Etiket arşivi: Mehmet Abidin Kartal

Sorular Zor…

Hayatımız boyunca güzel bir şeyi elde etmek için hep bir çaba ve emek gayreti içinde olmuşuzdur.. Okul hayatımızı düşünelim. O dönemden aklınızda en çok yer eden şeyler sık sık karşılaştığınız sınavlardır. Bunların içinde en önemlisi ise, kuşkusuz üniversite sınavıdır. Üniversite sınavlarına girenler için, bu sınavlar hayatının dönüm noktasıdır. Çünkü geleceklerini nasıl şekillendireceklerini bu üç dört saatlik imtihanın sonucunda belirleyeceklerini düşünürler. Bu nedenle yıllarca çalışır, uykusuz kalır, pek çok sosyal faaliyetten, tatilden uzak durup, kendilerini sadece derslerine verirler. Tek gayeleri istedikleri üniversiteye, fakülteye girebilmektir. Bu amaca ulaşabilmek için büyük bir sabır ve kararlılık gösterirler. Sorulan soruları doğru cevaplayanlar hedeflerine ulaşırlar. Çalışan için sorular kolay, çalışmayanlar için ise zordur.

İnsanın bir güzelliğe ya da uğrunda pek çok şeyi göze aldığı hedefine ulaşabilmesi için kimi zaman yıllarca süren bir çaba, kararlılık ve dirayet göstermesi, karşılaştığı zorlukları sabırla karşılaması gerekebilir. Bunların yanı sıra insanın maddi güç ya da toplum içinde itibar, şöhret ve belli bir kariyer elde etmek gibi hedefleri varsa; bunlar için de ciddi bir çaba sarf etmesi ve bazı zorlukları göze alması, karşılaştığı imtihanları başarı ile vermesi gerekir. Hayatımız bir sınavdan ibaret. Hem de öyle bir sınav ki bu ölene dek süren, hatalarının bedelini peşin peşin ödeten bir sınav. İlkokuldan itibaren başlayan sınav maratonu hiç bitmiyor. Hayatımızın tamamını kuşatan sınavlar yalnızca öğrencilik yıllarında değil, özel hayatımızda da sürüyor. Kpss, Yds, Tus, Ales ve daha birçok sınavdan, ehliyet sınavına hatta işe giriş mülakat sınavlarına kadar bilumum sınavlar hayatımızın değişmeyen bir parçasıdır.

Dünya hayatında elde edilmek istenen faydaların, başarıların, mutlulukların tümü, ne kadar ciddi bir çaba harcansa da, geçicidir. Dünyadaki imtihanları başarı ile verdiğimizde, iyi bir meslek, kariyer, para, mal, şöhret, imkanlar elde ediyoruz. Bunların hepsi geçici dünya hayatı için … Ama bunların yanı sıra bir de asla kaybolmayacak olan, asla tükenmeyecek güzelliklerin, sonsuz faydaların, sonsuz mutluluğun bulunduğu ve insanın ebediyete kadar kalacağı gerçek bir hayat vardır. Bu, inanan insanların dünya hayatı boyunca ulaşmak için ciddi bir çaba sarf ettikleri, tüm diğer konuların çok daha üstünde tuttukları, asla akıllarından çıkarmadıkları ölümden sonraki sonsuz hayatıdır.

Sonsuz hayatı kazanmanın yolu da dünya sınavından geçmektedir. “Bu dünya insanların imtihan meydanıdır. Gerçek saadet ve azap diyarı ölüm ötesindedir.” Hayat bir imtihan, dünya ise imtihan salonudur. Esas mesele bu imtihanı kazanmak ya da kaybetmekten ibarettir. Bu imtihanı kazananlar ebedi kurtuluşa ererken, kaybedenler ise hüsrana uğrayacaklardır. Dünya insanın asıl konağı, asıl yurdu değildir. İnsanın asıl hayat mekanı ahirettir. İnsanın yapması gereken, dünya hayatının geçici olduğunu ve buranın sadece ahiretteki konumunun belirlendiği bir imtihan alanı olduğu gerçeğini unutmaması ve ona göre hazırlığını yapmasıdır. “Asra yemin ederim ki, insan mutlaka hüsran içindedir. Ancak iman edip salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesna.” (Asr Sûresi) Kurtuluşun iman-amel bütünlüğü içerisinde İslam’ı yaşamakla mümkün olduğunu bildiren Asr suresi kolay cennet beklentisi içinde olanlar için bir cevap teşkil etmektedir.

Hepimiz muhakkak hayatımızın çeşitli safhalarında, kendimize. Niye yaratıldım? Hayat ve ölümün anlamı ne? Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun? Sorularını sormuşuzdur…Esas imtihan bu sorulara doğru cevap verip, hayatımızı doğru cevaplar istikametinde yaşamakla başlıyor.

Her birimizin zihnini meşgul eden bu sorulara en doğru cevabı muhakkak içindekilerle beraber kainatı, bizi, yani insanı, hayatı ve ölümü yaratan Rabbimiz verecektir. Bir şeyi neden yaptığını onu yapandan dahi iyi bilen yoktur değil mi? O zaman O’na yöneltelim sorularımızı bakalım ne cevap alacağız:

“Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri! oyun olsun diye (gayesiz bir şekilde)
yaratmadık.”
 (Duhan Suresi,38. ayet)

“Muhakkak ki Biz, yeryüzünde olan şeyleri, onların hangisi daha güzel amel
edecek diye imtihan etmemiz için, ona (arza) ziynet kıldık. (Kehf Suresi, 7. ayet)

O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır. (Mülk Suresi, 2. ayet)

Rabbimizin ayetlerinde de açıkça gördüğümüz gibi kainatta var olan her şeyin bir yaratılış gayesi vardır. Hepsi bir amaca ve gayeye hizmet eder. Tüm varlıkların yaratılış gayesi insana hizmettir. Çevremize baktığımızda bunu rahatlıkla fark edebiliriz. Güneşin, gecenin, suyun, toprağın, hayvanların ve bunlar gibi sayısız örneklerin insana hizmet için var olduğunu anlarız. Peki tüm kainatın hizmetine verildiği insanın da mutlaka bir yaratılış gayesi olmalı değil mi? Acaba insanın ne gibi bir görevi vardır? Hangi gaye ile yaratılmıştır?

Rabbimizin bu sorumuza verdiği cevabı gayet açık ve nettir:

“Ben, cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” (Zariyat
Suresi, 56. ayet)

İnsanın var olma sebebi kendisini yaratana, var edene ibadet etmek, kulluğunu
sadece ve sadece ona sergilemektir. Rabbimiz bu konuda da şöyle buyurmaktadır:

“Ey insanlar! Sizi de, sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibadet ediniz; belki
böylece korunmuş olursunuz.” (Bakara Suresi, 21. ayet)

İnsanın yaradılış gayesini meydana getirirken uyması gereken kurallar vardır. Her bir insanın bu dünyada konumu, karşılaştığı olaylar, zorluklar, belalar, musibetler, mutluluklar vs. farklıdır. Bu farklılıklar dünya sınavında her bir insana farklı soruların sorulduğunun göstergesidir. Herkesin imtihanı farklı. Sorulara doğru cevap verenler imtihanı kazanacak ve sonsuz mutluluğu elde edeceklerdir.

Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise, onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levâzımâtı tedârik etmekle mükelleftir. En ehem ve en elzem işler takdim edilecektir.
(Sözler, Yirminci Söz)

Misafirhanede insan vazifesini yerine getirirken imtihan edilecektir.

“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘İman ettik’ demeleriyle kurtulacaklarını mı sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (Ankebut 1-3 ayetler)

“Mutlaka  sizi  biraz  korku  ve  açlıkla  ve  mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz eksilterek imtihan ederiz.   (Ey   Peygamberim!)   Sabredenleri   müjdele. Onlar başlarına bir musibet gelince, ‘Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz.’ derler. İşte Rableri tarafından bol mağfiret  ve  rahmete  nail  olacak  kimseler  bunlardır. Doğru yola ulaştırılmış olanlar da bunlardır.”   (Bakara suresi – 155-157 ayetler)

 

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz.”(Enbiya, 35 ayet)

Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Mümin, taze ekine benzer. Rüzgâr hangi taraftan eserse onu o tarafa yatırır (fakat yıkılmaz). Rüzgâr sakinleştiğinde yine doğrulur. İşte mümin böyledir; o belâ ve musibetler sebebiyle eğilir (fakat yıkılmaz)…”

Evet, herkes bir imtihan süreci yaşar bu dünyada. İmtihanda sorulan sorular zordur. Nefsini ıslah edemeyenler sorulara cevap vermede zorlanırla. Yanlış cevap verebilirler. Kimisi mal, kimi servet, şöhret, güzellik, şan ve şerefle imtihan edilir. Kimi ilim, kimi filimle, kimi zevk, kimi elemle, kimi belâ ile sınava tabi tutulur. Kimi kadınla, kimi eş, kimi aş, kimi maaşla, kimi evlatla denenir. Delikanlılık çağındaki bir erkeğin karşılaşacağı en zor imtihanlardan biri, belki de başarılması en güç olanı, cinsel arzu ve istekleriyle sınanmaktır.

Ahir zamanda genç olmak, ateşler içinde imtihan olmaktır. Ateşler içinde imtihan olmak soruların zorluğunu gösterir. Sorulara doğru cevap vermek için yanmamak gerekiyor. Yanmamak için, Yusuf olmak gerek.Yusuf olabilmek… Hz Yusuf’un ahlakı ile ahlaklanmaktır. Zinaya hayır demek, zorlukları, sıkıntıları sabırla aşmaktır. Yusuf olabilmek, kuyulara, zindanlara düşülmeden, zirvelere çıkılmaz gerçeğini anlamak demektir. Dünya saltanatının zirvesindeyken ölümü istemektir… Yusuf olabilmek, esaret içinde iffetli olmayı, özgürlük içinde iffetsiz kalmaya tercih etmek demektir. Yusuf olabilmek zor, hele hele Züleyha karşısında dayanabilmek… Ama imkansız değil… Yusuf baştan aşağı iffet olduktan sonra, Züleyha baştan aşağı afet olsa ne yazar…

Ömür dediğimiz sermaye, hayat dediğimiz zaman dilimi imtihan için tanınan süredir. İnsana verilen her türlü nimet, mal, mülk, kadın, evlat, makam, mevki birer imtihan vesilesidir. Aynı şekilde insanın karşısına çıkan her türlü sıkıntı, zorluk, acı ve musibet, birer imtihan vesilesidir. İmtihan vesilesiyle insana zor sorular sorulmaktadır. Ve bunun herhangi bir istisnası da yoktur. Müminin imtihan sorularına sabır ve şükürle cevap vererek inşallah kazanır.

İmtihanı kazananlara, Bediüzzaman’dan müjdeler var.

“Yani, mevti veren Odur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzâd eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bâkiyeye alır.” Bundandır ki, inanana der:”sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.” Onun için “Ey biçareler! Mezaristana göçtüğünüz vakit, ‘Eyvah, malımız harap olup sa’yimiz hebâ oldu. Şu güzel ve geniş dünyadan gidip dar bir toprağa girdik’ demeyiniz, feryat edip me’yus olmayınız. Çünkü sizin her şeyiniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazılmıştır. Her hizmetiniz kaydedilmiştir. Hizmetinizin mükâfâtını verecek ve her hayır elinde ve her hayrı yapabilecek bir Zât-ı Zülcelâl sizi celp edip yeraltında muvakkaten durdurur, sonra huzuruna aldırır. Ne mutlu sizlere ki, hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti; rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, meşakkat bitti; ücret almaya gidiyorsunuz. Yani, ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâllerine dönecekler ve Mevlâ-yı Kerîmlerine kavuşacaklar. “(Mektubat, Yirminci Mektup)

İnsan, dünyada bulunduğu sürece ahirete yönelik bir sınav yaşamakta ve bu konuda gösterdiği çabayla denenmektedir. Hayat, gerçekte Allah’ın bizleri sınamak ve eğitmek için yarattığı geçici bir süredir. İnsan bu süre boyunca düşünmek, tefekkür etmek, böylece Rabbimizi tanımak, O’nun hükümlerine uymak ve sadece O’nun rızasını aramakla sorumludur. Bunun yanında bu imtihan hayatı boyunca başına gelen her şeye en güzeliyle karşılık vermek, sabretmek, şükretmek ve güzel ahlak göstermekle yükümlüdür.

Ashabıyla sükut halinde otururlarken Rasul-i Ekrem (sav)’in mübarek simalarında bir tebessüm beliriverir bir defasında. Sahabenin soran bakışlarını fark edince şöyle buyurur Efendimiz:

“Müminin durumu ne kadar şaşırtıcıdır! Zira her işi onun için bir hayırdır. Üstelik bu başkasına değil, sadece mümine has bir durumdur. Ona memnun olacağı bir şey gelse şükreder; bu hayırdır. Hoşlanmadığı bir zarar gelse sabreder; bu da onun için hayır olur.”

Kâinat’ın Efendisi’nin (sav) asrımızdaki en yüksek, en tatlı, en şefkatli gür sesine kulak vererek yazımızı noktalayalım:

“Dünya fanidir; fakat ebedî bir âlemin levazımatını yetiştiriyor. Çendan, zaildir, geçicidir; fakat bakî meyveler veriyor, baki bir zatın baki esmasının cilvelerini gösteriyor.” Bu noktadan, “Sultan-ı ezeli olan Cenab-ı Hakk’ın kudretiyle, yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemine çıkarılan ve bütün mevcudatı içinde seçtiği ve emanet-i kübrayı verdiği ve haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccih ettirdiği biz insanların, dünyadaki işi, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle re’sü’l-malımız (sermayemiz) olan istidatlarımızı nemalandırmaktır.” Meselenin özü, esası budur; bu yüzden dünya hayatımızı çok iyi değerlendirmemiz gerekmektedir. Evet, ”Dünya madem fanidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. (…) Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için ahireti unutmasın. Ahiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selametle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”

Bunun için ise, “Bu dünya, bir misafirhanedir. Ebedî hayatı isteyenler, misafirhanedeki vazifelerine dikkat gösterdikleri nispette memnun edilirler.” Misafirhanedeki vazifelerimiz, dünya imtihanında sorulan sorulara doğru cevap vermektir.

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Yolculuk Nereye…

Yol ve yolculuk gerçeği insanlık aleminin vazgeçilmez unsurlarından biridir. Bunun sonucu olarak ‘hayat yolu, yolculuk, doğru yol, yanlış yol, eğri yol, uzayan yollar, bitmeyen yollar, kara yolculuğu, hava yolculuğu, deniz yolculuğu, uzay yolculuğu, ahiret yolculuğu kavramları içinde geçer, hayat yolculuğumuz… Ömür sermayesinin hatırı sayılır bir kısmının yollarda ve yolculukta geçtiği hayatın bir başka gerçeğidir.

Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece
Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece

Aşık Veysel

Ömür sermayemiz, takvim yapraklarının teker teker düşmesiyle eksilirken, uzun ince yol, gelmesi kaçınılmaz bir sona doğru akıyor. Yılbaşları birbirini takip ederken, insanoğluna, “Yolculuk nereye?” sorusunu yöneltiyor.
Her günün başında, sonunda hep o soru var. Yolculuk nereye…Bu bütün insanlığın hayat hikayesi…Bu ifadenin dışında hiçbir insan yok.

Adem (as)’le başlayan ve binlerce yıldır dünyaya gelen her insanın rol aldığı bir yol hikayesi bu…Hayat yolu hikayesi…Aslında, yazılan bütün hikayeler ve romanlar bu yol hikayelerinden kesitlerdir…

Yaşadığımız hayat yolu hikayeleri tek düze değil… Kışı var, baharı var, yazı var, güzü var.Gecesi var, gündüzü var. Dünyada yaşayan insanlarda bir değil. İyisi var, kötüsü var, zengini var, fakiri var, işçisi var, patronu var… Dünyada karşılaşılan her durum, her olay imtihan sorusu… Hayat yolu hikayemiz, sorulara cevap vermekle geçiyor.. Hayat yolu düz değil, inişli ve çıkışlıdır. Hz. Mevlânâ hayatını üç kelimede özetliyor: “Hamdım, piştim, yandım.” Devam ediyor: “Bu dünya bir ağaca benzer. Bizler de bu ağacın yarı ham, yarı olmuş meyveleri gibiyiz. Ham meyveler ağacın dalına iyice yapışır; oradan kolay kolay kopmazlar. Çünkü ham meyve köşke ve saraya layık değildir. Bu dünyadan başka hayat tanımayanların, ham meyveden bir farkı yok. Onlar dünyadan hiç ayrılmak ve hiç çıkmak istemezler. Çünkü Allah’ın huzuruna, O Yüce Sultanın sarayına, Cennete çıkacak ne yüzleri vardır, ne de olgunlukları.” İyilerin çekmedikleri bir eza, bir cefa yok bu dünyada. Onlara dadanan düşmanların sayısı hesaba gelmez ama neticede kazanan yine hep iyilerdir. Onların yolundan gidenlerdir. Hayat böyle… Hayat yolu düz değil. Hayat yolunda yolculuk yapanlardan, iyilerin, doğruların zahmet çektiklerini görürsünüz. Zahmetlerin bir hikmeti var elbette…

Nedir hikmeti? Bir gün, bir grup mümin, zalimlerin zulmünden şikâyetçi olmak üzere Mevlânâ’ya gelirler. Hz. Mevlânâ onlara şöyle bir ders verir: “Kasaplar pazarında hiç köpek kesiyorlar mı? Öldürülmeye en çok onlar layık olduğu halde, kesilen ve kesilmek zahmetine katlanan yine koyunlardır. Allah’ın yardımı da müminlere daha fazla olduğu için, zahmetleri de daha çok olacaktır. Onlar hakkındaki rahmet ise, o zahmete göredir. Sonsuz ve sayısızdır.” Koyunların yaşadığı zahmet ve sıkıntılar, hep onların değerli ve kıymetli oluşlarındandır. Köpeklerin kesilmemesi ve o sıkıntıları yaşamamaları ise kıymetlerinden değildir. Bu dünya da iyi insanların derecelerinin yükselmesi ve arınmaları için bir fırsattır. Unutmamak gerekir, burası hizmet yeridir, ücret yeri değildir.

Allah insanı, yol almak için yaratılmıştır: İnsanın emaneti yerine getirebilmesi, İsmet Özel’in derin bir idrakle dile getirdiği gibi, “yola çıkmaya hüküm giymesiyle” mümkündür. Çünkü, insanın “yolda” olması, yol almasının garantisidir. İnsan dışındaki bütün mahlukat ta devamlı hareket hainde, yol almaktadırlar. Atomlardan hücrelere, karıncalardan kartallara, dünyadan gökyüzündeki güneşe, aya, yıldızlara, gezegenlere kadar bütün cisimler hareket ederek yol almaktadırlar…

İnsan, Güneş etrafında saatte 108 bin km hızla yol alan dünya gemisine, ezelde “Elest” meclisine çağrılan ruhlardan sırası gelenler, emr-i İlâhî ile, harika bir şekilde ceset elbisesini giyerek binmişler ve dünya yolculukları başlamış…

Yüce Yaratan, Ezelî Hitabı Kur’ân’ın Yasin Sûresi’nde, gezegenimizin de içinde bulunduğu Güneş Sistemi’nin yolculuğunu, “Güneş de bir delildir ki kendi yolunda akıp gidiyor. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir. Ay’a gelince, ona menziller tayin ettik. Nihayet o eski hurma salkımının çöpü gibi (yay haline) dönmüştür.Ne güneşin aya çatması yaraşır, ne de gece gündüzü geçebilir; onların her biri kendi yörüngesinde yüzerler.” (Yasin süresi, 38-39-40) şeklinde ifade eder. Bu seyahatte dünya gemisine sırası geldiğinde insan olarak binenler, geminin “Kimsin? Vazifen ne? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun” parolalarındaki ayrıntılara uymak zorunda olmakla birlikte; yolculuğun takdir edilen bir kısmında başka bir aleme alınarak, yolculuğun haşre kadar olan kısmını burada geçirirler. Kabir alemi denilen bu safhada amellere göre karşılaşılacak sefa veya cefa, yolculuğun bir başka veçhesi…

Dünyevî ve uhrevî bütün seyahatlerimizde yol göstericimiz olan Kur’ân-ı Hakim ve Yüce Rasûlün (asm) hadislerinden, fen ve din ilimlerini mezcederek yaptığı yorumlarla bilgi çağı insanının ufkunu genişleten ve bir pusula görevi yapan Bediüzzaman ise, tefsirinde, herkesin başına gelen bu büyük yolculuğu, “İnsan bir yolcudur. Âlem-i ervahtan dünyaya, sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder” sözleriyle özetler.

Gemi, şu an geri dönmeyecek bir yolculukla çok büyük bir hızla seyir halinde, üstündeki ve karnındaki yüz milyarlarca yolcuyu indireceği kainat okyanusunun Haşir İskelesine yanaşıp yolcularını boşaltmak üzere…

Tekrar soralım, yolculuk nereye? Yolculuk, hiç şüphesiz oraya… Rabbin huzuruna… Oraya nasıl varmalı? İnsan, dünyaya, Rabbin bünyesinde sakladığı türlü çeşitli potansiyellerle gelir. Sonra bu potansiyel imkanlar, gün yüzüne çıkar, insanın gücünü, kuvvetini meydana getirir. Bir süre böyle “Güçlü” olarak devam eder insan hayatı. Sonra şakaklara ak düşer, güç azalır..

Son nefes, insanın son gücüdür. O da gittiğinde, insanda, dünya varlığından bir şey kalmaz. Bu durumda insanı, yolcuların son durağı, sonsuzluk kapısı gibi duran kabre götürürler. Kabre konulduğunda, insanın malı, mülkü, unvanları her şeyi ama her şeyi bu tarafta kalmıştır. Artık hayatın gerçeği, sonsuzluk alemidir ve orada Rabbin huzuruna çıkılacaktır. Orada mutlak anlamda, şeksiz şüphesiz ve tartışmasız emir ve hüküm Allah’a aittir. Adalet tam tecelli edecektir. Hiç kimseye haksızlık yapılmayacaktır.‘Kim zerre kadar iyilik yaparsa karşılığını görür. Kim zerre kadar bir kötülük işlerse o da onun karşılığını görür’ Zilzal Süresi, 7-8

Yolculardan, Gemi Sahibinin emrine harfiyyen itaat edenleri sonsuzluk aleminin rıhtımda bir sürpriz bekliyor. Yaver-i Ekrem (asm) başta olmak üzere, yaratılış aleminin güneşleri, ayları ve yıldızları olan Enbiyâ (as) ve gemi Sahibinin en sevgilileri onları karşılamaya gelmişler. Allah’ım bu hâl ne muhteşem ve sürur verici bir hâl!

Haşir rıhtımından ve Mizan meydanından sonra, aktarmalı olan yolculuğun geri kalan kısmında, gemide 50-60 yıllık sürede kazanılan amel ve rıza-yı İlâhîye göre, Sırat’a uğrayıp oradan Burak’a binerek ruh ve hayal sür’atinde 50 bin senelik bir mesafeyi bir anda katederek Cennet ve Saadet-i Ebediyeye uçmak mümkün. Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve merhameti gereği, Mizan’da yüzünün akıyla hesabını vermiş olanların Sırat Köprüsü başında, yine Rabbin sevgililerinden olan uğurlayıcıları olacak. Yüzleri ayın on dördü gibi parlayan ve ebedî imtihanı kazandığı anlaşılan bu bahtiyarlara, adeta dünyadaki günlük hayatın telâkisindeymiş gibi naz ve niyazla sorulan “Yolculuk nereye?” sualine gülümseyerek ve heyecanla ”İnşallah, Cennet ve Saadet-i Ebediyyeye” diye cevap vereceklerdir. (http://www.saidnursi.de/gundem/basindan-secmeler/3254-yolculuk-nereye.html)

Burada bu ulvî halleri düşünüp hayal ederken, bunun mutluluk ve heyecanını dünyadayken bize yaşatan Bediüzzaman’ın “Sizlere Müjde! Ölüm yokluk değil, hiçlik değil… Başta şefiimiz olan Habibullah Aleyhissalatü Vesselâm ile bütün dostlarımıza kavuşmak âlemidir.….. Ey insan, bilir misin nereye gidiyorsun! Dünyanın bin sene mesudane hayatı bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi bir saat Rü’yet-i Cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelâl’in ve bir Baki-i Zülkemal’in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve saadet-i ebediyesi olan Cennete çağrılıyorsunuz. Öyleyse kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz…” müjdelerini kalbimizin derinliklerinde hissedelim…

Evet, yolculuk nereye…

İnsan sonsuzluk alemine giden bir yolcudur.

Bu öyle bir yolcu ki ruhlar aleminden anne karnına, oradan dünyaya teşrif eden bir yolcu. Sonra çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabre giren bir yolcu. Sonra kabirden, berzahtan, haşirden, sırat köprüsünden, cennet veya cehenneme varacak olan bir yolcu. Bu kadar yollarda kendisine elbette bir çok hazırlık yapması gerekir.

Varacağı sonsuzluk yurdunda rahat etmesi de bu yapacağı hazırlıklara bağlıdır. Çünkü, eken biçer. Dünya ahiretin tarlasıdır. Bir memleketten başka bir memlekete gitmek üzere olan bir kimse hazırlık yapar. Çünkü gideceği yerde kendisine bir çok şey lazım olabilir. Hazırlık yapan kimse orada kalacağı müddet içinde rahat eder huzurlu olur. Bir pikniğe giderken bile bir çok hazırlık yapılır. Bir şehirden bir şehire seyahat eden kimse, yanına eşyasını almak zorundadır. Dünyada hazırlığını yapan ebedi alemde karşılığını görecektir. İnsan dünya da ebede giden bir yolcu olduğu şuuru içinde yaşamalıdır.

‘Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın.’ Şeyh Edebali

‘Allah’ın sırrı sensin, kalbine yolculuk et.’ Şems-i Tebrizi

‘Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.’ Ankebut Süresi, 64

Gitme Ey Yolcu…

Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım:

Elemim bir yüreğin karı değil, paylaşalım:

Ne yapıp ye’simi kahreyleyeyim, bilmem ki?

Öyle dehşetli muhitimde dönen matem ki!

Ah! Karşımda vatan namına bir kabristan

Yatıyor şimdi… Nasıl yerlere geçmez insan?

Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor, ey yolcu,

Nereden başladı yükselmeye, bak, nerede ucu!

Bana Vahdet gibi bir yar-ı musaid lazım!

Artık ey yolcu bırak, ben yalnız ağlıyayım!

Mehmet Akif Ersoy

www.NurNet.org

Mehmet Abidin Kartal

Münafık Mıyız?

Münafık, karışıklık, bozgunculuk çıkaran anlamına gelir. Münafıklar, mümin taklidi yaparak, müminlerin içinde barınmaya çalışan, çıkarcı yapıya sahip, ikiyüzlü insanlardır.İki yüzlü oldukları için bunları tanımak zordur. Münafıklar çeşit çeşittir. Kimi sadece maddi menfaat için müminlerin içindedir, kimi müminlere hırsından dolayı onlara zarar vermek için aralarına girer, kimi de iman eder ancak daha sonra niyetlerini bozar ve inkara saparlar. Ancak hepsinin ortak bir özelliği vardır, o da müminlere düşman olmaları ve bu yönde çaba sarf etmeleridir.

Münafıklar, müminlerden menfaat beklentisi içinde olan ve onların arasında yaşamaya çalışan kişilerdir. Münafıklar, müminlerin arasında yaşadıkları sürece, onlar gibi davranarak, kendilerini gizlemeye çalışırlar. Beklentileri gerçekleşmediğinde veya müminlerin başına bir sıkıntı, zorluk geldiği zaman, onlardan ayrılırlar ve gerçek yüzleri o anda ortaya çıkar. Müslüman topluluğundan ayrılırken, onlara zarar vermeye, aralarındaki birliği bozmaya çalışırlar. Münafık, bukalemun gibidir; bulunduğu araziye göre renk değiştirir. Hedeflerini gerçekleştirmek için diğer münafıklarla ve inkarcılarla işbirliği yaparlar.

Münafıklar, müminler içinde azınlıkta kaldıklarından, “Biz de müslümanız.” deyip, vaziyeti idareye çalışırlar. Müslüman görünmek suretiyle, onların sırlarına vakıf olup, bazı yerlere haber ulaştırırlar, kaleyi içten fethe gayret ederler. Münafığın önemli bir özelliği de, müminlere iftira atmaktır. Bununla kendince müminleri gözden düşürecek, insanlar nazarında kötü gösterecek ve zayıflatacaktır. Yok etmek istedikleri kimseyi, meşru bir gerekçe bulamadıkları zaman şantaj ve iftiralarla yok etmeye çalışırlar.
Münafık, müminle mücadeleden ümidini kestiğinde hilelere başvurur. Böylece açıktan yapamadığını, farklı şekillere bürünerek, değişik renklere girerek yapar; böler ve parçalar, toplumda kargaşanın yolunu açar, şaşkınlıklara sebep olur. Dıştan bakıldığında, yaptıkları toplumun faydasına şeylerdir.Yapılanlar araştırıldığında, deliller ortaya çıktığında, arkasında sinsi planların ve tolumun başına çoraplar örüldüğü görülür.

Yalan, münafığın adeta silahı gibidir. Yalan olmadan varlıklarını sürdüremezler. Çünkü münafık, sıkıştığı zaman kendisini ko­ruyacak bir zırha ihtiyaç duyar. O zırh da yalandır.

Münafık, iki yüzlü bir tiptir ve bu, onların ayrılmaz bir karakterini oluşturur. Onlar Resûlullâh’ın (sav) yüzüne karşı öyle tatlı dilli konuşurlardı ki, görenler gerçekten onları Peygamber aşığı zannederdi. Ancak yanından ayrılır ayrılmaz, hemen asıl hüviyetlerini açığa vurur, yeryüzünde fitne ve fesat çı­karmaya devam ederlerdi. Kur’ân, onların bu durumlarını mealen şu şekilde anlatmaktadır:

“İnsanlardan öylesi vardır ki dünya hayatına dair sözleri senin hoşuna gider. Üstelik sözünün özüne uyduğuna Allah’ı da şahit gösterir. Hâlbuki gerçekte o düşmanların en yamanıdır. Senin yanından ayrılınca, ülkede fesat çıkarmaya çalışır, Ürünleri ve nesilleri mahvetmek için uğraşır. Allah, elbette fesadı (bozgunculuğu) sevmez. O adama: ‘Allah’tan kork da fesat çıkarma!’ denildiğinde, Kendini benlik ve gurur kaplar ve bu, onu daha fazla günaha sürükler. Böylesinin hakkından Cehennem gelir. Gerçekten ne fena yataktır o Cehennem!” (Bakara suresi, 204-206).
Münafıklığın karakteristik özelliği iki yüzlülüktür. Günümüz tabiriyle çifte standartlılıktır. Müslüman müşterileri çekebilmek için İslamî kıyafetlere bürünüp, ölçü ve tartıda adaleti gözetmeyen, insanları sömürmek için her yolu meşru gören, yalan söyleyen, aldatan tüccar ve esnaf münafıktır. Menfaat elde etmek için bir cemaate, partiye veya sosyal ortamlara girenler münafıktır. İnsan bir şeylere sahip olacaksa, bu meşru yollarla olmalıdır. Helal dairesinde olmalıdır. Müslümanlarla birlikte olduğu zaman mümin kesilen, onlardan ayrılıp İslam dışı bir hayat süren kimselerle bir araya gelince, Müslümanların arkasından konuşan, onların taklidini yaparak eğlenen ve onları karalayan kimseler de münafıktır.

“Dört şey kimde bulunursa halis münafık olur. Kimde bunlardan bir kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet etmek, söz söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husumet zamanında da haktan ayrılmaktır.” (S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, 1, no: 32)

Sual : Kafirlerin zemmi hakkında yalnız iki ayetle iktifa edilmiştir. On iki ayetin hülasasıyla münafıklar hakkında yapılan itnab (bir düşüncenin gereğinden fazla sözle ifade edilmesi ) neye binaendir?
Cevap : Münafıklar hakkında itnabı, yani tatvili icap ettiren birkaç nükte vardır:
Birincisi: Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habis olur. Aldatıcı olursa, fesadı daha şedit olur. dahili olursa, zararı daha azim olur. Çünkü; dahili düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır.harici düşman ise, bilakis, asabiyeti şiddetlendirir, salabeti arttırır. Nifakın cinayeti, İslam üzerine pek büyüktür. alem-i İslamı zelzeleye maruz bırakan nifaktır. Bunun içindir ki, Kur’an-ı Azimüşşan, ehl-i nifaka fazlaca teşniat ve takbihatta bulunmuştur.
İkincisi: münafık olan, mü’minlerle ihtilat ede ede, yavaş yavaş ünsiyet kesb eder, imanla ülfet peyda eder. Gerek Kur’an’dan, gerek mü’minlerden nifakın kötülüğü hakkındaki sözleri işite işite pis haletten nefret eder. En nihayet, lisanından kelime-i tevhidin kalbine damlamasına zemin hazırlamak için itnab yapılmıştır.
Üçüncüsü: İstihza, hud’a, ikiyüzlülük, hile, kizb, riya gibi kötü ahlaklar münafıkta var. Kafirde o derecede yoktur. Bu cihetten münafıklar hakkında itnab yapılmıştır.

İnsanların bir kısmı da, mümin olmadıkları halde, “Allaha ve ahiret gününe inandık” derler. (Bakara Sûresi: 8.) (Bediüzaman Said Nursi, İşaratül İcaz, Münafıklar bahsi, s.83)

Münafıkların İslam dinine ve müminlere olan zararı ve tahribatı inanmayanlardan daha büyük ve daha fazladır. Çünkü kafirin küfrü açıktır, insan ona göre tedbirini alabilir. Münafıkların küfrü ise maskenin altında olduğu için, hakikat ile dalaleti fark edemeyenler onları mümin zannederek aldanırlar.

Kur’an-ı Kerim’de, münafıklardan çokça bahisler vardır. Şüphesiz, bu boşuna değildir. Çünkü, düşman tanınmadığında daha çok zarar verir. Pusuda olduğunda daha tehlikelidir. Kalplerinde hastalık bulunan münafıklar, müminlerin içinde yaşadıkları sürece kendilerini çeşitli şekillerde gizlemeye çalışırlar. Allah Kuran’da, müminlerin münafıkları tanımaları ve tedbirli olmaları için, onların bütün özelliklerini ortaya çıkarmıştır. Bu da Rabbimizin münafıklara kurduğu mükemmel bir tuzaktır. Örneğin müminler namazı, Allah ile buluşma vakti olarak değerlendirdikleri için bu randevuya sevinç içinde kalkarlar. Oysa münafıklar, bütün ibadetlerde olduğu gibi, namazı da Allah rızasını gözetmeden, yalnızca gösteriş olsun diye yaptıkları için  isteksiz ve zoraki kalkarlar. Allah’ın anıldığı ortamlardan sıkılır ve Allah’ı çok az anarlar.

Gerçek şu ki, münafıklar (sözde), Allah’ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı ancak çok az anarlar.  (Nisa Suresi -142)

Münafıklar namaza, özellikle de sabah ve yatsı namazlarına ehemmiyet vermez ve bunları geçiştirirler, bu konuda kendilerince mazeretler üretirler. Allah Rasülü (sav) bir hadis-i şeriflerinde;” Münafık kimseye sabah ve yatsı namazlarından daha ağır gelen bir namaz yoktur. Eğer müminler bu iki namazdaki fazileti bilselerdi, sürünerek te olsa mutlaka cemaate gelirlerdi.”buyurur. (Sahih-i Buhari, – Müslim)

Münafıkların en önemli özelliklerinden biride, fitneci bir karaktere sahip olmalarıdır. Bu yönleriyle müminlere sürekli rahatsızlık vermek ve müminlerin arasındaki tesanütü bozmak isterler.

Kendilerine: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ denildiğinde: ‘Biz sadece ıslah edicileriz’ derler. Bilin ki; gerçekten, asıl fesatçılar bunlardır, ama şuurunda değillerdir. (Bakara Suresi -11,12)

Kuran’da fitneci karaktere örnek olarak gösterilen, Hz. Musa’nın kavmindeki münafıkların başı olan Samiri, Hz. Musa’nın yokluğundan istifade ederek, kavmin içine fitne sokmuş ve birçok inananın sapmasına neden olmuştur.

Dedi ki: “Biz senden sonra kavmini deneme (fitne)den geçirdik, Samiri onları şaşırtıp-saptırdı.” (Taha Suresi – 85)

Münafıkların Kuran’da bildirilen diğer özellikleri ise, inkarcılara sevgi duymaları, güç ve onuru onların yanında aramalarıdır. Oysa Allah pek çok ayetinde müminleri, inkarcıları dost edinmekten men etmiştir. Oysa münafıklar müminleri bırakıp, kendileri ile aynı özelliklere sahip, Allah’a inanmayan, ahireti unutan ve çevrelerinde bulunan herkesin de böyle olması için çaba sarf eden inkarcıları dost edinirler.

“Onlar müminleri bırakıp kafirleri dost edinirler…” (Nisa Suresi -139)

Mü­na­fık ol­duk­ça sin­si­dir, mo­da ta­bi­riy­le sık sık “ta­kiy­e­”ler­de bu­lu­nur. Her­ke­si, her ke­si­mi dost­ça ku­cak­lı­yor gö­zü­kür ama fır­sa­tı­nı bu­lur bul­maz ar­ka­dan han­çer­le­me­yi ih­mal et­mez. Al­dat­ma onun en de­ğiş­mez ka­rak­te­ri­dir. O yüz­den pek çok maz­lum ve mağ­du­run ahı­nı üze­ri­ne alır.
Di­ni ken­di çı­kar­la­rı için kul­la­nan di­li de kul­lan­maz mı? El­bet­te kul­la­nır. Ba­zı mü­na­fık­lar, dil üs­ta­dı­dır­lar. Çok fa­sih, akı­cı ve tat­lı bir üs­lû­ba sa­hip­tir­ler ve çok iyi ko­nu­şur­lar. Ko­nuş­tuk­la­rın­da çev­re­le­rin­de­ki in­san­la­rı ra­hat­lık­la et­ki­ler ve ken­di­le­ri­ni din­let­ti­rir, hat­ta im­ren­di­rir­ler. (Bkz. Mü­na­fi­kûn Su­re­si, 63/4) Kö­tü ni­yet ve mak­sat­la­rı­nı dil oyun­la­rı için­de giz­le­me­ye ça­lı­şır­lar. Efen­di­miz, bir ha­dis­le­rin­de “Üm­me­tim hak­kın­da en çok en­di­şe­len­di­ğim, li­sa­nı çok iyi kul­la­nan mü­na­fık­tır” (Müs­ned, 1/22) bu­yu­ra­rak üm­me­ti­ni ikaz eder.
İmam-ı Gazâlî, ‘Kalplerin Keşfi’ adlı eserinde münafıklığı anlatırken, mümin ve münafığın karşılaştırıldığı şu hadisten bahseder:

“Müminin gözü namazda, oruçta olur. Münafığın gözü ise –hayvanlarda olduğu gibi- yemekte, içmekte, ibadet ve namazdan uzak durmakta olur.

Mümin eli vardıkça sadaka verir. Allah’tan günahlarının affedilmesini diler. Münafık ise, ihtiras ve boş kuruntular peşindedir.

Müminin Allah’tan başka hiç kimsede umudu olmaz. Münafık ise, Allah’tan başka herkese umut bağlar.

Mümin dini yerine malını feda eder. Münafık ise malı uğruna dinini satar.

Mümin Allah’tan başka hiç kimseden korkmaz. Münafık ise, Allah’tan başka herkesten çekinir.

Mümin iyilik işlemekle birlikte ağlar. Münafık ise kötülük işlediği halde güler.

Mümin yalnızlıktan ve kendi başına kalmaktan hoşlanır. Münafık ise girişkenlikten ve kalabalıktan hoşlanır.

Mümin tohum eker, (yapıcı ve üreticidir), kargaşalıktan hoşlanmaz. Münafık ise yıkıcıdır, bununla birlikte emeksiz ürün peşindedir.

Mümin dinin prensiplerine uygun bir idare uğruna emir verir ve yasaklar koyar, düzelticidir. Münafık ise baş olma ihtirası uğruna emirler verir ve yasaklar koyar, yıkıcıdır. Daha doğrusu kötülüğü emrederken iyiliği ve doğruluğu yasaklar.”

Bir yerlerde ne zaman münafık veya münafıklık kelimesi kullanılsa, bu sıfatı asla kendimize yakıştırmayız. Başkaları olabilir ama biz münafık olmayız, diye düşünürüz. Gerçekten de münafıklık gibi alçakça bir hale hiçbir mümin düşmek istemez. Ama bu bir hastalık olunca, biz istemesek de mikrobu barındıran ortamlara girdiğimizde veya mikrobun bulunduğu işleri yaptığımızda, münafıklık mikrobunu taşıyan kişilerle temas kurduğumuzda bulaşma riski yok mudur?

Bu ümmetin en faziletlilerinden birisi olan Hz. Ömer (ra).’ın, münafıklık hastalığına yakalanma konusunda ömrünün sonuna kadar büyük bir endişeyi taşımış olması bize bir şeyler anlatmaz mı?

Tebük seferi dönüşündeydi. Efendimiz (sav)., Huzeyfe (ra)’a bazı münafıkların isimlerini söylemişti. Onları sır olarak saklayacaktı ve kimseye söylemeyecekti. Huzeyfe (ra). da bu sırrı ölünceye kadar muhafaza etti.

Hz. Ömer (ra), Rasul-i Ekrem (sav).’in vefatından sonra bir cenaze olduğunda Huzeyfe (ra).’ı takip eder, eğer cenaze namazını kılarsa kendisi de kılardı, kılmazsa o da terk ederdi. Çünkü Huzeyfe (ra). münafıkları bildiği için öldüklerinde cenazelerini kılmazdı. Hatta Hz. Ömer (ra)., Huzeyfe (ra).’ın isimlerini bildiği münafıklar arasında kendi isminin de bulunmuş olmasından endişe eder, bazen dayanamayıp Huzeyfe (ra).’a onların arasında olup olmadığını bile sorardı.

Hz. Ömer (ra).’ın endişe duyduğu bir konuda biz nasıl kendimize bu kadar güvenebiliriz?

Kur’an-ı Kerim’de, “Münafikûn” ismiyle müstakil bir sûrenin yanında 300’den fazla âyette münafıklardan bahsedilmektedir. Bu durum, İlâhi vahyin bu konuya ne denli önem verdiğini göstermesi adına dikkat çekicidir.

Kur’an’ın münafıklık konusuna geniş yer vermesinin pek çok hikmeti vardır. Bu hikmetlerin bazıları şunlardır: Din, iman düşmanlarının açıktan açığa diyanet ve mukaddesata hücum etmelerine karşılık münafık, çok defa dinî, millî ve vatanî değerlere saygılı görünerek, hatta onları şahsî menfaat ve çıkarı için sürekli öne çıkartarak istismar eder, manevî ve ahlakî değerlerin altını oyacak şekilde davranışlar sergiler. Evet, münafık, gövdenin içine giren kurtçuk gibi, toplumunun ahlak ve değerlerini gizliden gizliye yok edecek bir hayat yaşar. Bu sebepledir ki Kur’ân, münafıklar üzerinde uzun uzun durur ve bunların hileleri üzerinde müminleri sürekli uyarır.

Müslümanların dikkatle sakınmaları gereken münafıkların başında, İslâmî cemaatlerin içine sızan ajan-provakatör münafıklar gelir. Bunlar, müminlerin arasını açmak, onları birbirine düşman ederek güçlenmelerini ve tehdit unsuru olmalarını önlemek için çalışırlar. Müslüman cemaatlerin birbiri aleyhinde asılsız yalanlar ve iftiralar üretirler. Temelsiz ve suni fikri ayrılıklar icat ederler. Feraset sahibi mümin münafıkları her ortamda tanır.Bir cemaat içinde bulunan bir kişi, elinde deliller olmadığı halde, diğer cemaatleri kötülüyorsa, devleti idare edenleri asıp kesiyorsa, onlar hakkında kesin kararlar verip, cezalandırıyorsa bu kişilere dikkat etmek gerekir. Çevrenize dikkat edin, ağzı olan konuşuyor. Elimizde hiçbir delil yok duyduğumuza, okuduğumuza, dinlediklerimize güvenerek ahkam kesiyoruz. Bu insanı uçuruma götürür. Bir Müslümanın, söylediği ve yaptığı her şeyde Allah’tan korkması, nefsini murakabe etmesi ve söylediği her kelimeden hesaba çekileceğini hatırlaması gerekir. “Kişinin her duyduğunu söylemesi, ona günah olarak yeter.”(Hadis-i şerif)  Her hangi bir kişi veya olay hakkında son sözü söylerken çok dikkat edilmelidir. Konuşurken empati yapıyor muyuz?. Söylediğimiz sözü mümin olarak mı, yoksa münafık olarak mı, söylüyoruz. Yani nefsimiz mi konuşuyor, yoksa vicdanımız mı? Nefsi konuşturup insanlar ve olaylar hakkında, kararlar veriyorsak, dikkat bu yolun sonu münafıklığa çıkar…

Müslüman, münafıklık özelliklerini bilmeli, bu tür özellikleri taşımaktan şiddetle kaçınmalı ve bu tür özellikleri taşıyan kimselerle dostluk kurmamalıdır. Yoksa zamanla onun davranışlarında da aynı tür özellikleri görmek kaçınılmazdır. İnsanı nifaka, münafıklığa sevk eden şey dünyevi menfaatler ve şeytani telkinlerdir. Dünyanın gelip geçici, ahiretin ise kaçınılmaz son olduğunu aklından çıkarmayan müminler şeytanın etkisinden kolay sıyrılarak nifaktan uzak durabilirler. Dünyayı Allah’tan çok seven, ahireti hiç aklına getirmeyen kimseler Allah’a ve ahiret gününe iman ettiklerini söyleseler bile bu onlara bir fayda sağlamaz. “İnsanlardan bazıları Allah’a ve ahiret gününe iman ettiklerini söylerler oysa onlar mümin değillerdir. Onlar, Allah’ı ve müminleri aldatmağa uğraşırlar; fakat kendilerinden başkalarını aldatamazlar da farkında olmazlar.” (Bakara suresi, 8-9 )

Evet, şimdi her birimiz kendimize soralım: Acaba münafık mıyım? Herkes kendi cevabını versin… Hz. Ömer (ra).’ın endişe duyduğu bir konuda biz nasıl kendimize bu kadar güvenebiliriz?

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

On İki Milyon, On İki den Büyüktür…

Batı ve ABD gittikleri yerlere demokrasi götürüyoruz, insan haklarını, adaleti hakim kılmak için geliyoruz dediler. Fakat el attıkları her yere sadece zulüm, sadece şiddet, sadece vahşet taşıdılar. Bütün bunların sonuçlarını ve bu sonuçlarda yaşanan şiddeti, vahşeti Müslümanlara mal etmeye çalışıyorlar. Bu barış anlamına da gelen, barış dini İslam’a yapılabilecek en büyük haksızlık olur.

Batı Ortadoğu’ya demokrasinin gelmesi için hiç bir gayrette bulunmadı ve bulunmuyor. Eğer bulunulsaydı, Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da vahşetler yaşanmaz, milyonlarca insan ölmezdi, milyonlarca insan ülkelerini terk etmek zorunda kalmazdı. Demokrasi bir değerse, batı bu değeri Ortadoğu’da kurban vermiştir. Ortadoğu’yu kendi çıkarlarına hizmet eden silahlı örgütlerin antrenman sahasına çevirenlerin ürettiği istikrarsızlaşmanın sonuçları Avrupa’yı rahatsız etmeye başladı. Fransa’da Charlie Hebdo dergisine yapılan saldırı ve 12 kişinin öldürülmesi bu rahatsızlığın ilk işaretleridir.

İspanyol aktör Toledo sosyal medyada paylaştığı mesajlarında “Charlie Hebdo” saldırısının arkasında günde milyonlarca kişiyi öldüren batının olduğunu savundu. Aktör Willy Toledo mesajında “Siz hiç gürültü çıkartmadan günde milyonlarca kişiyi öldürüyorsunuz, onların bu olaylar karşısında sessiz mi kalacağını düşündünüz” diyor. Pentagon ve NATO’nun bombalı saldırılarının ülkeleri bile yok edecek düzeye geldiğine dikkat çeken ünlü aktör, “Bu olaylara karşı eleştirilerimi dile getireceğim, amacım sadece sizin de hafızanızı tazelemektir” değerlendirmesi yaptı. Paris’teki saldırıyı lanetlediğini, şiddetle kınadığını da hatırlatan İspanyol aktör bu katliam ile herkesin başına önünü koyarak iyi düşünmesi gerektiğini ifade etti.

New York Times, David Brooks imzalı yazıda şöyle diyor: “Caharlie Hebdo dergisi yazarlarının öldürülmesini ifade özgürlüğü açısından tartışıyoruz ama şununla da yüzleşmemiz lazım: Bu karikatüristler, bu mizah anlayışındaki dergilerini bir Amerikan üniversitesinde yayınlamaya kalksalardı, büyük bir ihtimalle 30 saniye sonra nefret söylemi yaymakla suçlanırlardı.”

Charlei Hebdo adlı dergi, düşünce, ifade özgürlüğü diyerek iki milyar insanın kutsallarına hakareti meslek edinmiştir. Küfür, iftira özgürlük olamaz. Olsa olsa zulüm olur..Ortada bir ifade özgürlüğü yoktur. Kainatın yaratılmasına sebep olan Peygamber Efendimize (sav) hakaret vardır, küfür vardır, ahlaksızlık vardır. Üfleyerek güneşi söndürmeye çalışıyorlar. İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Karikatüristleri öldürenler ne denli bir cinayet işlemişlerse Peygamber Efendimize (sav) saldıranlar da aynı şekilde cinayet işlemişlerdir.

Cumhuriyet gazetesi büyük bir provokasyona imza atarak, İslam dünyasının büyük tepkisini çeken Peygamberimize (sav) ait olduğu iddia edilen  Charlie Hebdo’ daki çizimleri 14.01.2015 tarihli baskısında iki yazarın da köşesinde yayınladı. Yangına körükle gidiliyor…Bizim tepkimiz, Peygamber Efendimizin (sav) nazik ve merhametli karakterini yansıtmalıdır. Sevgili Peygamberimizin sonsuz sabrı, hoşgörüsü, nezaketi ve merhameti, verilebilecek en iyi cevaptır. Bunun yanında yaşayışımızı İslam’la şekillendirmeliyiz. Hayatımızı İslam’a uydurmak sünnet-i seniyyeye ittibadır.

İnsan var olduğu sürece zulüm de var olmuş, iyilik ve güzellikler kadar kötülük de yaşanmış. İnsana verilen sınırlı irade, hayır kadar, şerre ve kötülüğe  de yönelmesine imkan tanıyor. Kötülüğe kötü mukabele yapınca İslam’ın aydınlık yüzünü karartmaktan başka bir şey yapmış olmayız. İnsan kendisine kötülük yapana iyilik yaparak, onu affederek, ona iyiliğin güzelliğini gösterebilir.

Peygamber Efendimizin hayatı, şahsına karşı yapılan fenalıkları, kötülükleri affetme örnekleriyle doludur…

Ebû Leheb, birgün, komşusu olan Peygamber Efendimizin (sav) kapısına pislik ve kokmuş şeyler atmıştı. O sırada Hazret-i Hamza, henüz îmân etmemiş olmasına rağmen, yetişmiş ve o pisliklerin ve kokmuş maddelerin hepsini Ebû Leheb’in başına dökmüştü.
Komşularının yaptığı bu gibi çirkin hareketlere karşı Efendimiz, sadece;
“Ey Abd-i Menâfoğulları! Bu nasıl komşuluk” diyerek sitem ediyor ve pislikleri evinin önünden süpürüp atıyordu.
Kur’ân’ın, Cehennemde cayır cayır yanacağını haber verdiği bu adam, bazen de, Kâinatın Efendisinin evini, sırf onu rahatsız ve huzursuz etmek için taşa tutuyordu.

Rasulullah Efendimiz (sav), Mekke’de dinini anlatacak insanlar bulamayınca bir umut diye Taif’e gider ama onlar, Rahmet Peygamberiyle alay edip onu hafife alırlar, çocuklara taşlatırlar. Her tarafı yara bere olur, üstü başı kan revan içinde kalır, zar zor şehirden çıkabilir. Bir bağda dinlendiği esnada Hz. Cebrail gelir; “Ya Rasulellah! Allah’ın selamı var, eğer istersen şu dağları Taif’in üzerine indireyim.” “Hayır” der Fahr-i Kâinat; “İçlerinden iman edecek bir tek zat bile olsa helak etme.” Daha az önce kendisine taş atan, onunla alay eden insanların azaba uğramasını istemez, anında affeder onları. Peygamber Efendimiz (sav) bugün kendisine yapılan hakaretleri, ahlaksızlıkları görseydi ne yapardı dersiniz? Üstü başı kan revan, yara bere içinde kalmasına rağmen bunları yapanları affeden Efendimiz (sav) Charlei Hebdo adlı derginin hakaretlerine çok üzülür, onlara hidayete ermeleri için dua ederdi, acırdı…

Kötülüğe iyilikle karşılık vermek, nefse çok ağır gelebilir. Allah-u Zülcelâl’in rızasını isteyen kimse, nefsine baskı yapar, kendisine kötülükle muamele eden kimseye iyilikle karşılık verir.

Ukbe bin el-Cüheni radıyallahu anhu şöyle anlatmıştır: “Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bana buyurdu ki: ‘Ey Ukbe, sana dünya ve ahiret ehlinin ahlakının en üstününü haber vereyim mi? Senden sıla-yı rahimi kesene, sen sıla-yı rahim yap; seni mahrum edene ver; sana zulmedeni affet.”(Ahmed bin Hanbel, Hakim, Taberani)

Charlei Hebdo adlı dergi hakaretleriyle Peygamber Efendimize (sav) zulmetmektedir. Bu hakaretler, saldırı ya da saygısızlık olarak algılanan her karikatür, yazı, film ya da düşünce şiddetle cezalandırılacaksa, dünyada barış ve huzur kalmaz. Yapılması gereken, bu fikirlere yine fikir düzeyinde cevap verebilmektir. Düşünce ve inancın cezası ölüm olmamalıdır. Bediüzzaman’ın “Medenîlere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile değildir” şeklindeki, şiddeti dışlayan ifadesi, günümüzde İslam’ın imajını lekelemeye yönelik terör hareketlerinin İslam’la bağdaşmadığının ispatıdır.

Araştırmalar gösteriyor ki, Fransa’daki katliama imza atanlar dindar bir geçmişten gelmiyorlar. Bu teröristler Fransa’da doğmuş, büyümüş tamamen Fransız siyasetinin, ekonomisinin,  kültür politikalarının ürünü teröristler. Bu noktalar göz ardı edilerek yorumlar yapılıyor ve İslam tartışılıyor. Bunu kabul etmek mümkün değildir. Olay esasında Fransa’nın iç meselesidir. Bunu İslam’a mal etmek büyük bir zulümdür, haksızlıktır. Fransız hükümetinin entegrasyon politikalarını yeniden düşünmesi gerekiyor.

Edirne’de yapılan 30. İl Müftüleri İstişare Toplantısında, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, konu ile ilgili önemli tespitlerde bulunuyordu:

Son yıllarda İslamafobi bütün dünyada artış gösterdi. İslam’a göre her can değerlidir. Masum bir insanın yok edilmesi tüm insanlığın yok edilmesiyle eşdeğerdir. Bir insanın ölümü, insanlığın ölümüdür. Kuran’ın ifadesiyle ölümler arasında ayrım yapmak insanlığa yakışmaz, katliamlar arasında ayrım yapmak insanoğlunun karı değildir. Şiddet ve terörün seküler temellere dayanmasıyla, sözde dini temellere dayanması arasında fark gözetmek doğru değildir. Vahşete dayalı ölümlerin, Şam’da Bağdat’ta olmasıyla Paris’te olmasının farkı yoktur. Dehşetle katliamın Karaçi’de Yemen’de meydana gelmesiyle Berlin’de, Londra’da, Washington’da meydana gelmesinin bir farkı yoktur.

Eğer dünya bu ölümlerin hepsine, katliamların tamamına bir mezhep, coğrafya ayrım yapmaksızın aynı tepkiyi vermiyorsa işte o zaman insanlık tümüyle ölüme mahkumdur. Son günlerde bunu acı acı yaşıyoruz. İbretle çağdaş dünyayı izliyoruz. Bir tarafta son 10 yılda İslam coğrafyasında acılarla kıvranan 12 milyon insan katledildi, yok edildi. Paris’te yine hiçbir şekilde hiçbir müminin, hiçbir aklı selimin kabul etmeyeceği 12 insan hunharca katledildi. Ama 12 milyon insanın katledildiğine ses çıkarmayan insanlığın sadece 12 kişiye düzenlenen bir cinayet sebebiyle ayağa kalkmasını ibretle izledik.

İnsanlığın biran önce kendisine gelmesi gerekiyor. Dünya kamuoyunca teröre, şiddete ve vahşete sadece öldürülenlerin kimliğine ve coğrafyasına göre tepki oluşturuluyorsa bu ölümlere çare bulmak maalesef mümkün değildir. Son hafta yaşanan tüm ölümlerden insanlığın vicdani bir ders çıkarması gerekiyor. Bütün dünyanın üzerinde yaşanan acı ve ıstırapların üzerine merhametle, hakkaniyetle, adaletle gitmeliyiz. Ancak o zaman yaşanabilir bir dünya tesis edebiliriz. Sömürgeler, işgaller, saldırılar karşısında maddi işkencelerle, büyük travmalar yaşayan Müslümanların kutsallarını aşağılayarak yapılan manevi işkenceler cinnet haline birer davetiye niteliği taşımaktadır. Acılarla kıvranan İslam coğrafyasında önce cinnet hallerini oluşturmak, sonra da kutsallarını aşağılayarak cinnet davetiyesi çıkarmak, hiçbir insana, çağdaş dünyaya yakışmaz.

İslam dünyasının kutsallarını aşağılamak insana ve çağdaş dünyaya yakışmaz. Bunların ifade özgürlüğü adı altında yapılıyor olması kabul edilemez. Terörü ve vahşeti kınayan bir tavır içinde olmak, Müslüman’ın en önemli vazifelerindendir. Bir kez daha tüm insanlığın vicdanına seslenmek istiyorum, şiddet şiddetle ortadan kalkmaz, kan kanla temizlenmez, dünyanın güvenliği inançlar üzerinde baskıyla sağlanamaz. Güvenlik ve özgürlük asla birbirine alternatif şeyler değildir.

Evrensel doğrulardan başlarsak, çifte standartları aşarsak yaraları sarmaya başlayabiliriz. On iki milyon, on iki den büyüktür…10 yılda İslam coğrafyasında acılarla kıvranan 12 milyon insan katledildi, yok edildi. Paris’te 12 insan hunharca katledildi. Ama 12 milyon insanın katledildiğine ses çıkarmayan insanlığın sadece 12 kişiye düzenlenen bir cinayet sebebiyle ayağa kalkmasını ibretle izlerken, insanlığın samimiyetsizliğini, çifte standardını gördük.. 12 milyon insanın katledilmesini Batı, ya görmüyor veya görse de dert edinmiyor. Halbuki 12 milyon, 12 den büyüktür. Böyle adalet olur mu? Bu anlayışla dünya ya barış, huzur gelir mi? İnsanlık kendini güvende hisseder mi? Bu çifte standardın zirvesidir. Modern dünya tarafından sergilenen çifte standartlar, çok geniş halk yığınları nezdinde ciddi bir güvensizlik meydana getirmektedir.

Dünyaya sevgi ve rahmet gözüyle bakanlar ancak insanlığa barış, huzur getirebilirler. Kendi iç dünyasında sevgiden ve merhametten nasibi olmayanların, dünyayı getirip bıraktıkları yer ortadadır.

 

İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. (Münazarat)

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org