Etiket arşivi: Mehmet Abidin Kartal

Medine Vesikasından Dersler

Kendi yaptığının esiri olan insanlık, kendini hapsettiği karanlık zindanlardan çıkış yolları arıyor. Bu yüzden de özlediği aydınlığı, peşinde koştuğu idealleri ‘nerede’ ve ‘nasıl’ araması gerektiğini yeniden düşünmesi gerekiyor. İşte bu sebeple 14-20 Nisan 2015 Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle “Hz. Peygamber (s.a.v) ve birlikte yaşama ahlakı” temasının hem ülkemiz insanının hem de bütün insanlığın gündemine taşınması son derece önem arz etmektedir.

 

“Birlikte yaşama ahlakı” farklı inanç, kültür, gelenek, ırk ve zihin haritalarına sahip fertlerden oluşan toplumların barış ve huzur içinde yaşamasını sağlayan Kur’ânî bir yaklaşımdır. Farklılıkların bir üstünlük vesilesi olarak görülmesini kesin bir dille reddeden Kur’ânî yaklaşım hürmet, paylaşma, dayanışma, hamiyet ve takva gibi imanî ve ahlâkî ilkeleri ön plana çıkararak toplumsal yapıyı ve barışı güçlendirir. Medine vesikası ile birlikte yaşama ahlakı hayata geçirilmiş, uygulama zemini bulmuştur. İslam ahlak ve akaidini hayata geçirmekte zorlanan ve son bir kaç yüzyıldır çeşitli problemlerle iç içe yaşayan İslam toplumlarının bu Kur’ânî yapıyı tekrar nasıl inşa edecekleri cevaplanması gereken bir sorudur.

Peygamberimiz (sav) “Ferid-i kevnü zaman”dır. Yani bütün zaman ve mekânların en büyük şahsiyetidir. Onun büyüklüğünü değişik yönlerden tahlil edip ortaya koymak mümkündür. Kainatın Efendisi, Resul-ü Ekrem Efendimiz (s.a.v), bütün alemlere rahmet olarak gönderilmiştir. O rahmet elçisi ki Medine’ye hicretle önce ensar ve muhacir arasında benzeri görülmemiş bir kardeşlik bağı tesis etmiş, ardından yeryüzünün ilk toplumsal sözleşmesi olan ‘Medine Vesikası’nı düzenlemiştir. Bu sözleşme ile farklı din ve kültüre mensup insanların aynı toplum yapısında huzur ve güven içinde bir arada yaşamalarını temin edecek hukuki zemini oluşturmuş ve bunun mümkün olabileceğini bütün dünyaya göstermiştir

Medine vesikasının tatbikatında kardeşliğin zirvesi yaşanıyordu… İslâm’ın, insan onurunu merkeze alarak tesis ettiği insan anlayışının esaslarını Hz. Peygamberin (sav) çağlar üstü örnek hayatında, sünnet-i seniyyesinde, söz ve davranışlarında, Medine vesikasının uygulanmasında görmek mümkündür. Medine vesikası ilk İslam Devletinin Anayasa’sı olduğu kadar yeryüzünde de ilk yazılı Anayasadır. Ülkemizde Yeni Anayasa için, mutlaka ‘Medine Vesikasını’ incelemelerini öneririz.

Müslümanlar, Mekke’deki sıkıntı ve işkencelerle dolu hayattan kurtulmak için, Medine’ye birer ikişer göç etmeye başladılar. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v) Medine’ye Hz. Ebubekir’le beraber hicret ettiklerinde 53 yaşında idi. Daha önce adı Yesrib olarak anılan bu şehir “Peygamber Şehri” anlamında “Medinetü’n Nebi” adını almış ve daha sonra Medîne-i Münevvere kısaca Medine olarak adlandırılmıştır. Medîne-i Münevvere, Mekke-i Mükerreme’nin kuzeyinde, üç tarafı dağlarla çevrili, güneyi ovalık bir şehirdir. Ziraate müsâit toprağı, temiz ve güzel havası, bol hurma bahçeleriyle yemyeşil bir belde-i tayyibedir. Hicretten sonra Medine’ye göçle gelen Müslümanlara “muhacir”, Medine’nin yerlisi olan Müslümanlara da yardım eden anlamında “ensar” denildi.

 

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v) Medine’ye hicreti öncesinde Medine şehri Mekke’ye oranla her bakımdan geri kalmış bir yerdi. Medine’de putperest, Yahudi ve Hristiyanlar bulunmaktaydı. Bir süre sonra Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v). Medine’de yaşayanlarla bir sözleşme yaptı. Böylece aynı topraklar üzerinde yaşayan insanların, dinleri, inançları ve idealleri aynı olmasa da uymaları gereken evrensel kuralları bu sözleşmeyle ortaya koymuş oluyordu. Bu sözleşme, “Medine Vesikası” olarak bilinir. Tamamı kırk yedi maddeden oluşan Medine Sözleşmesi’nin hayata geçiş aşamalarına bakacak olursak….

Hz. Peygamber(s.a.v) Medine’ye hicret ettiğinde ilk olarak ensar ve muhacir arasında büyük bir kardeşleşme süreci yaşandı. Ancak Medine’de sadece Müslümanlar yaşamıyordu. Medine nüfusunun büyük kısmını Yahudiler ve Müslüman olmayan Araplar oluşturuyordu. Hz. Peygamberin Müslüman olmayan bu insanlara karşı nasıl bir tavır takınacağı son derece önemliydi. İşte Medine Vesikası, Müslümanların kurduğu ilk şehir devleti olan Medine’de hayat buluyordu. “Medine’ye gelişten sonra önce Medineli Ensar ile Mekke’den gelen Muhacir ailelerin başkanlarının katıldığı büyük bir kardeşleşmenin hukuki temelini oluşturan hükümler görüşüldü. İşte Medine Vesikası’nın ilk 23 maddesi, bu toplantıda tespit edilmiş olup yeni Müslüman bloğun sosyal ve hukuki ilişkilerini yazılı hükümlere bağlamaktadır.

Bu iş tamamlandıktan sonra, Peygamberimiz Hz. Muhammed(s.a.v), Enes bin Malik’in evinde Müslüman bloğun liderleriyle olduğu kadar, Müslüman olmayan Medineli diğer sosyal blok temsilcileriyle de durumu istişare etti. Görüşmeler sonucunda yeni bir “Şehir- Devlet” yapısını ortaya çıkaran temel ilkeler üzerinde anlaştılar. Bu yeni devletin anayasası yazılı bir biçimde tespit edilip vazedildi ki bu metin şu an elimizde bulunan vesikadır.
(Medine vesikası için geniş bilgi, Bkz. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev. Yard. Doç. Dr. Mehmet Yazgan, İstanbul, 2004, s. 177 vd. )

MEDİNE DEVLETİNDE KADEŞLİĞİN ZİRVESİ

Peygamberimizin (sav) hayatı, çok dikkat çekici ve ibretlerle doludur. Onu ne kadar iyi anlar ve hayatını bilirsek, o nisbette gerçek insanlığı da idrak edebiliriz. Peygamberimiz, (sav) şartlar tamamen aleyhinde olduğu halde, tarihin hiçbir devrinde görülmemiş ve hiçbir beşerin de gerçekleştirememiş olduğu bir inkılâbı, çok kısa bir zamanda gerçekleştirdi. Câhiliye dönemini tamamıyla ortadan kaldırıp, Kur’ân ve sünnete göre şekillenmiş, bütün insanlık âlemine örnek, yepyeni bir toplum meydana getirdi.

“İşte, bak: Şu cezire-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek, bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukul, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah oldu

Bilirsin ki sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak dâimî kaldırabilir. Halbuki, bak, bu zât büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıb büyük kavimlerden zâhirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref’ edip, yerlerine öyle secâyâ-i âliyeyi-ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak-vaz’ ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek hârika icraatı yapıyor.

İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere Cezîretü’l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zâtın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini, acaba yapabilirler mi?” (Sözler, On Dokuzuncu Söz,) Peygamberimiz (sav) çok büyük ve asırlardır kökleşmiş, insanların hayat anlayışı haline gelmiş alışkanlıkları ve üstelik en inatçı ve büyük kavimlerden, hem de çok az bir kuvvetle ve çok kısa bir zamanda kaldırmış ve onları insanlığa rahmet ve üstad eylemiş…Ensar, muhacir kardeşliği buna en güzel örnektir.

Müminler arasındaki muhabbetin, sevginin, en göz kamaştırıcı örneklerinden biri, Mekke’den Medine’ye hicret eden Muhacirlerle onlara kollarını açan Medineli Ensar arasındaki kardeşliktir. Medine’ye hicretten 5 ay sonra Resul-i Ekrem (s.a.v), Ensar ile Muhacir bir araya toplamış Medine Sözleşmesi gereği kırkbeşi Muhacirlerden kırkbeşi Ensardan olmak üzere 90 kişiyi kardeş yapmıştır. Peygamber Efendimiz’in kurduğu bu kardeşlik müessesesi, maddî ve manevî yardımlaşma ve birbirlerine varis olma esasına dayanıyordu. Bu suretle Muhacirlerin yurtlarından ayrılmalarından dolayı duydukları keder ve üzüntüyü giderme, onları Medinelilere ısındırma ve onlara güç ve destek kazandırma gayesi güdülmüştü. Kurulan bu kardeşlik müessesesine göre, Medineli ailelerden her birinin reisi, Mekkeli Müslümanlardan bir aileyi yanına alacaktı. İşte sevgi toplumu, işte bu karşılıklı sevginin doğurduğu sosyo-ekonomik yapı… Bu kardeşlik sayesinde Muhacirlerin iaşe ve iskân meseleleri de hâl yoluna girmiş oluyordu. Ensardan her biri, Muhacirlerden birini evinde barındırıyor, beraber çalışıyor, beraber yiyorlardı. Bu nesep kardeşliğini fersah fersah geride bırakacak bir kardeşlikti. Kurulan bu kardeşlik kısa zamanda müspet neticesini verdi. Toplumun muhtelif tabakaları bu kardeşlik sayesinde birbiriyle kaynaştı. Bu kardeşlik, kabilecilik gurur ve adavetini de ortadan kaldırdı. Bu suretle niyetleri kudsî, gayeleri, ulvî, içleri dışları nur faziletli bir sevgi toplumu meydana geldi. Ensarın, Muhacir kardeşlerine gösterdikleri bu eşsiz samimiyet, sevgi, misafirperverlik, kadirşinaslık, cömertlik, her konuda karşılıksız yardım, fedakârlık, sevgi toplumunda sosyo-ekonomik adaleti de sağlıyordu. Tabiî sosyo-ekonomik adaletin sağlandığı toplumlar huzur, mutluluk ve refahı gerçek mânâda yakalamış toplumlar oluyordu. Nitekim Ensarın, Muhacir kardeşlerine gösterdikleri samimî davranışlar, karşılıksız yardımlar, Kur’ân-ı Kerim’de de methedilmektedir. “Muhacirlerden önce, yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere muhabbet beslediler. Onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar, kendilerine ihtiyaç bile olsa (onları) kendi nefislerine tercih ederler. Kim de nefsinin hırsından korunursa, işte bunlar (azaptan) kurtulanlardır.”(Haşr suresi, 9. ayet) Kurulan bu manevî kardeşlik hiçbir milletin tarihinde rastlanmayacak eşsiz bir şeref tablosudur. Bu kardeşlik neticesinde meydana gelen dayanışma, yardımlaşma, hayırseverlik, toplumda sosyo-ekonomik adaleti sağlarken, İslâm’ın inkişafa başlaması dönemine rastlamış olması bakımından da oldukça önemli bir tesir icra etmiştir. Hiç tereddüt etmeden denilebilir ki, çeyrek asır zarfında, İslâm nûrunun âlemin her tarafına yayılması, hep bu din kardeşliğinin sosyal neticesidir..

 

YAZILI İLK ANAYASA MEDİNE VESİKASI

Medine vesikası ilk İslam Devletinin Anayasa’sı olduğu kadar yeryüzünde de ilk yazılı Anayasa olma özelliği de mevcuttur.

Medine İslam Devletinin Anayasası o günün şartlarında benzeri bulunmayan, farklı dinlere mensup insanların bir arada yaşamasının nasıl mümkün olduğunu gösteren bir belge sayılır. Aynı zamanda Medine Vesikası; Medine’de yaşayan farklı dinlere mensup insanlar açısından hükmedici değil katılımcı temelinde bir toplumsal projedir. Burada yaşayan Müslümanlar Yahudiler ve diğerleri; özgür ve güven içinde olup kendi dinlerini tebliğ edebileceklerdir. Buradan yola çıkarak, Peygamber efendimiz Medinelileri bir araya toplayıp; “Dışarıdan gelecek tehlikelere karşı devlet olalım ve Medine’yi müşterek müdafaa edelim” teklifi kabul gördü ve 47 maddelik anlaşmayı dikte ettirerek konfederatif bir devlet kurdu. Peygamberlik sıfatının yanında Devlet Başkanlığı sıfatını da aldı. Medine Vesikası içeriği Medine’de; birliği, yardımlaşmayı, adalet ve eşitliği kapsıyordu. Bu belgeye sımsıkı bağlanıldığı ve uygulandığı içinde Medine Devleti kuvvetli ve sağlam temeller üzerine kurulmuş oldu. Bu vesikayla Müslümanlar, Yahudiler ve müşrik Araplar arasında ortak savunma anlaşması yapılmış, birbirlerinin dini yaşantılarına karışmamaları garanti altına alınmıştır.

Peygamberimiz (sav)’in Hıristiyan, Yahudi ve müşrik topluluklarla imzaladığı Medine Vesikası önemli bir adalet örneğidir. Farklı inançlara sahip topluluklar arasında adaletin sağlanması ve her topluluğun çıkarlarının gözetilmesi için hazırlanan bu vesika sayesinde yıllarca düşmanlık içinde yaşayan topluluklara barış getirilmiştir. Medine Vesikası’nın en belirgin özelliklerinden biri inanç özgürlüğü sağlamasıdır.

Medîne Vesikası, hukuk, iktisat ve devlet felsefesi açısından büyük önem taşımaktadır. Deklâreedildiği çağın sosyal şatları göz önünde bulundurulduğunda hukuk devleti niteliği taşıyan bir organizasyonun kurulabildiği bu belge ile gözlemlenebilmektedir. Çünkü vesika, bizzat yaşanan bir sosyal olguyu ifade etmektedir. Bizzat uygulayıcısı tarafından bir sosyal uzlaşı esprisiyle kaleme alınmış ve bütün olumsuz şartlara rağmen titizlikle ve samimi bir şekilde uygulanmıştır. Deklâre edilen hükümlere uymayan kişi ve gruplara karşı amansız bir uğraşı verilmiş, vesikanın fiili durumu aynen korunmuştur. Bu itibarla vesika, kurulu bir düzenin hukukî metni olarak yaşatılmıştır. Çünkü, Hz. Peygamber’in önderliğindeki Medîne toplumu, siyasi güç örgütlenmesinin bütün fonksiyonlarına sahip bir yapılanma ortaya koymuştur.

Medine Vesikası bir şehir devleti için tasarlanan bir anayasa olmakla birlikte İslam’ın evrensel kurallarını da içermektedir. Fakat özel anlamda, Medine’de yaşayan topluluğun savunma, kanun koyma, yardımlaşma, adalet işleri ve savaş hukuku gibi tüm temel ihtiyaçlarını karşılamıştır. Allah’ın elçisi Hz. Muhammed (s.a.v) kurulan bu şehir devletinin başı durumundaydı. Sahabeleri de “yöneticiler zümresi” diye ifade edilebilen bir konumdaydılar.

Anayasa hazırlayan her toplum mutlaka din, mezhep, etnik farklılık gözetmeyen bir metin kaleme almak zorundadır. Anayasanın temel ilkesi adaletin eşit dağıtılmasıdır. Ülkemizde Yeni Anayasa için bir araya gelenlerin, mutlaka ‘Medine Vesikasını’ incelemelerini öneririz.

İnsanlık tarihinde birlikte yaşamanın hukukunu, ahlakını uygulayan ve bunu toplumsal ve siyasal pratiğe dönüştüren medeniyet İslam medeniyeti olmuştur. Medeniyet tarihimiz, bunun nadide örnekleri ile doludur. Örneğin, Osmanlı tecrübesi, geniş bir devlet coğrafyasında birçok farklı kimliğin birlikte yaşatılabildiği özgün örneklerden birisi olmuştur. Kuşkusuz bu zengin tarihsel mirasa kaynaklık ve kılavuzluk eden önder, Peygamber Efendimiz (sav) dir.. Yalnızca İslam ümmetine değil sonsuza dek bütün insanlığa ışık tutacak olan O’nun kutlu mesajı ve hayat pratiği, Medine vesikası gibi her çağda ve dönemde yeniden keşfedilmeyi ve her dem üretilmeyi gerekli kılmaktadır. İnsanlığın sosyal barışı yakalaması, huzuru ve mutlu yaşaması, Hz. Peygamberin bu çağın ölümcül hastalıklarına çare olacak mesajlarını yeniden keşfetmek ve bu çağın dili ile yeniden inşa etmekle mümkündür.

Cahiliyye Mekke’sinden Münevver Medine’ye geçişin anahtarı imanın nurlandırdığı kalbimizdedir. Peygamber Efendimizin (sav) Mekke’de önce tevhid ve imanı anlatmıştır, Medine’de hayat ve şeriatı tatbik etmiştir. Rahmet Peygamberi (sav), insanların kişilik değerlerinin ve insanlık onurlarının dokunulmaz olduğunu bildirmiştir. Böylece o, İslâm’ın, insanın yaşama ve mülkiyet hakkı ile manevî kişiliğine ilişkin bütün haklarını aynı ölçüde güvence altına aldığını ilan etmiştir. Sevgili Peygamberimizin (sav) tanımıyla iyi Müslüman, din kardeşinin ve başka inançta olan kişilerin canına ve malına olduğu gibi kişilik onuruna da saygı gösteren ve onun şahsiyetini dokunulmaz gören kimsedir.

Medine Vesikasının hükümlerinden hareketle bir takım soyutlama ve genellemeler yaparak bugün için referans olacak bazı kurucu ilkeler elde edilebilir ve bu kurucu ilkeler bir çok sorunun çözümünde ilham kaynağı olabilir. İmanın hayat devresi Medine’dir. İnsanlar ve toplumlar, Medine Vesikasını inceleyip ders alırlarsa birlikte yaşamanın hukukunu, ahlakını pratik hayatlarında uygulayarak özledikleri huzur ve mutluluğu yakalayabilirler.
Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Hazırlanınız…

İnsanların zamanlarının büyük bölümü gelecek hayatları için hazırlıklar yapmakla geçer İlkokuldan itibaren hayatımız sınavlara hazırlıklarla geçmeye başlar. . İlkokuldan itibaren başlayan sınav maratonu hiç bitmiyor. 5.Nisan 2015 tarihinde Hukuk’ ta okuyan kızım Ayşenur’u Yabancı dil sınavı için, İstanbul – Kağıthane’de Tülin Manço Ortaokuluna götürdüm. Sınav iki buçuk saat sürdü. Kızımın sınavdan çıkışını beklerken bu yazımın ana hatlarını not aldım ve bilgisayarın başına oturarak son şeklini verdim.

Hayatımızın tamamını kuşatan sınavlar yalnızca öğrencilik yıllarında değil, özel hayatımızda da sürüyor. Kpss, Yds, Tus, Ales ve daha birçok sınavdan, ehliyet sınavına hatta işe giriş mülakat sınavlarına kadar bilumum sınavlar hayatımızın değişmeyen bir parçasıdır.

İnsanın bir güzelliğe ya da uğrunda pek çok şeyi göze aldığı hedefine ulaşabilmesi için kimi zaman yıllarca süren bir çaba, bir hazırlık, kararlılık ve dirayet göstermesi, karşılaştığı zorlukları sabırla karşılaması gerekebilir. Bunların yanı sıra insanın maddi güç ya da toplum içinde itibar, şöhret ve belli bir kariyer elde etmek gibi hedefleri varsa; bunlar için de ciddi bir çaba sarf etmesi ve bazı zorlukları göze alması, karşılaştığı imtihanları başarı ile vermesi için ciddi hazırlıklar yapması gerekir. Hayatımız bir sınavdan ibaret.

Hayatımız sınav hazırlıkları yanında başka hazırlıklarında yaşandığı bir fırsatlar senaryosudur. Her sabah kalkarız işe gitmek için hazırlanırız. Okula gitmek için hazırlanırız. Futbol ve diğer branşlardaki takımlar, devamlı yapacakları maçlara hazırlanırlar. Askerin hayatı komutanın emirlerini yerine getirmenin hazırlıklarıyla geçer. Yazın kış hazırlıkları yaparız. Arkadaşımızın, dostumuzun düğününe giderken hazırlanırız. Hayatımız boyunca yapacağımız değişik işler öncesi, yapacağımız işe, eyleme uygun bir hazırlık yaparız. Sınavlara hazırlık, yolculuğa hazırlık, işe hazırlık, evlenmeye hazırlık vs. Fani dünya hayatı için bin bir türlü çaba harcanıp hazırlıklar yapılır. Şüphesiz bunlar hayatın devamı için yapılması gereken şeylerdir. Ancak dünyaları için bunca hazırlıklar yapan bir çok insanın sıra ebedi hayatına gelince hiçbir hazırlıkları bulunmadığı, aksine böyle bir kaygı da taşımadıkları görülmektedir. Geçici hayatları için nice hazırlıklar yapan, ama ebedi olan ahiret hayatlarını ihmal eden insanların durumu çökmekte olan bir binanın boyasını yenileme çabasına benzemektedir. Doğru olan şüphesiz her iki dünya için de hazırlık yapmaktır.

 

Bişr-i Hafi hazretlerinin hastalığı sırasında talebelerinden birisi onu ziyarete gitti. Bişr-i Hafi’ye; “Bana nasihat et.” dedi. Bişr-i Hafi buyurdu ki: “Bir karınca vardı. Yazın taneleri toplar, kışın yerdi. Bir gün topladığı taneyi yemek üzere ağzına aldı. Tam bu sırada gelen bir kuş onun ağzındaki taneyi kaptı. Karınca topladığı şeyi yiyemedi ve emeline kavuşamadı. Dünyada insanlar da böyledir. Mal ve servet toplarlar. Onları ya başkaları alıp tüketir veya ölüm kuşu gelip o kimseyi alır da dünyadaki emeline kavuşamaz. Hal böyle olunca, dünyaya gönül vermemeli, ahiret için hazırlanmalıdır.”

“Hazırlanınız! Başka, daimi bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Padişah’ımızın makarr-ı saltanatına gidip merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız, eğer güzelce bu fermanı dinleyip itaat etseniz. Yoksa, isyan edip dinlemezseniz, müthiş zindanlara atılacaksınız” Sözler, Onuncu Söz, On Birinci Hakikat.

 

Niçin başka daimi bir memlekete gideceğiz? İnsanın mahiyetindeki bütün cihaz ve duyguların yapısı ve yönü ahirete bakıyor ve oraya işaret ediyor. Peygamberler de bu donanım ve cihazların ahirete olan işaretlerini, yine vahyin terbiyesi ile insanlığa ders veriyorlar. Mesela kalpteki aşk-ı beka bu dünyaya sığmıyor. Kalp ebedi yaşamak arzu ettiği halde dünya geçici ve fanidir. Ya da kalbin o kadar çok emel ve arzuları vardır ki, bu dünyada binden birisine ulaşamıyor. Ruh latif ve nurani bir varlıktır. Dünyevi ve cismani kayıtlardan sıkılır ve bunalır. Ama ceset kafesinde kayıt ve prangalar içindedir. Demek ruhun mahiyeti de bu maddi dünyaya sığmıyor, daha nurani ve latif olan bir alemi talep ediyor. Ruhun o kadar çok incelikleri var ki, hepsi dünya torbasını yırtıp başlarını çıkararak “ebed, ebed” diye inliyorlar. Bunları en avam insanlar bile çözümleyebilir. Akıl tam kapasitesini bu dünyada kullanamıyor. Demek kullanacağı başka ve daimi bir alem var olduğu anlaşılıyor. İnsanın akli melekesini kayıtlayan ve hakikatleri görmesini engelleyen o kadar çok maddi gaflet ve sebepler var ki, akıl bu kayıt ve engellerden dolayı bazen en zahir bir hakikati bile göremeyebiliyor. Halbuki akıl, mahiyet olarak onları anlamaya müsaittir, ama aklı çevreleyen karanlık perdeler onu anlamasına engel teşkil ediyor. Akıl da ahiret aleminde özgürlüğüne kavuşacak, tıpkı kalp ve ruh gibi. İnsanın duygu ve latifelerinin anatomisi, bu dünya için olmadıklarını gayet zahir bir şekilde ortaya koyuyor. Tıpkı anne karnındaki bir çocuğun azalarını anne karnında kullanamamasının, kullanabileceği bir aleme işaret etmesi gibi. Nasıl anne karnındaki bebeğin azaları dünyaya işaret ediyor ise, aynı şekilde dünya da ahiret alemine nispetle anne karnı gibi dar ve sınırlı olduğu için, insanın latife ve duyguları da ahiret alemine işaret ediyor. Dünya hayatı insan mahiyetine dar gelen bir elbise hükmündedir. Bu da insanın bu dünyaya ait olmadığının en büyük ispatıdır.(Sorularla Risale)

 

“Vermeyi istemeseydi, istemeyi vermezdi.” Allah insanlara istediklerini vermek istemeseydi, onlara isteme kabiliyetini vermezdi. Midenin, açlık diliyle yaptığı duayı kabul etmek istemeseydi, ona ne açlık duygusunu, ne de açlığı seslendirme arzusunu verirdi. Öyleyse insana ebedi yaşama, varlığının sonsuz olmasını isteme, sevdikleriyle sürekli beraber olma duygusu ve isteklerini veren Allah, elbette onların bu isteklerinin karşılığını da verecektir. Bu dünyada bunlar olmadığına göre demek ki başka ve ebedi bir alemde o isteklerin karşılığı da olacaktır.

Bizi yaratan Zât, şu âlemi seyretmemizi istemeseydi, ana rahminde bize göz takar mıydı? Bu güzelim sesleri işittirmek dilemeseydi bize kulak verir miydi? Sayısız nimetleri yememizi, içmemizi istemeseydi, ağzımızı, midemizi yaratır mıydı? Bu açıdan âhiretin varlığına en büyük bir delil insan ruhuna konulan bu “ebedî yaşama arzusu”dur.

Hayatımız ebedi yaşamaya doğru hızla akıp gitmektedir. Ölümle ebedi hayat başlamaktadır. Ölüm için her an hazırlıklı olunmalıdır. Bu dünyada en önemli iş ölüme hazırlanmaktır. Bundan daha önemli iş yoktur. Hazırlıksız yakalanırsak telafisi yok. “Bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikatinin elbette hayattan ziyade bir istediği var.” sözüne, herkes kulak vermeli ve ona göre hazırlık yapılmalıdır.

Yoksa ne mezar taşının, ne de gözyaşının ötelere bir faydası olmuyor. Bu dünyada kontrollü hayat yaşayanlar, Kur’an ve sünnetle hayatlarını şekillendirenler, ebedi aleme giderken hazırlıklı gidenlerdir. Burada, Hz. Ebubekir’in (r.a.) bir sözünü hatırlayalım. Şöyle diyor, Gönüller Sultanının (a.s.m.) sadık dostu, sadakatin, doğruluğun timsali:

“Kendine kabir değil, kendini kabre hazırla.”

Başka, daimi bir memlekete giderken nasıl hazırlanacağız, nelerden ibret alacağız? İbrahim bin Edhem hazretlerini dinleyelim:

İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne sormuşlar:
“Ettiğimiz dualar neden kabul olunmuyor?”
Hazret buyurmuş ki:
“Hakk’ı bilirsiniz, buyruğunu tutmazsınız! Peygamber’i bilirsiniz, sünnetlerini yerine getirmezsiniz! Kur’ân okursunuz, fakat onunla amel etmezsiniz! Hak Teâlâ’nın nimetlerini yersiniz, şükrünü eda etmezsiniz! Cenneti bilirsiniz, onu kazanmak için gayret etmezsiniz! Cehennemi bilirsiniz, endişe duymazsınız! Ölüm vardır dersiniz, hazırlanmazsınız! Atanız-ananız ve ölülerinizi kendi ellerinizle kabre koyarsınız, lâkin ibret almazsınız. Böyle olunca bu kadar gaflette olan bir kimsenin duası nasıl müstecâb ola!”

Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise, onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levâzımâtı tedârik etmekle mükelleftir. En ehem ve en elzem işler takdim edilecektir.
(Sözler, Yirminci Söz)

Misafirhanede insan vazifesini yerine getirirken imtihan edilecektir. İmtihanı kazanmak için yarın için ne hazırladığımıza bakmalıyız.

Bir memleketten başka bir memlekete gitmek üzere olan bir kimse hazırlık yapar. Çünkü gideceği yerde kendisine bir çok şey lazım olabilir. Hazırlık yapan kimse orada kalacağı müddet içinde rahat eder huzurlu olur. Bir pikniğe giderken bile bir çok hazırlık yapılır. Bir şehirden bir şehre seyahat eden kimse, yanına eşyasını almak zorundadır.

Bu hazırlıkları yapan kimse, bir takım zorluklar ve sıkıntılar yaşayacaktır fakat yolculuğunun sonunda rahat edecektir.

İnsan ahirete giden bir yolcudur. Bu öyle bir yolcu ki ruhlar aleminden anne karnına, oradan dünyaya teşrif eden bir yolcu. Sonra çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabre giren bir yolcu. Sonra kabirden, berzahtan, haşirden, sırat köprüsünden, cennet veya cehenneme varacak olan bir yolcu.

Bu kadar yollarda kendisine elbette bir çok hazırlık yapması gerekir. Varacağı ahirette rahat etmesi de bu yapacağı hazırlıklara bağlıdır. Çünkü, eken biçer. Dünya ahiretin tarlasıdır. Burada hazırlığını yapan ahirette karşılığını görecektir.

Hazırlığı nasıl yapalım:… “…Sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyleyse, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mucidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın. Çünkü, feda etmediğin takdirde, ya bâd-ı hevâ zâil olur, gider, veya O’nun malı olduğundan, yine O’na rücû eder. ” Mesnevî-i Nûriye, Habbe,

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr,18)

 

“ Bilin ki, dünya hayatı oyun, oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir. Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitkiye benzer; sonra kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çerçöp olur. Ahirette çetin azap da vardır. Allah’ın hoşnutluğu ve bağışlaması da vardır; dünya hayatı ise sadece aldatıcı bir geçinmedir. (Hadid Suresi, 20)

 

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Halil İbrahim Bereketi

Halil ile İbrahim kardeşler, ortaklaşa ekin ekerler. Zamanı gelince ekin biçilir, harman dövülür, buğdaylar harman yerinde iki eşit hisseye ayrılır. O gece Halil, İbrahim’den habersizce, kendi buğdaylarının başına gelerek, “Kardeşimin daha çok paraya ihtiyacı var, kendi buğdayımdan bir kısmını ona vereyim” der ve diğer tarafa kürek kürek buğday aktarır. Sabah erkenden işlerinin başına gelen Halil ve İbrahim, buğdaylarını kendi ambarlarına taşımaya başlarlar. Ertesi gece, bu defa İbrahim tarlaya gelip, “Kardeşimin daha çok paraya ihtiyacı var” diyerek kendi yığınından kardeşininkine bir miktar buğday aktarır. Sabah olunca, kanaatkâr ve fedakâr kardeşler, buğdaylarını taşımaya devam ederler. Onlar birbirinden habersiz, bazı geceler aynı şekilde her biri buğdaylarını kardeşinin tarafına aktarmaya devam eder. Günlerce tarladan evin ambarına taşınan buğday bir türlü bitmez. Allah’ın rahmet ve kudreti tecelli etmektedir. Buğdaylar bereketlenmiştir. Allah’ın bereketinin tecelli ettiği bu hâdise, insanlar arasında “Halil İbrahim bereketi” diye anılır.

Peygamber Efendimizin (asm) hadislerinde, ekonomik kalkınmanın unsurlarından olan sermayenin meydana gelmesinde önemli role sahip ortaklık konusuna büyük bir önem verilmiştir. Efendimiz bir hadisinde, “Yüce Allah buyuruyor ki; biri diğerine ihanet etmedikçe ben iki ortağın üçüncüsüyüm. İkisinden birisi arkadaşına ihanet edince, ben aralarından çıkarım. Onları yardımdan ve başarıdan mahrum bırakırım” buyurmaktadır

Ticaretin, tarımın ve sanayinin çeşitli sahalarına önem veren Peygamber Efendimiz (asm), “Kişi kendi elinin emeğinden daha hayırlısını yememiştir” diyerek insanları üretime teşvik etmiştir. Emeklerin ve sermayenin birleşmesi ile kurulan güçlü bir ortaklıkta, belirli bir program ile çalışılması halinde, hiç şüphesiz ki, daha çok üretim sağlanır. İş taksiminde belirli bir görevi üstlenen ortak, o sanatta, ihtisas kazanması neticesinde daha hızlı ve verimli bir üretim gerçekleştirir. Burada tecrübe ve ihtisas, üretimi artıran bir diğer faktördür. Ancak, tam kapasiteli bir iş ile üretimin artırılması için ortakların sorumluluklarını yerine getirmesi, maddî-manevî fedakârlık, dürüstlük, kardeşlik-arkadaşlık ilişkilerinin sıcak bir ortamda muhafaza edilmesi gerekir. Bu gibi esaslar üzerine kurulan ortaklıklar, sıhhatli bir şekilde devam ettirilebilir

Başarılı bir ortaklıkta; ortakların, görevlerini, yetki ve sorumluluklarının açık bir ifadeyle yazılı olarak belirlenmiş olması gerekir. Görev, aynı zamanda bir sözleşmedir (ahid). Ahdin yerine getirilmesinin de, maddî-manevî bir sorumluluk, olduğu Kur’ân’da belirtilmiştir. Ahdini yerine getirmeyenlerin ahirette büyük bir hüsrana uğrayacağını Kur’ân ifade etmektedir. Ortaklar arasında görevlerin taksiminden sonra, herkesin kendi sorumluluğunun gereğini yerine getirmesi bir esas olduğu gibi, gereksiz yere birbirlerine müdahale etmemeleri de ilişkilerin sağlıklı bir şekilde devamı acısından önemlidir.

Hayatın devamlılığı için maddi ihtiyaçların karşılanmasında, para ve mal önemli bir vasıtadır. Bu bakımdan insan maişeti için belli bir işle meşgul olmak mecburiyetindedir. Bu noktada helâl ve harama dikkat edilmesi ferdin hem dünya, hem de ahiret mutluluğu açısından vazgeçilmez bir düsturdur. İnsanlar için para ve mal önemli bir imtihan vesilesidir. Emek veya mal karşılığında alınacak ücrette, hakkaniyet ölçülerine riayet edilmemesi durumunda meşru olmayan kazanç ortaya çıkar. Aynı durum, ortaklıktaki kazancın bölüşülmesinde de söz konusudur. Başkasına ait malı haksız yere almanın, manevi mesuliyeti vardır. İslama göre, haksız kazanç, ateştir. Daha çok kazanma hırsı ile helâl-haram demeden kazanmaya çalışan insanın sonu hüsrandır. Bozulan işler ve ortaklıklar bu tip hırsların sonucudur. Hırsın sonu hasarettir, büyük kayıptır. Ortaklar arasında kazancın bölüşülmesinde, eşitliğin sağlanması esastır. Bu konuda bilerek veya bilmeyerek taraflar arasında haksızlık yapılması, sıkıntılara sebebiyet verebilir.

Akraba veya kardeş olan ortakların, aile içi ve özel harcamalarında hayat tarzlarını kıskançlığa yol açacak şekilde gösterişten uzak tutmaları, ortaklığın devamı açısından gereklidir. Meselâ, aynı şartlarda ortak olmuş iki kardeşten birinin evindeki lüks ve israfa karşılık, diğerinin daha iktisatlı ve mütevazı yaşaması, bilhassa hanımları arasında dedikoduya, daha sonra da ortaklığın bozulmasına yol açabilir. Böyle istenmeyen sonuçlara sebebiyet vermemek için, işlerin ortaklaşa yapıldığı gibi, mümkünse kardeşlerin hayat standartlarının belirlenmesinde ve harcamaların dengeli yapılmasında da ortak hareket edilmelidir.

Müslüman; sağlam inancını ticaret hayatı ile pekiştirip ekonominin çarklarına damgasını vurmayı hedeflemek zorundadır. Bunun için yapılması gereken, dünya hayatını temel gaye edinen kapitalistlere karşı, dünya ve ahiret inancını birlikte yürütmektir. Kâinatın Sultanını (asm) dinleyelim: “Dosdoğru ve emin tüccar, kıyamet gününde nebiler, sıddıklar ve şehitlerle beraberdir.” Bundan daha büyük bir makam var mı?

Evet, zekât vermek ve iktisat etmek, malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi, israf etmekle zekât vermemek, sebeb-i ref-i bereket olduğuna (bereketin ortadan kalkmasının sebebi) hadsiz vakıât vardır. Lem’alar, 19. Lem’a,

 

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Bir Asr-ı Saadet Müslümanı

Asr-ı saadet, Peygamber efendimiz (sav)’in yaşadığı, kainatı saadetleriyle aydınlattığı mutluluk devridir. Asr-ı saadet, alemlere rahmet olarak gelen ve Peygamberlik güneşinin en son ve en şaşalı tecellisi olarak karanlıkları nura, dalalet ve inkarı hidayete, zulüm ve haksızlıkları adalete tebdil etmiş bulunan o Büyük Zatın inkılabına sahne olan zaman dilimidir.

Asr- saadette Kur’an’ın nurunun şuaları altında kalp katılıkları yerini merhamete terk etmiştir. Kin, düşmanlık, terör yerini kardeşliğe bırakmıştır. Menfaatler uğruna işlenen cinayetler, yerini başkalarını nefsine seve seve tercih edecek kadar yüksek fedakarlıklara terk etmiştir.Yardımlaşma, dayanışma, paylaşma sosyal hayatı şekillendirmiştir.

Asr-ı saadet, iki cihan güneşi Peygamber efendimizin (sav) nuruyla insanlığın önünde, medeniyete, kemale, refaha ve ebedi saadete açılmış pırıl pırıl, ışıl ışıl bir saadet kapısıdır…Asr-ı saadetin nuru Kur’an’dır. Saadet kapısından girerek o ilahi nurun gösterdiği yolda yürüyenler, o nuru yaşadıkları çağın insanlarına gösterenler, Asr-ı saadet müslümanı olmaya namzettirler.

Bediüzzaman Said Nursi, bir Asr-ı saadet müslümanıdır. Küfre, deccallara meydan okuyan kahramandır.

Risale-i Nurdan bir anekdot:

“Eski Harb-ı Umûmiden evvel ve evâilinde, bir vâkıâ-ı sâdıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır.
Dedim: “Ana korkma; Cenâb-i Hakkın emridir. O Râhim’dir ve Hâkim’dir.”
Birden, o halette iken baktım ki, mühim bir zât bana âmirâne diyor ki: “Î’câz-ı Kur’ân’ı beyan et.”
Uyandım, anladım ki bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılâptan sonra, Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an kendi kendini müdâfaa edecek. Ve Kur’an’a hücum edilecek; î’câzı, onun çelik bir zırhı olacak.Ve şu î’câzın bir nevini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım…”

Batı medeniyeti tüm felsefesiyle, materyalist, tabiatçı, maddeci, darvinist akımlarıyla İslam ve iman esaslarına saldırıya geçtiği zaman, Kur’an kendini muhafaza edecek ve Kuranın icazı onun çelik bir zırhı olacaktır. Bediüzzaman Risale-i Nurlar yoluyla bu mucizeliği tüm dünyaya ilan etmeye namzet seçilmiştir. Risale-i Nurlar da Kur’an’ın manevi bir elmas kılıcı olarak tüm bu dalalet ve küfür akımlarını yok ettiği ispatlanmıştır.

Bediüzzaman’ın fikirlerini incelediğimizde şu gerçekle karşılaşırız: O, günübirlik gayeleri olan ufku ve hedefi sınırlı bir insan değildir. Bediüzzaman, geçmişin ilmî ve manevî birikimlerinden yola çıkarak geleceğe yönelik görüşlerini metodik ve sistematik şekilde ortaya koyar.

O, her şeyden önce eşya ve hadisenin açıklamasını iman mefhumunda aramış ve bunu yaşadığı asrın idrakine büyük bir başarı ile kazandırmıştır. İman ile aklın telif ve terkibini yapmak Bediüzzaman’ın çağımıza yönelik en belirgin misyonudur.

Bediüzzaman, hayatının farklı bölümlerini farklı şekillerde isimlendirmiştir. Bu dönemlerin oluşmasında zamanın şartlarındaki değişimler etkili olduğu gibi, bu değişen şartlara göre Said Nursi’nin enfüsi âleminde görülen değişiklikler de etkili olmuştur. Onun hayatındaki bu değişimleri, temel fikri konularda değişim olarak değil, belki üslupta görülen bir değişiklik olarak yorumlamak daha doğru bir tespittir.

Eski Said Dönemi’nde hizmet-i İslamiyeyi siyasette gören Bediüzzaman, Yeni Said döneminde enfüsi tefekküre büyük önem vermekle beraber siyasetle hiç ilgilenmemiş değildir. Ama o geliştirdiği kavramsal çerçeve içinde siyasetle, devletle ilgili konularda Eski Said üslubunu kullanmaktan çekinmemiştir. Bu yaklaşım, dönemler arasında şartlardan kaynaklanan bir üslup farkı olduğunu göstermektedir. Yeni Said döneminde zaman zaman Eski Said üslubuna müracaat etmesi, onun geçmişteki hayat dönemlerini inkâr etmediğini gösteren en önemli delildir.

Bediüzzaman’ın hayatının farklı dönemlerindeki farklı üslubuna rağmen genel bir ahengin varlığı inkâr edilmez bir gerçektir. Hayatının başından sonuna kadar Kur’anî prensipleri, Sünnet-i Seniyeye uygun yaşamayı, iman hakikatlerini açıklarken, her zaman hukukun üstünlüğünü, temel insan hak ve hürriyetlerini ve hürriyet rejimini desteklerken; her türlü istibdatı, halka rağmen yapılmaya çalışılan jakoben icraatları ve insan haklarını kısıtlayan her türlü baskıyı reddetmiştir.

Deccallara meydan okuyan Bediüzzaman, Kur’an’ın seslendiği herkese hitap etmiştir. Bediüzzaman’ın günlük politikada partilerden uzak durduğunu, ancak partilere dine, vatana, millete hizmet ettirmek için ikazlarda bulunduğunu görmekteyiz. 1950 öncesi, Mustafa Kemal’e, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye CHP Genel Sekreteri Hilmi Urana ikazlarda bulunmuştur. Fakat bu ikazlar kulak ardı edilmiş, Bediüzzaman anlaşılmamıştır. 1950 sonrası aynı ikazları Adnan Menderes ve hükümetine yapmıştır.

Bediüzzaman, yaşadığı dönemlerde gelişmeleri yakından takip ediyordu. Milli mücadeleyi yapan irade ile, savaştan sonra Türkiye’yi kuran iradenin aynı şeyler olmadığını anlamakta gecikmedi.

Zafer kazanılmış, anlaşma yapılmış, sıra bayram yapmaya gelmişti. Her fert milli coşkuyu sonuna kadar yaşayacak, 10 yıldır çektiği acıları unutmaya çalışacaktı. Ama öyle olmadı. 100 yıldır sırrını çözemediğimiz, derin güçler, meclise, hükümete, yasalara rağmen millete bayram sevinci yaşatmadılar. Kur’an’ı kendi elleri ile imha eden nesil Curzon’un dediği gibi öyle otuz yıl içinde yetişmedi. Ne diyordu İngilizler. 93 Harbi yıllarında İngiliz Sömürge Bakanı Gladiston, Lordlar Kamerasında elinde Kur’an’ı kaldırmış, “Bu Kur’an Müslümanların elinde durdukça biz Türkleri yenmiş sayılmayız” diye haykırmıştı. 40 yıl sonra aynı kürsüde Lord Curzon’a aynı şey sorulmuştu. Türklere İstiklallerini niçin verdiniz? Curzon “Korkmayın 30 senen sonra kendi elleri ile Kur’an’ı yok ettirecek bir özgürlük verdim onlara!” diyecekti. İsmet Paşa, ayağının tozuyla Lozan’a ilk geldiği gün “batılı devletlere karşı verdiğimiz teminatların sonuna kadar arkasındayız” diye açıklama yapmıştı. Bu teminatların neler olduğu zamanla anlaşılacaktı.

Zamanla yapılanlara bu millet şahit oldu. Bilhassa Cumhuriyetin kuruluşunda 1950’li yıllara kadar Türkiye’de, İslam medeniyetinin bütün değerleri silindi. Camiler, tekkeler, hanlar, kervansaraylar, Kur’an levhaları, ezanlar, ney sesleri, ağıtlar, türküler kısaca maziye ait ne varsa yok edildi. Ne yapılmak istedi? İnancından, değerlerinden , Kur’an’nın dan koparılmış bir nesil meydana getirilmeye çalışıldı.

Kaybedilen imanlı insandı. Bütün güzelliklerin temelinde o vardı. O kaybedildiğinde her şey kaybedilecekti. Bir Asr-ı saadet müslümanı olan, Bediüzzaman, İlahî rahmetin kendisine önemli bir vazife yüklediğinin farkındaydı. Bir ipek böceği sabrı ve sessizliği içinde kozasını örmeye başladı. Kader ona dava sahibi bir İmam olma yolunu da hapishanelerde açtı. 25 yıl mahkemelerde, imanı, İslamiyeti, medeniyeti, hakkı ve hukuku savundu. Tartışmasız olarak zamanında en büyük muhalif liderdi. Davasını başarıya götürecek büyük bir dinamizme sahipti. Bütün taraflar onun liderliğini zımmen de olsa kabul etmişti.

Lozan’da batılı devletlere verilen teminatlarda “Din öldürülecektir, Kur’an kaldırılacaktır” kararı alındığını yapılan uygulamalar gözle önüne seriyordu. Bediüzzaman’ın eserleri Risale-i Nurlar ise Allah’ın dinini koruması ve nurunu tamamlamasının bir belgesi olma vazifesini yerine getiriyordu.. Milyonlarca insanın imanlarının kurtulmasına vesile oluyordu…

1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra, hak ve hürriyetler konusunda genel bir rahatlama yaşanmıştı. Bu dönemde ezan-ı Muhammedî’nin aslına döndürülmesi, halk üzerinde ağır baskı unsurlarının hafifletilmesi, Köy Estitüleri ve halk evleri gibi CHP’nin ideolojisini taşıyan kurumların yavaş yavaş lağvedilmesi ülke genelinde daha serbest bir ortamın oluşmasına neden olmuştu. Bu dönemde Risale-i Nur hizmetleri de büyük boyutlar kazandı. Artık Risale-i Nurların telifi büyük ölçüde tamamlanmış, eserler teksir makineleri ile hatta matbaalarda basılıyordu. Geniş kitleler Risale-i Nurları okumaya başlamıştı. Hizmet her alanda gelişmeye başlamış külli bir inkişaf görülmeye başlamıştı. Üniversiteliler arasında Risale-i Nurlar hızla yayılmaya başlamıştı.

Üçüncü Said döneminde Risale-i Nurların neşri büyük ölçüde tamamlanmış, müellifinin ifadesi ile artık Risale-i Nurlar ve Bediüzzaman’ın talebeleri hizmeti üstlenmeye başlamışlardı. Bediüzzaman ve talebeleri Risale-i Nurları dünyanın dört yanına yaymanın yollarını aramaya başlamışlardı. 1950’de Bediüzzaman, talebesi Bayram Yüksel ile Japonya’ya Risale-i Nur Külliyatı gönderdi. Yüksel bu eserleri Tokyo Milli Kütüphanesi’ne hediye etti. Risale-i Nur’dan Zülfikar adlı eser Vatikan’a Katoliklerin dini lideri Papa’ya gönderildi. 1951’de buradan gelen cevabî yazıda, gönderilen “el yazısı güzel eser” için teşekkür ediliyordu. Bediüzzaman, Kur’an-ı Kerim’in kırk yönüyle mu’cize olduğunu ispat eden Zülfikâr adlı Yirmi Beşinci Söz adlı el yazısı risaleyi İstanbul’daki Papalık temsilciliği vasıtasıyla Vatikan’daki Papalık Makamı’na gönderirken Hıristiyan dünyasının dikkatlerini Kur’an’a çekmeye çalışmıştır.

Bediüzzamzn, 1953’de İstanbul Fener Patriği Athenagoras ile görüşerek “Hıristiyanlığın din-i hakikisini kabul etmek, Hazret-i Muhammed’i (asm) Peygamber ve Kur’an-ı Kerim’i de kitabullah kabul etmek şartıyla ehl-i necat olacaksınız” dedi. Patrik bu görüşü kabul ettiğini söyleyerek Bediüzzaman’ı tasdik etti.

Bediüzzaman Said Nursî, bir yandan da Risale-i Nurların alem-i İslâm’a neşredilmesi çalışmalarını teşvik etmiştir. Suriye’deki İhvan-ı Müslimîn Cemiyeti’ne verilmek üzere Risale-i Nur mecmualarından on nüshayı Halep’teki Seyyid Salih’e göndermiştir.

Öte yandan Türkiye’ye gelen Pakistan Millî Eğitim Bakanı, Bediüzzaman’ı ziyaret ederek Risale-i Nur’un bir kısmını alıp “doksan milyon Müslümanlar arasında bunları neşredeceğim” demiştir.

Mısır’daki, Camiü’l Ezher’in büyük müderrislerinden Ali Rıza’nın ve Mısır’da büyük bir alim olan ve Dârü’l Hikmet-i İslamiye’den arkadaşı olan Mustafa Sabri Efendi’nin gönderdiği bir alim zat ile görüşerek kendisine mahsus on bir mecmuasını Ezher Üniversitesi’ne göndermiş ve “Başta Mustafa Sabri ve Ali Rıza ve Mehmed Zahid Kevserî olarak, Nur mecmualarına benim bedelime sahip ve hâmi ve vâris olsunlar ve Arabîye tercümeye çalışsınlar” diye mesaj yollamıştır.

Bediüzzaman ülkedeki gelişmeleri de incelemeye başladı. Seçimlerde Demokrat Parti’yi desteklerken, “benim reyim ehemmiyetlidir” diyerek açıkça oy verdi. Çeşitli konularda Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a ve Başbakan Adnan Menderes’e tavsiyelerde bulundu. Siyasilerin güzel icraatlarını takdir ederek başbakan Adnan Menderes’i “İslam Kahramanı” olarak tavsif etti.

Üçüncü Said döneminde Bediüzzaman ülkenin dış politikası ile de ilgilendi. 1955’de Türkiye ile Irak arasında imzalanan daha sonra İngiltere, Pakistan ve İran’ın da üye oldukları Türkiye-Irak işbirliği Antlaşması’nın (CENTO) yapılmasından dolayı dönemin idarecilerini tebrik etti. Bu birliğin İslam kardeşliğini pekiştireceğini belirtiyordu. Ayrıca talebesi Bayram Yüksel’in Kore Savaşı’na katılmasını “İnkâr-ı uluhiyete karşı gitmek lazım” diyerek destekledi.

Eşref Edib Bey`e 1952`de mülâkat veren Bediüzzaman Said Nursî, konuşmasının bir yerinde muarızları hakkında aynen şunu söylüyor.’Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müspet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.’

Aradan yarım asırdan fazla bir zaman geçti. Bediüzzaman hakkında ulusal, uluslararası konferanslar tertip edildi, ediliyor. Makaleler yayınlandı, yayınlanıyor. Kitaplar yazıldı, yazılıyor. Master, doktara tezleri yapılıyor. Üniversitelerde adına kürsüler açıldı. Ancak, yine de onun yeterince anlaşıldığı söylenemez. Çünkü, Cemil Meriç’in ifadesiyle, “asırları kucaklayan bir tefekkürün” yaralanan ve yabancılaşmış idrakler tarafından anlaşılması kolay değil.

Cemil Meriç’le yapılan röportajdan kesitler.

* Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur hakkındaki görüş ve fikirleriniz nelerdir?

On yıl evvel Bediüzzaman’ı ve eserlerini tanıyamamanın bedbahtlığı içindeyim.

Bir Türk aydınının bu büyük ve ulvî hazineden haberdar olmaması düşünülemez. Bediüzzaman’a ve eserlerine olan alâkasızlığımız, tam bir yüzkarasıdır.

Said Nursî, dağ başında vaaz eden bir mürşid. Hor görülenler, her şeyini kaybedenler, mukaddesleri çiğnenenler, akın akın ona koştu. Nassların yalçın duvarları arkasından geliyordu bu ses; tarihin içinden geliyordu. Kabuğuna çekilmiş yüz binlerce insanı uyandırdı. Bu hayalî insanlar, o konuştukça gerçekleşti.

Yakın tarihimiz tek mücahid tanımıştır: Said Nursî. Altmış yıl her kahra, her cefaya göğüs gererek mücadele eden biricik dâvâ adamı. Söndürülmek istenen mukaddes ateş, onun güçlü nefesiyle meşaleleşir. Anadolu insanının gönlünde bir remiz olur. Said Nursî: Deccallere meydan okuyan imanın remzi. Karanlıkta bırakılan nesiller, Nur Risâlelerini heceleyerek şuurlanırlar. Said Nursî’nin kuvveti yalnız hafızasından, yalnız bilgisinden, yalnız büyük cedel kabiliyetinden gelmiyor. Cesarete susayan insanımız, an’anevî irfanını bu pervasız temsilcisinde, asırlardır aradığı ihlâsı, feragati, bir dâvâ uğruna nefsini feda etmek celadetini de buldu.

Said Nursî’nin kitapları tahkikî imanın birer kalesi, kendi gönlümüzden, kendi toprağımızdan fışkıran saf bir kaynak.

Said Nursî, İslâm irfanının cihanşümul hakikatlerini Risâlelerinde toplamış. Üstad, şimşek pırıltıları ile aydınlanan karanlık bölgelerde büyük bir güvenle dolaşıyor. Üslûb kesif ve izahlar inandırıcı. Asırları kucaklayan bir tefekkürün çağdaş idrake seslenişi, yaralanan bir idrake, yabancılaşmış bir idrake. İrfanımızın madde-i asliyesi olan bu fikirleri ne kadar anlıyabiliyoruz? Heyhat; ne meselenin kendisine aşinayız, ne mefhumlara. Fakat Said Nursî çok aydınlık, çok daha inandırıcı.

Tanzimat’tan beri, her hisarı deviren teceddüt dalgası, ilk defa olarak Nur kalesi önünde geriledi. Bu emekleyen, bu kekeleyen yığın—devrim yobazları—için bir yüz karasıdır. Düşünmezler ki, kendi yüzkaraları bu. Nurcuları yok farz etmek, gaflet. Nurcular, adalarında kendi hayatlarına devam edebilirler. Ama, kökünden kopmak kimseye mutluluk getirmez. Aydının görevi, fildişi kulesini yıkarak, bu mazlum kitleyi muhabbetle bağrına basmak, acısını anlamaya çalışmaktır.

Said Nursî bir kavga adamı. Yalçın bir irade, taviz vermeyen bir mizaç, tefekkür ve iman kalesi…Risale-i Nur’ları okumadan ne Türk dili öğrenilebilir, ne de Türk düşüncesi öğrenilebilir. Risale-i Nur’lar bizim millî hazinelerimizdir.

* Ülkemiz aydınlarının başlangıcından beri Risale-i Nur’a olan tavrını “korkak, pısırık ve samimiyetsiz” olarak değerlendirmenizin sebebini izah eder misiniz?

Aydınların pisliği ve rezilliğidir. Bunlar sahte aydınlardır. Pısırık insanlardır. Hayatlarında hiçbir şeye inanmamışlardır. Sahtekârdırlar. İnançsızdırlar. Her şeyin negatifi vardır onlarda. Tam bir yokluk içindedirler. Örnek yok önlerinde; benzeyecekleri kimse yok önlerinde. Yakın tarihimizde insana kıran geldi. Bu bünyenin, Bediüzzaman gibi bir tefekkür ve iman abidesine tahammülü yok.

* Bediüzzaman Said Nursî’yi “hayatı ile düşünceleri arasında hiçbir tenakuz olmayan gerçek bir fikir adamı” olarak ifade ediyorsunuz. Bu düşüncenizi de misallerle açıklar mısınız?

Nasıl başlamışsa, öyle bitirmiştir hayatını. Seksen yedi senelik ömründe, eserlerine nasıl başlamışsa, öyle de bitirmiştir. Hiçbir dünya büyüğüne dalkavukluk yapmamıştır. Bu, bizim memlekette çok büyük bir fazilettir. Cemiyette hemen hemen herkes, anadan doğma bir dalkavuk olmuş. Bugün türkülerimiz bile pis güfteli olmuş…

Üstadın eserleri, birer ihsan-ı İlâhîdir. Allah’ın ihsanıdır. Bunda ne şüphe var? Bediüzzaman, bu zamanda dinin yenileyicisidir, bir müceddiddir. Maalesef, tanınmadan gidiyor. Bugün de, dışarısı tanıyor, biz kendimiz tanımıyoruz. Çok nâkirşinaslık var. Üstad kâmil bir insandır, elbette kemâlât gösterecektir.

* Sizce Bediüzzaman nasıl bir mütefekkirdir?

Üstad Bediüzzaman Said Nursî gerçek bir mütefekkirdir. O bir mütefekkirdir; “nasıl”a lüzum yoktur. Bediüzzaman gibi mütefekkirler her asırda bir gelir. Onun tefekkürüne, bütün eserleri ve yaşadığı hayat seyri en beliğ bir delildir. Üstad şefkatle bağrına basıyor insanı. İçine girdikten sonra, Risale-i Nur hakikatlerini yaşamak kolaylaşıyor..

* Türkiye’de, İngiltere, İtalya, Mısır, Suudi Arabistan üniversitelerinde Risâle-i Nur’lar ve Bediüzzaman üzerine tezler ve çeşitli çalışmalar yapılıyor. Bu konuda ne diyorsunuz?

İnsan bir günde zulmetten nura gelmez. “Olma ye’s ü ümid ile hemdem / Âlem-i inkılâbdır âlem.” Beş dakika sonrası bize ait değildir. İnsan için hiçbir şey mutlak olmamak lâzımdır. Beyne’l-havf ve’r-reca (korku ve ümit ortasında). Mü’min her zaman böyle olmalıdır. Âlem mütemadiyen değişmektedir. Bu değişen âlem içinde, hiçbir zaman mutlak bir ümit veya yeis söz konusu olamaz. Ümit lâzım, fakat mutlak değil..

Bu çalışmalar çok güzel bir ümittir. İnsanlar ve zaman değişiyor. İktidarımız, ancak hüsn-ü niyetimizden ibaret olabilir. Ancak niyetimizi ve ihlâsımızı kontrol altına alabiliriz. Bir dakika sonrasını bilmiyoruz. Bu ana göre, bu durum bir güzelliktir… ( Necmeddin Şahiner, Türk ve Dünya Aydınlarının Gözüyle Nurculuk Nedir, Cemil Meriç’le röportaj bölümü, İstanbul, 1990.)

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Geçim Derdine Çare

İnsanların en çok şikayetçi oldukları hususlardan biri de geçim sıkıntısı ve maişet derdidir. Gerçekten, zaman zaman toplumların da, fertlerin de iktisadi durumları sarsıntı geçirir. Bu esnada şikayetleri artıran asıl sebep, gerçekte pek büyük mahrumiyet ve sıkıntılar içinde olmak değildir. Alışılagelen hayat tarzından biraz fedakarlık yapma mecburiyetinin doğmasıdır. Halbuki bolluk zamanında da iktisada alışmış olan bir kimse, kriz ortamlarında, darlıkta da sıkıntı çekmeyecektir. Şu halde, geçim şikayetlerinin esas kaynağı israf alışkanlığı ve iktisada riayetsizlikten başka bir şey değildir.

Hayatın geçim şartlarından yakınmak, zamanımızın yaygın bir adeti haline gelmiştir. Toplumdaki değişik konumdaki kişilere ‘işler nasıl?’ diye soracak olsanız, alacağınız cevap aşağı yukarı aynıdır. Ücretlerin düşük olduğundan, hayat pahalılığından, müşteri yokluğundan, piyasanın durgunluğundan ve akla gelebilecek ne varsa olumsuzluklardan şikayet edilmekte olduğunu görürsünüz. Elindeki imkanlara şükreden pek az kişiye rastlarsınız.

Sebepler, Allah tarafından konulmuş kanunlardır. Bu alemde hayatımızı devam ettirmek bu kanunlara uygun şekilde çalışmakla, yaşamakla mümkün olur. Dünya ya geliş gayemizi unutarak yaşarsak, imanımızın gerektirdiği şekilde yaşamış olmayız. Huzurlu yaşamanın ölçüsü, imanımızın hayatımızı şekillendirmesidir. Verilen nimetlerin kıymetini bilerek, şükrederek, iktisatlı yaşamaktır.

Nimetin kıymetini bilmemeyi ve şükürsüzlüğü netice veren israf, bereketsizliğin en büyük sebebidir.

Eskiden insanlar ancak belli başlı üç dört şeye muhtaçtı, zarurî ihtiyaçları birkaç basit maddeden ibaretti. Bu üç dört ihtiyacı temin edemeyenler ise on kişiden ancak iki kişiydi. Şimdi ise zalim Batı medeniyeti, insanları suiistimale alıştırarak, israfa sürükleyerek, nefis ve heveslerini okşayarak zarurî olmayan ihtiyaçları zarurî ihtiyaçlar haline getirdi; görenek yoluyla, tiryaki ederek ihtiyaçları dörtten yirmiye, belki yüze çıkardı. İstekler ihtiyaç haline geldi.

İstekler ihtiyaç haline gelince, ihtiyaçlar beş, belki yirmi beş kat artmasına rağmen gelirlerin, bu oranların yarısı kadar bile arttığını söylemek mümkün görünmemektedir. İhtiyaçlarının hepsini, helalinden temin edebilen insan sayısı, ancak yüzde on olarak tahakkuk etmektedir. Bu durumda yüzde doksan, “muhtaç” halde kalmıştır. İhtiyaçlarını helal kazançları ile karşılayamaz durumdadır.

Demek ki, bu medeniyet insanı iyice fakirleştirdi. İhtiyaçların zorlaması sonucu insanları zulme yöneltti, geçimini haramdan karşılama yoluna sürükledi. Dar gelirli insanları varlıklı insanlarla çatışmaya ve kavgaya teşvik etti. Kur’ân’ın önemli bir esası olan, zekâtın farz oluşu ve faizin haramlığı vasıtasıyla fakirin zenginlere karşı itaat etmesini ve varlıklı kesimin fakir kesime karşı şefkatini temin eden bu kutsi kanunlar terk edildi, böylece burjuvaları zulme, fukarayı da isyana mecbur etti, sonunda insanlığın rahatı alt üst oldu. İsrafa alışan, kanaati terk eden, elindekiyle yetinmesini ve yaşamasını bilemeyen insan şükretmeyi unutarak manevi hayatını da kaybetti.

Çünkü harama yöneldi, haram malı elde etmek için de yüzsuyu döktü, vicdanını, mukaddes değerlerini rüşvet olarak verdi, namus ve haysiyetini yıprattı, izzetini ve şerefini kaybetti, bereket denen o özü ve özelliği unuttu; huzurunu, saadetini, rahatını ve keyfini kaçırdı, dünyasını elde etmeye çalışırken ahiretini ve ebedî hayatını da tehlikeye attı.

Bir cümle ile özetlemek gerekirse, ihtiyaçlar birden ona çıktı, helâlinden karşılamak zorlaştı, haramdan temin yoluna gidildi. Hem barış ve huzur ortamı kayboldu, hem de insanlar riyakârlaştı, düşük ahlaklı, izzet, haysiyet ve şereften yoksun fertler haline düştüler, üstelik ebedi hayatlarından da ümitlerini kestiler.

Oysa İslamın zekât emri ve faizi yasaklaması gibi iki hüküm uygulansa idi, insanlık bu duruma düşmeyecekti.

“Evet, iktisat etmeyen, zillete ve manen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda israfata medar olacak (israfa sebep olan) para çok pahalıdır. Mukabilinde bazen haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesat-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, manevi yüz lira zararla maddi yüz paralık bir mal alınır.” (Lem’alar, On dokuzuncu Lem’a, s.358.)

Bu genel afetin bir de gıda üretimindeki yansımasına, kısaca göz atmakta fayda olduğunu düşünüyorum. İnsanın en temel ihtiyacı “karnını doyurmak” olduğuna göre gıda üretimi ve onu sağlayan tarım faaliyetleri ekonominin de temelini teşkil etmektedir.

Bu genel yaklaşım ışığında israf, kanaatsizlik, bencillik gibi insana yakışmayan ahlaki düşüşün ekonominin bu boyutuna yansıması tam bir facia yaşanmasına sebep oldu. Günümüzde artık açlığın yaygın bir şekilde hüküm sürdüğü topluluklardan değil, bütünüyle ülkelerden söz edilir oldu. Bilhassa Afrika, açlığın pençesinde bir kıta olarak anılır oldu. Açlıktan ölen kitlelerle anılan bu kıtaya, Hindistan, Pakistan ve Afganistan gibi ülkelerin eklenmesi an meselesi.

Dünyanın bir bölümü en temel ihtiyacını, karnını doyurma ihtiyacını karşılayamazken, diğer bir bölümünün ve sayıca daha az insanın, lüks ve ihtişam içinde yaşamaya devam etmesi, israfın bu boyutta, hatta artarak devamı, dünyada genel ve yaygın bir barıştan da söz etmeyi imkansız hale getirmektedir.

Peki, tarımın bu fırtınadan payını almasını etkileyen unsurların ne olduğu sorusuna nasıl bir cevap verilebilir? Toprakta verim düşmesinin, bereketin kalkmasının, kuraklık ve yağmursuzluğun hüküm sürmesinin temel sebebi, acaba şu değerlendirmede yer alan gerçekler olabilir mi:

“Şimdi, malda ve rızıkta hilelerle suiistimâlle, rüşvetle çok haram karıştığı ve ekinciler kendi malına hakkıyla sahip olmadığı ve on adamdan iki-üçü tam rahmete müstahak ise, ekincilerin malından istifade edenlerden beş-altısı ya zulümle, haram karıştırmakla, ya şükürsüzlükle rahmete istihkakını kaybediyor” (Emirdağ Lahikası s.74)

Elbette olabilir. Hatta son iki asırdır, bilhassa 20. yüzyılın ikinci yarısı ile 21. yüzyılın şu yaşadığımız ilk çeyreğinde peş peşe yaşanan felaketleri insanoğlunun doymak bilmez hırsı ile açıklamak, “vakıayla tam mutabıktır” denebilir. Kendine sunulan nimetleri küçümsemesi, gerekli saygıyı göstermemesi, onları verene şükretmemesi; israf ve kanaatsizliği yaygın bir hayat anlayışı haline getirmesidir insanoğlunu bulunduğu hale düşüren.

Bahtiyar insan şöyle hareket eder:

Saadet ve lezzetin kaynağı ve sebebi olan helâlinden kazanarak kanaat ve iktisatla hareket etmeyi bir ibadet olarak bilir, bir çeşit fiili dua kabul eder. Allah’ın kendisine nasip ettiği ve ihsan ettiği nimetleri kabul ederek, rıza ile karşılar, şükür ve minnet içinde hayatını mutlu bir şekilde geçirir.

Bu gerçek, kaynağını şu Nebevî ölçüden almıştır:

Bir gün sabahın erken saatinde gücü kuvveti yerinde bir genç, bazı işlerini görmek için yola çıkmış gidiyordu. Onu gören Sahabeler, “Keşke şu delikanlı gençliğini Allah yolunda harcasaydı” dediler.

Peygamberimiz (asm), onların hatalı düşüncelerini şu şekilde düzeltti:

“Öyle demeyin. Şayet o dilencilikten ve insanların elinde ve avucunda olanlara göz dikmekten kurtulmak için çıkmışsa, Allah yolundadır. İhtiyar anne ve babasının geçimini temin etmek veya küçük yavrularını beslemek için çıkmışsa, yine Allah yolundadır. Ancak boy göstermek ve gösteriş yapmak için çalışıyorsa, işte o zaman şeytan yolundadır.” (Gazali, İhya, 2:163.)

Ölçü, şükür ve helâl dairesinde bir hayat geçirmektir. İktisatlı yaşamaktır. “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir, harama girmeye lüzum yoktur.”

“Şükrün mikyası kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı, hırstır, israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rast geleni yemektir.”

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org