Etiket arşivi: Mehmet Abidin Kartal

Yakup’un yolculuğu

Mehmet Abidin Kartal

Adem (as) babamız ve Havva anamızla başlayan ve binlerce yıldır dünyaya gelen her insan yolcu, yaşadıkları ise yol hikayesidir. Hayat yolda yaşananlardır. Aslında, yazılan bütün hikayeler ve romanlar bu yol hikayelerinden kesitlerdir…

Hayatta yolcularının yaşadığı yol hikayeleri tek düze değil… Kışı var, baharı var, yazı var, güzü var, gecesi var, gündüzü var. Dünyada yaşayan insanlarda bir değil. İyisi var, kötüsü var, zengini var, fakiri var, işçisi var, patronu var… Dünyada karşılaşılan her durum, her olay imtihan sorusu… Hayat yolu hikayemiz, sorulara cevap vermekle geçiyor. Hayat yolu düz değil, inişli ve çıkışlıdır.

İnsan, bu dünyada yolcudur, hancı değil…

İnsan bu yolculukta başıboş bırakılmadı.
Yolcu’ya, bu yolculukta  Sahibi tarafından  yolu bilen anlatan gösteren yoldaşlık yapan kitaplar, peygamberler gönderildi.

Dünyevî ve uhrevî bütün seyahatlerimizde yol göstericimiz olan Kur’ân-ı Hakim ve Yüce Rasûlün (sav) hadisleridir. Kur’an ve hadislerden ilham alarak asrın hastalıklarının reçetesin yazan Bediüzzaman, herkesin başına gelen yolculuğu, “İnsan bir yolcudur. Âlem-i ervahtan dünyaya, sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder” sözleriyle özetler.

İnsan ebedi aleme giden bir yolcudur…

Bu öyle bir yolcu ki, ruhlar aleminden anne karnına, oradan dünyaya teşrif eden bir yolcu… Sonra çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabre giren bir yolcu. Sonra kabirden, berzahtan, haşirden, sırat köprüsünden, cennet veya cehenneme varacak olan bir yolcu. Bu kadar yollarda kendisine elbette bir çok hazırlık yapması gerekir. Hazırlıksız yola çıkanlar, yollarda birçok sıkıntılara düçar olurlar.

Yolcu olan insan,  bu dünyada ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır. Belki, bütün amellerinin suretleri alınıp amel defterine yazılır ve bütün fiillerinin sonuçları muhasebe için kayıt altına alınır.  Bu dünyada herkes kendi kitabını yazmaktadır. Yolculuğun sonunda herkes kendi kitabını okuyacak ve ona göre muamele görecektir.  

“Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter”( İsrâ Suresi 14. Ayet )

Kitabına doğru, güzel, faydalı şeyler yazınlar. İmtihanı kazananlar. Ebedi saadete ulaşacaklardır. Kitabına yanlış, çirkin , zararlı şeyler yazanlar. İmtihanı kaybedenler. Cezaya düçar olacaklardır. 

Yakup’un dünyadaki yolculuğu Hatay’ın Yayladağı ilçesinde başladı. İlk, orta, lise tahsili sonrası Üniversite sınavlarında Ege Üniversitesi Fen Fakültesi, Fizik bölümünü kazanarak yolculuğuna İzmir’de devam etmiştir.  Bir yıl sonra girdiği sınavda İzmir Hukuk Fakültesini kazanarak okulunu değiştirerek yolculuğuna devam etmiştir.

Benim de 1981’de İzmir yolculuğum başlıyordu. İzmir Bornova’da Barla apartmanında Yakup abinin yanında buluyordum kendimi. Okulum İktisat Fakültesi Alsancak’ta bugünkü Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörlük binasıydı. Yakup abiyle hemşerilik bağımızın yanına bir de kardeşlik bağı ekleniyordu. Ben Yakup abiye Patronum diyordum. Yakup abi kendisine Patron diye hitap etmemden hoşlanırdı. O bana kardeşim ben ona Patronum diye hitap ederdim. Aramızdaki iletişimin şifresi böyleydi. Patronum bana bilhassa okula giderken, ‘vatana sahip ol kardeşim’ derdi. En büyük vatan insanın kendisiydi… Barla nur dershanesine geldiğimde birinci katta patronumla, Tıp Fakültesine giden Akhisarlı Ali İhsan ve Hasan abilerle, İktisat fakültesine giden Çorumlu Emre abi ve Eğitim fakültesine giden Elazığlı Fethi abi ile kalmıştım. Bir ara Hukuk Fakültesinde okuyan Mersin Mutlu İbrahim Ünal kardeşim de yanımızda kaldı. Dershanenin en küçüğü bendim. Daha sonraki yıllar mezun olan abilerin yerine yeni kardeşler geliyordu. Şimdi bakıyorum da hayatımın en güzel, huzurlu, verimli geçen yılları üniversite yıllarıydı…

İnsan hayat yolculuğunda karşılaştığı bazı olaylar ve kişiler hayatının yönünü iyi veya kötü yönde değiştirebilir. Patronum hayat yolculuğumda bana doğru ve nurlu yolu gösteren pusulam olmuştur. Barla apartmanında birinci katta Yakup abimle yaklaşık beş yıl beraber kaldık. Bunun üç yılında aynı odayı paylaştık.

Her insan ebede giden yolcudur. Dünyaya gelen her insan Allah’ın (c.c) verdiği ömür kadar yaşadıktan sonra bu dünyadan ahiret alemine göçüp gitmektedir. Ayet-i kerimede belirtildiği üzere: “Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır” hükmü mutlaka gerçekleşmektedir. Hepimizin dünyadan ayrılış biletleri hazırdır. Bilet bize verildiğinde, ebedi aleme göç edeceğiz. Patronum avukat olduğu için zaman zaman İstanbul’da davaları olurdu. İstanbul’a geldiğinde mutlaka görüşür uzun uzun muhabbet ederdik. En son görüşmemiz Şirinevler meydanında olmuştu. Çay içip, simit yemiştik. İkindi namazını kıldıktan sonra Patronumu İzmir’e yolcu etmiştim. Patronuma 5 Aralık 2020’de ebedi alem yolculuğu biletinin verildiğini eşi muhterem yenge hanımdan ‘Yakup beyi kaybettik’ ifadesiyle öğrendim.  Patronumun meşakkatli ve sıkıntılı dünya hayatından, lezzet ve istirahat yeri olan ebedi aleme göç edişine bir yıl oldu. O’nun muhabbetini, sohbetini, kardeşim deyişini çok özlüyorum. İstanbul’da zaman zaman Yakuplu istikametini gösteren tabela ile karşılaşıyorum, bu durumda Yakup abimi hatırlamama, ona dua etmeme sebep oluyor. ‘Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz cenupta, birimiz şimalde, birimiz âhirette, birimiz dünyada olsak, biz yine birbirimizle beraberiz…. Zira biz Kur’ân’a hizmet ediyoruz ve edeceğiz. Âhiret hakikatine inandığımız için, mânevî olan bu sevgi ve tesanüdümüzü elbette hiçbir kuvvet sökemeyecektir. Çünkü bütün Müslümanlar saadet-i ebediye makarrında toplanacaklardır.’ İnancı ile İnşallah ebedi alemde görüşürüz Patronum. Patronuma ebedi alemde yerinin cennet mekan olmasını Allah’ımdan niyaz ediyorum. Patronum bu fani alemde Üstadının verdiği müjdenin, nereye gideceğinin inancı ve imanıyla yaşadı. Kitabına doğru, güzel şeyler yazdı. Ben buna şahidim. O’nun hakkında ne yazarsak yazalım eksik kalır.

Ebede giden yolcuya verilen müjde en büyük hakikattır.

“Sizlere müjde! Mevt  (ölüm) i’dam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksandokuz ahbabın mecma’ı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.” (Mektubat, Yirminci Mektup, Birinci Makam, Yedinci Kelime.)

Üretimin ve refahın düşmanı

İnsanların bu dünyada hayatlarını devam ettirebilmeleri için ihtiyaçlarını bilhassa gıda ihtiyaçlarını gidermeleri gerekir. İhtiyaçları karşılananlar huzurlu ve mutlu olurlar. Karşılanmadığında ise sıkıntı çektiklerinden, muhtaç olduklarından mutsuz olurlar.

Üretim faaliyetleri ihtiyaçların karşılanması için yapılır. Ekonomik hayatta üretimin meydana gelebilmesi için, üretim faktörlerinin bir araya gelmesi gerekir. İhtiyaçları gideren ekonomik mal ve hizmetleri üretmek için, hammadde, işgücü, sermaye, müteşebbis, teknoloji gibi faktörlere ihtiyaç vardır. Her hangi bir mal ve hizmetin üretimi için bu faktörlerden bir veya bir kaçının bir arada bulunması gerekir.

Herhangi bir sektörde mal veya hizmet üretimine katılmanın sonucunda gelir elde edilir. Bir ülkede üretime dönük reel yatırımların çok olması istihdamın artmasını da sağlar. İstihdamın artması, işsizliğin düşmesine gelirin daha fazla kişi tarafından paylaşılmasına sebep olur. Gelirin adaletli dağıtımını sağlamak ekonomi politikalarının en önemli görevleri arasındadır. Gelir dağılımındaki adaletsizlik toplum katmanları arasında huzursuzluklara ve bunalımlara sebep olur. Gelir dağılımında adaletin sağlanması refahın topluma yayılmasını sağlar İnsanlar arasındaki gelir dağılımındaki uçurum önlenmiş olur. Ekonomi politikalarının başarısının en önemli şartlarının başında, toplumda ekonomik adaletin sağlanmasıyla, refah ekonomisinin yaşanmasıdır. Ekonomik adalet sağlanmadan refaha ulaşamazsınız.

Üretimin düşmanı

Ekonomik hayatta üretime katılan gerçek ve tüzel kişiler işsizliğin düşmesine sebep olurken, gelirin daha fazla kişi tarafından paylaşılmasını sağlarken, elde ettikleri gelirin bir kısmını yeni yatırımlar yapmak, üretim kapasitelerini arttırmak için tasarruf yaparlar. Tasarruf, üretimi arttırmak, ekonomide büyümeyi gerçekleştirmek için en önemli kaynaktır.

Müteşebbisler yeni yatırımlar yaparken tasarruflar, firmanın öz kaynakları yetersiz kalırsa, bankalardan, finans kurumlarından kısa veya uzun vadeli kredi kullanarak borçlanırlar. Yapacakları yatırımların kaynağını borçlanarak karşılarlar. Bankalar işletmelere krediyi faiz karşılığı verirler. Kredi faiz oranlarının düşük veya yüksek olması yatırımların verimliliği ve üretime katkısı açısından önemlidir. Çünkü alınan kredilerle yapılan yatırımlar sonucu, elde edilen üretimin geliri kredi faizini karşılamıyorsa, işletme zarar eder. Zarar eden işletmenin üretim kapasitesi düşer. Üretimin düşmesi gelirin düşmesi, gelirin düşmesi işsizliğin artması, işsizliğin artması insanların fakirleşmesi demektir.

İnsanları fakir olan bir ülkede refahtan söz edemeyiz. Refaha giden yolun kaynağı üretim kurumaya terk edilmiş olur. Üretimin kaynağının canlı kalabilmesi, üretimin artması, ekonominin büyümesi için, kredi faizleri ile yapılan yatırımlar sonucu üretimden elde edilen gelirle kredi faizlerini ödedikten sonra, işletmenin kara geçmesi ile mümkündür. Müteşebbisin aldığı krediyi ve faizlerini ödeyememesi durumlarında krediyi veren banka kendisini garantiye almıştır. Banka verdiği krediyi ve faizlerini almak için işletmenin taşınır ve taşınmaz mallarına el koyma hakkına sahiptir.

Sonuçta ne olur? Ülkenin kalkınması, büyümesi için yatırım yapan işletmeler yok olurlar. Böyle olunca üretim düşer, gelir azalır, işsizlik artar, refah seviyesi düşer. Krediyi veren faiz kurumlarına hiç bir şey olmaz. Ekonomik hayatta geçerli olan bu kural yanlış bir uygulamadır. Yatırım yapan, üretim yapan, işsizliği azaltan, geliri arttıran, ülkeye döviz kazandıran müteşebbisler bu durumda cezalandırılmaktadır. Üretimin, yatırımın, istihdamın düşmanı faizdir. Bu düşmana müdahale edilmesi, reel ekonomiyi yaşatmaya yönelik tedbirlerin alınması elzemdir. Ülkenin ekonomi politikasının yönetiminden sorumlu olanların, Merkez Bankasının bu düşmanla ekonomik gerçekleri göz önünde bulundurarak savaşmaları gerekir. Nedir bu gerçekler. Cumhurbaşkanı Erdoğan yetkili kurumların ve kişilerin dikkatini çekmek için bu gerçekleri zaman zaman gündeme getiriyor.

Erdoğan katıldığı bir çok toplantılarda faizin, yatırımların ve istihdamın düşmanı olduğunu, enflasyonun en önemli sebebi olduğunu, faizin sebep, enflasyonun sonuç olduğunu, faizle enflasyonun doğru orantılı olduğunu, ters orantılı olmadığını, ülkemizde yatırımlar yapılarak üretimin artırılması için kredi musluklarının açık olması gerektiğini, kredi musluklarının açık olabilmesi için yüksek faizin olmaması gerektiğini ifade ediyorlar.

Üretimdeki maliyet artışlarına sebep olan birinci unsur yüksek faiz oranlarıdır. Üretimdeki maliyet artışları enflasyona sebep olur. Böyle bir durumda üretimde maliyetleri kısarak, düşürerek enflasyonla mücadele edilir. Maliyetleri düşürmek için kredi faiz oranlarının düşürülmesi gerekir. Kredi faiz oranlarının yüksek olması maliyetlerin yüksek olmasını, maliyetlerin yüksek olması da enflasyonun yükselmesine neden olur.

IMF ve faiz 

Türkiye 1947’de üye olduğu IMF’den ilk defa 1958 yılında borç almaya başlamış ve uzun yıllar kamu açıklarını kapatmak için iç borçlanma yoluna gitmiş, iç borçlanma yetersiz olduğu durumlarda dış borçlanma yolunu seçmiştir. Borçlanma olayında, vadesi geldiğinde ödenecek borcun reel faiz oranının, borç alınan finansmanla elde edilen gelir oranından düşük olması istenilen bir durumdur. Türkiye IMF’den aldığı dış borçları verimli kullanmadığı, üretime aktaramadığı için devamlı borç alarak ihtiyaçlarını karşılama yoluna gitmiştir. Bu da ülke içinde kamu ve özel sektör yatırımlarının maliyetlerinin yükselmesine sebep olmuştur. Dış borç ve faiz tutarlarının artması, ülkeyi yatırım yapamaz hale getirmiştir.

IMF ne yapar? Ekonomisi kötü olan, zorda olan, üretim yaparak gelir elde edemeyen, memur maaşlarını ödeyemeyen ülkelere faizle borç para verir ve taksitlere bölerek tahsil eder. Eğer bir ülke IMF’den alacağı paraya mahkumsa bu durumda IMF ülkenin iç işlerine karışarak aldığı kararlarla yönetmeye kalkar. Türkiye maalesef doksanlı yıllarda bu duruma düşürülmüştür. Borcumuz o kadar yükselmiş ki taksitleri ödeyemez duruma gelmişiz. Borç aldığımız yerden emirde almaya başlamışız. Alınan bu emirlerle ülke ekonomisi yönetilmeye başlanmış. Sonuç, 1994, 1998,1999, 2001 krizleri Türkiye ekonomisini batırmıştır. 2001 krizinde para piyasalarında gecelik faiz oranı yüzde 7 bin 500’e çıkarken, hazine yüzde 144 oranında faizle borçlanıyordu. Enflasyon üç haneli rakamlarla ifade ediliyordu. Dövizle borçlanan vatandaşlar, işletmeler büyük sıkıntılar yaşıyor, şirketler iflas ediyor, işsizlik o kadar artıyordu ki, şirket patronlarının bile iş aradıkları, düştükleri durumlar haberlere konu oluyordu.

İnsanların ve ülkelerin ekonomik olarak zayıf yardıma muhtaç zamanlarını kollayıp onu istismar etmek demek olan ve ‘sen çalış, zahmet çek, ben yiyeyim’ prensibini esas kabul eden faiz üretimin, istihdamın, refahın düşmanıdır. Türkiye’nin doksanlı yılları bu düşmanla mücadele ile geçmiştir.

2002 seçimlerinde AK Partinin tek başına iktidar olmasıyla siyasi istikrar sağlanmış oldu. Siyasi istikrar ekonomik istikrar ve büyümeye sebep oldu. Ülke ekonomisi her gün iyiye gitmeye başladı. Türkiye, ‘Sen çalış, zahmet çek, ben yiyeyim’ prensibi ile çalışan, ülkeleri soyan IMF’ye olan borcunun son taksitini 14 Mayıs 2013’te ödeyerek borçtan kurtulmuştur.

İstikrarlı büyüyen bir ekonomi için, reel üretime yönelik yatırımların artırılması gerekir. İstihdam sorununun çözümü de reel üretimdeki artışlara bağlıdır. İş adamları bir işe yatırım yapmadan önce, bu işten ne kadar gelir elde edeceklerini tahmin etmeye çalışırlar. Bu gelir ile kredi faiz oranı karşılaştırılır. Gelir, faizden yüksekse yatırım yapılır, düşükse kredi alınmaz sonuçta yatırım yapılmaz. Bir ülkede mevduat faizlerinin yüksek olması, kredi faizlerinin de yüksek olmasına neden olur. Mevduat faizleri düşürülmeden kredi faizleri düşmez. Kredi faiz oranlarının yüksek olması yatırımları azaltır. Yatırımların azalması üretim kapasitesinin düşmesine bu da gelirin düşmesine sebep olur. Ülkemizde kredi musluklarını ellerinde tutan kurumlar, bankalar,  yatırımcılara kredi verirken faiz oranlarını düşük tutmaları, ekonomik büyüme, istihdam sorununun çözümü, milli gelirin arması, refahın yaygınlaşması açısından önemlidir.

Negatif faiz ve faizsiz sistem

Bankalar mevduatlarının bir kısmını Merkez Bankasındaki cari hesaplarında tutmak zorundadırlar. Merkez Bankaları bankaların rezervleri için faiz ödemesi yapmaktadır. Ekonomik hayatı canlandırmak, yatırımları artırmak için bazı ülkeler para politikası aracı olarak negatif faiz uygulaması yapmaktadırlar. Bu uygulamada Merkez Bankaları bankaların kendisinde tuttuğu cari hesaplarına uyguladığı faizi eksiye düşürüyor. Merkez bankası, bankalara şöyle diyor. “Bana yatırdığın para için faiz vermem, üste para alırım. Bu parayı bana yatıracağına, yatırımcılara kredi ver” mesajı veriliyor. Bu uygulamada müteşebbislerin kredi faiz oranları düşürülerek, borçlanma maliyetlerinin düşürülmesi ve alınan kredilerin artırılarak yatırıma yönlendirilmesi hedefleniyor. Danimarka, İsveç, Japonya, İsviçre, Avrupa (ECB-Avrupa Merkez Bankası) bu ülkelerin Merkez Bankaları negatif faiz uyguluyor.

Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası yatırımların ve bilhassa reel üretime yönelik yatırımların artırılması için, Negatif Faiz üzerinde ciddi çalışmalar ve analizler yaparak uygulamaya koymalıdır.

Türkiye’de daha düne kadar ekonominin temeli faiz üzerine kurulduğu için esnaf, sanayici, işletmeci ve ticaret erbabı çalışma alanını geliştirmek ve genişletmek için, vatandaşlar da ev, araba ihtiyaçlarını karşılamak için bankalardan faizle kredi almaktan başka bir çare göremiyorlardı.

Ülkemizde 1984 yılında özel sektör tarafından kurulmaya başlayan, 2015 yılından itibaren de kamu sektörünün piyasaya girmeye başlamasıyla mevcut pazar payı gitgide artan “finans kurumları”, şimdiki adıyla “katılım bankaları” faizsiz alternatif bir çözüm olarak karşımızda duruyor.

Tüketimi değil üretimi teşvik eden, işletmelere faizsiz kaynak kullanma, fon kullanma imkanı sağlayarak ekonomiye can suyu veren faizsiz sistemin Türkiye ekonomisinin itici gücü olacağı bir gerçektir. Bunun için devletin faizsiz enstrümanları kullanan katılım bankalarına ciddi destekler vermesi gerekiyor.

Sözün özü

Faiz üretimin, istihdamın ve refahın düşmanıdır. ‘Sen çalış, ben yiyeyim’ prensibi ile çalışan faiz sistemi ekonomik ve sosyal hayatta krizleri meydana getirir. Faiz kurumları, bankalar topladıkları mevduatlara belli oranlarda faiz verirler. Parası olan hiç riske girmeden bankaya yatırarak faizle para kazanır. Bankalar topladıkları mevduatları riske girerek yatırım yapan, üretim yapan iktisadi işletmelere mevduatlara verdikleri faizden daha yüksek oranda faiz koyarak kredi faizi olarak satarlar. İktisadi işletmelerde kar edebilmek, hayatiyetlerini devam ettirebilmek için ürettikleri malların maliyet fiyatına aldıkları kredi faiz oranını eklemektedirler. Böylece yüksek kredi faizi ile üretilen mal daha pahalıya mal edilmekte ve satılmaktadır. Sonuç fiyatlar yükselmekte, faiz sebep enflasyon sonuç olmaktadır.

Çözüm, faizsiz çalışan ‘Katılım Bankaları’ devlet tarafından uygulanacak politikalarla ciddi olarak desteklenerek, faizsiz ekonomik faaliyetlerin ekonomi içindeki payının yükseltilmesi elzemdir. Böylece milletimizi faiz illet ve haramından korumuş hem de dinimiz İslamiyet’in güzelliklerini, iyiliklerini insanlığa göstermiş oluruz.

Not: Bu makale Küresel Stratejik Rekabet dergisinin, Haziran 2017, Sayı. 2 Cilt:1, Sayfa 17-20’de yayınlanmıştır.

Doğruluğun Ekonomik hayattaki ölçüsü, helal kazanç – helal lokma

Mehmet Abidin Kartal

Günümüzde tüketimin özendirilmesi, yapay ihtiyaçlar oluşturulması, tükettikçe değer kazanıldığı ve mutlu olunduğu düşüncesinin empoze edilmesi günümüz toplumlarını adeta bir tüketim toplumuna dönüştürmüştür. Bu durum, helal kazanç konusunda da farklı meseleleri beraberinde getirmiştir.

Üretim ve tüketim aşamalarında ve ticari işlemlerde değişik şekillerde hak-hukuk ihlalleri olmaktadır. Mesela günümüzde üretilen malda kalitesiz veya eksik ham madde kullanmak, gıda maddelerine haram veya sağlığa zararlı maddeler katmak, işçinin ücretini zamanında ödememek, ziraat ürününün bedelini geciktirmek, hileli yolla mal pazarlamak, sağlığa faydalı diyerek sahte ilaçlar piyasaya sürmek, meşru olmayan haram fiillerdir.

Kamu mallarına karşı olan sorumsuzluk gittikçe artmakta, helale-harama yeterince dikkat edilmemektedir. Bazı kimseler, devletin malını zimmete geçirmenin veya şahsi işlerinde kullanmanın sanki hiçbir dinî sorumluluğu yokmuş gibi hareket edebilmektedirler. Herhangi bir rahatsızlık duymadan bu tür fiiller işlenebilmektedir. Devletin malının milletin malı olduğu, onda tüyü bitmemiş yetimin hakkı bulunduğu unutulmaktadır.

Yine, vergi kaçırmak, kaçak elektrik kullanmak, memuriyet görevini savsaklamak, hasta olmadığı halde rapor kullanmak, kamu malını israf etmek, ihale şartlarına uymayarak inşaat malzemesinden çalmak, ehil olmadığı bir işi üstlenmek, eş dost ve akrabayı kayırmak, sorumluluk sahasında mevzuata aykırı fiillere göz yummak, makam arabasını şahsi işlerinde kullanmak, bu bağlamda akla gelen ve dinin yasakladığı haram fiillerdir.

Allah yeryüzünü, semaları ve onlardaki sayısız nimetleri yaratmış ve insanlığın hizmetine sunmuştur. Bütün bu nimetlerden istifade etme hususundaki esas hüküm onların mübah oluşudur; yani, hakkında yasaklayıcı bir hüküm gelmemiş olan şeyler helaldir. “O’dur ki yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için yarattı.” “Göklerde ve yerde ne varsa, hepsini Zât-ı âlîsinden bir lütuf olarak sizin hizmetinize veren de O’dur.” mealindeki ayet-i kerimeler, yerde ve göklerdeki bütün nimetlerin insanların istifade etmeleri için yaratıldığı açıkça anlatmaktadır. Yenilmesi, içilmesi veya kullanılması ayet ya da hadislerle yasaklanmamış olan her şey helaldir.

Cenâb-ı Hak bir kısım şeyleri yasaklamış ve bunların kullanılma iznini bazı hükümlerle sınırlandırmıştır. Ayet ve hadislerin ortaya koyduğu hükümlerle yapılması kesin olarak yasaklanan şeylere “haram” denilmektedir.

İnsanın en başta gelen görevlerinden biri helal dairede yaşamak, helal kazanmak ve helal yolda harcamaktır. Allah bizi imtihan etmek için bazı şeyleri haram, bazılarını da helal kılmıştır. Helal olan şeyler Allah (c.c) yapmamızı istediği davranışlardır. Haram olan şeyler ise, yapmamızı yasakladığı davranışlardır. Alemlerin Yaratıcısı, helal dairesini o kadar geniş tutmuştur ki, harama girmeye ne ihtiyaç, ne de mecburiyet vardır. Sonra haram daireyi mayınlı bölge gibi tehlikelerle doldurmuş, helal daireyi de meyvelerle dolu güllük gülistanlık bir bahçeye döndürmüştür. Birçok emir ve yasağı da sırf bizim iyiliğimiz, dünya ve ahiret mutluluğumuz için koymuştur.

“Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah sınırı aşanları sevmez Allah’ın size vermiş olduğu helal ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin ve kendisine iman etmiş olduğunuz Allah’tan korkun.”

Hz. Peygamber (sav) şöyle uyarmıştır: “Öyle bir zaman gelecektir ki, kişi malını helalden mi haramdan mı elde ettiğini önemsemeyecek.”
“Helal Kazanç, Helal Lokma” üretim ve tüketim ahlakının temelidir

“Helal Kazanç, Helal Lokma” meselesi, Müslümanın üretim ve tüketim ahlakının olmazsa olmazıdır. Müslüman hem üretirken hem de tüketirken zihin ve gönül dünyasında Yüce Yaradan’ın emir ve yasaklarını, O’nun belirlediği ölçüleri göz önünde bulundurmak zorundadır. Çünkü bu mesele, aynı zamanda mümin kişinin ahiret hayatını etkileyecek bir meseledir.

“Helal Kazanç, Helal Lokma” konusu sadece bir beslenme konusu değil; aynı zamanda ahlaki bir meseledir. Yeryüzünde Allah’ın nimetlerinden yararlanmanın, bu nimetlere sahip olmanın, verdiği rızkı üretme ve tüketmenin ahlaki boyutu vardır. Her şeyden önce her türlü nimet, yaratılış gayesine uygun olarak kullanılmalıdır. Türlü nezih nimetler yaratıp gerek bunlardan istifade etmeyi gerekse bunların selim tabiatını bozmadan çeşitli şekillerde çoğaltabilme ve geliştirebilme yeteneğini insana bahşeden Rabbimiz, burada bir taraftan tekvin sıfatını izhar ederken diğer taraftan teşri’ sahibinin Kendisi olduğunu bizlere hatırlatmaktadır. Nimetlerden istifade ile bunların hesabını vermek üzere sorumluluk altına girme aynı anda gerçekleşmektedir. Tükettiklerimizin gerçek sahibini hatırlayabilme ve O’na şükran duygusu içinde olabilmenin bir sınavı olarak, tayyibat vasfına bir de meşruluk şartı eklenmiştir ki bu, tükettiklerimizin helalden olması şartıdır. “Tayyibat”tan sadece yenilmesi ve içilmesi helal olanlar değil; aynı zamanda helalinden kazanma da kastedilmektedir. Nitekim Kur’an’da, “Yetimlerin mallarına el uzatmayın.” Ayetinin içinde “habisle tayyibi birbirine karıştırmayın.” (Nisa, 4/2.) buyrulmuştur.

Mesele para kazanmak değil, helal kazanmak olmalıdır. Haramda hayır yoktur, bereket yoktur. İbrahim Ethem Hz.leri: “Midelerine girenlerin helal mi, haram mı olduğunu araştıranlar iman bakımından yükselirler. Kazançlarının helalliğini düşünmeden dünyalık peşinde koşanlar ise önce mide fesadına uğrarlar, sonra da huzurları kaçar, manen yükselemez, alçalırlar. Ne ibadetlerinin ne de yaptıkları iyiliklerin zevkine varabilirler.” Abdullah bin Ömer (ra) : “Namaz kılmaktan yay gibi, oruç tutmaktan çivi gibi olsanız da haram ve şüpheli şeylerden kaçınmazsanız, Allah o ibadetleri kabul etmez.” demiştir.

Hz. Ebu Bekir (ra) kölesinin getirdiği bir sütten içti ve hemen kölesine dönerek: “Bunu nereden aldın?” diye sordu. Köle: “Kehanette bulundum, yani gaybden bazı haberler verdim de ücret olarak bu sütü aldım.” dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir (ra), içtiği sütü midesinden çıkarmak için boğazına parmak saldı ve boğulacak şekilde istifra ederek, çıkarmaya çalıştı, sonra da: “Allah’ım, midemde kalıp damarlarıma karışan kısmından sana sığınırım.” dedi.

Hasan Basri der ki: “Bir adamın servetinin nereden geldiğini öğrenmek istiyorsanız, nereye harcadığına bakınız. Çünkü kötü kazançlar israfa harcanır.” Haramlar, Allah ile kullarının arasına girer ve dualarının kabulünü önler, engel olur. Bunun için Allah önce helal yemeyi emretmekte, arkasından da salih amelleri işlemeyi emretmektedir. Hz. Peygamber(sav) şöyle buyurarak uyarmıştır: “Besleneceğin şeyleri helal ve temiz yap ki, duaların kabul olunsun.”

Şeytan haram yiyenlerin dostudur, onların yoldaşları şeytandır. Şeytan onları gaflete, günaha sevk eder, ibadetlerden uzaklaştırır. Hz. Mevlana’nın diliyle:
“Bilgi de hikmet de helal lokmadan doğar; aşk da, merhamet de helal lokmadan meydana gelir. Bir lokmadan haset, hile doğarsa, bilgisizlik, gaflet meydana gelirse sen o lokmanın haram olduğunu bil. Hiç buğdayını ektin de arpa çıktığını gördün mü?”

Öyleyse hem helal kazanmalı, helal yemeli, hem de helal yolda harcamalıdır. Zira Rasülullah (sav) hadislerinde helal yemeyi, cennete girmenin şartları arasında saymış helalden kazanan kimseyi müjdelemiştir. Buna karşılık, vücudu haramla beslenen kimsenin cehenneme layık olduğunu, böylelerinin dualarının ve amellerinin kabul edilmeyeceğini bildirmiştir.

Helal kazancın ölçüsü iktisatlı bir hayat yaşamaktır. Haram kazancın ölçüsü de israftır diyebiliriz.
İktisat kâinatın en esaslı kanunlarından biridir. Çünkü Allah Hakîm’dir. Hakîm isminin en büyük cilvesi olan kâinatın umumî hikmetleri, iktisat ve israfsızlık üzerine dönüyor.
İktisatlı insan maksadını iyi tanıyan, sağa sola yalpalamaksızın, ifrat ve tefritten uzak bir şekilde yaşayan insandır. Bu sebeple iktisat “uygun davranış” manasında anlaşılır. İktisat, insanın ihtiyacına göre harcama yapmasını, cimriliğe ve israfa sapmamasını gerektirmektedir.

İhtiyaçların yerini sınırsız istekleri alınca, fertler iktisatlı bir hayat yaşamaktan uzaklaşırlar. İktisadın zıddı olan israfa sürüklenirler. Bu sebeple insan iktisada teşvik ediliyor ve israftan sakındırılıyor. Çünkü, “Hâlık-ı Rahîm nev-i beşere (insanlara) verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimetlere karşı hasaretli bir istihfaftır (hafife almaktır). İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır (hürmettir).”
İnsan şükür için yaratılmıştır. İnsan ihtiyaçlarını karşılarken şükür içinde olmalıdır. Bu şükrün yolu da hayatın her safhasında iktisat etmekten geçer. Kabiliyetlerin yerli yerince kullanılmasından, Allah’ın verdiği her türlü nimetlerin gerçek ihtiyaçlara yetecek şekilde ölçülü olarak kullanılmasına kadar. Şükür, böyle bir fıtratın, şuurla elde edilen bir neticesidir.

Ekonomik hayatta helalın kazandırdıkları, haramın kaybettirdikleri
Bediüzzaman, helal kazanmayanın, iktisatlı yaşamayanın dünyadaki sonucunu gözler önüne sererken çok dikkatli olmamızı ikaz ediyor. “Evet iktisat etmeyen, zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeğe namzeddir. Bu zamanda isrâfâta medâr olacak para, çok pahalıdır. Mukabilinde bazen haysiyet, nâmus rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesat-ı dîniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek mânevî yüz lira zarar ile, maddî yüz paralık bir mal alınır. ”

Kapitalizmin ekonomi anlayışı çoğu zaman çılgınca üretim ve tüketimi; ötekine hayat hakkı tanımayan acımasız ve haksız rekabeti, rekabet esnasında da her türlü yola başvurmayı mübah gören bir anlayışı esas almaktadır. Bu anlayış, insanları, emek harcamaksızın kısa yoldan servet edinme düşüncesine sevk etmekte; “sen çalış ben yiyeyim” bencilliğine itmektedir. Bencilliğinin mağlubu olan insan da aldatmaktan, sömürmekten, zulmetmekten ve haksızlık yapmaktan, dünyevi çıkarlar için dinini namusunu satmaktan geri durmamaktadır.

İnsanın gerçek ve asli ihtiyacı dört ise, israf ve lüks düşkünlüğü bunu yüze belki bine kadar çıkarıyor. Böyle olunca insan; çoğalan bu ihtiyaçları karşılayacak parayı bulmakta zorlanıyor. Şayet bu adam sağlam bir imana sahip değilse, gereksiz ihtiyaçlarını ve lüks tüketimini temin etmek için bir takım meşru olmayan haram kazanç yollarına girmeye başlıyor.
İnsanların şerlileri, insanların bu zafiyetinden faydalanıp, insanların namus ve haysiyetini az bir para karşılığında satın alıyorlar. Şayet memursa rüşvet yiyor, amirse göz yumuyor vs… Bu haram yollara düşmesinde birinci sebep; israf ve lüks düşkünlüğüdür. Adam dünyada lüks yaşayabilmek için yapmadığı ahlaksızlık, yapmadığı rezillik kalmıyor. Hem dinini hem de namus ve haysiyetini ayaklar altına atıyor.

İslamiyet, meşru çerçevede kalmak şartı ile rızkın peşinde koşmayı emrettiği gibi emeksiz kazanç demek olan faizi, haksız kazanç temin etmenin başlıca yolları olan kumarı, hırsızlığı, gaspı, rüşveti, ölçü ve tartıda hileyi haram kılmıştır. Toplumdaki sosyal barışın temini için, haramlardan uzak helal dairede çalışmayı ve helal lokma yemeyi birinci şart kabul etmiştir.

Sosyal çalkantıların, savaşların, anarşi ve kaosun önlenmesi, ailevi huzursuzlukların bitirilmesi için Bediüzzaman, Kur’an ve hadisleri referans alarak zekatın genel bir prensip olarak uygulanmasını ve haram olan faizin yasak edilmesini önermektedir. Toplu yaşamak zorunda kalan insanların yaşadıkları toplumlarda insanlar arasındaki gelir farklılığı her zaman olacaktır. Bunun zekatın sembolize ettiği yardımlaşma ile önlemek mümkündür. İnsanların bir kısmının çalışıp bir kısmının da çalışan sınıfın emeğini sömürerek arada büyük bir gelir uçurumunun oluşmasını da ancak faizin yasaklanmasıyla önlemek mümkündür. Sosyal barışın temeli olan, helal kazanç ve helal lokmanın elde edilebilmesi için, haram olan faizin yasaklanması, helal olan zekatın vermesi gerekenler tarafından eksiksiz yerine getirilmesi gerekir.

Kapitalizm teknolojide, bilimde, sanatta yükseldikçe aç gözlülükleri, modern yamyamlıkları, zulümleri de arttı. Doymak bilmeyen hırsları insanlığı ağlattı, insanlığı kanattı, dünyayı kan gölüne çevirdi. Önlerindeki sofrayı bitirmeden, binlerce kilometre ötedeki sofralara gözlerini diktiler. İnsanların sofralarındaki ekmeği çaldılar. Ekmeği çalmak için Müslümanları birbirine düşürdüler. Irak ve Suriye’de yaşananlar bunun müşahhas örnekleridir. Sanki sistem haramları uygulamak için dizayn edilmiş… Sonuç, insanlar huzursuz, toplumlar huzursuz.

Bediüzzaman, kapitalist sistemin haram olan faiz yoluyla insanları mutsuz, huzursuz hale getirdiği gerçeğinden hareket ederek, sadece Müslümanların değil, insanlığın da sosyal ve ekonomik huzursuzluklardan kurtulması için faizin yasaklanmasını önerir. “Sen çalış, ben yiyeyim” şeklindeki özetlediği banka sisteminin ve “Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne” cümlesinin sebep olduğu ihtilal, anarşi ve karışıklıkları önlemenin yolunun, faizi yasaklamak ve zekâtı vaz’ etmek olduğunu ifade eder. Bunun insanlık için de zaruri olduğunu dile getirirken, “Beşer salah isterse, hayatını severse, zekâtı vaz’ etmeli, ribayı kaldırmalı” der. İnsanlığın bu iki prensibi dinlememesi yüzünden İkinci Dünya Savaşıyla beşerin sille yediğini hatırlatan Bediüzzaman, “Daha müthişini yemeden bu emri dinlemeli” ikazında bulunur.

Kur’an ve Sünnette helal kazanca dikkat çekilmekte, çoluk çocuğunun geçimini helalinden temine çalışanın, Allah yolunda mücahede eden gibi ve namusu dairesinde helalinden dünyalık peşinde olanın şehidler derecesinde olduğu belirtilmektedir. Ayrıca kırk gün helal yiyenin kalbini Allah’ın nurlandırdığı ve hikmet pınarlarını kalbinden lisanına akıttığı bildirilmektedir. Parasında bir kuruş haram olduğu halde on kuruş ile bir elbise alan kimsenin üzerinde o elbiseden bir parça bulunduğu müddetçe namazının kabul olmayacağı, helal kazanç uğrunda yorgun olarak akşamlayan kimsenin günahları bağışlanmış olduğu halde yatacağı ve Allah Teala kendisinden razı olduğu halde sabahlayacağı, şüpheli şeylerden kaçınarak vefat eden kimseye Allah Teala’nın bütün Müslümanların sevabı kadar mükafat vereceği rivayetleri helal kazancın ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.

Ahir zamandayız. İmtihan çetin. Allah insanları imtihan etmek için, yeryüzünde bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri de haram kılmıştır. Haramlara göre hayatını dizayn eden insanlar ve toplumlar dünyada da sosyal barışı, huzuru, mutluluğu yakalayamamaktadırlar. Tarih ve yaşananlar bunun ispatı. Bu sebeple insanoğlunun en başta gelen vazifelerinden biri; helâl sınırlar içinde yaşamak, helâl kazanmak ve helâl yolda harcamaktır. Dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmanın yolu, helal kazanmak, haram yollara girmemektir. “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.”

Temiz bir nesil yetiştirmenin temeli helal, haram inancının vicdanlara nakşedilmesidir. Eğer okullarda, soruları çalmanın, sınavlarda kopya çekmenin haram kazanç olduğu anlatılır, öğrencilere bu şuur verilirse, haram kazanca tevessül ve tenezzül etmeme noktasında bir kişiliğe sahip olurlarsa, haramlardan uzak, tertemiz bir neslin yetişmekte olduğu müjdesini verebiliriz.

Not:
Bu makale Köprü Dergisi • Sayı: 144 • Eylül-Aralık 2019 • ISSN: 1300-7785 • s. 109-116 da yayınlanmıştır

Ezan şehidi Menderes

Mehmet Abidin Kartal

İstiklal Madalyası sahibi olan Başbakan Adnan Menderes, 27 Mayıs Darbesi’nin ardından 17 Eylül 1961 tarihinde darağacında asılarak şehit edildi.

Türkiye Cumhuriyeti tarihine kara bir leke olarak geçen Başbakan Adnan Menderes’in idam edilmesinin üzerinden 60 yıl geçti. 1950-1960 yılları arasında Başbakanlık yapan Adnan Menderes, 27 Mayıs darbesi sonrasında kurulan düzmece mahkemeler ve sahte delillerle 17 Eylül 1961 tarihinde idam edilmişti.
Milletin adamı Menderes, Türkiye siyasi tarihine  millet düşmanları tarafından  idam edilen ilk ve tek Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak geçti. Milletin değerlerinin düşmanları  Menderes ve onunla beraber Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’yu da idam ederek şehit ettiler.  

“Darağacı/ Demokrasi Kahramanı Menderes” isimli kitabımda Menderes’in hayatını ve yaşananları son arşiv bilgileri, belgeleri ve aktüel gelişmeler ışığında uzun bir kütüphane çalışması sonunda yazmaya çalıştım. Olayı hatırlayarak ders alınması dileğiyle.  Çünkü, hafızayı beşer, nisyan ile maluldür!.. Yani “insan unutur!..” İstiklal ve istikbalimiz açısından mazlum, şehit başbakanımızı unutmamamız ve unutturmamamız gerekiyor.

Yaşanan bazı hayatlar, dramla başlar ve yine dramla biter; ama sadece dramdır. Bazı hayatlar da vardır ki yine dramdır, ama sonu zaferdir. En azından, sonu itibariyle dram gibi gözükse de sonuçları itibariyle başka hayatlara zafer müjdeleyen bir dram…

Ezan şehidi Adnan Menderes’in hayatı ve dönemi işte aynen böyle…

Çarıktan medeniyete geçişin adıydı Menderes dönemi. Kimi “beyaz devrim” dedi ismine, kimi “altın yıllar”… Asırlardır hizmete susamış Anadolu insanı; baraja, yola, fabrikaya, okula, suya, elektriğe onunla kavuşmuştu. Anadolu insanı  Ezanına, Kur’an-ı Kerimine de onunla kavuşmuştu. Sevinç gözyaşları içinde duygularını yaşamıştı… Bunun için ona Bediüzzaman Said Nursi “İslam Kahramanı” denmişti. Artık millet huzurluydu, mutluydu. Mahsul para ediyor, elleri nasır tutan köylünün yüzü gülüyordu. Sefaletin, Anadolu’nun kaderi olmadığını anlıyordu artık insanlar. Halk horlanıp itilip kalkılmaz olmuştu. Devlet dairelerinin kapıları milletin girebilmesi için sonuna kadar açılmıştı. Sadece halkın değil, ülkenin itibarı da zirveye yükseliyordu. Türkiye için yeni dünya düzeninde öylesine bir ülke öngörenlerin hesaplarını şaşırtıyordu Menderes. Kendi halinde bir ülke gömleği dar gelmeye başlıyor, adeta geçmişteki şanlı yerine doğru başını yeniden doğrultuyordu Türkiye…

Türk siyasi hayatının on yılına Başvekil olarak damgasını vuran Adnan Menderes… Türk demokrasisinin geleceğini, “fikir, inanç ve teşebbüs hürriyetlerinde”  görmüştür. Türkiye’nin ekonomik kalkınmasının ancak geniş bir hürriyetler ortamında mümkün olabileceğini vurgulamıştır.

13 Nisan 1949’da yapılan DP Aydın İl Kongresi’nde “Üyelerden biri, ‘Sefaletin bulunduğu yerde hürriyet olamaz’ dedi. Ben, aksini söyleyeceğim. Hürriyetin olduğu yerde sefalet olamaz.” diyen Menderes, CHP iktidarlarında temel hak ve özgürlüklere getirilen kısıtlamalara da karşı çıkmıştır:

“Vatandaşın, söz, fikir ve vicdan hürriyeti, demokrasinin temelini teşkil eder. Bir memlekette demokrasi vardır diyebilmek için de bu hürriyetin her türlü tehditten masun olması şarttır. Bu hürriyetlerin tehdit altında bulunması veya bulunabileceği korkusunun kalplerde hakim olması, kanunlarda yazılı olanlar ne olursa olsun o memlekette demokrasinin yer bulmamış olmasının şaşmaz delilidir…” (Demokrasinin temelleri, Adnan Menderes, Vatan Gazetesi, 22 Haziran 1946.)

1923-1950 döneminde söz, fikir ve vicdan hürriyetinden bahsetmek, özel teşebbüste bulunmak mümkün değildi. Bunlardan bahsetmek ve yapmak yasaklar listesindeydi. Bırakınız üretim yapmayı, hele ihracat yapmayı, bir şehirden diğerine mal götürmek bile zordu. Jandarma her şeydi. Geliri olmayandan vergi toplanır, vermeyenlere ceza yağardı. İslâmiyet zümrüdü anka kuşuna dönmüştü, adı var kendisi yoktu. Kur’ân bile toplatılan kitaplar arasındaydı. Müslüman’ın dinini öğrenmesi, anlaması, yaşaması yasaktı…

1950’ye kadar, köylere fazla bir şeyler götürülmediği için, köylüler, çiftçiler kentlere gelmeye başladılar. Onların çocukları da okumaya, meslek sahibi olmaya ve siyasete girmeye başladılar. ”Öküz Anadolulular” çiftçilik ve askerlik dışında da iş yapmaya başladılar. Milleti sürü sayan zihniyet bundan rahatsız olmaya başladı. Demokrat Parti iktidarı, ayrıcalıklı zümreye ve çocuklarına rezerve edilmiş mevki ve makamları ‘Hasolar’, ‘Memolar’ veya ‘ağzı çorba kokanlar’la paylaştırmaya başladı. 1950’lerde halkın; CHP’lilerin DP’lileri kast ederek;” Ne yani ülkeyi Hasolar, Memolar mı yönetecek” sözünü affetmeyip DP’yi büyük bir güçle iktidara getirmeleri buna bir misaldir. Halk kendine değer verenlere her zaman destek olmuş onları baş tacı yapmış ve yapmaya da devam etmektedir.

Cumhuriyet geçmişimize baktığımızda elit zümre her zaman kendini hissettirmiş, halkına hep tepeden bakan bu zümrenin, kendi dünya görüşü ve hayat biçimine uymayan, demokratik yollarla iktidar olmuş hükümetleri darbelerle yıkmışlardır.

14 Mayıs 1950’de ‘Yeter söz milletindir’ diyerek, milleti ile  bütünleşen, AdnanMenderes’in Demokrat Partisi 69’a karşı 408 milletvekili çıkararak, CHP’ye tarihi bir ders verdi. Bu öyle bir dersti ki, milleti hor gören, ona “Öküz Anadolulular” gözüyle bakan CHP zihniyeti  bir daha tek başına iktidar yüzü görmedi.

Artık millet söz sahibiydi. Millet söz sahibi olduğu için de, yıllar yılı onun rağmına yapılan icraatlara son veriliyor, milletin istediği işler yapılmaya başlıyordu.

Yıllardan beri millete karşı yürütülen dinî baskılar, dine yönelik yasak ve engellemeler DP gelince son buluyordu. Menderes hükümeti daha ilk ayında 18 yıllık aslına uygun olarak okutulması yasaklanan ezana hürriyetini veriyor, ezan serbest bırakılıyordu. İktidarın iki ayı dolmadan da radyoda dinî program yasağı kaldırılmış ve haftada iki gün Kur’ân okunmasına başlanmıştı.

Başbakan Adnan Menderes’in dine ve dindarlara tavrı ise açık ve kesin idi. Daha 1951’de “irtica” iddiasıyla dindarlara baskı yapılmasının hesabını kuranlara karşı, “DP, vicdan hürriyetine riayet edeceğini beş yıl evvel programıyla millete vaad etmiştir” cevabını veriyordu. “Türk Milleti Müslümandır ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvela kendine ve gelecek nesillere dinini telkin, onun esasını ve kaidelerini öğrenmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır” diyen Menderes’ti. Bunun için, ezanın aslına çevrilmesine sebep olduğu için Menderes, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “İslâm kahramanıdır.” Çünkü, ezanın hikmeti sadece Müslümanları namaza çağırmak değildir. Onun yanında bütün insanlık namına, insanlığın ve kâinatın yaradılışının büyük neticesi olan tevhid ve rububiyete karşı, ubudiyetin izahına vesiledir. Bunun yerini de ezandaki mübarek ifadelerden başka hiçbir şey tutamaz.

Fakirlikten kurtuluş devri

Menderes devri, demokrasi, hürriyet ve dini inkişaf devri olduğu kadar, fakirlikten kurtuluşun diğer bir adıydı…

Anadolu köylüsünün şartlarını, tarım ekonomisine dayanan Türkiye’de toprağın, toprakta çalışan insanın durumunu çok iyi bilen Menderes, bu ülkenin fakir tabakalarının, köylüsünün, şehirlisinin, kasketli, çarıklı, poturlu, ve şalvarlıların hayat şartlarını çok iyi bildiği için, çok kısa zamanda Türkiye gerçeğini, tepeden görüldüğü gibi değil, tabanda yaşandığı gibi çok iyi kavrayabilmiştir. Türkiye’de hürriyet içinde refah, demokrasi içinde medeniyet mücadelesini yapmanın imkân dahilinde olduğunu göstermiş bir iktidarın parlak başbakanıdır.

Menderes dönemi gerçeğinin rakamlardaki ifadesi ise gözler kamaştırıyordu. Cumhuriyetin ilk 27 yılında en fazla yüzde 3’lerde ve genel ortalama yüzde 2’lerde kalan büyüme hızı, DP ile birlikte yüzde 12’lere fırlamıştı. Ülke, CHP’nin 20 senede getirdiği yere, DP’nin dört senesinde gelmişti. Bu devirde ülke çapında bir imar ihtilâli yaşanıyordu. Tarım ve sanayide, eğitimde, sağlıkta büyük yatırımlar, temel altyapı yatırımları yapılıyordu. Büyük hidroelektrik santralleri, liman inşaatları, sulama tesisleri, şehir içinde, şehirler arasında, köylerde karayolu yapımına bu dönemde büyük önem verilmiştir. Köylü cebine para girince, yapılan yollarla şehre, kasabaya giderek sosyal ve ekonomik hayatında olumlu değişiklikler yaşamıştır.

Tek parti devrinin bir iki göstermelik barajına karşılık, Menderes Türkiye’ye 42 yeni baraj hediye etmiştir. (Geniş bilgi: Demokrat Partinin İktisat Politikası [1950-1954] Mehmet Abidin Kartal, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Master Tezi, İstanbul-2000)

Adnan Menderes’in, DP’si Türk tarihinde, köylerdeki fakirlik ve cehalet fasit dairesini kırmayı başarmış ilk siyasî partidir. Uyguladığı ekonomi politikası sonucu kalkınma hamlesini köylere kadar götürebilmiş en başarılı ilk Türk hükümetidir.

ihtilâlde CIA parmağı

Bu başarılı hükümet bazı çevrelerce hazmedilemedi. 27 Mayıs 1960’da Başkanlığını Orgeneral Cemal Gürsel’in yaptığı Millî Birlik Komitesi, Demokrat Parti iktidarını devirip yönetime el koydu.

İhtilâlden sonra ABD Cumhurbaşkanı Dwight Eisenhower’in, MBK başkanı, Devlet başkanı, Başbakan ve Millî Savunma Bakanı Cemal Gürsel’e hareketten duyduğu memnuniyeti bildiren bir dostluk ve kutlama mesajı göndermesi düşündürücüydü… Yine ABD’nin ihtilâlden kısa bir süre sonra, Türkiye’ye 400 milyon dolarlık yardımda bulunması da, ihtilâldeki CIA parmağı ise 21 Ocak 1972 tarihli The Daily Telegraph’ta açıklanacaktı. O günkü Türk hükümetinin bu iddiayı yalanlayacağı yerde, ilgili gazete nüshasının yurda girişini yasaklaması ise, bu açıklama karşısında tereddüde mahal bırakmıyordu…

Diğer taraftan, Sovyetler Birliği de Menderes yönetiminden memnun değildi. Sovyetlerin Türkiye üzerindeki emelleri 1940’ların ortalarında dile getirilmişti ve Türkiye’nin 1952’ de NATO’ya dahil olması bu emelleri suya düşürmüştü. Yurttaki komünist faaliyetlere set çekilmesi, Moskova’nın hoşuna gitmiyordu. 1957 seçimleri sırasında Moskova Radyosu Türk halkını CHP’ye oy vermeye çağırmıştı. Komünist Bizim Radyo da, ihtilâli “27 Mayıs hareketi Bayar-Menderes faşist diktatörlüğünü devirdi” diye haber veriyordu.

1950-1960 arasında ekonomide neler yapıldığın ‘Darağacı – Demokrasi Kahramanı Menderes’ kitabımda  geniş bir şekilde yazdım… Menderes “ekonomiyi” ayağa kaldırmış, milletin cebine para girmesine, refahtan pay almasına, insanca yaşamasına sebep olmuştur. 1946 sonrası “teslim alınan” dinamikleri “özgürleştirme-millileştirme” yolunu seçmiş bundan dolayı küresel güçler ve onların içerdeki taşeronları tarafından “istenmeyen adam” ilan edilmişti! 1958’de ilk küresel darbeyi yedi ve Menderes hükümeti, IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmasını kabul ederek 4 Ağustos tarihinde istikrar önlemlerini açıklayarak doları 2.80 TL’den 9 TL’ye çıkardı… 4 sene boyunca Dünya Bankası dayatmalarına direnen Menderes 1958’de teslim olmak zorunda kaldı ve 1960’ın da yolu açılmış oldu. Ülkeyi sömüren küresel güçler ve içerdeki taşeronlar milletin zenginleşmesini, ülkenin kalkınmasını istemiyorlardı. Fikir, inanç ve teşebbüs özgürlükleri ortamında, milletinin zenginleşmesi  ve kalkınma yolunda aldığı kararlarda ısrarı, 27 Mayıs 1960 ihtilali ile milletin iradesini hançerleyenler hainler tarafından,  Menderes’in  hayatının Darağacında sona ermesine sebep oluyordu.

‘Darağacı – Demokrasi Kahramanı Menderes’ kitabımda Adnan Menderes’in hayatını ve yaşananları son arşiv bilgileri, belgeleri  ve aktüel gelişmeler ışığında yazmaya çalıştım. Başbakanlık Yassıada belgelerini tek tek tasnif edilerek kamunun hizmetine 2006 yılında sundu. Bu belgeler bilhassa 27 Mayıs darbesinin öncesi ve sonrasını aydınlatıyor. Bu belgeler dikkate alınmadan yazılan Adnan Menderes hakkındaki araştırmalar geçerliliğini kaybetmektedir. Çalışmamız bu belgeler ışığında yapılmıştır.

2000 yılında İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türkiye Cumhuriyeti Ana Bilim Dalında ‘Demokrat Partinin İktisat Politikası (1950-1954) ‘ konulu tezi hazırlayarak Yüksek lisans yaptım. Bu tezi hazırlarken Adnan Menderes ve Demokrat Parti hakkında geniş bir arşiv, kitap, gazete araştırması çalışması içinde bulundum. Kitabın şekillenmesinde bu çalışmaların çok faydası oldu.

Asılan milletin gücüydü

Menderes’in infazının öğleden sonra saat 14:26’da tamamlanmasından sonra, bir fırtına koptu, gelen gök gürültüsünün ardından yağan şiddetli yağmur, herkese kendisini ülkesine adamış bir büyük devlet adamının tertemiz ruhunun rahmeti olduğunu düşündürdü.

1960’dan bu yana bu milletin değerlerini yok sayanları, onları sürü sayanları, onları sömürenleri, Menderes’in yolunda olanlar takip etmektedirler. Takip edenlerin zaman zaman yolları kesildi ve kesilmeye çalışılıyor. Menderes ne demişti, “Yeter! Söz milletin!” dedi. Ezanı aslına çevirdi. Milleti sürü olmaktan kurtardı. Milletle devleti barıştırdı. Sen misin millete gücünü ve asaletini hatırlatan! Sen misin sözün millette olduğunu söyleyen! Sen misin ezanı aslına çeviren! Haydi darağacına! Senin asıl suçun, bu ülkede millete millet olduğunu hatırlatmak ve ona özgüven aşılamaktır. Menderes’in asıl suçu Ezanı aslına çevirmesidir. Milleti ezanı ile buluşturmasıdır. Onun sevgisini kazanmaktır. Aslında asılan Adnan Menderes ve arkadaşları değildi .  Asılan milletin gücüydü. Asılan milletin değerleriydi, inancıydı.  Asılan milletin ta kendisiydi.

Siyasi tarihimizdeki acı olayların yaşanmaması için, yeni Mendereslerin önünün kesilmemesi için, halkın demokrasiyi kararlı ve şuurlu bir şekilde savunması, müdahalelere, darbelere, teröre, her türlü vesayete de teslim olmaması gerekiyor. Demokrasinin temeli, sözde, kararda milletindir. Millet seçtiklerine sahip çıkmalıdır. İdareciler milletin hizmetkarıdır. Devlet millete hizmet için vardır.

Bediüzzaman, her şeyden önce eşya ve hadisenin açıklamasını iman mefhumunda aramış ve bunu yaşadığı asrın idrakine büyük bir başarı ile kazandırmıştır. İman ile aklın telif ve terkibini yapmak Bediüzzaman’ın çağımıza yönelik en belirgin misyonudur. Bediüzzaman, İslam’ın bütün şeairlerine hassasiyetle sahip çıkmıştır. Ülkeyi idare edenlerden de aynı hassasiyeti göstermelerini istemiştir. Adnan Menderes, İslamiyet’in en önemli şeairinden ezanı aslına çevirdiği ve dini hassasiyetlere sahip çıktığı için, Bediüzzaman’ın “İslâm kahramanı” teveccühüne mazhar olmuştur.

Ezan yasağını kaldırması, Menderes’in ezan şehidi olmasına sebep olmuştur. Yassıada’da Menderes’e uygulanan insanlık dışı; aşağılık muamelenin altında  Menderes’in başta ezan olmak üzere milletin değerlerine, inancına, imanına sahip çıkmasının sonucu  katmerlenen  intikam duygusu vardı.

Gönüllerde, omuzlarda, milletin bağrındaki Menderes kimdir?  Onu yoğurup yetiştiren nedenleri bilmeden,  Adnan Menderesi tanımak mümkün değildir. Milletle devleti barıştıran, milleti sürü olmaktan kurtararak devletin kapılarını onlara sonuna kadar açan, ona gerçek değeri veren ve  onun ayağına  maddi manevi her türlü hizmeti götüren, milletini ezanı buluşturan, bunun için Asrın Müceddidi tarafından, ‘İslam Kahramanı’  diye tesmiye edilen Adnan Menderes’i ‘Darağacı – Demokrasi Kahramanı Menderes’ adlı kitabımda,  sizleri baş başa bırakıyorum… Adım adım Menderesi tanıyalım… Çocuklarımıza, gençlerimize tanıtalım.

Kitaptan bazı başlıklar…

Yetim Adnan, Milli Mücadeleye Katkısı, Atatürk’le Tanışma, Başvekil Adnan Menderes, Adnan Menderes’in Kişiliği, Ezanın Aslına Çevrilmesi, Bağdat Paktı, Menderes İmamı Azamın Türbesinde Neler Düşündü, 6-7 Eylül olayları kimin işi?, Menderes dönemi ekonomi politikaları,  İstanbul’un imarı, Menderes’in Acısına dayanamayan imam, Dokuz subay olayı, Ankara’ya mabetsiz  şehir denirdi, Adnan Menderes’in Kahraman Milletvekili, Gıyaseddin Emre, Londra’da Yaşanan Uçak Kazası, Menderes’in üç aşkı, Adnan Menderes ve Bediüzzaman,  Menderes Neden  Demokrasi ve İslam kahramanı, Prof. Dr. Cevat Akşit Hocanın Menderes’i Ziyareti, 27 Mayıs’ta  C.H.P Öğrencileri Kullandı, Cemal Gürsel’in Sansürlenen Mektubu, Yassıada Gerçeği….

DARAĞACI: DEMOKRASİ KAHRAMANI MENDERES, MEHMET ABİDİN KARTAL 
https://www.iskenderiyekitap.com/

KİTABIN ARKA KAPAK YAZISI

Anadolu köylüsünün şartlarını, tarım ekonomisine dayanan Türkiye’de toprağın, toprakta çalışan insanın durumunu çok iyi bilen Menderes, bu ülkenin fakir tabakalarının, köylüsünün, şehirlisinin, kasketli, çarıklı, poturlu ve şalvarlıların hayat şartlarını çok iyi bildiği için, çok kısa zamanda Türkiye gerçeğini, tepeden görüldüğü gibi değil, tabanda yaşandığı gibi çok iyi kavrayabilmiştir. Türkiye’de hürriyet içinde refah, demokrasi içinde medeniyet mücadelesini yapmanın imkân dahilinde olduğunu göstermiş bir iktidarın parlak başbakanıdır.

27 Mayıs 1960’ta kalkınmaya, özgürlüklere, millete dur denilmişti. 27 Mayıs, istikrarlı ve sağlıklı bir siyasi bünyenin gelişmesine, güçlü, rasyonel ve çevik bir devlet cihazının kurumlaşmasına engel olmuştur. Demokrasiyi tahrip etmiş, siyasî kimlikleri yok etmiş ve sivil siyasi aktörlere duyulan güveni mesnetsiz bırakmıştır. Sürekli düşmanlardan bahsetmek, topluma korku salmak geleneği de 27 Mayıs’ın bakiyesidir.

Neydi Menderes’in suçu? Menderes geldi, “Yeter! Söz milletin!” dedi. Sen misin millete gücünü ve asaletini hatırlatan?!. Sen misin sözün millette olduğunu söyleyen?!. Haydi darağacına! Senin asıl suçun, bu ülkede millete millet olduğunu hatırlatmak ve ona özgüven aşılamaktır. Onun sevgisini kazanmaktır. Bebek-Köpek davası mı? Bunlar prosedür gereği. Hani, “Siz asın, gerekçesi arkadan gelir” misali. Aslında asılan Adnan Menderes değildi. Asılan milletin gücüydü. İnancıydı.  Asılan milletin değerleriydi. Asılan milletin ta kendisiydi.

Kalk baba vatan elden gidiyor…

Mehmet Abidin Kartal

15 Temmuz 2016 Cuma gününün akşamı saat 22.00’den 16 Temmuz Cumartesi günü sabah saatlerine kadar, ülkemiz hiç alışmadığı, yaşamadığı kabus dolu uzun bir geceyi yaşadı. TSK’nın içinde küresel ihanet güçlerinin taşeronu, gözü dönmüş vatan haini Fetö’nün satılmış askerleri bu milletin iradesine, imanına ipotek koymaya çalıştı.

15 Temmuz 2016 gecesi sokaklara, meydanlara çıkarak hainlerin karşısında siper olan bu imanlı, aziz millet vatanını korumak ve kurtarmak için,  mermileri bağrında söndürdü, tankları elleriyle durdurdu, uçakları tutmaya çalışarak vatan sevgisi imandandır aşkını, ezan, bayrak sevdasını  dünyada benzerine rastlanmayan boyutlarıyla sergiledi.

Ben ve oğlumda 15 Temmuz gecesi sokaklara, meydanlara çıkanlar arasında olma şerefini yaşadık. Oğlum Bilal hadi baba çıkıyoruz diyordu. Kalk baba vatan elden gidiyor. Vatanımızı kaybedersek her şeyimizi kaybederiz… Baba sen bize vatan sevgisi imandandır sevgisini aşıladın, bu gece vatanı sevmeyi ispatlama gecesidir. Eğer vatanımızı sevdiğimizi ispatlayamazsak ömür boyu vicdan azabı çekeriz diyordu… Oğlum bana kendisine öğrettiklerimle ders veriyordu. Eşim, ana yüreği, olmaz oğlum, tehlikeli daha bir sürü şefkat ifadelerine rağmen, oğlumla beraber, İstanbul’da sokaklardaydık, meydanlardaydık, Saraçhanede Haşim İşcan geçidinden geçerken İstanbul Belediyesi önündeki silah seslerini duyuyorduk, belediye önüne çıkmamıza izin verilmedi. Eyüp’teki İstanbul Ak Parti binasının önü son uğradığımız mekan oldu. Millet dim dik ayakta,  binlerce kişi dua zinciri oluşturmuş, Kur’an, Cevşen, Celcelutiye, Sekine’lerle dualar okunuyor. Milletin iradesine el koymaya çalışan darbecilere karşı manevi kalkan oluşturulmuştu. Bu kalkan bu vatan hainlerinin göğsüne saplandığını ilerleyen saatlerde görüyorduk.

Bu gece, dualar, camilerde selalar, halkın iradesine sahip çıkması, tanklara, silaha siper olması canını vermesi, hainlere dur demesi darbeyi püskürttü, asker elbisesi giymiş hainlerin karşısında dik duran bu millet, bir gece savaştı, şehit oldu, gazi oldu geleceğini ve vatanını kurtardı. İslamiyet’in bayraktarlığını yapmış bu asil milletin torunları, bu gece bir tarih yazdı, torunlarına en güzel hediyeyi verdi.

Bu aziz millet Başkomutanına haksızlıklar karşısında ne diyordu. ‘Dik dur eğilme, bu millet seninle’ bu uzun gecede 80’lik dedem şöyle diyordu. ’Şimdi sıra bizde evlat, Erdoğan dik durdu eğilmedi. Bizde dik duracağız, bu satılmış, vatan hainlerinin karşısında eğilmeyeceğiz’ Bu millet dik durdu, eğilmedi, vücudunu tanklara siper etti, tankın paletlerinin altına yattı,  tankları sopalarıyla ele geçirdi. Gazete sayfalarını süsleyen tanklar üzerindeki o muhteşem fotoğraflar, dik durmanın, eğilmemenin göstergesiydi. Darbeyi darbe yapanların başına geçirmenin resmiydi.

Milletin aldığı silahla milleti öldüren bu asker elbisesi giymiş hainlerin darbe girişiminin kısa sürede akamete uğramasının birinci sebebi Başkomutanının çağrısına harfiyen uyup meydanlara koşan milletin darbe girişimine cesurca ve her şeyi göze alarak karşı durmasıdır. Millet Menderes’te, Özal’da yaptığı hatayı bu kez yapmadı.  Millet bu gecede, “Menderes’i astınız, Özal’ı zehirlediniz, Erdoğan’ı yedirmeyiz”  diyerek Başkomutanının etrafından tek yürek, tek bilek oldu. Darbeye karşı sonuç, dik duran milletin başarısıdır ve çok değerlidir. Milletimiz demokrasiye, millî iradeye ölümüne sahip çıkmıştır. Bu başarı hikâyesinin kahramanı milletimizin her bir ferdidir.

Türkiye, dalgalarla boğuşan ve sadece dalgalarla boğuşmakla kalmayıp düşman gemiler tarafından da taciz edilen bir gemi… Ve geminin içinde, “Benim dediğim olmazsa batsın bu gemi!” diye isyan eden ve sağdan soldan delikler açan hain gruplar tayfası… Duyguları akıllarının önüne geçmiş, robotlaşmışlar, gemiyi batırmaya çalışıyorlar, farkında değiller; o gemi batarsa kendileri de batacak… Bu hain gruplardan birisi, küresel taşeron, maşa FETÖ çetesi 15 Temmuz 2016’da gemiyi batırmak için düğmeye bastı.

Bunlar  kırk yılı aşkın bir zamandır bu ülkenin maddi ve özellikle manevi değerlerini istismar ettiler, yakalananlar itiraf etmeye başladılar, bu milletin değerlerini kendilerine maske yaparak neler yaptıklarını, devlet kadrolarını nasıl ele geçirdiklerini,  soruları nasıl çaldıklarını, milletin saf temiz dini duygularını, Kur’an’ı, Sünneti, Risale-i Nurları ustaca,  sinsice kullanan, bu yolla büyük bir güç ve varlığa kavuşan ihanet çetesi FETÖ, bu ülkenin varlıklarına bütünüyle sahip olmak için 15 Temmuz 2016’da çok alçak bir darbe teşebbüsünde bulunmuştur. Şişen irin patlamıştır. Pisliği her tarafa yayılmıştır. Dahilde silah kullanılmıştır. Bizim inancımız dahilde silah kullanılmaz diyordu…

Günümüzde mazlumların, mağdurların, ezilenlerin son sığınağı, son kalesi Türkiye’dir. Bu hainler son kaleyi yıkmak istediler. Kırk yıl takiye yapan, bu bukalemun yapılı, robotlaşmış insanların tavanının 15 Temmuz 2016 gecesi, haşhaşı çizgide, bir ölüm makinesine, zombiye dönüştüklerini gördük.  Bunlar için hedeflerine varmak  için her yol mubah… Ne vicdanı var, ne ahlakı var, ne herhangi bir kutsalı var.

Tarih, 15 Temmuz gecesinde bu aziz milletin ortaya koyduğu mücadeleyi ve verilen şehitleri Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı ruhu ile birlikte yan yana yazacaktır. Eğer bu darbe durdurulmasaydı Türkiye emperyalizme teslim edilecek, bir Irak, bir Suriye olacaktık. 15 Temmuz 2016 gecesinde millî irade ayağa kalktı. Küresel taşeron FETÖ çetesinin darbe girişimini millet dik durarak, eğilmeyerek önledi. Bu gecede, soru çalarak, haksız konum elde ederek, yetim hakkı yiyerek, devletin sırlarını başka ülke istihbaratlarıyla paylaşarak, kadrolaşarak, şantaj montaj işlerini yaparak ve en sonunda da milletine kurşun sıkacak kadar alçaklaşan vatan hainleri milletten sağlam bir Osmanlı tokadı yiyerek Türkiye’nin geçilemeyeceğini, ağa babalarına bu ülkeyi peşkeş çekemeyeceklerini anlamışlardır.  Bu gece, bu aziz milletin imanını, gücünü, demokrasiye inancını, devletine, milletine bağlılığını hafife alan, alçakların, vatan hainlerinin bitişini dünya ya ilan etmiştir.

15 Temmuz 2016’da Türkiye tarihin en zorlu dönemecinden geçmiştir. Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın ‘Milletim sokağa, meydanlara inmeli. Milli iradenin dışında hiçbir gücü kabul etmiyoruz.’ Sözlerinin ardından bu millet  Allah’ın izniyle yeniden bir kahramanlık destanı yazmıştır.

Bu bir darbe değil dünya tarihinde az rastlanır bir ihanet örneğiydi, 15 Temmuz. Milletin dişinden tırnağından artırdığı rızkıyla alınmış uçaklarının, helikopterlerinin, tanklarının namluları milletin bağrına doğrultulmuş ve nefret kusmuştu. Kadın, erkek, çocuk, genç ve yaşlı ayrımı yapmadan ölüm kusmuştu hainler, Anadolu’nun imanlı öz evlatlarına.

Darbeci hainler tuzaklarını kurmuş, kendilerince her şeyi planlamıştılar. Ellerini ovuşturarak saldıracakları anı beklemekteydiler. Öfkeleri ve nefretleri öylesine büyüktü ki, tarihte benzeri görülmemiş şekilde savaş uçaklarıyla kendi öz milletini, meclisi, Cumhurbaşkanlığı külliyesini bombalamaktan bile geri durmadılar. Fakat unuttukları iki şey vardı. Birincisi, tuzak kuranların ve tuzakları bozanların en hayırlısı Allah’tır ve galip olan yalnızca O’dur. İkincisi ise yüreği Anadolu’nun mübarek mayasıyla mayalanmış imanlı kahramanların vatan sevgisiydi. ‘Vatan sevgisi imandandır’ Hadisi Şerifini bu millet 15 Temmuzda müşahhas olarak yaşıyordu. Bu öylesine büyük ve eşsiz bir vatan sevgisiydi ki bedenlerini tankların, kurşunların önüne çelik bir duvar gibi siper ettiler ve bu hayasızca akını canları pahasına durdurdular. En büyük makam olan şehitlik makamına yükseldiler.

Camilerde okunan salalar milletin iman dolu göğsünü daha da kabartmış ve bir avuç iradesini kiraya vermiş haine, dinini, milletini, hükümetini, cumhurbaşkanını, geleceğini teslim etmemiştir.

16 Temmuz 2016’da, eline sopayı alıp sokağa inen nur yüzlü teyzem, kendini tankın altına atan yüreği büyük güzel adam, bir yandan Fetih suresi okuyup bir yandan tankın üzerine çıkan güzel insanlar, bu uğurda göğsünü siper ederek Allah tarafından seçilmiş  şehid olan bu memleketin imanlı evlatları, kamyonla erkekleri taşıyarak darbeye dur diyen bacım, meydanları dolduran kardeşlerimiz, Allah hepinizden razı olsun…. İyi ki bu gecede ben ve oğlumda  bu kahramanlar arasındaydık.

Tehlike bitmiş değil. Hainler plan yapmaya devam ediyorlar ve edecekler. Hainleri nasıl tanıyacağız.

İmam-ı Şafi’ye sordular: “Fitne zamanı hakkı tutanları nasıl anlarız?”

Dedi ki: “Düşman okunu takip ediniz, o sizi hak ehline götürür.”

Oğlumla eve geldiğimizde sabah ezanı okunuyordu. Son kale Türkiye kurtulmuştu. Ezanlar bunu kainata ilan ediyordu.

16 Temmuz’dan itibaren Türkiye yeni bir güne uyanmıştır. Allah’ın lütfuyla,  bir darbe girişimi bastırılmış milletin imanı ve iradesi kazanmıştır. Bu millet bir gecede yaptıklarıyla, devletini kurtarmıştır. Bunun dünyada ikinci bir örneği yok. Dünya Türkiye’yi hayranlıkla izliyor. Kendimizle, milletimizle ne kadar gurur duysak az… Şunu da söylemeden geçemiyorum. Tavanın yaptığı ihaneti hepimiz gördük, yaşadık. Daha bundan büyük ihanet olamaz. Küresel ihanet güçlerinin taşeronu oldular. Vatan hainliği rütbesini aldılar. Artık hiç kimse gerekçe gösteremez. Ama şöyleydi, böyleydi diyemez. Her şey deşifre olmuştur, her şey gözler önündedir. Tabanda ve ortada hizmet ediyorum diyenleri de, itiraza, imanlarını tazelemeye, tövbeye, özüre, pişman olmaya davet ediyorum… Samimi olarak devletin ve milletin yanında olmaya davet ediyorum. Bu davetin gereğini yapmayanlar vatan hainliği etiketini kabul etmiş olurlar. Kuzu postuna bürünerek, darbe karşıtı açıklamalar yaparak kendinizi kurtaramazsınız. “Kardeş kardeşe kırdırılmasın” diye mesajlar vererek bu işi düzeltemezsiniz. Tavanın Küresel ihanet güçlerin taşeronu olduğunu kabul edeceksiniz.  Tövbe kapısı açıktır… Cenab-ı Allah Vahşi’yi tövbe ettiği için affetmiştir. Vahşi, Hz. Vahşi (ra) olmuştur.  

‘Her şeyi affedin, ama vatanınıza ihanet edenleri asla affetmeyin.’ Hz. Ali (ra)