Etiket arşivi: mehmed paksu

Kul hakkından kurtulmak mümkün mü?

İnsan bilerek veya bilmeyerek birisine haksız bir davranışta bulunmuş olabilir. Hatta onu mağdur bir duruma düşürmüş ve bazı haklarının elinden çıkmasına sebep olmuş da olabilir. Kendimizi her ne kadar korumaya, hakperest olarak kalmaya çalışsak da, birtakım hata ve kusurlar mutlaka elimizden çıkıyor.
Öyleyse bu durum karşısında ne yapmalıyız? “Bir defa oldu, bir daha yapmam. Keşke yapmasaydım” dememiz, iç dünyamızda hesaplaşmamız vicdanen rahatlamamıza yeterli gelir mi? Yoksa hatamızın telafisine çalışıp da onu düzelterek, hak sahibinden helallik dilemeli miyiz?

İslamda genel anlamda, bir Allah hakkı, bir de kul hakkı kavramı vardır. Allah hakkı, her insanın Rabbine karşı yapması gereken kulluk görevleridir. Bu konuda yaptığı bir kusur, günah ve eksiklikten dolayı affı için Allah’a yalvarır. Tevbe ve istiğfar ederek affını diler.

Fakat kul hakkı öyle değildir. Onun bir tek telafisi vardır. O da, haksızlığa uğrayan, zarar gören kişiyle bizzat görüşüp özür dilemektir. Gerekirse, helâllik dilemekle birlikte, maddî bir kaybı varsa karşılama yoluna girmektir.

Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz şöyle buyururlar:

“Bir kimse, kardeşinin onuruna yahut malına haksız olarak saldırmışsa, karşılık olarak verilebilecek altın ve gümüşün bulunmadığı günden (Kıyamet) önce helalleşsin. Aksi halde, yaptığı haksızlık nispetinde onun iyi amellerinden alınıp hak sahibine verilir. İyiliği yoksa hak sahibinin günahından alınıp haksızlık eden adama verilir.” (Buharî, Mezalim: 10.)

Bu durumda helalleşmekten başka çıkar yol yoktur. O kadar ki, insan şehit bile olsa kul hakkından kurtulamıyor. Eğer üzerinde kul hakları varsa, Allah, diğer günahlarını bağışladığı halde, kul hakkını bağışlamıyor. Bu yüzden tek çare hak sahibinin gönlünü almaktır.

Yapılacak olan bellidir: Zarara uğramasına sebep olduğunuz kimseye gider, önce hata yaptığınızı itiraf edersiniz. Özür beyan edersiniz. Sizi affetmesini, hakkını helâl etmesini rica edersiniz. Maddî bir kaybı da varsa, imkânınız ve onun razı olabileceği nispette hakkını verirsiniz.

Böylece elinizden geleni yapmış olursunuz. Karşınızdaki insan da sizi hoş karşılarsa, hoşgörü ve anlayış gösterirse, suçluluğunuz kalkmış olur. Hadis-i şerifte açıklandığı gibi, daha dünyadayken helâlleşerek âhiretteki hesaplaşma kurtulmuş olursunuz.

Bununla birlikte hâlâ vicdan azabı çekiyorsanız, ayrıca tekrar tekrar tevbe ve istiğfar edersiniz. “Pişmanlık tevbenin kendisidir”, “Günahından tevbe eden, hiç günah işlememiş gibi olur” mealindeki hadis-i şeriflerin sırrıyla Allah katında da rahata kavuşmuş olursunuz.

Bir insan tevbesinin kabul olduğunu, günahtan kurtulduğunu nasıl anlar, nasıl fark eder, bu hal nasıl bilinir?

Cevabını Peygamber Efendimizden (a.s.m.) öğrenelim: “Bir günah işledikten sonra tevbe edip iyilik işleyen kimse, üzerine çok dar bir zırh giyinen bir adama benzer. Günahtan sonra bir iyilik yaparsa, zırhın halkalarından biri çözülür. Bir iyilik daha işlerse öbür halka da çözülür. Yapılan iyiliklerin sonunda zırh yere düşer.” (et-Tergib ve’t Terhib, 4:106)

Gerek bir günah işleyen, gerekse haksız bir davranışta bulunan bir kimse, o günah ve hatanın arkasından pişmanlık duyarak sevaplı ameller işlerse, bu durumunu değiştirebilir. Artık bundan sonra bir vicdan azabı çekmesine, huzursuz olup üzüntüye kapılmasına gerek kalmaz. Çünkü o, bir kul olarak, iyi niyetle elinden geleni yapmış sayılır.

Kul hakkı ahirette nasıl alınır?

Peki, kul haklarıyla âhirette helalleşmek nasıl olacak? Bu ortamda alacağımız da, borcumuz da oluyor.

Bir defa kul hakkını âhirete hiç bırakmamak lazım. Çünkü dünya ölçüleriyle paha biçilmeyen en değerli şeyler âhirette beş para etmiyor.

Çil çil altınlar, göz kamaştıran elmaslar, pırlantalar; en lüks arabalar, yatlar; en alımlı köşkler, saraylar, leb-i derya yalılar âhiret açısından bir değer taşımıyor.

Şanlar, şöhretler, makamlar, rütbeler, koltuklar, gözümüzde büyüttüğümüz dünyalık hiçbir şey orada bir işe yaramıyor.

Biz gittikten sonra geride kalan, bizimle gelmeyen, giderken götüremediğimiz hiçbir varlığımız o pazarda alıcı bulmuyor.

Onun için hak hukuk meselesini burada çözüp bitirmek işin en kestirmesidir.

Sevgili Peygamberimiz, hak hukuk meselesini önemsemeyip âhirete bırakanları asırlar öncesinden uyarıyor ve şu noktalara dikkatimizi çekiyor:

“Bir kimsenin kardeşinin haysiyetine yahut malına haksız olarak taarruz etmişse, (iltimas olarak verebilecek) altın ve gümüşün bulunmadığı günden önce helalleşsin. Aksi halde yaptığı haksızlık oranında onun iyi amallerinden alınır, hak sahibine verilir. İyiliği yoksa hak sahibinin günahından alınır, haksızlık eden adama yükletilir.” (Buharî, Mezâlim10)

Bir başka hadiste bu anlatım değişik bir şekilde dile getirilir, aynı konuya ağırlık verilir. Akıllarda kalması, insanların önem vermesini sağlamak amacıyla Peygamberimiz bazen sual-cevap metodunu kullanırdı.

Bir defasında sahabilere sordu:

“Müflis kimdir, biliyor musunuz?”

Sahabiler: “Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir” dediler.

Peygamberimizin cevabı ahiret açısındandı, şöyle cevap verdi:

“Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekat sevabıyla gelip, fakat şuna sövüp, buna zina isnat ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp, bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir.” (Müslim, Birr:59)

Mesele oldukça önemli ve hayati bir değer taşıyor. Bunun için hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz; hakkın azı çoğu, ucuzu pahalısı olmaz. Kur’ân’ın ifadesiyle, “Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onun karşılığını görür, kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun karşılığını görür.” (Zilzal Suresi, 99:7,8)

Bir sahabinin “Ey Allah’ın Resulü, eğer o hak değersiz bir şey de olsa mı?” sorması üzerine, Peygamberimizin verdiği cevap âyetin bir açıklaması şeklindedir:

“İsterse misvak ağacından bir dal parçası olsun” (Müslim, İman:218)

Bu açıdan dünyaya ait işleri âhirete bırakmamak, âhirete sarkıtmamak için, alacak ve borç meselesi başta olmak üzere, bir şekilde üzdüğümüz, mağdur ettiğimiz, sıkıntıya soktuğumuz, kalbini kırdığımız birisi varsa, telafisi yoluna gitmekten başka çare kalmıyor.

Haklar aynî/maddi türden bir şey ise bir an önce ödemek; şayet iftira, gıybet, hakaret ve benzeri manevi haksızlılar ise helalleşmek, özür dilemek, karşının gönlünü kazanmak gerekiyor.

Bu konuda göstereceğimiz hassasiyet, aynı zamanda iman derecemizi, Allah katındaki yerimizi, insanlar arasında da şeref ve karakterimizi belirliyor.

Mehmed Paksu

Moral Dünyası Dergisi / 105. Sayı

Büyük Günah İşleyen Dinden Çıkar mı?

İman, inanılması gereken esasları kalben tasdik edip dil ile ikrar etmektir. İmanın rükünlerini kalbiyle doğrulayan, diliyle de söyleyen bir insan hem Allah katında, hem de insanlar nazarında mü’mindir. Bu kimse büyük günahları işlese de dinden çıkmış olmaz, imansız sayılmaz. Büyük günahlardan birisini işleyen bir Müslüman, o günaha imansızlığı sebebiyle değil, nefsine mağlup olduğu, hissiyatının, duygularının sesine kulak verdiği için girmiştir.

Bir ayet-i kerimede, “Eğer siz yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, Biz de diğer günahlarınızı örter, sizi iyi bir hale ve tavra sokarız” (Nisa Suresi, 31) buyurulur.

Böylece mü’minin sonsuz mutluluğu kazanabilmesi için, farzları yerine getirmesinin yanı sıra, büyük günahlardan da sakınması gerektiğine dikkat çekilir.

Cenab-ı Hakk’ın uzak durmamızı istediği büyük günahlar, gerek Kur’an-ı Kerim’de, gerekse hadislerde açıkça bildirilmiştir. Mesela, bir ayette büyük günahlara işaretle şöyle buyurulur:

Allah’ın halis kulları o kimselerdir ki; Allah ile beraber başka bir ilaha ibadet etmezler. Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina da etmezler. Her kim bunları yaparsa günahının cezasını görür.” (Furkan Suresi, 68)

Helak edici yedi şey

Hz. Enes’in (r.a.) rivayet ettiği bir hadiste ise Peygamber Efendimiz (a.s.m.)  şöyle haber verir:

“Allah’a ortak koşmak, anne babaya eziyet etmek, adam öldürmek ve yalan söylemektir.” (Müslim, İman: 144)

Başka bir hadis-i şerifte yalan söylemek ve yalancı şahitliği yapmak da büyük günahların içinde sayılmıştır. (Müslim, İman: 143)

Ayrıca büyük günahlar içerisinde ayrı bir yeri olan ve Peygamber Efendimizin (a.s.m.) “mûbikat-ı seb’a”, yani “insanı manen helak eden yedi sebep” olarak isimlendirdiği günahlar vardır. Peygamber Efendimiz bir defasında “Helak edici yedi şeyden kaçının” buyurmuş ve bunları şöyle sıralamıştır:

Allah’a şirk koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, faiz yemek, düşmana hücum anında harpten kaçmak, namuslu ve kendi halindeki kadınlara zina iftirası atmaktır.” (Müslim, İman: 145)

Diğer taraftan, içki içmek, kumar oynamak ve dine zarar verecek bid’atlara taraftarlık da büyük günahlar içerisinde zikredilir. (Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lahikası, s. 179)

Günahlardan korunmak için “takva” kalesine sığının

Günah, Allah’a isyan anlamına gelir. Özellikle günahları çekinmeden işleyen, göz kırpmadan içine dalan bir insan, açıkça Allah’ın iradesine karşı geliyor, bir an için O’nun rububiyetini unutuyor demektir.

Bunun için böyle bir tehlikeye düşmemek için büyük günahlardan korunmasını bilmelidir. Bu da, ancak “menhiyattan (Allah’ın yasak ettiklerinden) ve günahlardan içtinap etmek (kaçınmak) ve amel-i salih (emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmak)” olan takva ile mümkündür.

Çünkü günahlardan korunmak için iltica edilecek, sığınılacak en sağlam kale takvadır. Bu kaleye sığınan kimse, az bir amelle ve işle çok sevap kazanabilir.

Şöyle ki; bir haramı terk etmek vaciptir. Bir vacibin ise birçok sünnete denk gelen sevabı vardır. Fitnenin, fesadın kol gezdiği böyle zamanlarda en önemli görev, her taraftan hücum eden günah seline karşı takvayı esas almak olmalıdır. (Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lahikası, s. 106)

Büyük günah işleyen dinden çıkmaz

Büyük günah işlemenin imanla olan ilişkisine gelince; iman, inanılması gereken esasları kalben tasdik edip dil ile ikrar etmektir. İmanın rükünlerini kalbiyle doğrulayan, diliyle de söyleyen bir insan hem Allah katında, hem de insanlar nazarında mü’mindir. Bu kimse büyük günahları işlese de dinden çıkmış olmaz, imansız sayılmaz.

Çünkü Ehl-i Sünnet âlimlerine göre amel, imandan bir parça değildir. Büyük günahlardan birisini işleyen bir Müslüman, o günaha imansızlığı sebebiyle değil, nefsine mağlup olduğu, hissiyatının, duygularının sesine kulak verdiği için girmiştir.

Şöyle ki: Cenab-ı Hakk’ın emirlerine itaat etmenin, yani ibadetleri yerine getirip, yasaklardan sakınmanın sevabı ve ücreti bu dünyada tam olarak verilmez. Çünkü bu dünya ücret ve mükâfat yeri değil, hizmet ve ibadet yeridir. Bu açıdan Cenab-ı Hak, ibadet ve şükrün gerçek mükâfatını sonsuz bir şekilde vermek üzere ahirete bırakmıştır.

Gafletin sebebi, günahın cezasının dünyada verilmemesi

Mükâfatlar ahirete bırakıldığı gibi, dünyada tevbe ile temizlenmeyen günahların cezaları da ertelenmiş, ahirete bırakılmış oluyor. Bundan dolayıdır ki, günah işlenir işlenmez azabın dünyada hemen verilmemesi, insanı gaflete düşürüyor. İnsan geleceği çok uzak gördüğü için nefsine uyarak günahı rahatlıkla işleyebiliyor. İnsanın bu halini Bediüzzaman Hazretleri özetle şöyle açıklar:

İnsan nefsi peşin lezzeti daha sonra tadacağı lezzete tercih edebiliyor. Aynı şekilde, şimdi yiyeceği bir tokattan, bir sene sonra çekeceği bir azaptan daha çok korkar. Hem insan, duygularına yenik düşünce aklın muhakemesini, ölçüp tartmasını dinlemez. Heveslerine ve vehimlerine kapılınca az ve önemsiz peşin olarak tadacağı bir lezzeti ileride alacağı çok büyük bir mükâfata tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan ileride verilecek büyük bir azaptan daha fazla çekinir.

Çünkü vehim, heves ve his ileriyi görmüyor. Belki inkâr ediyor. Nefis de yardım etse, imanın mahalli olan kalp ve akıl susarlar, mağlup olurlar. Şu halde; büyük günahları işlemek imansızlıktan gelmiyor. Belki his, heves ve vehmin akıl ve kalbe baskı yapmasından ileri gelir. (Bediüzzaman Said Nursî , Lem’alar, s. 70)

O halde, büyük günahlardan birisini işleyen bir mü’minin imandan çıkacağını söylemek mümkün değildir.

Büyük günah işleyen mü’minin ahiretteki durumu

Hadis-i şerifte de, büyük günahlardan birisini işleyen bir mü’minin kâfir olmayacağı, o günahının cezasını çektikten sonra cennete girebileceği açıkça görülüyor. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyuruyor:

“Bana Cebrail geldi ve ‘Ümmetinden her kim Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayarak ölürse cennete girecektir’ diye müjdeledi. Ben, ‘Zina etse de, hırsızlık yapsa da mı?’ dedim. ‘Evet, zina etse de, hırsızlık yapsa da’ buyurdu.” (Müslim, İman: 155)

Kâfir cennete giremez ve sonsuz olarak cehennemde kalır. Çünkü Cenab-ı Hak kâfire cennet nimetlerini haram kılmıştır. Hadiste, zina eden ve hırsızlık yapan birisinin cennete gidebileceği belirtilmekle onun kâfir olmayacağına işaret ediliyor.

Demek ki, Allah’a şirk koşmanın dışındaki büyük günahlardan birisini işleyen insan, günahının cezasını çektikten sonra cennete girecektir.

Ancak, günah işleyen kimsenin, işlediği günahın helal olduğunu savunmaması gerekir. Haram olduğu kesin delillerle belirlenmiş olan bir işin helal olduğuna inanan bir kimsenin iman dairesinden çıkacağı zaten kesindir. Mesela; faizin haram olmadığını veya bu zamanda haram olmayacağını iddia etmek gibi…

Her bir günah bir küfür tohumu taşır

Bununla birlikte, “Her bir günah içerisinde küfre gidecek bir yol olduğunu” (Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 7) da hatırdan çıkarmamak gerekir. Günahın içinde devamlı işlendiği takdirde küfür tohumu olduğunu söyleyen Bediüzzaman Hazretleri bu meseleyi şöyle izah eder:

Masiyetin (günahın) mahiyetinde, bilhassa devam ederse, küfür tohumu vardır. Çünkü o masiyete devam eden ülfet peyda eder (alışır), sonra ona âşık ve müptela olur. Terkine imkân bulamayacak dereceye gelir. Sonra o masiyetin ikaba mucib olmadığını (azabı gerektirmediğini) temenniye başlar. Bu hal böylece devam ettikçe, küfür tohumu yeşillenmeye başlar. En nihayet, gerek ikabı, gerek daru’l-ikabı (azabı veya cehennemi) inkâra sebep olur.” (Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, s. 115)

İnsan olarak günahlardan tamamen korunmamız mümkün değildir. Bunun için günah tehlikesi hepimiz için mevcut. Bu tehlikeyle karşı karşıya kalınca, ondan kurtulmak için -küçük olsun büyük olsun- işlediğimiz her günahın hemen ardından, Allah’a karşı mahcubiyet duyup pişman olmalı, tevbe ve istiğfarla tekrar Allah’a yönelmeli ve ondan bizi affetmesini dilemeliyiz.

Mehmed Paksu

MoralDunyasi.com

Dikkat! Aramızda Allah’ın Elçisi Var!

Aramızda kalsın ama size bir sır vereyim!.. Evet, ”Aramızda Allah’ın Resulu var.” Gerilerde kalmış, bizi terk etmiş değil.. O, bizim aramızdadır!..

Peygamber, hayatlarımızın “özne”sidir. Allah’ın Resulü (a.s.m.) tarihsel bir figür değil, nostaljik bir unsur hiç değil; canlı ve güncel bir gerçekliktir. Uzaklarda değil, yanımızdadır. Gerilerde kalmış ve bizi terk etmiş değil; bal gibi aramızdadır, sımsıcak, yanı başımızdadır. Evet, evet; “İyi bil(elim) ki, aramızda Allah’ın Resulü var.”

Mevlid Kandillerini ve Kutlu Doğum programlarını bir tür folklora dönüştürmemizden endişeliyim. Bu programların çoğuna hâkim olan yaklaşımda, Peygamber (a.s.m.) bir “nostaljik figür” olarak anlatılıyor, anlaşılıyor. “Neredesin ey Peygamber!” edası, aslında “nerede olduğumuzu” bilmememizin sancılı bir haykırışı olsa gerek. “Özledik Seni!” deyişleri O’nun (a.s.m.) halen canlı ve güncel “gerçekliği”nin hayatımızda yer etmediğinin belirtisi olarak okunmalı.

Son zamanlarda, hissesi olmayan kıssalarla anlatılan bir “Peygamber ve sahabeleri” hamaseti doğdu ki (ne yazık ki bu tür anlatımlar, reyting ve dolayısıyla para getirdiği için yaygınlaşıyor) arkasından bir de gözyaşı dökmüşsek, kendisine tâbi olunacak bir Peygamber değil, kendisine acınacak, “ah vah” edilecek “zavallı” bir Peygamber’le baş başa bırakılıyoruz.

Hele bir de, yoğun gözyaşı dökmemiz, O’na (a.s.m.) ve güzel sünnetine uzaklığımızı seslendiren vicdanımızın çığlıklarını susturunca, etrafta “Peygamber aşkı”ndan ağlayan ama mesela O’nun kıldığı, O’nun kıl dediği namaza bigâne, O’nun yaşadığı tesettür ve edebe hal diliyle dudak büken türediler çıkmaya başladı.

Yedeklerinde “çok sevgili” bir Peygamber ama önlerinde “din”i yozlaştıran, “sünnet”i birkaç gözyaşına indirgeyen şeyh edalı, ekran müptelası kadınlar-adamlar…

Diyeceğim o ki, bu gidiş, gidiş değil: Tuhaf ritüellerle kutsanan ama okumaya değer görülmeyen Kitab’ın yanına şimdi de pek çok sevilen ama tâbi olunmaya değer görülmeyen “zavallı”laştırılmış bir Peygamber eklendi.

Oysa Peygamber hayatlarımızın “özne”sidir. Paslı demir tozlarını uyudukları yerden kaldırıp hizaya sokan bir mıknatıs gibi, varlığımızı hizaya sokmakta, hayatımızı uyuduğu/uyuştuğu yerden ayağa kaldırmaktadır. Allah’ın Resulü (a.s.m.) tarihsel bir figür değil, nostaljik bir unsur hiç değil; canlı ve güncel bir gerçekliktir.

Uzaklarda değil, yanımızdadır. Gerilerde kalmış ve bizi terk etmiş değil; bal gibi aramızdadır, sımsıcak yanı başımızdadır. Evet, evet; “İyi bil(elim) ki, aramızda Allah’ın Resulü var.”

Hucûrat Suresi’nin yedinci ayetinin bu cümlesi diri ve diriltici Kur’an’ın içinde hâlâ daha nefes alıp veriyor, hayatlarımıza nabız pompalayan bir kalp olarak kasılıp gevşiyor: “Va’lemû enne fîkum Resulallah”, “Bilin ki, içinizde Allah Resulü var.”

Hucûrat’ın birinci ayetinden yedinci ayetine kadar okursak, Rabb’imizin bizi adım adım Resulü’nün yanına aldığını görürüz. Birlikte yürüyelim mi “O’nun evi”ne doğru?

1- Siz ey iman edenler, Allah’ın ve Elçisi’nin önüne kendinizi koymayın, Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Çünkü Allah, kuşkusuz her şeyi işiten, her şeyi bilendir.

Allah’ın Elçisi, önüne geçmeyeceğimiz kadar önümüzdedir, diridir, dirilticidir. Allah’ın Elçisi, Allah’ı önüne ve önümüze koyduğu için en acil önceliğimizdir.

2- Siz ey iman edenler, sesinizi Peygamber’in sesinden daha fazla yükseltmeyin, birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi O’nunla konuşmayın, yoksa bütün amelleriniz, siz farkında olmadan boşa gitmiş olur.

Nebi, sesimizi kendisine göre sürekli ayar etmemizi gerektirecek denli dudağımıza yakındır, kulağımızın dibindedir. Demek ki, sözümüze kulak kesilecek kadar sıcacık bir Nebi vardır. Kulak verdiğimizi dert edinecek denli şimdi ve buradadır Nebi.

3- Bakın, Allah’ın Elçisi’nin huzurunda seslerini kısanlar var ya, işte onlar kalpleri, kendisine karşı sorumluluk bilinci ile [doldurularak] Allah tarafından sınananlardır; onlar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.

Nebi, hatırına susulacak kadar huzurumuzdadır. Sesimizi yanında kısacak kadar yakınımızdadır. Nefesimizin hemen yanı başında; hecelerimizin hemen arasında durur Nebi’nin hatırı.

4- Gerçek şu ki [ey Peygamber] seni evinin dışından çağıranlar var ya, işte onların çoğu akıllarını kullanmazlar.

“O’nun evi”ne doğru yürüyecek olan biziz; O’nu evinden çıkartıp bize doğru yürümesini beklemek edepsizliktir. “O’nun evi” ise O’nun sünnetidir. Burada olan herkes için “Orada mıyım, yoksa burada mıyım?” sorusunu sorduracak kadar “burada”dır Allah’ın Elçisi.

5- Çünkü, sen [kendi isteğinle] onların yanına gelinceye kadar sabred(ip bekle)selerdi, kendi lehlerine olurdu. Ama Allah yine de çok bağışlayıcıdır, bir rahmet kaynağıdır.

Tüm hatalarımıza rağmen, “Yanımıza gelir mi acaba?” deme hakkımızı yitirmeyeceğimiz kadar refetiyle ve merhametiyle şimdi ve burada beklentimiz ve ümidimizdir Nebi. Ümit hep tazedir, hep yenidir, hep canlıdır. Başımıza konmuş kuş gibi kaçmasın diyecek kadar ürkektir ümit… Ya kaçarsa diye titreyeceğimiz kadar başımızın üstünde durup durmamak arasında çırpınmaktadır.

6- Siz ey iman edenler, yoldan çıkmışın biri size bir haber getirirse, muhakemenizi kullanın; yoksa istemeden insanları incitir ve sonra yaptığınızdan pişmanlık duyarsınız.

İnsanları istemeden incitmek ve sonra yüzleşmeye cesaret edemeden, özür bile dileyemeden içimizde sıcacık bir köz gibi yanıp duran bir pişmanlık üretip üretmemek kadar “şimdiki ve buradaki” meselemizdir Nebi’nin bu “haberi”. Üstelik bunu doğru bildiğimiz haberi dinleyerek, dikkate alarak ve bir de aktararak yapmış olabiliriz. “Doğruya doğru!” demenin bile bizi kurtaramadığı tanımsız bir boşlukta elimizden/dilimizden tutuyor Nebi. Kendi haklılığımızda bile kendimizi hesaba çekecek kadar ince ve keskin bir duyarlılık yükler bize Allah’ın Elçisi. O kadar yakınımızda…

7- Öyleyse, bilin ki, aranızda Allah’ın Elçisi var.

Öyle değil mi?

Tüm okuyucularımızın ve İslam âleminin Mevlid Kandili’ni tebrik ederiz.

Mehmet PAKSU

Hac ve Kurbanın Birleştirici Gücü!

İnsan olarak eşitiz, imanda eşitiz, kul olarak eşitiz ve en güzeli Kâbe ile yüz yüze gelince tepeden tırnağa eşitiz. Dünyaya gelişte, dünyada var oluşta, dünyadan gidişte ve en tatlısı Kâbe’ye sarılışta sırılsıklam eşitiz.

İki ayağımız, iki elimiz, iki gözümüz, iki kulağımız var; yaratılışta eşitiz. Bu yönüyle bile Kâbe ile eşitiz. Nasıl mı? Kâbe’nin, bağrına bastığı Hacerü’l-Esved’in -hadiste anlatıldığı gibi- konuşan bir dili, gören iki gözü, işiten iki kulağı vardır. Ne dersiniz? Kâbe ile tâ yaratılıştan kardeşmişiz değil mi?

Hac Kâbe demek değil mi? Hac Kâbe ile başlar, Kâbe ile devam eder, Kâbe ile sonlanır (Veda Tavafı). Kur’an öyle diyor zaten: “Hac için bir yol bulabilenin Beyti (Kâbe’yi) ziyaret etmesi, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır.” (Âl-i İmrân, 3:97)

Hacca gideceksek, Kâbe’ye uğrayacağız. Bunun için mutlak bir eşitliğe girmek durumundayız. Bu eşitlik ihramla başlar. Hacca niyet eder etmez ihrama bürünürüz. İhrama bürününce de ne üst kalır bedenimizde, ne baş. Tek kıyafet, tek giysi; bembeyaz iki ihram bezi sararız üzerimize. Baş açık, ayak yalın, güneşin altında eşit şartlarda dolaşır dururuz, günlerce… İfrad ve kıran haccı yapacaksak, en az 10 gün kadar çıkaramayız üzerimizden ihramı…

Eşit mekânlarda, eşit zamanlarda ve eşit şartlarda eda ederiz haccı. Hangi kimlikte, hangi konumda ve hangi seviyede olursak olalım, ayrı baş çekemeyiz, farklı hareket edemeyiz, farklı olamayız. İliklerimize kadar tadarız eşit olmanın zevkini ve feyzini, eşit yaşamanın güzelliğini ve lezzetini hac boyunca…

Orucu tek başımıza tutarız, zekâtı tek başımıza götürüp veririz, namazı tek başımıza durup kılabiliriz, ama haccı tek başımıza gidip yapabilir miyiz?

Ayrılığın değil birliğin sembolü

Eşitlenmiş insanlarla, eşitliğin bütün türlerini, çeşitlerini, her yönüyle yaşayarak hacı olmaya, hacı olarak dönmeye ve en önemlisi hacı olarak kalmaya niyet ederiz.

Üzerimizde ve sırtımızda ne kadar imtiyaz ve farklılık taşıyorsak, ne kadar makam ve rütbe bulunduruyorsak, ne kadar dünyalık ve dünyevilik üstlenmişsek, tamamından sıyrılır ve soyunuruz, her halimizle somutluktan soyutlanırız.

İçimizde ve ruhumuzda, nefsimizin kenarında köşesinde; aklımızın yanında yöresinde ne kadar ön yargılarımız, alışkanlıklarımız, vazgeçemediklerimiz, tabularımız ve tapındıklarımız varsa, hepsini, ama hepsini bir daha dönüp bakmamak üzere ihramla birlikte kaldırıp atarız.

Dünyanın dört bir tarafından kopup gelmiş ve bu Kâbe yollarına düşen her bir mü’minle eşit bakışı yakalamaya çalışırız. “Herkes yahşi ben yaman; herkes buğday ben saman” diyerek en gariban, en fakir, en zayıf ve en geride duran birisiyle eşitlenme niyetini taşırız sürekli…

Ne kadar hırsımız varsa, ne kadar beklentilerimiz duruyorsa, ne kadar hesabımız kalmışsa ve zihnimizde daha ne kadar tortularımız, birikintilerimiz varsa bütününü tek kalemde öteleriz, aynı noktada eşitliği hedefleriz.

Tavafta dönerken, say’de koşarken, Arafat’ta vakfe yaparken, Müzdelife’de dururken ve Mina’da şeytanı taşlarken, kurbanlarımızı keserken; hacdaki bütün ibadet türlerini sırasıyla eş ve eşit olarak büyük bir heyecanla yaparız.

Eşitliği yaşama pratiği

Hele Arafat meydanında “Hacı oldunuz!” müjdesini alırken, haccu’l-ekber’in sahibi İki Cihan Serveri’nin Veda Hutbesi’ndeki eşitlik mesajına bütün bedenimizle/benliğimizle kulak kesiliriz, bütün varlığımızla kabul ederiz: “Ey insanlar!  Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında  en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah’ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz. Kimse kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz.”

Her dönemde ve bütün zamanlarda sürekli gündemde kalan ve hiç eskimeyen Vedâ Hutbesi, Allah Resulü’nün (a.s.m.) dilinden insanlığın ortak özelliklerini ve değer yargılarını belirliyor.

Hac mevsiminde mukaddes topraklarda toplanan bütün hacılar bu “kutsal eşitliği” bütün yönleriyle yaşar. Hacdaki eşitlik manzaraları o kadar iç içe, o kadar yan yana, o kadar yoğun bir şekilde görülür ve seyredilir ki, çoğu kere farkına vararak, bazen de farkında olmadan kendinizi o fıtrî akışa kaptırırsınız ve onlardan bir parça olmuşsunuzdur.

Hac süresince yaşanan halleri, insanın diğer zamanlarda yakalaması pek mümkün olmaz. Dünyanın dört bir tarafından, nerdeyse bütün ülkelerden Mekke’ye koşup gelen insanlar vardır. Başka bir yerde o kadar değişik/çeşitli insanı bulamazsınız.

Geçen yüzyılın başlarında bir hac rüyası

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 1918’de gördüğü sâdır bir rüyada haccın ihmalini anlatır ve İslam âleminin başına gelen felaketlerin önemli bir sebebinin haccı ihmal olduğu tespitini yapar. Sünuhat’ta yer alan Üstadın bu tespitlerini kısaca şöyle özetleyebilir, anlatabiliriz:

Yüzyılın başlarında bir rüya gerçeği. Hakikatin rüyalaşmış hali. Bütün ihmallerin, terk edişlerin, toplu hataların, ortak suçların bir itirafıydı rüyada yer alan unsurlar. Milletçe namazı ihmal etmiştik, keffaretini beş yıl cephelerde sürünerek ödedik. Yılda bir ay orucu çok gördük yıllar süren açlık acısı yaşadık. Kırkta bir, onda bir zekâtı ayırtıp çıkarmadık servetimizden, bedelini kırkta otuz, onda sekiz ödedik.

Ama hac seferine gelince mesele, rüya burada sustu, silikleşti ve sönükleşti. Çünkü haccın değeri ve hikmeti unutulmuştu, ihmale uğratılmıştı bir kere. Ortaya çıkan bu manzara bu musibet değil, bir kahrın ve azabın davetçisi olarak karşımıza çıktı. Cezasını da çok pahalı ödedik ve hâla ödüyoruz. Bu ceza bir günah keffareti değil, bir günah kessâreti, bir günah artışıydı.

Çünkü dünyanın dört bir tarafında yaşayan mü’minler hac sayesinde bir araya geliyorlar, tanışma fırsatı buluyorlar, irfana ulaşarak ârif oluyorlardı. Fikir birliği ve gönül birliği temin ediliyor, kardeşlik ve muhabbet hasreti bu sayede telafi ediliyor, tazeleniyor, taze kalıyordu.

Kâbe etrafındaki birlikteliklerde eksiklikler, noksanlıklar tespit ediliyor, kimin neye ihtiyacı, kimin ne isteği, kimin ne derdi varsa gözden geçiriliyordu. Maddi desteğe mi muhtaç, ilmî takviyeye mi gerek duyuluyor, savunma ihtiyacı mı var, asayiş problemi mi yaşıyor, her ne varsa müzakere ediliyor ve yardımlaşma musluğu açılıyordu sırasıyla…

Bu görüşme ve buluşmalar sonucu iş birliği, güç birliği, ortaklıklar, ortak davranışlar hayata geçiriliyor, mü’minler sadece namaz saflarında değil, bütün saflarda buluşuyor, daha sık omuz omuza veriyorlar, daha çok yüz yüze, göz göze geliyorlardı. Böylece aşılmayan engel, kapatılmayan çukur kalmıyordu. Netice itibariyle yeni sıkıntılara, yeni uçurumlara, yeni çözümsüzlüklere meydan verilmiyordu.

Amma haccın ihmaliyle bütün bu müsbet çalışmalar işlemez hale geldi, İslâmın âli menfaatleri ve idari/siyasi yelpazesi yara aldı, dünya Müslümanlarını derleyip toparlayan o geniş ve kucaklayıcı iksir kayboldu. Sonunda neler oldu?

Neler olmadı ki?

Düşman, milyonlarca Müslümanı İslâmın aleyhinde çalıştırdı, Müslümanların aleyhine geçirdi, kardeş kardeşe düştü, baba oğlunu, oğlu babasını boğmaya cür’et etti.

Hindistan Müslümanları İngilizlerin sinsi oyununa gelerek babasını pederini öldürmüş, yani İslâmî değerleri ve İslâmın kendisini ortadan kaldırmış, başında oturmuş bağırıyor.

Kafkas ve Tatar Müslümanları ise  öldürülmesine yardım ettiği şahsın biçare validesi, annesi olduğunu, iş işiten geçtikten, her şey bittikten sonra  anlıyor. Ayak ucunda ağlıyor. Yani son Farkına varmadan son İslâm  devleti olan Osmanlının tarih mezarlığına gömülmesine yardı ediyor,

Araplar ise yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor. O da Osmanlının silinmesine, Türklerin ortadan kaldırılmasına çalışmış, işin farkına varmış ama, artık yapacak bir şey kalmamıştır.

Afrika, özellikle kuzey Afrika Müslümanları kendi din kardeşini tanımadan öldürdü, yine İngilizlerin hilesine kapılarak Osmanlı kardeşini öldürdü, sonra da vâveyla etmeye, dövünüp ağlamaya, feryat edip sızlanmaya başladı, ama artık her şey boşunaydı, hiçbir faydası yoktu dövünmenin

Koca İslâm dünyası ise bayraktarlığını yaptığı oğlunu, Osmanlı cihan devletini gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, bir ana gibi saçlarını çekip âh vâh etmeye başladı.

Mehmed Paksu

Moraldunyasi.com

 

Neticede, yüz milyonlarca Müslüman her yönüyle hayır ve ibadet olan hac seferini devam ettirme yerine, bütünüyle şer ve felaket olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatler etti.

İnsanı uçuruma götüren sözler!

İmanı elde ettikten sonra önemli bir aşama da imanı muhafaza etmek, korumak; yıpranmasına, zayıflamasına, herhangi bir tehlikeye maruz kalmamasına çalışmaktır.

İnanan bir insan her konuda olduğu gibi, imanî meselelerde de ağızdan çıkan sözlere dikkat etmeli, imana aykırı sözlerle dilini kirletmemelidir. Şayet umursamaz bir biçimde, dikkat etmeden, sözün nereye vardığını, nasıl bir sonuç doğuracağını düşünmeden imana aykırı sözleri söylerse, Allah korusun imanını kaybedebilir.

Böyle bir hataya düşmemek için akıllı, dikkatli ve titiz davranırken, hatasının farkına varır varmaz da, hemen tedbirini almalı, bir an önce tövbe istiğfar etmeli, imanını yenilemeli, kelime-i şehadet getirerek taze bir imanla yeniden hayata başlamalıdır.

Fakat bu esnada ağzından imana aykırı bir söz çıkmış, mukaddesleri incitecek bir laf etmişse, “Eyvah, ben ne yaptım, imanım gitti, dinden çıktım” diyerek herhangi bir ümitsizliğe ve yılgınlığa düşmemeli, şeytanın oyununa gelmemelidir.

Çünkü şeytan şu veya bu şekilde insanı imana aykırı söz söylemeye teşvik eder, imana ters düşen sözleri söyletir, sonra da kişiyi kendi başına bırakır, onu ümitsizliğe düşürür: “Artık sen dinden çıktın, bir daha dine dönemezsin, Allah seni kabul etmez” türünden tuzaklar kurarak insanı felakete sürükler.

Bunun için “Hatadan dönmek fazilettir” sözünü hatırlayarak, hemen pişmanlık duymalı, kusurumuzu itiraf ederek Allah’ın rahmetine sığınmalı, O’nun bağışına ve affına yönelmeli, seyyiatlarımızı hasenata, günahlarımızı sevaba çevirmesini dilemeliyiz. Bundan sonra da aynı hatalara düşmemek için dilimize sahip çıkarak kalbimizin sesine kulak vermeliyiz.

Muhtemelen bilmeyerek (en azından öyle olduğunu sandığımız) ve insanı uçuruma götürebilecek sözlerden bazıları şöyle:

“Allah gelse, seni elimden alamaz!”: Bir öfke sonucu, bir kızgınlık anında, düşünmeden bu sözü söyleyen kişinin Allah’ın gücü ve kudreti konusunda en ufak bir bilgisinin olmadığı anlaşılıyor. Bir kere Allah’ın gücünün ve kudretinin ne bir sınırı vardır, ne bir hududu… Çünkü Allah’ın kudreti sonsuzdur, sınırsızdır. “Allah’ın şuna gücü yeter, buna yetmez; şunu yapar, bunu yapamaz; şu kişiyle baş eder, bu kimseyle baş edemez” diye bir şey söz konusu olamaz.

“Allah beni mi görüp duracak?”: Bu lafı söyleyip duran kimse güya Allah’ın kendisini görmesini istemiyor. Böylece günahları rahatça işleyecek, isyanından geri durmayacak, haramlardan vazgeçmeyecektir. Şu bir gerçek ki, Allah bizi sürekli görüyor ve görecektir. Hiçbirimiz Allah’ın görmesi ve gözetimi dışına çıkamayız. Başta insanlar ve hayvanlar olmak üzere meleklere, cinlere ve bütün varlıklara gözü ve görme duygusunu veren Allah’tır. Bu varlıkların görmesi sınırlı ve süreli iken, Allah için böyle bir şey söz konusu değildir, olamaz da…

“Burada Allah’ın yeri yok!”: Bu cümle, gerçek bir Allah inancı olmayan kimselerin zaman zaman kullandıkları bir cümledir. Bu söz, açıktan açığa din düşmanlığı yapan, düşmanlığını da hiçbir biçimde gizlemeyen, imandan, inançtan yoksun kişilerin dillerine doladıkları bir söz olarak söylenip durur. Yoksa, inanan, Allah’ın varlık ve birliğini kabul eden, kabul ettiği için de inandığı gibi hareket eden bir kişinin ağzından böylesi sözlerin çıkması mümkün müdür?

“Allah baba!”: Allah’a baba ve oğul isnadı yapılmaz, caiz de değildir, mümkün de değildir. Böyle bir sözü, bir Müslü­man’ın söylemesi düşünülmez. Çünkü mesele doğrudan doğ­ru­ya Allah’ın birliği ile alakalıdır. Bir kere bütün babaları ve oğulları, erkekleri ve kızları yaratan Allah’tır. Yaratıcı, yaratılan olamaz. İslamî deyimle Hâlık, mahluk olmaz. Böyle bir sözü ve inancı kesin olarak Kur’­an reddeder.

“Kader utansın!”: Kaderi suçlayan o kadar söz var ki, saymakla bitmez. Kendine söz geçiremeyen, kadere taş atar. Kimseyi suçlayamayan, kaderi taşlar. Karşısındakine gücü yetmeyen kadere yüklenir. Böyle bir kör dövüşüdür gider. Kime vurduğunu bilemez, vurduğu yeri göremez, rastgele hücum eder. Beceriksizliğini, tembelliğini ve bilgisizliğini kendi üstüne almaz, eline geçen taşı kadere fırlatır, durur.

“Nuh der, peygamber demez!”: İşte size inanca tuzak olarak kurulmuş deyimlerden bi­ri daha… Bu cümle ne anlama gelir, neyi ifade eder, ucu nereye kadar dokunur, bizden neler alır götürür, hiçbir şekilde düşünülmeden söylenip durur. Güya sözünde direnen, inatçı, ikna olmaya yanaşmayan kişiler anlatılmak istenir bu sözle… Oysaki Kur’an-ı Kerim’de zikredilen yüce bir peygamberin “adı”yla “peygamber”liğini ay­rı ayrı yazıp söylemek; adını ayrı, peygamberliğini ayrı değer­lendirmek, her şeyden önce büyük bir hata ve göz yumulamayacak bir yanlıştır.

“Sünnetin yeri mi şimdi, o eskidenmiş!”: “Geç onları, sen hangi asırda yaşıyorsun?”, “Onlar Arap toplumunda var olan şeyler”, “Onlar çoktan geçmiş şeyler”, “Sen şimdiye gel, bugün modern bir toplumdayız” gibi benzeri sözler sünneti hafife almak, Peygamberimize (a.s.m.) karşı bir tavır içinde olmak, İslamî âdet ve alışkanlıkları toplum hayatından kaldırmaya, uzaklaştırmaya, unutturmaya yönelik bir yaklaşım şeklidir.

“Sen namazı boş ver, benim kalbime bak!”: Benim kalbim temiz”, “Sen benim kalbime bak”, “İçin temiz olsun yeter” gibi sözlere sığınan ba­zı insanlar, ibadeti, namazı, tesbihi, zikri pek önemsemez, “olmasa da olur” gibi bir yaklaşım sergilerler. Oysa kalbin sahibi Allah’tır. Kalbi kim yaratmışsa, onun temizlik hükmünü de ancak O verir. Bunun için bir insanın kendini “temize çıkarması” yetmez. Üstelik temize çıkarmakla da temize çıkmış olmaz; gerçekte temiz olmalı.

“İmalat hatası!”: Sırtı kambur, ayağı topal, sağır, dilsiz, âmâ, zihinsel özürlü ve benzeri kişileri “imalat hatası” olarak görmek ve nitelemek çok ciddi bir iman eksikliğini öne çıkarıyor. İnsanı yaratan, bedenini birbirinden mükemmel organlarla donatan, onu akıl, kalp, ruh ve binlerce duygularla süsleyen Yüce Allah’a hata isnadında bulunmak, “hatalı iş yaptığını” söyleyip durmak bir mü’minin ağzından çıkmaması gereken bir sözdür.

“Kur’an çarpsın”, “Allah çarpsın”, “Ekmek çarpsın”: Bu kadar çarpık ve saçma söz olamaz. Ne demek “Kur’an çarpsın, Allah çarpsın, ekmek çarpsın?” Allah, bütün nimetlerin sahibi; Kur’an, nimetler üstü bir nimet… Ekmek de, nimetlerin başı, anası ve esası… Bu zamana kadar Kur’an kimseyi çarpmamış, kimseyi saptırmamış, onu hakkıyla okuyan hiçbir insanı da yoldan çıkarmamış. Hem neden çarpsın, niçin çarpsın? Bir yanlışın bu kadar yer tutması, bir hatanın bu kadar kabul görmesi, bir kötü sözün bu kadar söylenip durması hiç de hayra alamet değildir. Olsa olsa, bir cehalet, bir bilgisizlik, dilinden dökülen sözün nereye vardığını hesap etmeden söylenmiş olmasıdır.

“Allah kahretsin!”: Bazılarına bakarsınız, olur olmaz yerde, bir şeye canı sıkılacak olsa, “Allah kahretsin” veya “Kahrolsun” demekten kendini alamaz. Karşısında ne bir kimse vardır, ne de ciddi bir olay… Kötü bir dil alışkanlığı olarak bu sözler ağzından dökülür. Filmlerde, dizilerde, internette ve mesajlaşmalarda da sıkça kullanılınca, bu söz günlük konuşmanın içinde yerini alıyor. Karşıda bir muhatap olmayınca, “Allah kahretsin” lafı her ne kadar bir hakaret ve beddua yerine geçmese de, böyle bir sözü günlük konuşma dilinde kullanmanın bir anlamı ve değeri yoktur. Çünkü gereksiz yere dilimizi bu tür sözlere alıştırmak doğru bir şey değildir.

İmanı kaybettirebilecek sözler

Bu örnekler haricinde bilerek veya bilmeyerek kullandığımız insanı uçuruma götüren sözler şöyle:

“Burası Allah’ın unuttuğu yer!”, “Allah deseydi yapmazdım!”, “Allahlık Ali Bey!”, “Yukarıda Allah var!”, “Allah’a lazımmış ki öldü!”, “Cimrilerin Allah’ı…”, “Kahrolsun Şeriat!”, “Kader utansın!”, “Kahpe felek!”, “Fala inanma, falsız da kalma”, “Azrail suratlı adam!”, “Ne günah işledim ki tövbe edeyim?”, “Bir yudum alsan ne olur? Aslan sütü bu!”, “Seninle cennete bile girmem!”, “Yalansız iş mi var?”, “Faiz yemeyen mi var?”, “Onda iman ne gezer?”, “Öküz aleyhisselam!” “Kıyamet hacılarla hocaların yüzünden kopacak!” “Tabiat yarattı!”, “Doğanın mucizesi!”, “Âhirete gidip gelen mi var?”, “Lânet olsun!”, “Seni Allah’tan çok seviyorum”, “Cehenneme girmeye imza verdim”, “Dinim, imanım gevredi”, “Allah bize zulmediyor”, “Ben Allah mallah tanımam”, “Şu işe Allah’ın bile gücü yetmez” “Eğer Allah bana şunu emretseydi yine yapmazdım”, “Allah gelse seni elimden alamaz”, “Onun hakkından Allah bile gelemez, ben nasıl geleyim”, “Allah bana merhamet etme hususunda cimrilik etti”, “Allah bana acımıyor”, “Allah’ın hiç işi kalmamış da bunu mu yapıyor veya yaratıyor?”, “Bana Allah ve Kur’an yeter, peygambere ne ihtiyaç var?”, “Haram yemek ne tatlı şeymiş?”, “Allah falan kuluna şu kadar zenginlik veriyor; bana ise az veriyor. Böyle adalet olur mu?”, “Namaz ve helal olan şeyler, bana iyilik getirmiyor”, “Ne için namaz kılacağım; malım yok, mülküm yok. Ço­lu­ğum yok, çocuğum yok”, “Namazı rafa bıraktım”.

Mehmed Paksu

Moral Dünyası Dergisi