Etiket arşivi: Mehmet Abidin Kartal

İnsanı Yaşat ki Devlet Yaşasın

Ecdadımızın Orta Asya’dan başlayan büyük yürüyüşte, sığınak yeri daima çadırlar olmuştur.

Nasıl Alparslan çadırda doğmuş, çadırda Sarı Hoca’dan dersler almıştı ise, Kara Osman (Osman Gazi) da Şeyh Mahmud’un önünde çadırda diz çöküp dersler almış, edeb ve terbiyeyi çadırda öğrenmişti. Tarihçilerin “400 çadırlık aşiret” dediği Kayı’lar, Gündüz Alp’ın yönetiminde Belh-ü Buhara’dan yola çıkmışlar ve tarihi yürüyüşlerine başlamışlardı.

Asırlar boyu devam edecek olan ve dünyanın gelmiş-geçmiş, en büyük ve devamlı devletinin nüvesini çadırda atmışlardı. Osman bin Ertuğrul, Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat’tan, yerleşmek için toprak isterken şöyle diyordu:

“Küffar-ı hâksâra, gaza niyetine bu diyâra geldik.”

Söğüt ve Domaniç civarları, Bizans topraklarına komşu yerlerdi. Küffar ile gazaya en müsait mekanlardı. Ertuğrul Bey 400 çadırlık aşireti ile bu bölgeye yerleşirken, Kara Osman, Osman bey çadırlar arasında koşuyordu..Gün geldi devletin başına geçti.

Şeyh Edebali, Osman Gazi’nin kayınpederi ve mürşidi, Osmanlı Devleti’nin fikir babasıdır.

Alim, faal, varlıklı, çevresi için örnek teşkil eden bir kişi olan Şeyh Edebali, Eskişehir yakınlarında o zamanki adıyla İtburnu denilen köyde yaşar, yaptırmış olduğu zaviyede öğrenci yetiştirir ve halkı aydınlatırdı. Bilecik’te bir dergah yaptırmış, Osman Gazi’yi de birçok defa burada misafir etmiştir.

Rivayete göre, Osman Gazi’nin dergahta bulunduğu bir gece, rüyasında Şeyh Edebali’nin göğsünden bir ayın çıkıp kendi göğsüne girdiğini ve göğsünden bir büyük ağaç bitip dallarının alemi kapladığını, altından birçok nehirlerin çıkıp insanların bu sulardan geçtiklerini görmüştü. Sabah olup rüyayı anlatınca, Şeyh Edebali rüyayı şöyle tabir etmiştir:

“Sen, Ertuğrul Gazi oğlu Osman, babandan sonra bey olacaksın. Kızım Malhun Hatun ile evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin soyunuzdan nice padişahlar gelecek ve nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar, Allah nice insanın İslam’a kavuşmasına senin soyunu vesile edecektir.”

Gerçekten de öyle olur, altı asırdan fazla devam edecek olan bir imparatorluğun temelleri Osman Gazi ile atılır ve bunun ilk müjdecisi Şeyh Edebali olur.

Şeyh Edebali Osman Gazi’ye şöyle nasihatte bulunuyordu. Bu nasihate bu günlerde meydanlarda gezen ve ülkemizi idare etmeye talip olanların çok ihtiyacı var. Hepsinin bu nasihatten ders almalarını dileriz

Ey Oğul!
Beysin.
Bundan sonra öfke bize, uysallık sana.
Güceniklik bize, gönül alma sana.
Suçlamak bize, katlanmak sana.
Acizlik bize, yanılgı bize, hoş görmek sana.
Geçimsizlikler, çatışmalar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana.
Ey Oğul!
Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana.
Üşengeçlik bize, uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana.
Ey Oğul!
Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek, açmaz. Şunu da unutma, insanı yaşat ki devlet yaşasın

Ey Oğul!

Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah Teala yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize vaat edilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz.

Oğul!

Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarlarında savrulur gidersin.. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkar ve iradene sahip olasın!.. Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.

İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir…

Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki alime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken, itibarını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.

Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervasız, kahraman, gözü pek) derler.

En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir. Ülke, idare edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare edene aittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar.. (Bu nasihat Osmanlıyı 600 sene yaşatmıştır.) İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkmaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar. Laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir!..

Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı… Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli. Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de, bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz. Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü,zaman yok, süre az!..

Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da! Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin. Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!.. Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez.

Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın.

Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın

Osman Bey, 23 yaşındayken mefkuresini şöyle dile getiriyordu:

“Ekmeğimi gazadan çıkarayım. Hiçbir melike ihtiyaç göstermeyeyim. Böylece hem dünyamı hem ahiretimi kazanayım.” Ve öyle de yaptı…

Sonra gelenlerin öncekilerden farkı yok.

Orhan Gazi Bursa’yı ele geçirdiğinde, yaptırdığı Camiinin kitabesine şunu da yazdırmıştı: “Merzbânu’l-âfâk (ufukların sahibi)”

Onlar devletlerinin temellerini atarken ufukların sahibi idiler. Çadır da ufuklarını daraltmadı. Aksine çok sonra gelenlerin ufukları saray duvarlarınca kuşatılınca, duraklama, gerileme ve çöküş başlamış oldu.

400 çadırın başlattığı o muhteşem tarih serüvenini Namık Kemal şöyle dile getirir:

“Biz ol nesl-i kerim-i dude-i Osmaniyeyiz kim,
Muhammerdir serapâ mayemiz hun-i şehâdetten.
Biz ol âlihimem erbab-ı cidd-ü içtihadız kim,
Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten.”

Tarihte kurulan devletlerin en haşmetlisi olan üç kıta’ya sahip “Muhteşem imparatorluk” olarak vasıflandırılan Osmanlı Devleti. Önceleri mütevazı küçük bir beylikken, daha sonra dünyanın bir numaralı devleti olacağını ve bu gemiye pişdarlık yapacağını, belki kendileri bile düşünmemişti.

Şanlı Osmanlı Devleti’nin temelini atan Osman Gazi’nin, tarih kitaplarına geçen ve oğlu Orhan Gazi’ye söylediği dikkate şayan vasiyetini, hatırlamakta fayda var. Osman Gazi, vefat edeceği sırada oğluna şöyle nasihatte bulunuyordu: “Allah ‘ın buyruğundan gayri iş işlemeyesin. Bilmediğini İslâm ulemâsından sorup anlayasın. Zalim olma, adaletle hükmet. Nerede bir ilim ehli görürsen ona ikbal ve hilm göster. Bizim mesleğimiz Allah yolu ve maksadımız da Allah’ın dinini yaymaktır. Yoksa kuru bir cihangirlik davası değildir Sana da bunlar yakışır” . Bu sözler, onu ve yüce mefkuresini en güzel bir biçimde göstermiyor mu?

Bediüzzaman, Osmanlı Devletin’den her söz edişinde mutlaka şanlı , yüce…vb. ulvi bir sıfatla birlikte anmıştır Osmanlıyı.Bundan anlıyoruz ki; Bediüzzaman hazretleri, Osmanlı’ya büyük bir muhabbet beslemektedir.

Bediüzzaman eserlerinin bir yerinde; “Sultan Selime biat etmişim, Onun ittihad-ı İslâm da ki fikrini kabul ettim. Zira O, şark vilayetlerini ikaz etti, onlarda biat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamandaki şarklılardır.” demektedir. Bediüzzaman hazretlerinin ittihad-ı İslam konusunda Yavuz Sultan Selim’e biat ettiğini söylemesi çok manidardır. Çünkü doğrudan Üstad-ı Hakiki olan Kur’an-ı Mucizül Beyana tabi olan Bediüzzaman, Üstad-ı Azam Hz. Muhammed (s.a.v.) den başka Hz.Ali, Abdülkadir Geylani, İmam-ı Rabbani, Hz. Mevlana …gibi çok az sayıdaki zata üstadım diye hitap etmiştir. Yavuz Selim ömrünü ittihad-ı İslam davasına adamıştı. Risale-i Nur’unda en önemli görevlerinden birisi de İttihad-ı İslamı tesis etmek. Şuurlu ve mütedeyyin Osmanlı padişahlarının ittihada verdikleri önemi takdir eden Bediüzzaman; Yavuz Sultan Selimin;

“İhtilâf u tefrika endişesi,

Kuşe-i kabrimde dahi bîkarar eyler beni;

İttihadken savlet-i a’daya def’a çaremiz,

İttihad etmezse millet, dağidar eyler beni.” (Divan-ı Harb-i Örfi)

Diye haykıran harikulâde beytini Risale i Nur külliyatına alarak, ittihadın teşekkülüne teşebbüs eden Osmanlı Sultanlarını sena etmiştir. Milletimizi idare eden bu zamanın idarecilerine yukarıdaki satırlar ne güzel bir rehberdir.

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Chat’ırdayan Yuvalar

İnternet müthiş bir bilgi okyanusudur. Hem de her gün büyüyen bir okyanus. İçinde hem paha biçilmez cevherler, hem de baş edilemez canavarlar barındırıyor. Buna “internet canavarı” diyebiliriz. Masallarda olduğu gibi bin başlı bir canavar. Hatta çok daha tehlikeli,

Çünkü, insan kanıyla değil, canıyla beslenen bir canavar. Her gün milyonlarca insan bu okyanustan cevher çıkarırken, milyonlarcası da söz konusu canavarın tuzağına düşüyor

İnternet canavarı kadar tehlikeli ikinci bir canavar bugüne değin yeryüzünde görülmemiştir. “Televizyon canavarı” ve “atari canavarı” gibi modern canavarların pabucunu dama atıyor. Daha doğrusu onları da içinde barındıran çok başlı bir canavar bu. Herkesi her kesimi tehdit eden bir canavar. İnsanı fıtratındaki nefsani zaafları ve benlik duygusunu kullanarak kendine esir ediyor. Nefsinin istediklerini birkaç parmak hareketiyle bin bir sitede kendisine anında sunuyor. Şan, şöhret, takdir ve iltifat peşinde koşan insanın benliğine (enesine) yem atarak site site dolaştırıyor. Serap misali sanal medih ve senaların peşinde koşturuyor. Nefis ve benlik kapılarını sıkı kapatanlara merak kapısından yaklaşıyor. Merakını celp edecek bin bir haberle onu kendine çekiyor. Kendine esir ediyor.     Tabii ki, bunların hiçbirini bedava yapmıyor. Kiminden elmas kıymetindeki ömür dakikalarını, kiminden saatlerini, kiminden tüm gününü alıyor. Doymak bilmez canavar bununla da yetinmiyor. Kiminden ahlakını, kiminden imanını, kiminden eşini, kiminden işini ve kiminden evladını alıyor.

Son yıllarda, artık iyiden iyiye yaygınlaşıp evlerimizin vazgeçilmezlerinden olan internetin nimetleri saymakla bitmezken, oluşturduğu tehlikelerin de farkında olmamız gerekiyor.
Her faydalı şeyde olduğu gibi kötüye kullanılma ihtimali, belki en yüksek aletlerin başında internet geliyor. İnternet sayesinde, dev kütüphaneler, yazılı basın, görüntülü sohbetler, faydalı filimler gözümüzün önüne gelirken; en kötü ve iğrenç sahneler, insan fıtratına ve inancımıza zarar veren her türlü fikir ve bilgi de karşımıza çıkmaktadır.

İnternetin ayrı bir nimeti de ‘sanal sohbet’tir (Chat). Bu sayede, dünyanın öbür tarafındaki bir kişiyle tanışılabilmekte, dosya transferleri yapılabilmekte ve (isteğe bağlı olarak görüntülü) sohbet edilebilmektedir. Üstelik hiçbir ücret ödemeden. Farklı insanlarla tanışmak, onlarla fikir ve bilgi alışverişinde bulunmak, çok yönlü faydalar taşımaktadır. Ancak, uygunsuz kişilerle girişilen ‘farklı muhabbet’ler, insana hiç ummadığı kapılar açabilmekte, tehlikeli maceralara sürükleyebilmektedir.
Bu yaşanmış hikaye, göz yaşları içerisinde yazılıp Arapça bir siteye gönderilmiş. Dindar bir Müslüman kadının başından geçenleri okuduğunuzda, internet denen nesnenin hiç de göründüğü kadar masum bir alet olmadığını düşünmeye başlayacaksınız.
Evet, interneti kimlerin, hangi şartlarda ve nasıl kullanmaları gerektiğini sizlerin takdirine bırakarak, ibret dolu hikayemize geçelim.

İçler Acısı Bir Mektup
“Kardeşlerim, Esselamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berekatuh.
İşte sizlere gerçek, acı veren, üzücü, hayatımı yok eden, geleceğimi parçalayan, aile hayatımı öldüren, eşimle yollarımızı ayıran hikaye…
Ben, muhafazakar ve saygın bir ailenin, ahlak ve İslam terbiyesi üzerine yetiştirilmiş kızıyım. Hiçbir zaman düşüncesiz yada eğlence arayan bir kız olmadım. Allah’ı kızdıracak bir iş yaptığımı hiç bilmem. Beni seven, benim de onu sevdiğim, bana fazlasıyla güvenen iyi bir insanla evlendim. Onun şımarık eşiydim. Hatta ailem ve akrabalarımdan bir çoğu bana, eşimin beni daha önce hiçbir kızın görmediği kadar şımarttığını söylüyorlardı.

Benim eşimden bir şey isteyip de onun reddedip ”hayır” dediğini hatırlamam. Ondan ne istesem getirirdi. Bir gün ona internet kullanmak istediğimi söyledim. İlk önce bunun iyi olmadığını, benim için uygun olmadığını söyledi. Kurnazlıklarla ona interneti aldırdım ve kötü yönde kullanmayacağıma dair söz verdim. O da kabul etti. (Keşke kabul etmeseydi.)
Beni internette eğlendiren ne varsa, mutluluk ve sevinçle oraya girer oldum. Durum öyle hale geldi ki eşim her gün işe gidiyor, ben de internete giriyordum. Hatta onun olduğu vakitlerde… ama bana ne yaptığımı sormuyordu, çünkü bana güveniyordu.
Günler geçti, internet kullanan bir arkadaşım, bana Chat’tan bahsetti: “Chat çok eğlenceli, insanlar bu programda birbirleriyle konuşuyor, saatlerin nasıl geçtiğini anlamıyorsun.” dedi. Chat’a girdim (keşke girmeseydim.) Başlangıçta sadece geçici konuşmalar olarak düşünüyordum. Sonra bir kişi ile tanıştım her gün onunla görüşüyor ve konuşuyorduk. Yüksek ahlakıyla diğerlerinden ayırt edilen bir kişiydi. Daha önce konuştuğum kimselerden onun gibi olanını görmemiştim.

Eşimi, daha önce hiç kimseyi sevmediğim bir sevgiyle sevmeme rağmen, saatlerce Chat önünde oturuyor ve onunla konuşuyordum. Eşim geliyor, beni izliyor ve bilgisayarın önünde geçirdiğim saatlere kızıyordu. Bir kişiyi beğenmiştim ve onunla sadece ‘beğeni’ olarak konuşuyordum. Günlerin geçmesiyle, durum tersine döndü ve beğeni sevgiye dönüştü. Ona eşimden daha çok bağlandım. Eşimin sinirinden kaçıp internette onunla konuşmaya başladım.

Bir keresinde kendimi kaybettim ve eşimle kavga ettim. Eşim internet aboneliğini iptal etti ve bilgisayarı evden çıkardı. Eşime kızdım, çünkü ilk defa bana bu şekilde kızdı, onu cezalandırmak için Chat’ta sohbet ettiğim kişiyle konuşmaya karar verdim. (Önceleri) Bana onunla konuşmam için yalvarmasına rağmen reddediyordum. Bir gece onu aradım ve telefonda onunla konuştum, o andan itibaren eşime olan ihanetim başladı. Eşim her evden çıktığında onu arayıp konuşuyordum. Eğer eşimden boşanırsam, benimle evleneceğini vaat ediyordu ve sürekli onunla buluşmam için yalvarıyordu. Onun isteklerinin arkasından sürüklendim ve onunla buluştum.
Buluşmalarımız, bir kadının eşine ihanet ettiğinde yapabileceği en büyük günaha düşene kadar devam etti. Aramızda ilişki oldu. Chat’ta tanıştığım adamı sevdim ve eşimin beni boşamasına karar verdim. Eşimden beni boşamasını istedim. “Neden?” diye sordu. Aramızda sorunlar çoğalmıştı ve dayanamıyordum. Eşimden hoşlanmamaya başlamıştım. Eşim durumdan şüphelendi ve olayın iç yüzünü araştırdı. Bir keresinde telefonda bir adamla konuştuğumu fark etti. Ona gerçeği söyledim.

Bütün olanların üzerine, eşimin bana karşı iyi olmasına karşın onu istemediğimi, artık onunla yaşamaktan hoşlanmadığımı söyledim. Eşim durumu açığa çıkarıp aileme bildirmedi. Ben seni seviyorum ama seninle devam edemem, Allah senin ve bizim günahlarımızı örtsün. “Ailene, benimle yaşamak istemediğini, birbirimize uygun olmadığımızı fark ettiğini söylersin” dedi. Bununla beraber, eşimin hoşlanmadığı tek şey, internetten kaynaklanan basit problemlerdi. Bana kötü muamelede bulunmadı, hiçbir kusuru yoktu. Sadece “İnterneti evde istemiyorum” dedi.
Kördüm, bütün bunları ancak iş işten geçtikten sonra görebildim. İnternet’te tanıştığım gencin sözleri, eşimle ayrılığıma sebep olmuştu. (Tanıştığım yabancı) Bana: ”Senden başkasından hoşlanmadım. Hayatımda senden daha tatlı biriyle karşılaşmadım. Sen hayatımda gördüğüm en iyi insansın.” diyordu ama işin sonunda, bu hainin gerçek sözleri, beni bir yıldırım gibi çarptı. Dedi ki: “Eğer evlenirsem, tanımadığım yada Chat gibi yanlış olan bir yolla tanıştığım biriyle evlenmem. Özellikle de senin gibi yaşı büyük ve akıllıysa… Eğer ben birini istersem, Chat’ta tanıştığım ve evlenmeyi düşündüğüm biri olsa bile, küçük bir kızla tanışırım onu istediğim gibi yönlendiririm, senin gibi evli ve kocasına ihanet etmiş biriyle değil!!!…”

Size yemin ederim ki bu söylediğim kelimeler tamamen onun söylediği gibi, yalan söylemiyorum. Ne bir kelime arttırdım, ne de bir kelime eksilttim. Şimdi şaşkınım!…
İntihar etme düşüncesindeyim, bu yazı sizlere ulaştığında, intihar etmiş yada Allah beni hidayete erdirip karanlığın yolundan uzaklaştırmış olacak. Bana zulmeden ve bu olayla hayatımı sarsan kişi ve onun gibilere diyorum ki: “Bir gün gelecek siz de kendi nefislerinizde, kışkırtıcı şeylerin insanı nasıl aldattığını göreceksiniz. Bütün duam, Allah’ın bana zulmeden kişinin aynı durumdan (kendisi veya ailesinde) şikayet ettiğini göstermesidir. Allah’a emanet olun.” (www.twbh.com, tercüme; Seda Ş.)

Chat’ırdayan Yuvalarımız!
Evet, mektup burada bitti. Fakat, bu yazının yayınlandığı Türkçe sitede ise bize daha yakın bir olay yer almaktaydı. Bu mektuba yorum yazan bir (Müslüman) bayan okur şöyle diyordu: “… Şu an yazdıklarınızı ağlayarak okudum. Bu bendim sanki. İnanın durumumun o bayandan tek farkı, eşimle boşanma aşamasına gelmemem ama bu yazı tamamen benim hikayem gibi. Rabbim sizden razı olsun, benim uyanışıma, gerçekten sebep oldunuz…” (http://hakyolu.wordpress.com/2007/01/30/chat-evlilikleri-yikiyor/#more-113)
Küçük bir araştırmayla, bu tür olayların hiç de azımsanmayacak rakamlara ulaştığını, binlerce boşanma davasının bu ve benzer sebeplerle açıldığını görüyoruz.

Erkekler Cennet hurisi hükmünde olan eşlerini chatte buldukları şehvet delisi,iffet fukarası, namus yoksunu, iki ayaklı hayvanlarla bir nevi cehennem hurileri hükmünde olan fasık gafil kadınlarla aldatma divaneliğine giriyorlar. Kadınlarda ebedi hayat arkadaşları olan eşlerini fasık, hain, dinsiz, hayvani zevk tutsağı erkeklerle aldatma divaneliğine düşüyorlar.O cennet köşesi olan evlerini cehenneme, cennet çocukları olan yavrularını elim hüzünlere atıyorlar. Kocalarındaki veya karılarındaki güzelim onlarca huyları görmeyip birkaç tane zafiyetten gelen kötü huylarını dikkate alarak değerlendirip alternatif yalancı iltifatçılar, arıyorlar Chat yeri olan randevu evlerinde, dünyanın gayr-ı meşru lezzetlerine uzattıkları ellerine zehirli dikenlerin batırıyorlar, günahlara ve haramlar yaklaşarak…

Gayr-ı meşru eğlence alemlerinin icra edildiği her eylem, her yer, özellikle bir kısım televizyon kanalları, bazı internet siteleri, sigara, alkol, uyuşturucu, zina, şöhret birer modern dipsiz kuyudur, hatta kadınımızı, erkeğimizi, kızımızı, oğlumuzu yutan birer kara deliktir. Ne hazindir ki, kimse de onların bir kuyu veya kara delik olduğunu fark edememektedir. Çünkü onlar makyajlı ve maskelidir. Zehirken bal görünümündedirler. İnsanlar bal yediklerini zannediyorlar. Ama bu bal zehirli baldır. Cehennem hurileri, takdim edilmektedir. Bu modern ve maskeli kuyulara atılan ve onların cezbesine ve cilvesine kapılan insanlar, özellikle gençler manen öldürülmekte, birer canlı cenaze veya hareketli mezar haline getirilmektedirler.

Allah, haram ve meşru olmayan muhabbetlerin içine, azap ve adavet yerleştirmiş ki; insanlar ona yöneldikçe azaba ve adavete maruz kalıp, akılları başlarına gelsin.

“Ey bedbaht ehl-i dalâlet ve gaflet! “Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azab çekmektir.” kaidesi sırrınca, siz, fıtratınızdaki Cenâb-ı Hakk’ın zât ve sıfât ve Esmâsına sarfedilecek muhabbet ve mârifet istidadını ve şükür ve ibâdat cihazatını, nefsinize ve dünyaya gayr-ı meşru bir Sûrette sarfettiğinizden, bil-istihkak cezasını çekiyorsunuz. Çünki Cenâb-ı Hakk’a ait muhabbeti, nefsinize verdiniz. Mahbubunuz olan nefsinizin hadsiz belasını çekiyorsunuz. ”Sözler, 32. Söz

Gayr-i meşru aşklar, Necip Fazıl’in şiirinde “bomboş kuruntu”dur.

Var olan yoklukların ömrünü sürüyorum

Aşklar bomboş kuruntu, hürriyetler esaret

Yalnız, ‘Rakip’ ismiyle Allah’ı görüyorum

Bir yokluk ki, bu dünya, var olandan işaret…

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Veda Hutbesinden Mesajlar

Kainatın Yaratıcısı, insana niçin yaratıldığını ve kendisinden neler beklendiğini, zaman zaman dünyaya gönderdiği peygamberler ile bildirmiştir. Son olarak gönderilen bizim peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) ile onun getirdiği İlahi kitap Kur’an, geldiği devirden başlamak üzere dünyanın sonuna kadar bütün çağlar ve bütün toplulukların her türlü ihtiyaçlarına cevabı insanlığa sunmaktadır.

Son din olan İslam geldiği asırda, yani zaman-ı Saadette mücadelelerin yönünü değiştirmiş, ortaya yeni bir toplum düzeni koymuştur. Cahiliye dönemi diye ifade edilen zulmün en tepe noktasına çıktığı, kabile savaşlarının hakim olduğu, zorba bir düzenin had safhaya ulaştığı, kız çocukların diri diri toprağa gömüldüğü, fuhşiyatın son noktaya ulaştığı, kölelerin insan-dışı varlıklar olarak görüldüğü ve daha bunun gibi ahlaksızlıkların son noktaya ulaştığı bir dönemdir. Miladî 6. asır Arap coğrafyası kültürel bir buhran geçirmekteydi, dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi. İşte böyle bir zamanda Miladî 6. asır Arabistan’ına o dönemde öyle bir nur inmiştir ki, daha emsali görülmemiştir. İslamiyet’in o nurlu yüzü bütün Arap alemini kaplamıştı.

Cahiliye adetlerinin üzerine büyük bir çizgi çekilmiş, onun yerine İslam’ın evrensel adaleti temin eden, barış-kardeşlik temelleri üzerine inşa edilmiş, mücadele yerine yardımlaşma esasına dayalı sistemi ortaya koyulmuştur. Bu sistemi ortaya koyan Resul-i Ekrem (asm) idi.

Resulullah’ın ortaya koyduğu ve bizzat sünnet-i seniyyesi ile pratiğe döktüğü ilahi ilkeler ilk önce Allah’a iman esasına dayalı ve sonra da sosyal hayatta adaletin temini esası üzerine bina edilmiştir. Nitekim Resulullah’ın son hutbesi olan Veda Haccı Hutbesi de ilk yazılı İnsan Hakları Bildirgesi olarak mütalaa edilebilir.

Veda Hutbesi ise hicri 10. yılda Hz. Peygamber’in hac farizasını ifa için Mekke’ye gelip, Veda Haccı sırasında irad ettiği hutbelere verilen isimdir. Bunlardan meşhur olanı Arafat’ta, sayıları kadın erkek 140 bini aşan bir topluluğa irad edilen hutbedir. Hz. Peygamber (s.a.v) bu mahşeri kalabalıkta hutbesine başlamadan önce Cerir b. Abdullah vasıtasıyla sükûneti temin etmiş ve Sahabelerden Rebi’a b. Ümeyye gibi gür sesli münadiler görevlendirerek hutbe cümlelerinin tekrar edilip, uzaklara kadar duyurulmasını temin etmişti. Hz. Peygamber hutbesine Allah’a hamd ve senadan sonra ‘Eyyühe’n-nâs! (Ey İnsanlar) nidasıyla başlamış ve önce Sahabelerin dikkatlerini çekerek, oradan bütün dünyaya hitap etmiştir.

Bu hutbe, İslam’ın temel konularına temas etmesi, Cahiliye adetlerini ortadan kaldırması, eşitlik, hürriyet, kan davaları, fâiz, emanet, özellikle insan hakları, aile hukuku içinde yer alan karı-koca hakları, vasiyet, nesep, zina, borç ve kefalet gibi hukukî meselelere yer vermesi açısından oldukça önem taşır. Hz. Peygamber’in (s.a.v) bu hutbesi, yalnız Müslümanlara okunmuş sıradan bir hutbe olmayıp, bütün insanları kapsayan tarihî bir hutbe ve bir insan hakları evrensel beyannamesidir.

Şimdi bu bağlamda hutbede yer alan evrensel prensipleri maddeler halinde ortaya koyalım:

  1. Paragraf başlarını oluşturan ‘Ey İnsanlar!’ ifadesi hutbenin sadece Müslümanlara değil bütün insanlara hitap eden yönünü, başka bir deyişle hutbenin evrenselliğini ortaya koymaktadır.
  2. ‘Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir. Her türlü tecavüzden korunmuştur.
  3. Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa onu hemen sahibine versin!
  4. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lakin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah’ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin adetin her türlüsü ayağımın altındadır.
  5. Ashabım! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır.
  6. Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların, aile mahremiyetinizi sizin hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, hafifçe dövüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru bir şekilde her türlü giyim ve yiyimlerini temin etmenizdir.
  7. Müslüman Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize olan herhangi bir hakka tecavüz, başkasına helal değildir. Meğer ki, gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun.
  8. Ashabım! Nefsinize (kendinize) zulmetmeyiniz. Kendinizin de üzerinizde hakkı vardır.
  9. Ey İnsanlar! Allah her hak sahibine hakkını vermiştir. Varise vasiyete lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankördür.
  10. Ey İnsanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Ademin çocuklarısınız. Adem ise, topraktandır. Allah yanında en kıymetliniz, takvası çok olanınızdır. Arabın Arap olmayana bir üstünlüğü yoktur, üstünlük ancak takva iledir.

11- Ey Müminler, “Size iki emanet bırakıyorum onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler Allah’ın kitabı Kur-ân-i Kerim ve Peygamberin (a.s.m) sünnetidir.

15 asır öncesinden Resul-i Ekrem’in insan haklarına dair ortaya koyduğu ve veda hutbesinde ifade ettiği elmas değerindeki bu hakikatlere 21. yüzyıl insanı nice savaşlar, zulümler, işkenceler neticesinde tam olmasa da ancak ulaşabilmiştir.

Allah yarattığı mahluklara ‘Adl’ isminin gereğince adaletli bir şekilde hükmetmiş, kullarından da kendi aralarında adaletli olmalarını, birbirinin haklarına riayet etmelerini emretmiştir. Bu nizamın ortaya çıkardığı toplum da Hz. Peygamber’in (s.a.v) bizzat vahyi pratik hayata geçirerek oluşturduğu, insan haklarına riayet eden, tek bir anadan ve babadan olan insanoğlunun eşit olduğunu ortaya koyan, insanı her planda öne alan, dolayısıyla ‘insan merkezli’ bir toplumdur.

Her zaman birleştirici ve bütünleştirici bir toplum profili çizen İslamiyet; ayrılığa düşülmemesini, herkesin sosyal adaletin, barışın, kardeşliğin gerçekleşmesinde yapıcı bir rol üstlenmesini zorunlu kılar; savaşların, zulümlerin yerine, barışa, sevgiye, yardımlaşmaya dayalı bir toplum düzeni ortaya koyar.

Kâinatın efendisinin Veda Haccı’nda, yüz binden fazla insana okuduğu Veda Hutbesi, İslam dininin özü ve özeti niteliğindedir. Efendimiz (s.a.v) insanlığın kıyamete kadar karşılaşabileceği sıkıntıları da çözümlerini de o hutbede özetliyor. İnsanlığın aradığı huzuru yaşatacak medeniyetin şifrelerini de Veda hutbesinde veriyor.

Can, mal, ırz, din emniyeti gibi en temel haklardan, kadın haklarına kadar birçok konuya değinen ve sadece Müslümanlara değil bütün insanlara hitap eden Resul-i Ekrem’in (s.a.v) tavsiyeleri taptaze ve dupduru duruyor.

Asırlar önce İslâm bu prensipleri getirmişken, bugün İslâm dünyası bunlardan habersiz bir şekilde, dünyada insan hakları ihlallerinin en yoğun olduğu yerler haline gelmiştir. Bunun, bizce ana nedeni iman ve inanç zayıflığıdır. Sevgi ve merhamet duygularının fonksiyonunu yitirmesidir.Yöneticilerin adaletle hükmetmemeleridir. İnancın hayatı şekillendirmemesidir, yaşanmamasıdır. İslam’ın yanlış yorumlanmasıdır. Kur’an’dan ve Sünnetten uzaklaşılmasıdır.

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler, belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler”(Hutbe-i Şamiye)

Peygamberimiz (sav) buyurdu ki; “iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş olamazsınız”. Bu hadis-i şeriften hareketle Yunus Emre ”Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü” demiştir. Fertleri birbirlerini seven bir toplum huzur ve güven içindedir ve güçlüdür. Çünkü birlik ve beraberlik içinde, tek yürek ve tek vücuttur, dolayısıyla dışarıdan gelecek tehlikeleri bertaraf etmede de sevgi ve birliğin güçlü olduğu oranda başarılı olur.

Ne zaman ki, insanlar ve toplumlar Veda Hutbesini özümser, ne zulmeder ve ne de kendine zulmettirir, insana sadece insan olması nedeniyle saygı, sevgi duyulursa o zaman savaşların, zulümlerin, krizlerin yerini barış, huzur, kardeşlik, sevgi ve yardımlaşma alır.

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Boyacı ve Boyananlar…

İç mimarlık, bir mimari ortamın içinde, kullanıcılara fonksiyonel, yapısal ve estetik ölçütlere, renk uyumuna göre en uygun tasarımı sunmak için çözümler üreten meslek dalıdır. İç mimarın bir bina içinde yer alan mekânların hacim ve yüzeylerini değerlendiren bir boyutta konuya yaklaşmasının yanı sıra, yapı sistemleri, fiziksel çevre kontrolü, aydınlatma, ergonomi, ısıtma, boyama gibi mekân konforu ve estetiği konularında da bilgili olması gerekmektedir. İç mimar, mimari mekanın yapısal ve estetik ölçütlere göre en uygun tasarımı sunmak için, mekanın iç yapısında değişiklik yapılırken kullanılan boyaların renk uyumuna dikkat etmelidir. Bütün tasarımlar, dizaynlar, değişiklikler güzel olabilir. Eşyaların renklerine, kullanılan boyaların renk uyumuna dikkat edilmezse, güzellikler görünmez. Mekanı ve eşyaları güzel gösteren kullanılan boyaların renklerinin uyumlu olmasıdır. Bir televizyon kanalın da “Evim Şahane” programında çok kötü evlerin iç ortamlarının, odalarının yeniden tasarımı, dizaynı ve bilhassa eşyaların renklerinin, kullanılan boyaların uyumlu olması sonucunda yenilenerek çok güzel olduğu, ev sahiplerinin evlerini tanıyamadıklarını hayret ifadelerinden anlıyoruz.

Bahar ve yaz ayları evlerde tamiratların, iç mekânın yeniden düzenlendiği, tasarımların değiştirildiği, boyama işlerinin yapıldığı zaman dilimleridir.Bu zamanlarda, yazılı, sözlü ve görsel medyada boya reklamlarının arttığını görürsünüz.Reklamlarda “Kendime yeni bir renk lazım”,”Hayattan rengi alın geriye ne kalır ki”,”Renklendir hayatı”, “Gülen boya”, “en güzel boya”, diyor.Hayatımızı ve dünyamızı renkler şenlendiriyor, güzelleştiriyor. Evimizi boyamak istersek, boyacılığı meslek edinen kimseye, yani boyacıya veya iç mimara ihtiyacımız olacaktır. Boyacı, evimizi yapısına ve çevresine uygun olarak boyamak için fırçasını ile evimizi boyayacaktır. Evimizin her tarafı aynı renkle boyanmasa da, yine de duvarlara, tavanlara, kapılara hakim olan bir renk vardır. Evimizin taşınabilir eşyalarının bir kısmı boyahanede boyanmıştır. Sabit yerler için lazım olan boyalar da boyahaneden gelmiştir.Boyacı, fırçasını sallarken hangi malzemede hangi fırçayı ve hangi hızla kullanacağını gayet iyi bilmektedir. Çünkü iç mimarın yanında veya boyahanede ustasının dizinde yetişmiş olan boyacı, eşyaya renk vermek ve onların güzelliklerini ortaya çıkarmak için çabalarken, kendi kalbinin ve ruhunun güzelliklerini yansıtmaktadır.

Gerçek evimiz olan kalbimizi güzelleştirmek, Allah’ın boyası ile boyanmakla mümkündür. Allah’ın boyası ile kalp evlerini boyayanlar renklerden haberdardırlar. Yüce Kitabımız Kur’an -ı Kerim’de buyrulduğu üzere; “Allah’ın boyası ile boyan. Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir? Biz ancak O’na kulluk ederiz.” (Bakara, 138). Biz Müslümanlar, Allah’ın verdiği rengiyle boyandık. Allah’tan daha güzel rengi kim verebilir? Kupkuru ağaç, vakti gelince birden bembeyaz çiçeklerle süsleniyor. Bir müddet sonra yemyeşil yapraklarla ve neticesi, semeresi yani meyvesi de icabında kıpkırmızı, sapsarı rengiyle karşımızda duruyor ve o acaib renk cümbüşünün sahibini, boyacısını ilan ediyor. “Sıbgatullah” diyor. ”O boyalar Allah’ın boyaları” diyor.

“En güzel isimler Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin ve O’nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın.” (Âraf-180) Allah’ın güzel isimlerinden biri olan, El – Mütekebbir: En büyük ve en yüce olan, büyüklüğünü, ululuğunu her an ve her yerde gösteren manasına gelmektedir.

Bir boyacı bir papağanı kaç günde boyayabilir? Öyle bir boya ki, renkler birbiriyle uyumlu olup, ne solmalı, ne de dökülmeli. Evet bir boyacı değil, dünyanın bütün boyacıları bir araya gelse suyun içinde yüzen bir balığa o çıkmaz boyayı vuramaz. Nerede kaldı ki bulunduğu ortama göre yedi-sekiz farklı renge bürünen ahtapotu boyayabilsinler. Halbuki Allah her mahluku, bitkileri, ağaçları, çiçekleri, hayvanları, kuşları en güzel renklerle boyamakla, boyama fiilindeki büyüklük ile Mütekebbir ismini göstermektedir. (http://www.herseyonuanlatiyor.com/el-m%C3%BCtekebbir)

Baharın gelmesiyle ağaçlar baştan ayağa değişik renklere boyanırlar. Beyaz, pembe, yeşil ve eflatun rengi gelinliğini giyer ve aylarca sürecek bayramda resmi geçit yaparlar.Kırmızı, yeşil, sarı, siyah, beyaz renk renk meyveler olgunlaşmaya başlar, Her bir ağaç, latif elleri olan dallarıyla çeşit çeşit, en tatlı, en sanatlı meyveleri bizlere takdim ederler Parklarda, bahçelerde, tarlalarda renk renk laleler, çiçekler, güller, menekşeler, kıpkırmızı gelincikler, papatyalar ve meyveler boyanmıştır. Acaba onların boyalarını kim sürdü? Her birisine çeşit çeşit renkli fırça çekilmiş. Kimdir bunların boyacısı? Salondaki boyanın ustası olduğu gibi, meyvelerin, güllerin, lalelerin, renk renk çiçeklerin, menekşelerin, hayvanların, kuşların bir boyacısı bir ustası olması gerekmez mi?

“Arz ve sema, güzellik müsabakasına girmek için lazım gelen ziynetlerini takınıp hazırladıkları zaman, arz, kış mevsiminde kardan mamul beyaz elbiselerini giyer, oturur. Bahar mevsimi gelince o beyaz elbiseyi üzerinden çıkarır, zümrüt gibi yeşil halılarını sahralarına serer. Yem yeşil gömleklerini dağlarına giydirir. O dağların şahikalarının başlarına beyaz sarıklarını sarar. Ve bu güzel inkılap ve manzaralarıyla kudret-i İlahiyenin mucizelerini hikmet-i İlahiyenin nazarına  sema dahi azamet-i İlahiyeyi izhar etmek için koca koca dağları, tepeleri, dereleri ve pek çok garip ve acip şeylerin şekillerini ve sanki beyaz, siyah, kırmızı boyalarla boyanmış pamuk yığınlarını andıran bulut kafilelerini ileri sürer, nazar-ı hikmete takdim eder. ”(İşaratü’l – İ’caz)

İbn Abbas’tan gelen bir hadis-i şerife göre, İsrailoğulları Hz. Musa’ya: “Ey Musa! Senin Rabbin boya yapar mı?” dediler. O da, “Allah’tan korkun!” dedi. Bunun üzerine Allah Hz. Musa’ya şöyle seslendi: “Ey Musa! Onlar, Rabbin boya yapar mı diye sordular. De ki, evet ben boyaların en güzelini boyarım. Kırmızıyı, akı, karayı… Renklerin tümü benim boyamamdır.” ( İbn Kesir, II/579). Bir başka ayette insanlar şu şekilde uyarılır: “Yeryüzünde yarattığı çeşitli renklerdeki hayvanları, bitkileri de sizin hizmetinize verdi. Şüphesiz bunda öğüt alan bir toplum için ibret vardır.” ( Nahl Suresi, 13)

İnsan, dünya ve ahret saadeti için Kur’an ve sünnet yolundan gidip, Allah’ın rengine boyanmalıdır. Allah’ın boyası O’nun dinidir. İslâm fıtratı ve iman hakikatleridir. Yani, “biz rengimizi Allah’tan alırız” demektir.

Kur’an-ı Kerim’de “Allah’ın boyası” ifadesi geçer. En güzel boyanın “Allah’ın boyası” olduğu ifade edilir. (Bakara, 138) Ayetin işari bir manası insanlık âleminde kendini göstermektedir. İnsanlar esas azalarda bir olmakla beraber, ses, sima, renk gibi durumlarda farklı farklıdırlar. Kur’an şöyle bildirir: “Göklerin ve yerin yaratılışı, dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz ki bunda bilenler için nice ibretler vardır.” (Rum Suresi, 22)

“Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, En çok takva sahibi onanınızdır. O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilendir, her şeyden hakkıyla haberdar olandır.” (Hucurat Suresi, 13)

Kur’an’ın insanın kendini geliştirme ve huzura sahip olunmasını istediği özellikler, ahlakilik ve faziletlilik, Allah’ın boyası olarak sunuluyor. Kur’an’a göre kim her türlü maddi ve manevi kirden kendini arındırır, tüm benliğini temizler, takva elbisesi giyinirse o, Allah’ın boyasıyla boyanmış olur. Araf Suresi’nin 26. ayetinde, takva elbisesinin en güzel elbise olduğu vurgulanır. Bedene giyilen elbise insanı soğuktan ve sıcaktan, olumsuz dış etkilerden koruduğu ve onu süslediği gibi takva elbisesi de kötü duygu ve düşüncelerden, kötü davranışlara yönelmekten korur, ahlaki olgunluğa ulaştırır. “ Ey Âdemoğulları! Sizlere ayıp yerlerinizi gizleyip örtecek elbise ve süslenecek şeyler (elbise) ve takva elbisesini indirdik. Bu daha hayırlıdır. İşte bu Allah’ın ayetlerindendir. Böylece onlar tezekkür ederler. ”(Araf Suresi, 26.)

İnsana kıymet kazandıran mensup olduğu ırk değil, sahip olduğu faziletlerdir, takva sahibi olmasıdır. Irklar, insanlık kilimindeki farklı renkteki boyalar ve desenlerdir. Yüce Allah, sanatında daima renkliliği esas almıştır. Mesela, renkler yedidir, sesleri gösteren notalar yedidir, tatlar farklı farklıdır? İnsanlık âleminde farklı ırkların olması da ilahi kader programından gelen bir güzelliktir. Kilimdeki farklı motif ve desenler o kilime farklı bir güzellik katar. Gök kuşağı tek renk olsaydı, şimdiki kadar güzel olmazdı. Farklı ırklar ve milletler de dünyamıza farklı güzellikler kazandırmıştır. Ülkemizde farklı ırkların varlığı, muazzam bir kültür zenginliğini netice vermiştir. Ülkemizin doğusunda batısında, kuzeyinde güneyinde farklı yemekler, farklı müzikler, farklı mimari durumlar bizleri “büyük millet” yapmaktadır.

Yunus Emre, Kur’an’dan aldığı dersle ‘Yaratılanı severiz, Yaratan’dan ötürü’ der. Ama herkes Yunus Emre kadar olgun olmayabilir. Şöyle bir olay anlatılır:
Bir grup insan hac vazifesini eda ederken, beyaz ırka mensup bir Müslüman, zenci birini görünce biraz yüzünü ekşitir. Zenci, yanındaki arkadaşına yönelir ve şöyle der:
‘Bana yüzünü ekşiterek bakan şu Müslüman kardeşime sor bakalım, boyayı mı beğenmemiş, yoksa boyacıyı mı’?

Boyacı , bitkileri, hayvanları, insanları yaratırken en güzel ve en uygun renklerle boyayarak yaratmıştır. Bir karpuzun dışı ambalajı yeşile içi yenecek kısmı kırmızıya boyanmıştır. Bundan daha güzeli düşünülemez. İnsanın dış boyası ne renk olursa olsun, en güzel boya Allah’ın boyası ile boyalanmak takva elbisesini giymektir. Üstünlük takva elbisesini giymektir.

Hep hikmetli konuşan Lokman Hekim’in derisi siyah, dudakları da kalınmış. Değerli sözlerini duyarak hayranı olan biri bir gün bakmış ki hayalinde büyüttüğü Lokman, siyah yüzlü, kalın dudaklı biri. Şaşkınlıkla yüzüne bakarken Lokman Hekim, adamın içinden geçenleri sezmiş olacak ki, şöyle çıkışmış:

– Birader, neden öyle şaşkın bakıyorsun? Boyayı mı beğenemedin, yoksa boyacıyı mı?

Sonra da ilave etmiş.

– Bak, demiş, benim ne yüzümün siyahlığında, ne de dudaklarımın kalınlığında bir tesirim vardır. Onları Yaratan öyle yaratmış, öylesine uygun görmüş. Benim tercihim değil…

Evet, insanların yüz güzelliği, yahut da çirkinliğiyle kendilerine bir pay çıkarmaları son derece yanlıştır. Ne güzellikte bir etkisi vardır, ne de çirkinlikte. Her ikisini de yaratan ve layık gören Allah’tır. İnsan kendi iradesiyle kazandığından sorumludur. Kendi iradesiyle yaptığının hesabını verecektir.İnsan kendine verileni üstünlük olarak göremez, kendi iradesiyle yaptığı güzel, iyi işler değerini yükseltir.

Güzelliğine güvenme bir sivilce yeter, malına güvenme bir kıvılcım yeter. Rabbine güven “O” her şeye yeter. Mevlana

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Baharın Zamanı Geldi…

Her mevsim, yeni bir dönemin, yeniliklerin, inkılapların başlangıcı ve sonudur. Kışın şiddetli soğuğu, fırtınası, karı, yağmuru altında, bahar ve yaz mevsiminin bitki ve çiçeklerinin tebessümü saklıdır. Karakış, Aralık, Ocak, Şubat yerini: Mart, Nisan, Mayıs tatlı ve ılık bir bahara bırakıyor… Dünya değişiyor, alem başkalaşıyor, kainat bayrama hazırlanıyor. Kardelen çiçekleri beyaz yorganlarının altından başlarını çıkarmış, etrafa sıcak gülücükler dağıtıyorlar. Baharın gelmesiyle, rengârenk güller, nazenin çiçekler, ağaçlar, otlar, bin bir türlü böcekler geliyor, kainat şenleniyor. Baharın zamanı geldi. Yeryüzü rengârenk elbiselerini giyiyorlar.

Her sene kış mevsiminin gelişiyle yeryüzü ölüyor, baharın gelişiyle tekrar diriltiliyor. Bu her sene gözümüz önünde cereyan ediyor. Bahar, yeryüzünün dirilme mevsimidir. O mevsimin gelmesi için yerkürenin aylarca güneş etrafında dönmesi gerekiyor. Yeryüzünü dirilten bir rahmet ve kudret, onda serilmiş olan bitkilerde de kendini gösteriyor. Yeryüzü her bahar yeniden dirilir; baharlar hiç ara vermeden yeryüzünü bir baştan bir başa dolaşır; fakat bütün bu olup bitenlerden kimsenin kulağına bir çıtırtı bile ulaşmaz. Ağaçlar, çiçekler, sarmaşıklar, otlar… Sonbahar, kış, ilkbahar, yaz mevsimlerinde derin hayat dersleri alırız bu sessiz ve yeşil dostlarımızdan…

Baharın zamanı geldi. Bahar bir davetiyedir. Devamlı bir üst modeli çıkan telefonun kamerasına, özelliklerine  hayret eden insan, Yaratıcının sana hediye ettiği ve dünya kadar servetin olsa bu serveti vererek alamayacağın gözlerinle  baharı temaşaya davet ediliyorsun. Gözlerini son model telefonlara bakmaktan kaldır. İbretle bahar sayfalarını seyret. Bak, ölümünden sonra bitkiler, ağaçlar nasıl diriliyor. Tefekkür et. Bahar mevsimi tefekkür zamanıdır.

Sarı bir çiçekte bir bahar kadar güzellik görüp bir cennet kadar mana okuyan Bediüzzaman’nın tefekkürüne kulak verelim: “Bir bahar mevsiminde, garibâne, mütefekkirâne, seyahate gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken parlak bir sarı çiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sâir memleketlerde gördüğüm o cins sarı çiçekleri derhatır ettirdi. Şöyle bir mana kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler onun mühürleridir, sikkeleridir. Şu mühür tahayyülünden sonra, şöyle bir tasavvur geldi ki: Nasıl bir mühür ile mühürlenmiş bir mektub, o mühür, o mektubun sahibini gösterir; öyle de, şu çiçek, bir mühr-ü Rahmânîdir. Şu enva-ı nakışlarla ve manidar nebatat satırlarıyla yazılan şu tepecik dahi bu çiçek Sâniinin mektubudur. Hem, şu tepecik dahi bir mühürdür. Şu sahra ve ova bir mektub-u Rahmânî hey’âtını aldı. İşbu tasavvurdan şöyle bir hakikat zihne geldi ki: Her bir şey, bir mühr-ü Rabbânî hükmünde, bütün eşyayı kendi Hàlıkına isnad eder, kendi kâtibinin mektubu olduğunu ispat eder.” (Sözler)

Bedîüzzaman, yeşil ve sesiz dostlarıyla iç içe yaşamış ve kırlarda gezmiştir. Dağlara ve ağaçlara karşı ihtimam, sevgi göstermiştir. Barla’da kaldığı evinin önündeki Ulu Çınar bunların başında gelir. Bu çınara , “çınar kardeşim” diye hitap etmiştir. Bu menzilleri, Yıldız Sarayına değişmediğini ifade etmiştir. Bediüzzaman, yeryüzünde yazılan, bahar sayfasında teşhir edilen rahmet ve hikmetin mucizeli eserlerini, ağaçlar ve bitkilerdeki, hayvanlardaki, insanın cephesindeki, denizlerdeki, gökyüzündeki, İlâhî sanatın harikalarını, simalarında parıldayan tevhid mühürlerini bakarak okurdu. Bediüzzaman’ın binlerce sayfalık Risale-i Nur Külliyatı tevhid delillerinin tercümesinden başka bir şey değildir.

Bak, Güz mevsiminde dökülen yapraklar bahar mevsiminde yeniden yaratılıyorlar. Yine bir önceki yılın çiçekleri ve meyveleri de, ağaçtan kopup gittikleri halde yerlerine yeni çiçekler açıyor ve başka meyveler boy gösteriyorlar. İşte bir bahar mevsiminde haşrin ve dirilmenin böyle sayısız denecek kadar çok örneklerini yeryüzünde sergileyen bir kudret, kâinatın meyvesi olan insanları da ölümlerinden sonra diriltecektir.

“Ve bahar mevsiminde, haşr-i a’zamın yüzbin misali ve nümune ve delilleri hükmünde olarak o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir kısım hayvancıklar, aynen ihya ve diriliyorlar. Ve bir kısmının dahi, kendi yerlerinde emsalleri ve aynen onlara benzeyenleri icat ve ihya olunuyor. Ve geçen baharın mevcudatı, işledikleri amellerin ve vazifelerin sahifelerini ilânat gibi neşredip, “Amel defterleri açıldığında,” Tekvir Sûresi, 81:10. âyetinin bir misalini gösteriyorlar.” (Asa-yı Musa)

Baharın gelmesiyle ağaçlar baştan ayağa beyaz, pembe, yeşil ve eflatun rengi gelinliğini giyer ve aylarca sürecek bayramda resmi geçit yaparlar. Meyveler olgunlaşmaya başlar, Her bir ağaç, latif elleri olan dallarıyla çeşit çeşit, en tatlı, en sanatlı meyveleri bizler takdim ederler İhtiyaçlarımız bahar vagonuyla bize takdim edilir.. Kışın iskelet halindeki odun parçalarından nasıl oldu da yapraklar yeşerdi, çiçekler açtı, meyveler ortaya çıktı ve bitkiler alemi yeniden dirilmeye başladı?

“Her bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan yüz bin nevi et’ime (yenecek şeyler) ve levazımat, kemâl-i intizamla yüklenip zihayata gönderiliyor. Ve bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin şefkatli sinelerinde asılan şekerli süt tulumbacıklarını göndermek, o kadar şefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki, bilbedahe bir Rahmân-ı Rahîmin gayet müşfikane ve mürebbiyâne bir cilve-i rahmeti ve ihsanı olduğunu ispat eder. (Şualar, Ayet-ül Kübra) “

Her bir çiçek çeşidi, her bir ağaç bir kelimedir. Çiçeklerin üzerinde yeşerdiği tepeler, ovalar satırlardır. Su, toprak ve diğer unsurlar kelimelerin, üzerine yazıldığı sayfalardır. Bu kainat bir kitaptır. Okunması için bir Katip tarafından yazılmıştır. Dinin ilk emri de oku değil midir? Ancak biz bu okumayı yalnız matbu kitap okumakla sınırlı sanmışız.

Yeryüzü, kainat kitabının bir tek sayfası, bahar mevsimi ise bir formasıdır. Her ilkbaharda üç yüz bin ayrı ayrı kitaplar halinde bitkiler ve hayvanlar birbiri içinde hatasız, yanlışsız, karıştırmadan, şaşırmadan mükemmel ve muntazam bir tarzda yazılır. Bazen ağaç gibi bir kelimede bir kaside, çekirdek gibi bir noktada kitabın tam fihristesini yazan bir kalem olduğunu gözümüzle görürüz. İşte bu kainat kitabı çok anlamlı ve her kelimesi hikmetli büyük bir kitap olarak yazılmıştır. Kainat kitabının yazarı, ağaçların programlarını çekirdeklerinde ve insanların geçmişini hafızalarında yanlış yapmadan yazmıştır. O’nun ilmi sonsuz olup her yazılmış varlığa çok hikmetler koymuştur.

“Mabud-u Bilhak, uluhiyetini ve mabudiyetini göstermek için, kainatı bir kitap ve bir mescid mahiyetinde yaratmıştır. Öyle harika bir kitaptır ki, her sayfasında binlerce kitap yazılmış, her satırında binlerce sayfalar gizli. Yeryüzü bir sayfadır; içinde bitkiler ve hayvanların nevleri sayısınca kitaplar yazılmıştır. Hatta, noktaları hükmünde olan tohumlarda ve çekirdeklerde ağaçlar sayısınca kitaplar ince kalemlerle yazılmıştır.(Şualar) ”

Baharın gelmesiyle toprağın bağrından sadece bitki ve ağaçlar çıkmaz. Hayat ve ruh taşıyan milyonlarca tür böcekler, karıncalar ve kurtçuklar dünyaya teker teker teşrif ederler. Cansız, ruhsuz o kupkuru toprak hiçbir becerisi, kabiliyeti olmadığı halde hayat fışkırır. Sihirli bir aynadır toprak. Ölümün rengi ona vurulduğunda, hayatın canlı renklerine dönüşür. Kışların ölü sessizliği, ilkbaharın neşesine döner. Cansız renksiz zerreler, canlı, renkli, çiçeklere, meyvelere dönüşür toprak aynasında… Hiçbir şey bu sihirli yansımadan kendini alıkoyamaz. Her şey eninde sonunda toprağa girer ve yine her şey topraktan gelir.

Ölü, şuursuz kara topraktan nimetler fışkırıyor. Bağlar bahçeler yeşeriyor. Dağlara ovalara rengarenk desenli halılar seriliyor. Kupkuru bir daldan en şık ambalajlarda, tatlı meyveler süzülüyor. Bahar sayfalarında otlar, ağaçlar, güller, papatyalar, menekşeler, laleler patlıyor. İstanbul’un her yerinde laleler resmi geçit yapıyorlar. Bu resmi geçit, Emirgan parkında zirveye ulaşıyor. 10. İstanbul Lale Festivali, 11 Nisan 2015 Emirgan Korusu Etkinlikleri ile başladı, 3 Mayısa kadar sürecek. 2005 yılında “Lale Evine Dönüyor” anlayışıyla başlatılan etkinliğin 10. yılında İstanbul’un her köşesinde açan laleler baharın müjdecisi olarak şehrin birçok noktasında rengarenk açarak, Peygamberimiz (sav)’in müjdesine nail olan İstanbul’un güzelliğine güzellik katıyorlar. Sultanahmet Meydanı, farklı bir etkinliğe ev sahipliği yapıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin on yıldır lale festivaliyle taçlandırdığı İstanbul, 545 bin canlı lalenin oluşturduğu 1262 metrekarelik halıyla bir dünya rekoruna ev sahipliği yapıyor. Dünyada ilk defa bu kadar çok canlı su içindeki lalelerle dokunan halı, şehrin tarihi meydanında muhteşem bir motif oluşturdu. Dünyanın en büyük canlı lale halısı olma özelliğini taşıyan motif benzerlerinden farklı olarak 10 gün boyunca görselliğini koruyacak. Kainat kitabının bahar sayfası Yüce Sanatkârın en güzel tablolarıyla süsleniyorlar. İstanbul’da ve baharın yaşandığı her yerde, kendi dilleriyle bizlere sesleniyorlar : “Bize bakın”  “Bizi seyredin”  “Yaratıcımızın ne kadar yüce bir  Sanatkâr olduğunu anlayın”  “Ona itaat edin”  diyorlar.

Senelik haşir meydanı olan bahar mevsimi Cenab-ı Allah’ın Hafiz isminin azami tecellilerine mazhardır. Yer altında defnedilen tohumlar İsrafil’in (a.s.) sûr üflemesini hatırlatan gök gürültüleri ile uykularından uyandırılmaktadırlar. Birbirine benzeyen ve karma karışık bir vaziyette toprak altında bulunan tohumların süratle, hatasız olarak ve kolay bir tarzda canlanmaları fevkalade bir muhafazanın varlığını göstermektedir. Demek ki; “Her bir tohum, ism-i Hafiz’in cilvesiyle ve ihsanıyla, ona pederinin ve aslının malından verdiği irsiyeti, iltibassız, noksansız muhafaza edip gösteriyor.” (Lemalar)

Havanın, suyun, toprağın gerisinde gizli bir el, bir kalem-i kudret işlemektedir. Evimizdeki saksıda ve dünyanın her yerinde yetişen çiçekleri, bitkileri, ağaçları, atlas ve kadife gibi kumaşlar benzeri yaprakları toprağa hamletmek ya da toprakta gizli bir fabrikanın ürünleri olduğunu düşünmek akıl ve mantık denen özelliklerle ne derece bağdaşır? Gerek hayvanların ve bitkilerin tohumlarını, gerekse yumur­taları meydana getiren temel maddeler aynıdır. Hepsinde, oksi­jen, hidrojen, karbon ve azot karışımı vardır. Hava, su, ısı ve ışık da, basit, şuursuz, sel gibi akan, kimse ile tanışıp konuşmayan maddelerdir. Eğer, çiçekler için saksılık vazifesini yerine getiren bir kase toprak Kadir-i Ezelîye verilmezse, o çiçeklerin yetişmesi için o toprağın içerisinde dünyadaki bütün matbaalar ve fabri­kalar adedince tezgahlar bulunması gerekir.

“Toprağın, suyun, havanın her bir cüz’ünde nebatat adedince mânevî gizli matbaalar lâzımdır ki, mahiyetleri ve cihazları mütehalif sayısız meyve ve çiçeklerin teşkilâtını yapabilsinler. Veyahut o nebatatı o kadar zînet ve intizamlarıyla beraber yeşillendirmek için, o üç unsurun her bir cüz’ünde bütün ağaçların, meyvelerin ve çiçeklerin hâssalarını, cihazlarını ve mîzanlarını bilip yapabilecek bir kudret, bir ilim lâzımdır. Çünkü bu üç unsurun her bir cüz’ü, her bir nebatın teşkiline medar ve menşe olabilir. Evet bir saksıdaki toprak, cihazları ve şekilleri ve sair sıfatları muhalif olan herhangi bir nebatın tohumunu yeşillendirmeye kabiliyeti vardır. Binaenaleyh ikinci yola zehab edenlerce o küçük saksı içerisinde sayısız gizli makine ve fabrikaların vücudu lâzım gelir ki, hurafeciler dahi bundan utanıyorlar. ”  (Mesnev-i Nuriye, Dördüncü Lem’a)

Her sene kış mevsiminin gelişiyle yeryüzü ölüyor, baharın gelişiyle tekrar diriltiliyor. Kışın ölmüş olan yeryüzünü dirilten elbette Allah’tır. Başka hiçbir şey veya tesadüf bunu yapamaz. Baharın yeryüzünü diriltmeye gücü yeten Allah, elbette haşrin baharında insanları, kıyametle ölmüş olan kainatı da diriltir.

Bediüzzaman’nın Haşir Risalesini yazmasına sebep olan ayetlerden birisinde Allah, dünyada öldükten sonra diriltilmenin değişik boyutlarına dikkat çekiyor ve öldükten sonra diriltilmeyi insan aklına yaklaştırmaya çalışıyor: “Şimdi Allah’ın şu rahmet eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl hayata kavuşturuyor (diriltiyor). Şüphe yok ki, O, ölüleri elbette ihya edicidir (diriltecektir). Ve O, her şeye (her şey üzerine ziyadesiyle) kadirdir.” (Rum Sûresi, 30/50) Bakara suresinde ise bu ayetin biraz daha açıldığını ve somutlaştırıldığını görüyoruz. Burada Allah’ın gökten indirdiği bir su ile, ölmüş olan toprağı diriltmesinde düşünen bir topluluk için pek çok hikmetler olduğuna dikkat çekiliyor. “Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yarar sağlayarak denizde akıp giden o gemilerde, O’nun (Allah’ın) gökten su indirip böylece onunla, ölümünden sonra yeryüzünü diriltmesinde, orada bütün hayvanlardan yaymasında, rüzgârların (değişik yönlerden) esmesinde ve yerle gök arasında musahhar (emre amade) kılınmış bulutlarda, akıl eden kavim için mutlaka âyetler (deliller) vardır. ” (Bakara: 2/164.)

Gözümüzle görüyoruz, Cenab-ı Allah cansız elementler halinde iken hayat verip dirilttiği, bütün bitkileri ve bazı hayvanları kış mevsiminde öldürüp baharda toprağın altında tohumlar çürürken tekrar dirilttiği gibi insanı da öldükten sonra tekrar diriltecektir. Bediüzzaman, bu gerçeğe bir de şu şekilde işaret ediyor: “Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulunmasını kıyas edemeyip, istib’ad ediyorsunuz. (akıldan uzak görüyorsunuz.) Hem semavat ve arzı halk eden, semavat ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve mematından aciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terk etmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhude yapar mı, zannedersiniz?” (Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 10. Söz)

Bu ifadelerde kainat bir ağaca, insan ise meyvesine benzetiliyor. Ağaca önem veren bir zat, onun meyvesini daha çok önemseyecektir. O meyveyi de öldükten sonra, yani toprağa düşüp maddi varlığı çürüdükten sonra tekrar diriltecektir. Çünkü, gözümüzle görüyoruz bütün dirilmeler, çürüdükten sonra oluyor. Her bahar mevsimi haşr-i cismaninin binlerce delillerini biz şuur sahibi insanlara okutuyor.

İnsan halifeyi zemindir. Kainat insan için yaratılmıştır, her şey ona hizmet ediyor, her şey onun emrindedir.İnsan için bu kadar masraf yapılmış. Bu demektir ki insan öldüğün zaman yok olmayacaktır. Geçici olarak toprak altında bekletilecek sonra tekrar diriltilecektir. Tıpkı bir tohum gibi… En basit hayat tabakasından olan bir bitki bile yok olmak, unutulmak ve çürüyüp kaybolmak için bu alemde var değildir. Ölümle maddi yapısını kaybediyor olsa bile, hafızalarda ve tohumlarda daimi bir vücudu kazanmaktadır. Çekirdek, tohum toprak altında iyice çürüdükten sonra filiz verir. İnsan o tohumdan daha ehven daha kalitesiz değildir.

Hafta sonları kırlara, tarlalara, dağlara çıkalım, şehirlerde parkları gezelim. Kainat kitabının bahar sayfasını okuyalım. Sayfayı okurken baktıklarımızı görelim…“Şimdi Allah’ın şu rahmet eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl hayata kavuşturuyor (diriltiyor). Şüphe yok ki, O, ölüleri elbette ihya edicidir (diriltecektir). Ve O, her şeye (her şey üzerine ziyadesiyle) kadirdir.” (Rum Sûresi, 30/50) Kainatın Efendisi, Efendimiz (s.a.v)’in şu hadisini de hatırlayalım: “Baharı gördüğünüz vakit, insanların kabirlerinden çıkıp mahşere geleceğini hatırlayın.”


Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org