden, zamandan ve mekândan münezzehtir; ezelî ve ebedî bir Zât-ı Akdestir.

“Yani, ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef’âlinde nazîri yoktur, misli olmaz, şebîhi yoktur, şerîki olmaz. Evet, bütün kâinatı, bütün şuûnâtıyla ve keyfiyâtıyla kabza-i rubûbiyetinde tutup bir hane ve bir saray hükmünde, kemâl-i intizamla tedbîr ve idare ve terbiye eden bir Zât-ı Akdese, misil ve mesîl ve şerîk ve şebîh olmaz, muhâldir.”7

Allah’ın vücûdu vâcibdir. Yâni, varlığı Zâtındandır; olmaması muhaldir. Cenâb-ı Hakk’ın bütün sıfatları sonsuz ve mut­laktır. Allah Kayyûm’dur. Yani, Zâtında kâimdir. Bütün mevcudat ise, O’nun kudretiyle, iradesiyle ve ilmiyle ayakta durmaktadırlar.

Allah, “Ma’bûdün bilhak” tır; ibadete lâyık ve müstehak ancak O’dur. Allah, zâtında mutlak kadir, mutlak ganidir.

Allah-ü Teâlâ Hazretleri, yerin ve göğün hem Hâlık’ı, hem Ma’bûd’u, hem Hafîz’i, hem idarecisidir. Kudreti gayr-i mahdut, ilmi gayr-i mütenahî, sıfatları muhittir. O’nun mebde’ ve müntehası yoktur. Ezelî ve Ebedî’dir.

Allah Sameddir. Yani, her şey O’na muhtaçtır; O ise, hiçbir şeye muhtaç değildir. Her varlığın, her ihtiyacını bizzat O görür. O öyle bir Samed’dir ki, her şeyden müstağnidir, ama her şey ona muhtaçtır. Her mahlûk, vücuda gelmesinde, hayatının devamında ve bütün hallerinde her an O’na muhtaçtır. Her şeyin mülk ve melekûtu O’nun kabza-i tasarrufundadır.

Allah-u Teala, hayat sıfatıyla Hayy, ilim sıfatıyla Âlim, irade sıfatıyla Mürid, kudret sıfatıyla Kâdir, kelam sıfatıyla Mütekellim, emriyle Âmir, nehyi ile Nâhi, hüküm ve icraatında Âdil, in’amında Muhsin, gücü yettiği halde ceza vermeyen ve erteleyen olmasıyla Halîmdir.

Allah, kalpleri dilediği gibi evirip çevirendir. istediğini izzetle şereflendirir ve dilediğini de zilletle rezil eder. Bütün enbiya ve evliyanın kalplerini hikmet ve marifetle doldurur. Bütün müminler bu ilim ve irfan pınarından kana kana içtikleri halde asla doymazlar ve bıkmazlar.

Cenab-ı Hak’ın ilmi, alemin her tarafını ihata etmiştir. Her an bir çok alemi götürüp başka nice yeni alemleri getirir. Bir anda yazı kışa, kışı yaza çevirir. Yoğu var, varı yok eder.

Bir kişi, Allah’ı ne kadar tanırsa, o nispette O’na muhabbeti artar. Çünkü, bütün güzellikler, lütuf ve ihsanlar O’ndandır. Zaten insanın yaratılış gayesi de Allah’ı tanıyıp O’na iman edip kurbiyet kesbederek muhabbet ve ibadet etmektir. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şu veciz sözleriyle ifade eder.

Kat’iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en ulvi mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki “muhabbetullah” 8 dır.

İnanma ihtiyacı insanın fıtratında dercedildiğinden, insanın marifetullah ve muhabbetullahtan müstağni kalması mümkün değildir.

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı gibi, bir mümin için en yüksek mertebe, marifet ve muhabetullahdır. Marifet olmadan muhabbet olamaz. Kalbi marifet ve muhabbet ile dolan bir insanın derecesi pek yüksektir.

Marifetullah bir nurdur ki, hangi arif-i billahın kalbinde tecelli ederse, o kalp nazargâh-ı İlahi olur. Zevk-i iman, feyz-i irfan, şevk-i şuhud ve sırr-ı esma bu sayede inkişaf eder. Bârigâh-ı Bâri’ye (Allah’ın kapısına) bu yoldan gidilir. Lütuf ve ihsan kapıları bu yolun kara sevdalısı olan ariflere açılır.

Koca zemin yüzünde yazılan ve her bahar sahifesinde teşhir edilen san’at-ı İlâhiyyeyi ve binlerce mucizeli ve hikmetli eserleri, onlarda parlayan tevhid sikkelerini ve hârikalarını okuyan bir insan, her bir mevcudatta Cenabı Hakk’ın varlığına, birliğine, kudretine ve eşsiz şefkat ve merhametine deliller ve işaretler bulunduğunu idrak eder ve böylece mârifetullahın nihayetsiz ufuklarında kanat açıp gezebilir. Zaten bütün bu harika eserler insanı daima tefekküre sevkeder ve ders verir. İlim ve tefekkür ile kazanılan marifetin zevki bütün maddi zevklerin çok fevkindedir.

Cenab-ı Hakk’ın varlığı ma’lum, mahiyeti ise, meçhuldür. Yani, her mahlukta O’nun sıfat-ı mukeddesesi ve esma-i ilahiyesi tecelli ettiğinden bu tecelliler ile bilinir. Hiçbir aklın O’nun hakikat ve mahiyetini ihata etmeye asla muktedir olamaması cihetiyle de mahiyeti meçhuldür. Cenab-ı Hakk’ın bir ismi ‘Zahir” dir. Yani O’nun varlığı her şeyden daha aşikardır. Diğer bir ismi de “Batın” dır. Yani mahiyeti beşerin idrakine sığmaz. Çünkü:

Hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez.”

Akıl ve marifette en ileri, Cenab-ı Hakkı tanımada en mükemmel bir bahr-i kemalat olan Peygamber Efendimiz (s.a.v) bile, mi’raçta Cenab-ı Hakk’ı gözü ile gördüğü halde

“Subhâneke ma arefnake hakka marifetike ya maruf” (Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni tam bir marifetle bilemedim)

buyurarak, hayretini ve acziyetini itiraf etmiştir. Evet, bütün nebiler, arifler ve melekler Cenab-ı Hakk’ı hayretle tesbih ve tazim ettikleri halde, O’nun mahiyet ve hakikatini ve şan-ı kudsiyyetini tam bir marifetle bilememişlerdir.

Hz. Ali’ye (r.a) Allah hakkında sual so­rulduğunda şöyle cevap vermiştir:

“Allah’ı kalbine gelen, tahayyül, tasavvur ve tevehhüm ettiğin bütün ahvâlin maverasında bil­mektir.”

Yine, bu mânâyı te’yiden şöyle buyurmuştur:

“Allah, fehimlerde tasavvur, zihinlerde tahayyül olunan her şeyin mâverasıdır.

Yani, insanın kalbi, zihni, aklı, hayâli, hep mahlûk olduklarından, onlara gelen her şey de mahlûktur. Allah ise, zâtında sıfatlarında, fiillerinde mahlûkata benzemez. Akla, zihne, hayâle gelen her şey mahluk olduğuna göre, onlara ulûhiyet isnad etmek apaçık şirktir.

Evet, Allah’ın zat, sıfat ve mahiyetini anlama hususunda akl-i beşer aciz kalır. Nitekim Hz. Ebu Bekir (ra): “Allah’ı bilmede aczini bilmek, Allah’ı bilmektir.” buyurmaktadır. Allah’ı hakkıyla ancak kendisi bilir. Cenab-ı Hakkın azamet ve büyüklüğü sonsuzdur. Şu nihayeti olmayan uçsuz bucaksız kainat, O’nun azamet ve ilmi yanında bir zerre kadardır.

Şu ibretli misali de nazarınıza sunmak istiyorum. Talebeleri bir gün Victor Hugo’ya bize Allah’ı anlat demişler. Bunun üzerine o

“Siz benden öyle bir şey soruyorsunuz ki, uçsuz bucaksız bir denizin kenarında çakıllarla oynayan bir çocuğa, denizden sorulsa ne cevap verebilir?” demiş.

Cenab-ı Hakk’ı böyle bir itikatla tanıyan bir marifet sahibi, her şeyde olduğu gibi bir yumurtada ve bir çiçekte de O’nun mührünü okur, onlarda ve hüve alâ külli şeyin kâdircümlesinin yazılı olduğunu görür. Yani “Her şeye kadir olamayan bu yumurtayı ve bu çiçeği yaratamaz.” der ve bu sayede sarsılmaz bir imana sahip olur.

Arif-i billah, başka insanların duymadığı, görmediği veya idrak edemediği bir feyiz ve şevk ile dünyanın gürültülü dağdağalarından ve hadisatın dağlarvari dalgalarından uzaklaşarak, vahdet aleminin derinliğine daldığı zaman, ezel ve ebed sahibi Fatır-ı Zülcelal’in bütün mükevvenattaki şaşaa-i tecelliyatını hayretle temaşa eder.

Kâinatta olan bu nizam ve ahenk içindeki deveran ve hakimane fiiller, bir Kadir-i Mutlak’ın varlığını ve birliğini, hudutsuz sıfat ve isimlerini, mutlak ilim ve kudretini güneş gibi göstermektedir. Marifetullah’ın delillerini derin bir düşünce ile mutala eden bir mütefekkir, yerleri ve dağları, denizleri ve bağları ve bütün galaksileri kudretine ve iradesine musahhar eden bir Zat-ı Celili görür, onu sever ve sevdirir. Böyle bir arifin aklında zerre kadar şek ve şüphe kalmaz. Artık marifette mertebeler kateden o mütefekkir insan, Cenab-ı Hakk’ın isimlerini rengarenk çiçeklerde, meyveli ve meyvesiz ağaçlarda büyük bir iştiyakla okur; ruhunda ebediyen sönmeyen bir sürur uyanır ve vecde gelir. Lütuf ve keremi alemi ihata eden şefkatli bir Rahim-i Zülkemal’in varlığına müştak olur.

Her şeyde İlahi isimlerin tecellilerini gören bir arif, dehşet verici gök gürültüsünde Cenab-ı Hakk’ın celal ve azametini, bülbüllerin ahenkli ve sürurlu nağmelerinde de O’nun cemal ve rahmetini müşahede eder. Böylece saadet anahtarı olan imanı kuvvetlenir ve maddî ve manevî terakkiyatın anahtarı olan mârifeti ziyadeleşir.

İnsan marifetin şahikalarına yükselmek için bu İlâhî vecdin kucağına atılmalıdır. Dağların vakur sükûneti, semanın derinliklerine sokulan galaksilerin heybetli duruşu, kudret-i ezeliyenin tecellileridir. Bir an bile susmayan denizlerin celaldarane dalgaları ve ormanların uğultusu, insanların yazmış olduğu hiçbir kitapta görülmeyen bir fesahat ve belağat ile insana Allah’ın varlığını, birliğini, güzel sıfat ve isimlerini okutur ve kainatın sırlarını ona açar. Marifet aşığı bir arif, kainattaki her mahlukun bir şefkatperverin terbiyesinde olduğunu idrak eder. Dünyada bunlardan aldığı marifet aşkı ile yaşar ve ahirette de ebediyen saadet ve huzur ile rüyatullaha müşerref olur.

Bakınız! Üstad Bediüzzaman rahmeti ilahiyeyi ne kadar güzel anlatıyor:

Hem zemin sofrasında Kerîm-i Mutlak olan Rahman-ı Rahim’in misafirlerine, rahmet tarafından ihzar edilen hadsiz taamların ayrı ayrı ve güzel kokularına ve muhtelif, süslü renklerine ve mütenevvi, hoş tatlarına ve her zihayatın zevk ve sefasına yardım eden cihazlara bak, ikram ve kerimiyyet-i Rabbaniyyenin gayet şirin cemalini ve gayet tatlı güzelliğini gör.”

“Hem Fettah ve Musavvir isimlerinin tecellileriyle başta insan olarak bütün hayvanatın, su katrelerinden açılan pek çok mânidar suretlerine ve bahar çiçeklerinin habbe ve zerreciklerinden açtırılan çok câzibedar sîmalarına bak, fettahiyyet ve musavviriyyet-i İlâhiyyenin mu’cizatlı cemalini gör.” 9

Evet, ibret alan akıl sahipleri için, bu kainat, kudret ve azamet-i ilahiyyeyi ilan eden antika ve harika sanat eserlerinin teşhirgahıdır. Marifet ve tefekkür erbabı için bir seyrangah ve bir temaşagahtır. Ezeli bir aşkın cezbesiyle kendinden geçen bir insan, nurlar saçan yıldızların birinden diğerine fikren seyahat eder ve oralarda şevk ile dolaşır. Nazarına açılan esrarengiz marifet hazineleri, kalbinde inkişaf eden aşk-ı ilahinin cezbeleri durmadan onu marifet aleminde seyran ettirir.

Marifet sahibi bir insan, kendi mahiyetinin ulvîyetini hayretle tefekkür, yaratılışındaki hakikatleri ibretle ve dikkatle temaşa ettikçe, “Sübhanallah” der ve Halıkına şükür ile mukabele eder. İbadete layık ma’budun ancak O olduğunu bilir, yalnız O’na ibadet eder ve ancak O’ndan yardım ister.

Allah’a Kur’an’ın bildirdiği gibi inanan mü’minler, Cenâb-ı Hakk’ı bütün âlemlerin Rabbi olarak bilirler. Âhiret gününün yegane Mâliki’nin O olduğunu, şeksiz ve şüphesiz kabul ederler. Bütün fiillerinde, sözlerinde, hâllerinde Kur’an’ın gösterdiği Sırat-ı Müstakim üzere olurlar. Allah-ü Teâlâ’nın, 

“Her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nâzır, her mekânda hâzır, mekândan münezzeh, acizden Müberra, kusurdan mukaddes, nâkıstan muallâ bir Kadir-i Zülcelâl, bir Rahîm-i Zülcemâl bir Hakîm-i Zülkemâl,..”10

olduğuna itikad ederler. Bütün hayırları O’ndan bilirler. Güneşi, yağmuru ve baharı rızık için, rızkı da hayatın devamı için birer sebeb olarak kabul ettikleri gibi; peygamberleri, mürşidleri, âlimleri de hidâyete ve ilâhî feyze birer vesile olarak bilirler. Her türlü şirkten âzâde, bütün hurafelerden müberrâ, akıl ve hikmete muvafık olan İslâmî hakikatlar etrafında toplanırlar.

Bu hakikatları gören bir insanın, kendisine akıl, ruh, istidat, vicdan, aşk, şevk ve iman gibi manevî ve cihanbaha latifeleri ihsan eden Halık’ını bilmemesi mümkün müdür?..

Kendisinin bir damla sudan yaratıldığını ve ona verilen zahirî ve batınî duyguların menfaatlerini düşünen akıl sahibi bir insanın, Rabbine karşı marifet ve muhabbeti her an ziyadeleşir ve kendi aciz kudretinin üstünde merhamet ve inayet sahibi bir kudret-i kâmilenin mevcut olduğunu idrak eder. Bir insanın ruhunda ve vicdanında marifet ve muhabbet tecelli ederse, artık o insan hiçbir mahluka perestiş etmez.

Bir arif-i billah’ın nazarında bu kâinat, nizam ve intizamıyla, Cenab-ı Hakkın varlığını ve birliğini ilan eden mücessem bir delil ve bir hüccettir. Kâinatın her bir eczasında, çiçeğinde, ağacında, meyvesinde, bağında ve bostanında insanı vecde getirici bir cazibe vardır. İnsan bunların letafet ve ziynetlerini temaşa ettikçe, azamet-i subhaniyenin ulvîyetine hayran olur. Erbab-ı kemal için bundan daha büyük bir zevk ve aşk mı olur? Aşk-ı hakiki ile dolu olan gönülleri hangi keder ve üzüntü mahzun edebilir? İnsan en sevdiği bir şeyden dahi usanabilir, ancak marifet ve muhabbetten asla usanmaz ve bıkmaz. Nitekim Alman asıllı şair ve mütefekkir Goethe ölüm döşeğinde iken yanında bulunan talebeleri, “Bir arzunuz var mı?” diye sorduklarında; onlara şu çarpıcı cevabı vermiştir: “Bir avuç marifet! Bir avuç marifet!”

Marifet sahibi bir insan, Allah’ın kâinattaki saltanat-ı rububiyetini, yani bütün eşyayı en mükemmel şekilde terbiye ettiğini düşünür ve bütün hayatını O’na itaat ve ibadetle geçirir.

Kâinatın güzel ahengini, aşikar görünen muhteşem nizamını ve hayatın sırr-ı hakikatını hakkıyla anlamayan tabiatperest bir insan ise, kâinata sathi bir nazarla bakar ve onu tabiata isnat eder. Ondaki sırları anlayamaz, ne kendini ne de kâinat kitabını okumadan geçip gider. Hem dünyada hem de ahirette azap içinde yaşar. Ömrünü ubudiyet ve bu tefekkürle geçiren müminler, cennette nihayetsiz nimetlere mazhar olurlar. Tefekkür ve marifet sahasında mertebeler kateden arif ve mürşitler ise, Allah’a dost olurlar.

Dipnotlar:

7 Lem’alar.
8 Mektubat.
9 Şualar.
10 Sözler.

Mehmed Kırkıncı

Mühim bir sual: “Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır.” sözü ne anlama gelmektedir? (1)

Bu ifade Muhyiddin-i Arabi’nin Fahreddin-i Razi’ye yazmış olduğu mektubunda geçmektedir. Onun için bu sualin cevabına geçmeden evvel Şeyhul Ekber Muhyiddin-i Arabi’nin (K.S) Tefsir-i Kebir sahibi olan büyük alim Fahreddin-i Razi Hazretlerine yazmış olduğu mektubun bir kısmını dikkatinize sunmak istiyorum.

Bu mektup da Hz. Şeyhin diğer mektupları gibi okuyan insana zevk veren, hüsn-ü beyanın en latif bir numunesidir. Bu mektupta feyizli ve hikmetli nüktelerin ve zarifane tarizlerin mevcut olduğu görülmektedir.

Akli delillerle çok meşgul olan Fahreddin-i Razi Hazretleri, mesleği ve meşrebi farklı olan Hazret-i Şeyhin böyle nazikane nasihatine cidden muhtaçtı.

“Bir gün yanıma muhiplerinizden ve dostlarınızdan bir zat gelerek şöyle dedi. “Fahreddin-i Razi’yi ziyarete gitmiştim. İmamı ağlar bir vaziyette gördüm. Yanında birkaç kişi daha vardı. Niçin ağladığını sordum.” Cevaben dedi ki, “Ağlamayayım da ne yapayım. Otuz yıldır bir meselenin hak olduğuna itikat ederdim. Şimdi ise o meselenin hakka muhalif olduğuna başka bir delil buldum. Bundan sonra da bu delilin hakka muhalif bir durumu ortaya çıkarsa ne yaparım.” dedi. Ben de bu mektubu yazmaya mecbur kaldım.”

“Veliyyi Fillahım! Mevlâ himmetinizi ali etsin. Cenab-ı Hak Kitab-ı Keriminde hak ile vasiyeti emir ve tavsiye buyurmuş olduğundan, ben de şu mektubumla o vazifeyi size karşı ifa ediyorum. Teyid-i İlahiyyeye mazhar bir kuvve-i muhayyereye, vasi ve münevver bir fikr-i ceyyide malik olduğunuza delalet eden telifatınızdan bazılarını okudum.”

İmam bu girişten sonra mektubunun bir yerinde şöyle bir ifadede bulunur:

“Bir de Allah’ı bilmek, O’nun varlığını bilmenin gayrısıdır. Müşahade cilvegahından Allah’ı bilmeyi murad eden kalbini fikrinden boşaltmalıdır. Ali himmet olana lazımdır ki, makamı müşahadede olacak telakisi alem-i hayalden olmasın. Zira müşahade denilen tecelliyi Rabbanî hayalin ötesinde zevki manalara delalet eden bir hal-i nuranidir. Hayal orada bimecal olur.”

Muhyiddin-i Arabî Hazretleri bu cümlede ilm-i kelam ve akaidle meşgul olan alimlerin, hususan Fahreddin-i Razi’in Allah’ın varlığına ve birliğine ait tevhid delillerini kafi ve yeterli görmediğini, bu sahada kazanılan marifetlerin kamil manada insana huzur vermediğini ve kalbi tatmin etmediğini vurgulamaktadır. Bu marifeti noksan gören Muhyiddin-i Arabî, bunun kemalinin tasavvuf yolu ile elde edileceğini ifade ediyor. İlim ile kazanılan marifetin ruh, kalb, sırr ve nefis gibi latifeleri ve duyguları tatmin etmediğini veya bunların hissesinin noksan olacağını Fahreddin-i Râzî’ye ihtar ediyor.

Bediüzzaman Hazretleri ise bu iki yolunda noksan olduğunu şöyle ifade etmektedir:

“İlm-i Kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlahiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tâmmeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki; inşâallah Risale-i Nur’un bütün eczaları, o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın cadde-i nuranîsinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.”

“Hem Muhyiddin-i Arabî’nin nazarına, Fahreddin-i Râzî’nin İlm-i Kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor; öyle de; tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur’an-ı Hakîm’den doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır.”

Daha sonra kelam ilmi ve tasavvuf yolu ile elde edilecek marifetle, doğrudan Kur’an’dan alınacak marifetin arasındaki farkları şu harika misal ile ifade eder:

“Bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir; tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmağa ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de: Ülema-i İlm-i Kelâm, esbabı nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyeti ile kesip, sonra Vâcib-ül Vücud’un vücudunu onunla isbat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur’an-ı Hakîm’in minhac-ı hakikîsi ise her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti, birer asâ-yı Musa gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. düsturunu, her şey’e okutturuyor.”

“İnanma ihtiyacı, insanın fıtratında ve vicdanında dercedilmiştir. Bu bakımdan hiçbir insanın vicdanı bundan müstağni kalamaz. “Evet fıtrat ve vicdan akla bir penceredir. Tevhidin şuaını neşrederler.”1

“Akıl ta’til-i eşgal etse de nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de; onu görür, onu düşünür, ona müteveccihtir.”2

“Vicdan, cezbesi ile Allah’ı tanır.”3

Evet, vicdanın en önemli özelliği, insana sonsuz aciz ve fakir olarak yaratıldığını hatırlatarak, onu Halık’ını aramaya sevk etmesidir. İnsan, bu kainat kitabına iman nazariyle bakarsa Allah’ı bilmemesi mümkün değildir. Çünkü Allah’ı inkâr muhaldir.

“Kâinatta hiçbir zîşuur, kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Hâlık-ı Zülcelal’i inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd kalır.” 4

Her vicdan sahibi bütün bu kainatı ve içindeki eşyayı ona hizmet ettiren bir zatın varlığını kabul eder.

Bundan dolayıdır ki, bu fıtri hissi tatmin için, kimi insanlar kendileri gibi bir mahluk olan güneşe, ateşe, nehire, yıldızlara ve sığıra taparak dalalete sapmışlardır. Bazı kimseler de teslis inancı gibi batıl inanışlara saparak insana uluhiyet isnat etmişlerdir. Evet, Hıristiyanlar Allah’ın varlığına inanmakla beraber, sıfatlarında hataya düşerler. Papazı Allah’ın yeryüzündeki vekili olarak görür ve onun günahları bağışlayacağına inanırlar. Böyle bir iman nasıl makbul olabilir? Bu nasıl Allah inancı olabilir? Yine onlardan bazıları Hz. İsa’yı hâşâ, Allah’ın oğlu olarak görmekle ya da O’na uluhiyet sıfatı vererek dalalete düştüler ve Allah’ı bilemediler. Aynı şekilde Yahudiler de Hz. Üzeyir’e Allah’ın oğludur diyerek sapıklığa düştüler, Allah’ı bilemediler ve tanıyamadılar. Demek ki, “İnkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.” Allah’a Kur’anı Kerim’in bildirdiği ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) ders verdiği gibi inanmak ve öyle itikat etmek lazımdır ki, makbul ve kamil iman olsun. Hazret-i Şeyh de “Allah’ı bilmek, O’nun varlığını bilmenin gayrısıdır.” ifadesiyle bu hakikati vurgulamaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri bu konuyu veciz ifadeleriyle şöyle ifade etmektedir:

Halbuki Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî her şey onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve ‘Lâ ilahe illallah’ kelime-i kudsiyesine, hakikatlarına iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa ‘Bir Allah var’ deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci’ tanımak ve herşeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikatı onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki manevî cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.”5

Yukarıda geniş olarak izah edildiği gibi, Allah’a Kur’an’ın bildirdiği ve Hazret-i Peygamber (s.a.v)’in ders verdiği gibi inanan bir mümin ise, Hazret-i Peygamber (s.a.v)’i Allah’ın kulu ve Resûlu, esmâ-i il’ahiyenin en mükemmel aynası ve saltanat-ı ilâhiyenin en büyük bir dellalı olarak bilir ve sever, ama O’na uluhiyet isnad etmez.

Marifetullah, Allah’ı, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) ders verdiği gibi tanımaktır. Allah’ı bilmek ise, evvelâ, varlığını ve birliğini bilmekle mümkün olur. Allah’ı bilmek dinin temelidir ve bütün ahkam-ı diniye ona bina edilir.

Marifetullah öyle mukaddes bir nimettir ki, ona hakkıyla nail olanlar hem dünyada hem de ahirette şeref ve saadete mazhar olurlar. Marifetullah akıl ve kalbin nurudur. Ona vasıl olmanın yolu ise ilim, irfan ve tefekkürdür. Marifetullah bitmez tükenmez manevi bir hazinedir. Marifetullah öyle büyük bir kuvvet ve nurdur ki, her türlü müşkilat ve meşakkat onun ile izale olur. İnsanı manen terakki ettirip Allah’a dost eden ancak ubudiyet ve marifettir.

Marifetullah bir barika-i saadettir ki, girdiği gönülleri nura gark eder. O bir nesim-i necattır ki, estiği gönülleri bahara çevirir. Bir güneştir ki, tulu ettiği ruhları ve kalpleri ziyasıyla ışıklandırır.

Her bir mahluk kendine has bir vazifeyle meşguldur. Bütün bu meşguliyetler ve tesbihler içinde en mukaddes vazife marifetullah ile meşgul olup, onunla terakki etmektir. Zaten insanın yaratılışındaki esas maksat marifetullah ve muhabbetullahtır.

Marifetullahın feyzi gönülleri nura ve huzura gark eder. İlim ve irfan, saadeti; cehalet ise hasareti netice verir. İnsanlığı tedenni ettiren cehaletin koyu karanlığını ancak ilim ve marifetin şulesi izale edilir.

Asıl zevk, neşe ve sürur marifetullah ve muhabbetullahtadır. Evet, sadasının nağamatiyle bütün kainatı çınlatan o seher vaktinde, ruhu ilahi bir istiğrak içinde kalmış ve seccadesinin üzerinde oturarak ellerini dergahi İlahiyyeye kaldırmış olan bir abidin neşe ve süruru ne ile mukayese edilebilir? Böyle bir zevk cinan-ı cennetin bile fevkindedir. Onun bu hali melekleri bile gıpta ettirir. Hem Kur’an okumak suretiyle nur-u sermedi ile sohbet eden bir müminin bundan aldığı neşe ve sürur onun simasından okunur. Kalp ve ruha ait bütün bu zevk ve neşeler ebedi olmakla beraber, vucuda sıhhat, fikre terakki, ruha letafet ve kalbe inşirah verir.

Marifetullah, ruhun gıdası, kalbin ziyası ve aklın nurudur. Bu konuda Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve zînetleri, Hâlıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde cennet olsa bile cehennemdir. Evet öyle gördüm ve öyle de zevkettim. Bilhassa şefkatin ateşini söndürecek, marifetullahtan başka bir şey var mıdır? Evet, marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi Cennet’e bile iştiyak geri kalır.”

Marifetullahta az bir inkişaf, marifetsiz çok amelden daha hayırlıdır. Marifetullah ile beraber amel-i salih olursa nurun ala nurdur.

Seyyidül arifin ve Fahr-i Alem olan Hazret-i Peygamber (s.a.v) ashabına hitaben şöyle buyurdular:

“Yar-ı fedakârım ve şefiki refikim olan Ebu Bekir (r.a), çok oruç tutmak ve çok namaz kılmakla sizden efdal olmadı. Onun sizden üstünlüğü kalbinde tecelli eden nur-u marifeten dolayıdır.”

Evet, bir insanın Allah indindeki kıymet ve değeri marifetullahtaki derec si nisbetindedir. Bir kul, marifette terakki ettikçe Halık’ını bilir ve emirlerini yerine getirir. Zira kulluk sıfatı bunları icab eder.

İnsan, marifetullahta terakki ettikçe, yani Cenab-ı Hakk’ı tanıdıkça ubudiyet, tazim, zikir ve tefekküre daha ziyade mazhar olur ve onlardan zevk alır. Bütün ulum-u diniyenin temeli marifetullahtır. İlimlerin en eşrefi ve en alâsı ve en kıymetlisi marifetullahtır. O halde, şeref ve izzet arayan bir insan, marifetullahtaki hissesinin ziyade olması için azami gayret etmelidir.

Marifet ve hakikati aramanın yolu nihayetsizdir. Bu işin sırrını anlayan arif kimseler, Cenab-ı Hakk’ın büyüklük ve azameti karşısında baş eğmiş, hayretle secdeye varmışlardır.

İnsanın bedeni gıdalarla beslendiği gibi, ruh ve vicdanı da iman, marifet ve muhabbet gibi manevî gıdalarla beslenir ve hayat bulur. Böylece sürur ve saadetlere gark olur.

İnsan, ilahi hakikatlere vukufiyetle ve kainatta tecelli eden esma ve sıfat-ı ilahiyeyi daima tefekkür etmekle marifet sahasında terakki ve teali eder. Bu da ancak afakî ve enfüsî deliller ile Allah’ı şeksiz, şüphesiz, gözle görür gibi bilip inanmak sayesinde mümkün olur. Hz. Ali (r.a.) de “Perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek” buyururken bunu vurgulamaktadır.

Enfüsî ve afakî delilleri, İlahi isimlerin alemdeki isimlerin tecellilerini tefekkür eden bir mümin:

“Allah birdir, şeriki, nazîri, zıddı ve benzeri yoktur ve bu kainat O’nun mülküdür. Hakiki varlık O’ dur. Allah, Vahid, Ehad ve Samed’dir. Benzeri, şeriki ve yardımcısı yoktur. Cisimden münezzehtir. O öyle bir Alim’dir ki, ilmi ezelden ebede her şeyi kuşatmıştır, eşyanın mahiyetini bilir. Yaratılan ve yaratılmayan her mevcut Allah’ın ilminde bir nokta kadardır. O Azizdir, Kahhardır, Halimdir ve Kadirdir. Mağfiret edici ve günahları örtücüdür. O, yardım edici ve çok merhametlidir. O öyle bir Rahman’dır ki, rızka muhtaç her mahlukun rızkını verir, hesaba gelmez ihsanlarla onları perverde eder. O öyle bir Rahim’dir ki, mü’minleri lütuf ve keremi ile Cennet’e, kâfirleri de adaleti ile Cehennem’e koyacaktır. O, Evveldir, Ahirdir ve bütün mahlukatın Halık’ıdır.” der.

Her şeyin üstünde Cenab-ı Hakk’ın sikkesini görür ve her şeyin cephesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sayede, dalalet ve evhamın taarruzundan kurtulur ve kâmil imanı elde eder.

Cenab-ı Hakk’ın hayatı ezelî ve ebedîdir. İzzet ve azameti sermedidir. O azizdir ve intikamı şediddir. Bütün hareket ve sükûn O’nun iradesiyledir

O, yegane yaratıcıdır. Bütün varlıklar O’nun yaratmasıyla vücud sahasına çıkmışlardır. Her şeyin Halık’ı ve Mâlik’i Allah’tır. Gök ve göktekiler, yer ve yerdekiler ancak O’nun irade ve kudretiyle, lütuf ve keremiyle yokluktan varlık sahasına gelmişlerdir ve O, dilediği anda bunların hepsini yok etmeye de muktedirdir. Allah, kahrı irade buyurduğu takdirde, hiçbir mahlûk bundan ne kendisini, ne de başkalarını kurtarabilir.

Arz ve semavatın ve onlardaki mahlûkatın yaratılmasında Allah’tan başka hiçbir varlığın tesiri yoktur. Evet, bütün kemâl sıfatlarla muttasıf, kudreti nihayetsiz, ilmi muhît, iradesi mutlak olan Cenab-ı Hakk’ın zatında şeriki olmadığı gibi, fiil ve icraatında, tasarruf ve tedbirinde, terbiye ve idaresinde de şeriki yoktur. Üstad Bediüzzaman şöyle buyurmaktadır:

“Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara tezellül edip minnet çekme, onlara temelluk edip boyun eğme onların arkasına düşüp zahmet çekme, onlardan korkup titreme… Çünki: Sultan-ı Kâinat birdir, herşey’in anahtarı onun yanında, her şey’in dizgini onun elindedir; her şey onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.”6

Dipnotlar:

1 Mesnevi-i Nuriye.
2 Mesnevi-i Nuriye.
3 Sözler.
4 Emirdağ Lahikası.
5 Emirdağ Lahikası.
6 Mektubat.

Mehmed Kırkıncı

Atâ, Kaza ve Kader Münasebetleri

“Cenab-ı Hakk’ın atâ, kaza ve kader namında üç kanunu vardır. Atâ, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar. Meselâ: Bir şey hakkında verilen karar, kader demektir. O kararın infazı, kaza demektir. O kararın ibtaliyle hükmü kazadan afvetmek, atâ demektir. Evet yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kaza kanununun kat’iyyetini deler. Kaza da ok gibi kader kararlarını deler. Demek atânın kazaya nisbeti, kazanın kadere nisbeti gibidir. Atâ, kaza kanununun şümulünden ihraçtır. Kaza da kader kanununun külliyetinden ihracıdır. Bu hakikate vâkıf olan ârif: ‘Ya İlahî! Hasenatım senin atâ’ndandır. Seyyiatım da senin kazandandır. Eğer atân olmasa idi, helâk olurdum.’ der.”76

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı üzere, atâ, bir şey hakkında verilen kararın iptali ve hükmün kaza edilmekten affedilmesi şeklinde tarif  edilmektedir. Atâ denilince, O Rahîm-i Kerîm’in ve Gafûru’r-Rahîm’in af ve ihsanı anlaşılır.

Atânın kaza kanununu, kazanın da kaderi bozmasını şöyle açıklayabiliriz:

Bir padişahın umumî kanunları yanında bir de belli günlerde tatbik ettiği af ve atâ kanunu vardır. Padişah o günlerde, suçlulardan bir kısmını afveder, diğer bir kısmının cezalarını hafifleştirir, bir kısım raiyetinin ise rütbelerini yükseltir ve maaşlarını artırır. İşte, daha önce umumî kanunla takdir edilen ceza, rütbe ve maaşlar bu atâ kanunuyla yürürlükten kaldırılmış olur. Meselâ, bir şakînin işlediği bir suça karşılık on yıl hapis yatması takdir edilmiş olsun. Atâ kanunuyla bu cezanın afvedilmesi hâlinde artık ceza infaz edilmez ve atâ, kaza kanununu bozmuş olur. Cezanın kaza edilmemesiyle de kader kanunu, yâni onun suçuna mukabil takdir edilen on yıllık hapis cezası bozulmuş olmaktadır.

İşte, bu misâl gibi, insanların işledikleri günahlara karşılık, kendilerine takdir edilen uhrevî cezalar Cenâb-ı Hakk’ın atâ kanunuyla, yâni O’nun af ve ihsanıyla kaza edilmekten alıkonmakta ve böylece atâ kanunu, kaza kanununu bozmaktadır. Aynı şekilde, kazanın bozulmasıyla kader kanunu da bozulmuş, takdir edilen ceza değişikliğe uğramış olmaktadır.

Diğer taraftan, atâ, kaza kanununun şümûlünden ihraçtır, denmektedir. Şöyle ki, bir günah için takdir edilen ceza küllî bir kanun iledir. Yâni, şu suçu işleyene şu ceza verilir, şeklindeki takdir, küllîdir. Söz konusu suçu işleyen bir kimsenin tövbe etmesi hâlinde, günahının affedilmesi ile kaza kanununun şümûlünden bir ihraç durumu hâsıl olmaktadır. Bu ise aynı zamanda, kader kanununu külliyetinden bir ihraç mânâsındadır. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı. Fakat onları belli bir süreye kadar erteler.”77

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız kaide, kaderin değişip değişmediği sorusunu hatıra getirmektedir. Bu noktada şunu ifâde edelim ki, İlm-i İlâhî’nin değişmesi muhaldir. Ezelden ebede kadar olmuş ve olacak bütün hâdiseler gibi, atâ kanununun tatbikatı da o ilmin şümûlündedir. Bu kader değişmez. Değişiklikler sabit ve derin olan Levh-i Mahfûz’un daire-i mümkinat ta bir defteri ve yazar bozar tahtası hükmündeki Levh-i Mahv ve İsbat’ta olmaktadır. Önce takdir edilen nice cezalar, daha sonra tevbe vesilesiyle ve atâ kanunu ile afvedilmekte, Levh-i Mahv ve isbat’tan silinmekte ve kaza edilmemektedir. Eğer böyle olmasa idi, yapılan duaların, edilen tevbelerin ve verilen sadakaların bir manası olmazdı. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“Allah dilediği şeyi mahveder(siler) ve dilediğini isbat eder. Nezdinde kitabın aslı olan Levh-i Mahfûz vardır.”78

Dipnotlar:

76. Mesnevi-i Nuriye.
77. Nahl Suresi, 16/61.
78. Ra’d Suresi, 13/39.

 

Yazar: Mehmed Kırkıncı

İnsanın İhtiyârî Fiillerdeki Mes’uliyeti-2

Önemli bir mes’ele birçok insan tarafından şöyle sorulmaktadır:

– Cenâb-ı Hak ezelde ilim ve iradesiyle her şeyi tesbit ve takdir ettiğine göre, bir insanın hakkında şer işlemeyi takdir etmişse, o kimse nasıl hayır işleyebilir ve bu durumda nasıl mesul tutulabilir?

Evet, Âlim-i Mutlak olan Allah-u Azimüşşân, olmuş ve olacak herşeyi, ihtiyarî ve ıztırarî bütün fiilleri ezelde takdir etmiş, tanzim etmiş ve Levh-i Mahfûz’da kaydetmiştir. Hiçbir şey O’nun tesbit ve takdirinden ayrılamaz. Bütün varlıklar o takdire tâbidir. Lâkin bu durum bizleri mesuliyetten kurtaramaz. İlm-i kelâm âlimleri bu hakikati ilim malûma tâbidir; öyle ise malûm ilme tâbi değildir, kaidesiyle izah etmişlerdir. Istılâhta, ilim; bir şeyin zihindeki şekli, malûm ise o şeyin hariçteki şekli olarak tarif edilir. Meselâ, bizim bir çiçeği bilmemizde, o çiçeğin zihnimizdeki şekli ilim, hariçteki şekli, yâni kendisi ise malûmdur. İşte burada ilim, malûma tâbidir, yâni bir çiçek hariçte nasılsa biz de onu öylece bilmekteyiz. Yoksa çiçeği biz nasıl biliyorsak çiçeğin kendisi o şekle uymak durumunda değildir.

Veya bir kimsenin adının Ahmed olduğunu bilmemiz ilimdir; malûm, o şahsın adının Ahmed olduğudur. Böylece ilim, malûma tâbi olmuştur. Malûm ilme tâbi olsaydı, o kimsenin adını Mehmed bildiğimizde adı Mehmed olurdu, Hasan bildiğimizdeyse Hasan olurdu.

Yukarıda belirttiğimiz kaidede mevzumuz yönünden kastedilen ilim, işlediğimiz bütün amelleri Cenâb-ı Hakk’ın ezelî ilmiyle bilmesi malûm ise işlediğimiz amellerdir. Buna göre söz konusu kaideyi şöyle ifade edebiliriz:

İnsanlar ihtiyarî fiilleri nasıl işleyeceklerse, Cenâb-ı Hak ezelde öylece bilmiş ve takdir etmiştir. Yoksa Zât-ı Akdes öyle bildiği için insanlar o fiilleri öyle işlemiş değildir. Şimdi, meseleye bazı misâllerle biraz daha açıklık getirelim.

Güneş veya ay tutulmasının tarihini ve saatini bir astronomi âliminin önceden bilmesi ilimdir. Malûm ise o tarihte güneşin tutulmasıdır. Dolayısıyla ilim, malûma tâbi olmuştur. Malûm, ilme tâbi olsaydı, astronomi âlimi güneşin hangi tarihte tutulacağını bilse, güneş tutulması da o tarihte olurdu. Şimdi acaba, o astronomi âlimi güneşin o tarihte tutulacağını bildiği için mi güneş o tarihte tutuldu.? Yoksa o âlim, ilmiyle güneşin o tarihte tutulacağı bildiği için mi yazdı? Elbette bildiği için yazdı.

İşte bir insanın, cüz’î iradesiyle işlediği bütün fiiller Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i ezelîsindedir. Yâni, o insanın bütün amellerini Cenâb-ı Hak ezelde bilmektedir. Bu ilim de malûma tâbidir. Malûm olan, o kimsenin işlediği iyi veya kötü amelleri, yâni fiilleridir. Kul o fiilleri işleyeceği için âlim-i mutlak olan Allah öylece bilmiştir. Yoksa Cenâb-ı Hak öyle bildiği için, kul da mecburen o fiilleri işlemiş değildir. Yâni, malûm, ilme tâbi değildir.

Kulun işlediği fiil hayır ise Cenâb-ı Hak onu hayır olarak bilir; öyle de irade ve takdir eder. Kulun şer olan fiilini de Cenâb-ı Hak ezeli ilmiyle şer olarak bilmiş ve o şekilde takdir buyurmuştur.

Bu hakikate bir derece bakabilmemiz için gerekli kabiliyeti Rabb-i Alâ’mız bizlere ihsan etmiştir. O’nun bizlere lütfettiği ilim ve irade sıfatlarından, Hakalyakîn biliyoruz ki, irade ilme tâbidir. Meselâ, insan bir eser yapmayı bildiğinde, iradesi bu ilme tâbi olarak, eserin plân ve programını tâyin eder. Daha sonra kudret de iradeye tâbi olur ve insan önceden plânladığı tarzda eserini inşâ eder.

İşte, zaman ve mekânın yaratıcısı olan Allah, ezelî ilmiyle, bizim gerek irademizle işleyeceğimiz bütün fiilleri ve gerekse irademiz dışında başımızdan geçecek bütün hâdiseleri bilmektedir. İşte kader, bu bilme keyfiyeti üzerine, Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesiyle bizim hayat programımızı takdiri ve Levh-i Mahfûz’da tesbitidir. Bu takdir ve tesbit ilme dayanmaktadır, ilim ise malûma tâbidir. Buna göre bir kul kendi cüz’î iradesiyle, ibâdet etmeyi ibâdet etmemeye tercih ediyorsa, elbette ki Cenâb-ı Hak onu abid olarak bilecek ve öyle takdir edecektir… Yoksa Allah-u Teâlâ o kulun ibâdet etmesini takdir ettiği için, o ibâdet ediyor değildir. Şerle ilgili fiiller de aynı şekilde değerlendirilecektir.

Mevzuya ışık tutacak birkaç misâl daha verelim:

Bir komutanın yüksek bir yerden sahradaki askerlerinin hareketlerini fotoğraflarla tesbit ettiğini ve bütün konuşmalarını hassas cihazlarla kaydettiğini farzediniz. Bu komutan, daha sonra huzuruna celbettiği askerlere fotoğrafları gösterip konuşmaları bantlardan dinlettiğinde, hareketleri ve sözleri cezayı gerektiren bir nefer, “Siz benim hareketlerimi ve konuşmalarımı niçin kötü olarak tesbit ettiniz?” diyebilir mi? Dese cezaya müstahak olmaz mı? Çünkü tesbit etme fiili hâdiseye tâbidir. Yoksa hâdise, tesbite bağlı değildir.

Şimdi şöyle bir soru soralım:

– Hâdiseye tesir etmeme bakımından, yukarıdaki misâlde belirtilen ânında tesbit ile hâdiseyi olmadan önce tesbit etme arasında ne fark vardır? Misâldeki komutan, neferlerin yapacakları işleri ve söyleyecekleri sözleri önceden, meselâ bir rüya-i sâdıka ile bilseydi, bu bilme keyfiyeti neferler üzerinde herhangi bir tesir mi yapacaktı?

– Kader de insanın ömrü boyunca işleyeceği bütün fiillerin ezelde tesbiti değil midir?

Yukarıdaki misâlde ifade etmek istediğimiz hakikati, televizyon, gayet güzel izah etmektedir. Bilindiği gibi televizyonda hâdiseler bazen ânında verilmekte, bazen de geçmişte tesbit edilen hâdiseler sonradan gösterilmektedir. Her bir fen ve her bir keşif, Cenâb-ı Hakk’ın kâinatta dercedip koyduğu bir hakikati ilân ettiği gibi, televizyonda suretlerin ve seslerin muhafaza edildiği hakikatini izah etmiştir. Hâfız-ı Hakîm insanlara müstakbel hâdiseleri tesbit edebilecekleri bir âlet yapmayı nasib etse, o takdirde Levh-i Mahfûz’un küçük bir misâli ortaya konmuş olacaktır. Şimdi, hem mâziyi hem hâli hem de istikbali bize gösteren bu cihaz, dedemizin bir kabahatini gösterse veya istikbâlde bir cinayeti sergilese, “Bu cihaz böyle tesbit etmese, dedem o kabahati işlemezdi, torunum da câni olamazdı.” diyebilecek miyiz?

İşte, Hz. Âdem’den (a.s) kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün insanların bütün amelleri Levh-i Mahfûz’da kaydedilmiştir. Kader-i İlâhî’nin bir defteri olan Levh-i Mahfûz’daki bu kayıt, insanların işledikleri ve işleyecekleri fiillere tâbidir; yâni nasıl işleyeceklerse öyle kaydedilmiştir. Yoksa Levh-i Mahfûz’da yazıldığı için insanlar mecburen o tarzda hareket etmiş değildir. Kaldı ki, böyle bir iddiada bulunan kimseye şu soru sorulacaktır: “Sen istikbâlde yapacağın işlerin Levh-i Mahfûz’da nasıl yazıldığını, yâni mukadderatını biliyor musun?” O hâlde, bir insan bilmediği şeye göre nasıl hareket etmektedir?

Evet, her meselede, ilim malûma tâbidir hakikati güneş gibi parlıyor ve kul cüz’î iradesiyle hangi işi tercih ederse, Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesiyle o işi takdir ettiği ve fiilin işlenmesine teşebbüs ânında da o işi yarattığı açıkça anlaşılıyor.

Bu hakikati izah etmek için birkaç misâl daha verelim: Bir öğretmenin yılların verdiği tecrübe ve ferâsetle öğrencilerinin okula devam etme durumlarını ve sene sonunda alacakları notları önceden bildiğini ve iradesiyle öğrencilere bu notları takdir ederek not defterine kaydettiğini farzediniz. Sene sonu imtihanının tam tamına öğretmenin ilminde mevcut olan tarzda neticelenmesi hâlinde sözkonusu öğretmen, öğrencilere hitaben: “Ben neticelerin böyle olacağını tâ sene başında biliyordum” dese, zayıf not alan öğrenciler: “O halde bizim ne kabahatimiz var? Siz bizi çalışkan olarak bilseydiniz, biz de sınıfımızı geçerdik” diyebilirler mi? İşte bu misâlde sınıftaki öğrencilerin hangilerinin başarılı olup, hangilerinin sınıfta kalacağını öğretmenin önceden bilmesi ilimdir ve onun kemâline delildir. Malûm ise, öğrencilerin çalışıp çalışmamalarıdır. Dolayısıyla ilim, malûma tâbi olmuştur. Malûm, ilme tâbi olsaydı, öğretmenin çalışkan bildiği talebeler ister istemez derslerine çalışacaklar, tembel bildikleri ise bütün arzularına rağmen çalışamayacaklardı. Yâni, öğretmenin ilmi öğrencilerden bir kısmını zorla çalışmaya, diğer kısmını ise çalışmamaya sevk edecekti.

Velî bir hâkim düşününüz. Bu zât, kerametiyle, adliye önünden geçen bir adamın hırsızlık etmeye gittiğini keşfederek o şahsın cezasını takdir etse ve kayda geçse, biraz sonra hâkimin keşfettiği aynı suçu işleyerek mahkemeye getirilen bu adama, hâkim, suçunun karşılığı olan cezasını tebliğ edip bu cezadan bir miktarını da affettiğini bildirse, elbette ki hırsız, hâkime teşekkür edecek, minnettar kalacaktır.

Suçlu, mahkemeden çıkarken hâkim kendisine şöyle hitap etse: “Ben senin bu suçu işleyeceğini önceden biliyordum ve sen o suçu işlemeden cezanı da takdir etmiştim.” Bu takdirde suçlu, hâkime diyebilir mi ki, “O hâlde benim ne kabahatim var? Siz benim bu suçu işleyeceğimi bildiğiniz için ben suç işledim. Dolayısıyla beraat etmem gerekir.”

Bu haddini bilmez hırsızın, gülünç durumuna düşmemek istiyorsak, cüz’î ihtiyârımızla işlediğimiz kötü işlerde kadere yapışmayalım.

Hem mesela, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) İstanbul’un fethedileceğini de, âhir zaman hâdiselerini de bilmiş ve ümmetine haber vermiştir. Bu ilim, malûma tâbidir. Onun içindir ki, İstanbul’u Fatih Sultan Mehmed’in fethettiğinden bahsediyor ve âhir zaman fitnesine kapılanlardan da nefret ediyoruz. Malûm, ilme tâbi olsaydı, İstanbul’u Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) fethettiğinden ve âhir zaman hâdiselerine -hâşâ- O’nun sebebiyet verdiğinden bahsetmemiz lâzım gelirdi. Zamandan münezzeh olan Cenâb-ı Hak, herşeyi ihata eden ilmiyle istikbâlde insanların başına gelecek hâdiseleri elbette bilecektir. Bu bilme bizi mesuliyetten kurtarmaz.

Bunun aksini düşünenlerin iddiaları neticede şu noktaya varmaktadır: Hazret-i Allah, başımıza gelecek hâdiseleri önceden -hâşâ- bilmeyecek, yani O Âlim-i Mutlak, herhangi bir fiili işlememizden sonra o meseleye vâkıf olacak ki, o zaman mesul olalım…

Böyle düşünen kimseleri, bu yanlış düşünceye sevkeden husus, mahlûkun ilmiyle, mahlûkları yoktan var eden Vâcib-ül Vücûd Hazretlerinin ezelî ilmini karıştırmalarıdır. Bu kimseler, sonradan kazanılan ilmin ancak mahlûk ilmi olabileceği hakikatinden gafletle, dalâlete düşmektedirler.

Bu mevzuu tamamlamadan önce şu hakikati kısaca izah etmek faydalı olacaktır:

“Ezel mâzi silsilesinin bir ucu değil. Belki ezel; mâzi, hâl ve istikbâli birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misâldir.”8

Evet, Cenâb-ı Hakk’ın ilmi ezelîdir. Ezelî olan bu ilim, mâzi, hâl ve istikbâldeki bütün hâdiseleri ihata etmiştir. Bundan dolayıdır ki, ilm-i ezelî için mâzi, hâl ve istikbâl farkı yoktur. Sadece O Sultan-ı Ezel ve Ebed’e mahsus olan bu ilmin keyfiyetini bir kul olarak hakkıyla anlamamız elbette mümkün değildir. Fakat bu hakikatin bazı şûalarına misâllerle uzaktan uzağa bakmaya çalışacağız.

Bilindiği gibi, büyüklük ve küçüklük, uzaklık ve yakınlık gibi, mâzi ve istikbâl de nisbî hakikatlerdir. Bunların hariçte vücudu yoktur; ancak mahlûklar birbirlerine nisbeten bu ünvanlarla yâdedilirler. Meselâ fil ile koyunu yanyana koyduğumuzda, file büyük, koyuna ise küçük dersiniz. Koyunun yanına bir karınca koyduğunuzda ise, koyunun büyük, karıncanın küçük olduğunu ifâde ederiz. Burada koyun, büyük ve küçük ünvanlarını diğer iki mahlûka nisbetle almıştır. Aynı şekilde, mâzi ve istikbâlde nisbî hakikatlerdendir. Meselâ, onununcu asır, dokuzuncu asra göre istikbal, onbirinci asra göre ise mâzidir. Bütün nisbî hakikatler gibi mâzi ve istikbâl de mahlûklar için kullanılmaktadır ve her şeyin yaratıcısı olan Allah bunlarla kayıdlı olmaktan münezzehtir.

O’nun kudreti için yıldızlarla zerrelerin farkı olmadığı gibi, ilmi için de mâzi ve istikbâl farkı yoktur. O Âlim-i Mutlak ezelî ilmiyle mâzide ve hâlde meydana gelen bütün hâdiseler yanında, istikbâlde olacak hâdiseleri de bilmektedir. Burada gelecek zaman hâdiseye atfedilmektedir, yâni hâdise vuku bulacaktır. Cenâb-ı Hak ise, onun vuku bulacağını bilmektedir. Bu ince ve derin hakikatle ilgili iki misâl verelim.

Üç vasıtanın Erzurum’dan İstanbul’a gitmekte olduğunu farzediniz. Bunlardan birisi Erzurum-Erzincan yolunda ilerleyen bir tren, ikincisi Ankara-Eskişehir yolunda giden bir otobüs, üçüncüsü ise İzmit-İstanbul arasında yol alan bir taksi olsun. İşte bu misâlde, otobüse göre tren mâzide kalmıştır, taksi ise istikbâldedir. Zira o, trenin geçtiği yolu 10-12 saat önce geçmiş olmasına rağmen, taksinin o anda bulunduğu yere ulaşması için 4-5 saate daha ihtiyacı vardır. İşte, bu üç vasıta için geçerli olan mâzi, hâl ve istikbâl gibi nisbî hakikatler, güneşi bağlamamaktadır. Faraza güneş hayat sahibi, ziyâsı da onun ilmi olsa, bu durumda güneş Erzurum-İstanbul yolunun tamamını ihata eden ziyâsıyla her üç vasıtanın bütün hareketlerine aynı anda vâkıf olur. Güneş, Erzurum-İstanbul yolunda hareket etmekten münezzeh olduğundan, o yoldan geçen vasıtalar için kullanılan nisbî hakikatlerle kayıtlı olamaz.

İşte zaman yolunda ilerleyen mahlûklar birbirlerine nisbetle mâzide kalmakta, hazır zamanda seyretmekte veya istikbâlde bulunmaktadır. Şu anda bizim dedelerimiz mâzide kaldılar; Hâlbuki bir zamanlar onların dedeleri de istikbâlden torun bekliyorlardı. İşte, dedelerimiz istikbâlden gelip, hâle uğrayarak teneffüs edip mâziye döküldükleri gibi bizler de bir gün mâzi denizine döküleceğiz. Herşeyi yaratan Hâlık-ı Zülcelâl biz kulların zaman içindeki seyri için kullanılan, mâzi, hâl ve istikbâl gibi nisbî hakikatlerle kayıtlı olmaktan yüz bin defa münezzehtir ve müberrâdır. Vücuda gelmiş ve gelecek olan bütün eşya O’nun ezelî ilminde mevcuttur. Sırası gelen, bu dünyaya gönderilmekte, yâni ilim dairesinden kudret dairesine geçmektedir.

Diğer bir misâl: Bir manzûmenin tamamını bildiğiniz takdirde sizin ilminizin manzumenin bütün mısralarına taallûku aynıdır. Yâni, birinci misâlde güneşin üç vasıtayı aynı anda seyretmesi gibi, sizin ilminiz de bütün mısralara aynı anda vâkıftır. Fakat manzûmenin mısraları için kendi aralarında öncelik ve sonralık sözkonusu olmaktadır. Meselâ, altıncı mısra dördüncü mısradan sonra, onuncu mısradan ise öncedir. Siz manzûmenin ilk beş mısrasını yazıp altıncıyı yazmaya başladığınızda, artık dördüncü mısra mâzide kalmış, yazılmıştır. Onuncu mısra ise henüz istikbâldedir, yâni vücuda gelmemiştir. Hâlbuki vücuda gelmeyen bu onuncu mısra sizin ilminizde mevcuttur. O halde, öncelik ve sonralık ilminiz için sözkonusu değildir.

Verdiğimiz bu iki misâl, ancak birer sönük, küçük dürbün vazifesi görmekte ve O Âlim-i Mutlak ve Kadîr-i Küll-i Şey’in ezelî ilminin eşyaya taallûkunda mâzi, hâl ve istikbâl farkı bulunmadığı hakikatini bir derece göstermektedir.

Elhâsıl, ezel, mâzi, hâl ve istikbâli birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misâldir, cümlesindeki aynadan maksat ilimdir. Bir ayna ne kadar aşağıda olursa o kadar dar bir sahayı içine alır. Yükseğe çıktıkça ihata sahası genişler. En aşağıdaki ayna bizim ilmimizdir. Daha yukarılarda derecelerine göre velîlerin aynaları vardır. Onlar kerâmetleriyle istikbaldeki hâdiselerden bir derece bahsedebilmektedirler. Peygamberlerin aynaları ise İlâhî bir lütuf ve mucize olarak, geçmiş ve gelecek zamandan çok geniş bir sahayı içine almaktadır. İşte ezel, bir mânâda İlm-i İlâhî demektir. Cenâb-ı Hakk’ın ilmi mâzi, hâl ve istikbâli birden tutmaktadır. O ilim için öncelik, sonralık söz konusu değildir. Buna göre hakikat şu şekilde ifâdesini bulmaktadır:

“Zât-ı Akdes bizim işlediğimiz, işlemekte olduğumuz ve işleyeceğimiz bütün fiilleri ezelî ilmiyle bilmektedir.”

O halde Cenâb-ı Hakk’ın her hâdiseyi meydana gelmeden önce bildiğinden bahsedilirken O’nun için öncelik ve sonralık sözkonusu olmadığı, buradaki önce ifâdesinin bizim için kullanıldığı hatırdan çıkarılmamalıdır.

Mehmed Kırkıncı 2010

Dipnotlar:

8. age.

İnsanın İhtiyârî Fiillerdeki Mes’uliyeti-1

İhtiyârî (irademizle yaptığımız fiiller) ve ızdırarî (irademiz dışındaki filer) fiiller bir tutulamaz:

İnsanda tezahür eden fiiller iki kısma ayrılır. Bunlardan bir kısmı tamamen irademiz dışında meydana gelir. Iztırarî fiiller dediğimiz bu fiiller için herhangi bir mesuliyet veya mükâfat sözkonusu değildir. Bunlara misâl olarak, göz kapaklarımızın çalışması, kanımızın dolaşımı, cinsiyetimiz, ırkımız verilebilir. Diğer kısım ise, kendi irademizle işlediğimiz fiillerdir. İşte, hayra veya şerre vesile olan fiiller, ihtiyârî fiiller dediğimiz bu ikinci kısımdır. Bakma, yeme, içme, konuşma gibi. Kendisinden meydana gelen fiillerden hangilerinin ihtiyârî, hangilerinin ıztırarî olduğunu vicdanen bilen bir insan, kendi cüz’î iradesiyle işlediği kötülükler için neye dayanarak; ne yapayım, kaderim böyle olduğundan bu fenalığı mecburen işledim diyebilir?

Yaptığı iyilikler konusunda, ben böyle yaptım, şöyle ettim şeklinde konuşan bir insan, işlediği kötülükleri kadere nasıl havale edebilir? Hâlbuki aynı kötülükleri karşısındaki muhatabı işleyince işi kadere havale etmez. Meselâ, evine giren hırsız hakkında dâvâcı olurken kaderi hatırlamaz. Hırsızın hâkim huzurunda: Benim ne kabahatim var; kaderim böyle olduğundan mecburen hırsızlık yaptım, şeklindeki müdafaasına öfkelenmekten kendisini alamaz. Aynı şekilde, çocuğunun canına kasteden bir caninin boğazına yapışırken, bu adamın kaderi böyle imiş; istese de istemese de çocuğumu öldürecekti, diye düşünmez. Veya, namusuna kötü gözle bakan kimsenin gözünü çıkarmak isterken, ne yapayım, kaderimde bu varmış, müdahale edemem, demez. O halde, hangi mantıkla, aynı fiilleri kendi işlediği zaman suçunu kadere havale edebilir?

Bu aldatmaca ile kadere iftira eden bir insan, dünya ve âhiret saadetini kaybetmekten ve cemiyetin huzurunu bozmaktan başka birşey yapmamaktadır.

Eğer insanlarda görülen ihtiyârî ve ıztırarî fiiller bir tutulursa, yâni isteyerek işlenen fiiller kadere yanlış mânâda havale edilip, o fiillerde bir mecburiyet olduğu sanılırsa, birçok hurâfeler ortaya çıkar. Bu durumda, insanlar ne kazandıkları zaferlerle öğünebilirler, ne ilim ve sanatlarıyla iftihar edebilirler, ne de düşmanlarını cehalet ve vahşetlerinden dolayı kötüleyebilirler.

Bu sapık görüşe göre, hiç kimse hiçbir fiil ve hareketinden mesul tutulamayacağı gibi, mükâfat da göremeyecektir. Artık ne Hz. Ömer’in adaletinden, ne Haccac-ı Zâlim’in zulmünden bahsedilebilecektir. Zira birincisi mecburen âdil olmuş, ikincisi ister istemez zulmetmiştir!

Dünya işlerimizde cüz’î irademizi kullandığımızı ve hiçbir engelle karşılaşmadığımızı vicdanen bildiğimiz halde, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine uymakta karşımıza engeller çıktığını nasıl iddia edebiliriz? Yâni, mübah olan dünya işlerinin veya günah ve isyanların işlenmesinde insanın karşısına çıkmayan engeller sadece ibâdette mi çıkıyor ki, bazı kimseler, kaderimde olsaydı ibâdet ederdim gibi mânâsız ve asılsız bir özür beyânında bulunuyorlar.

Ev yapmaya niyet eden bir insan, bazı imkânsızlıklar dolayısıyla bu isteğine muvaffak olamayınca, ne yapayım, kaderim böyle imiş, diyebilir, lâkin o insan Cennet’teki köşkünü inşâda bir ihmal gösterirse, bu kusurunu kadere yükleyemez. Namaz kılmak isteyen bir kimsenin bu ibâdetini işlemesine ne mâni vardır? Eğer namaz kılmasını engelleyen zorlayıcı sebep bulunsa o zaman mesuliyeti söz konusu olmaz. Namaz kılmaya niyet eden kimse, ellerini akan musluğa götürünce su mu kesiliyor? Namazda hareket edemiyor mu? Ezberinde olan sureleri namaz esnasında unutuyor mu? Evet mücbir yani zorlayıcı sebepten kastımız, aşılması insan tâkatının üstünde olan mânilerdir. Meselâ bir insan zorla meyhaneye götürülse ve elleri bağlanarak ağzından içki dökülse, bu kimse gücünün yettiği kadar karşı koymakla mesuliyetten kurtulur. Zira adı geçen fiili kendi cüz’î iradesiyle işlememiştir. Kendi iradesiyle içki içen veya bir başka günahı işleyen bir kimse, bunları kaderin mahkûmu olarak zorla işlediğini, ev misâlindeki adam gibi mazur olduğunu, elbette iddia edemez.

Bu noktada şu soruya cevap bulunması gerekir: Acaba hayatlarını Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği şekilde geçiren insanların, yaratılış itibariyle diğerlerinden bir farklılıkları mı var ki o yolu seçiyorlar? Misâl olarak, Hz. Ömer’le Ebû Cehil’in cüz’î iradeleri farklı derecede miydi ki, birisi hidâyeti, diğeri dalâleti tercih etti?

Vicdan, akıl ve mantık, insanların, hem dünya işlerinde ve hem de ibâdetlerinde, ihtiyâr (irade) sahibi olduklarını kabul eder.

Meselenin diğer bir yönü de şudur: Eğer insanlar günahları ezelde takdir edildiği için mecburen işleselerdi, herşeyi sonsuz hikmetle yaratan Hâkîm-i Zülcelâl’in insanlara peygamberler göndermesi, kitaplar indirmesi, onlara emir ve yasaklarda bulunması hep mânâsız olurdu. Meselâ, Cenâb-ı Hak bir insanı Cehennem için yaratmış olsa ve bunda insan iradesinin hiç bir payı olmasaydı, insanların Kur’ân-ı Kerîm’de Cehennem’le tehdit edilmelerine lüzum kalır mıydı? Veya, insanlar ibâdet etmelerinde kaderin mahkûmu olsalardı, iradelerini kullanmaları söz konusu olmasaydı, Allah-u Azimüşşân’ın insanlara ibâdeti emretmesine ne mânâ verilecekti?

Diğer taraftan, Hak Teâlâ, Râuf ve Gaffar isimlerinin icabı olarak bizlere tevbeyi emretmekte, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

“Tövbe eden kimse hiç günah işlememiş gibidir.”

“Allah, günahlarla imtihan edildiği vakit, tövbe eden mü’min kulunu sever.”

Yüce Rabbimiz, ebedî saadete erişmek ve mânen yükselmek isteyenleri o makamlara tevbe kapısından dâvet etmekte; kendi günahlarımızla kapattığımız saadet kapısını biz ölünceye kadar açık tutarak, her ne zaman tevbe etsek lütfuyla kabul buyurmaktadır. Bu sırra binâen, herhangi bir günahtan sonra tevbe etmek vâcibtir. Hâlbuki irademiz dahilinde olmayan hiçbir şey vâcib değildir. Eğer insan cüz’î iradesini kullanmakta bir cebir ve zorlama altında bulunsaydı tevbe hususundaki bütün emir ve teklifler insanla alay etmek mânâsına gelirdi. İnsanların bir kısmının hayır, diğer kısmının şer yolunu seçmeleri gösteriyor ki, irade ve ihtiyâr insandadır; tercih ona bırakılmıştır. Eğer böyle olmasaydı, koyunların süt vermesi, develerin yük taşıması gibi, insanlar da kendilerine kaderin yüklediği vazifeleri ömürleri boyunca yapacaklardı. Hâlbuki hiçbir dinî bilgimiz olmasa da, insanlarla diğer hayvanlar arasındaki farklılığı anlayacak durumdayız. Bizler biliyoruz ki, insanlar yollarını kendi iradeleriyle seçmekte, yıllar sonrasını düşünmekte, plân ve program yapmaktadırlar. O halde, insan ebedî saadetin yolunu seçebilir, onun şartlarını yerine getirebilir ve Rabbül Âlemîn’in Kur’ân-ı Kerîm’le çizdiği saadet programına harfiyyen uyabilir. Öyleyse tercihini yanlış kullanması hâlinde elbette mesul olacağı ve ebedî saadetten mahrum kalacağı aklın gereğidir.

İnsanların cüz’î iradeleriyle Âdil-i Hakîm’in emir ve yasaklarını tercihte serbest bırakılmaları Cenâb-ı Hakk’ın adaletinin de icabıdır. Cebir ve zorlama olmaması için mutlak irade sahibi olan Allah-u Azimüşşân kendi iradesini kullarının cüz’î iradelerine binâ etmiştir. Bütün fiilleri kendi kudret ve iradesi ile yaratan O Hâlık-ı Küllî Şey, kulun ihtiyarî fiillerini yaratmakta, onun cüz’î iradesini, arzusunu, tercihini şart kılmıştır. Yâni, kul cüz’î iradesiyle bir fiile teşebbüs etmedikçe Cenâb-ı Hak o fiili yaratmamaktadır. Kul, cüz’î iradesiyle ihtiyarî fiillerden hangisini tercih ederse -hayır olsun, şer olsun- Cenâb-ı Hak, dilerse, irade ve kudretiyle onu yaratmaktadır. Bu hakikati bir misâl ile açıklamaya çalışalım:

Bir padişahın misafirhânesinde bulunduğunuzu, bu misafirhânenin her katında ayrı ayrı nimet ve ihsanların sergilendiğini ve bir hikmet için bodrum katının kaplan, pars gibi vahşî ve yılan gibi zehirli hayvanlarla dolu olduğunu farzediniz. Ve yine padişahın, elçileri ve fermanlarıyla sizi üst katlardaki ziyafet yerlerine dâvet ve teşvik, alt kata inmekten ise men ettiğini kabul ediniz. Siz bu misafirhânenin asansörüne bindiğinizde istediğiniz katın düğmesine basabilirsiniz. Siz hangi düğmeye dokunursanız asansör sizi o kata çıkaracaktır. Yâni asansör sizin tercihinize tâbidir. Siz defalarca üst katlara ait düğmelere basıp, oralarda hazırlanmış nimetlerden istifade ettikten sonra, nefsinize uyarak, bir de bodrum katının düğmesine basayım, deseniz ve o kata inseniz, karşılaşacağınız dehşet verici durumu elbette kendiniz hazırlamış olacaksınız. İşte misâlde padişahın iradesini temsil eden asansör, sizin arzunuza, kararınıza, tercihinize tâbi kılınmıştır. Hayrı istediğinizde sizi hayra götürmekte, şerri istediğinizde şerre indirmektedir. İşte bu misâl gibi, bizler cüz’î irademizle hayır ve şer, müsbet ve menfî fiillerden herbirini seçebilecek durumdayız. Hayrı seçtiğimizde Allah-u Azimüşşân küllî iradesiyle hayrı, şerri seçtiğimizde ise şerri yaratmaktadır. İnsan neye bakmak isterse, güneş ışığıyla insanın önüne o şeyi sergilediği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesi ve mutlak kudreti de cüz’î iradeye taalluk etmekte, ona göre hüküm vermekte, kul neyi isterse, Allah onu yaratmaktadır. Bizim elimizde olan tek şey asansör düğmesine basmak hükmündeki tercihimizi kullanmaktır. Bu tercihten sonra vücudumuzdaki azalarımızın çalışmasından, söz konusu fiilin meydana gelmesi için kâinatta yapılması gerekli faaliyetlere kadar, bütün fiiller Hâlık-ı Teâlâ’nın küllî iradesi ve mutlak kudretiyle yaratılmaktadır. Meselâ, görme fiilinde insanın elinde olan şey, helâl veya haramdan birisine bakmayı tercih etmektir. Bundan sonrası, yâni görmemizin dahilî ve haricî şartlarının yaratılması Cenâb-ı Hakk’a aittir. Zira görmek için gözdeki bütün hareketleri, görmeye sebep olan güneş ışığını ve diğer şartları yaratan hep O’dur. O halde, kendi iradesiyle harama nazar eden veya ahlak dışı bir kitabı okuyan kimse: Ne yapayım, bunları bana güneşin ışığı gösterdi diyemediği gibi, insan cüz’î iradesiyle işlediği bir günahı ve hatası için, İrade-i Küllîye’nin mahkûmu olduğunu iddia edemez.

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“İrade-i cüz’iye-i insâniye ve cüz’-i ihtiyariyesi çendan zaîftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz’î iradeyi, irade-i külliyesinin taallûkuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yâni mânen der: ‘Ey abdim! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes’uliyet sana aittir!’

“Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp ‘Nereyi istersen seni oraya götüreceğim.’ desen, o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette ‘Sen istedin.’ diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenâb-ı Hak, Ahkem-ül Hâkimîn, nihayet za’fta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder.”

“Elhasıl: Ey insan! Senin elinde gâyet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gâyet uzun ve hasenatta eli gâyet kısa, cüz’-i ihtiyârî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet’e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan Zakkum-u Cehennem’e yetişmesin.” 

“Demek, dua ve tevekkül, meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tevbe dahi, meyelân-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.” 7

Özetleyecek olursak: Vicdanen biliyoruz ki, biz diğer mahlûklardan farklı olarak bir nevî hür yaratılmışız. Kudretimiz miktarınca, arzu ettiğimiz ve sevdiğimiz şeyleri tercih edebiliyor ve elimize alabiliyoruz. Ve yine biliyoruz ki, Cenâb-ı Hakk’ın iradesi irademize, yaratması kesbimize bina edilmektedir. Bizler irade ve kastımızı hayra sarfettik de Cenâb-ı Hak, bizim tercihimizin aksine, hakkımızda şer mi yarattı? Elbette ki hayır! Hikmet ve Kerem Sahibi olan Yüce Rabbimiz, irademizi hayra sarfettiğimizde keremiyle hayır yaratıyor; şerri tercih ettiğimizde hikmet ve adaletiyle şerri yaratıyor. Ancak Cenab-ı Hakk’ın şerlere rızası yoktur. Allah’ın mahlûku olan bir babanın evladının kötülüğünü istemesi ve bir öğretmenin de talebesini başarısızlığından memnun olması mümkün değildir.

Mehmed Kırkıncı 2010

Dipnotlar:

7. Sözler