Etiket arşivi: mehmet akif

Bediüzzaman ve Mehmet Akif

Değişim diye peşine düştüğümüz birçok içtimai reçetenin doktor masasında veya hastanın elinde kaldığı bir dönemde… Birçok insan Osmanlı terbiye ve kültür sisteminden çıkıp batıya endekslendiğimiz dönemde… Karınca kararınca karihalarının yettiği oranda yeni Türk devletini götürecek yeni tipler ve karakterler üretmeye gayret ettiler.  Namık Kemal kahramanlık miti üretirken ihtilalin kapısına dayandı. Ömrü sürgünlerde geçti, sahipsiz, bigane bir adada dünyadan göç etti. Halbuki o “millet dedi millet dedi millet dedi” deyip ama illeti kurtaramayan asil bir adamdı.

Bu milleti kurtarmak için çok insan çalıştı. Enver Paşa kışın zemheri günlerinde Türk ordusunun genç delikanlılarını dağa sürdü. Kumandanları “oğlum Enver bu havada sürme bu çocukları dağa hepsini donduracaksın” dediler ama Enver Paşa’ın ütopist kişiliği buna engel oldu. Dağlarda şehit oldular, şimdi onların kokusunu almak için o dağlara tırmanıyoruz. Hamiyet başka, usul başka.

Akif bir Osmanlı ama Türk olmakla iftihar eden, bin yıl İslam’ın bayraktarlığını yapan bu millete hizmetten teri kurumamış bir azametli adam. Yokluklar içinde geçen çocukluk ve tahsil hayatı, parası olmadığı için yürüyerek baytar mektebine (veteriner fakültesi) giden asil insan, halini arz etmemiş kimseye. Büyük adamlar ancak büyük çilelerle büyük adam olmuşlar. Dosto, Sibirya sürgününde “Tanrı beni romancı yapmak için buraya sürmüş“ deyip kader noktasından bakmış olaya.

Akif‘in babası Temiz Tahir Efendi Fatih Camiinde müderrislik yapmış. Babası için “o benim hem babam hem hocamdır ne öğrendiysem ondan öğrendim“ diyor. Babası ona yolda yürürken lügat ezberlettirir. O camiye girince küçük Akif aşıkane koşar hasırlar üstünde.

Mehmet Akif bir eleştirmendir. Toplumun aksayan yönlerini anlatır. Otuza yakan manzum hikayesinde aristokratlar yoktur. Sıradan insanları bazan da vasat yaşayan aydınları anlatır. Hasır‘da mahallede ölen kadının bir hasıra sarılıp kabre götürülüşünü hazinane hikaye eder. Bediüzzaman da ölüm hakikatini anlatır, insanın bu bütün grandiozing fizyoloji ile farelere yem olmasının Allah’ın şefkat ve merhametiyle büyüttüğü büyük eserine merhametsizlik olacağını düşünür. “Kabir alem-i ahirete açılmış bir kapıdır, ön ciheti zahmet, arka ciheti ise rahmettir” der. Biri olayı öbürü felsefesini yapar.

Anam elinden tesbihi düşmeyen bir abid kadındı. Öldüğünde mezara koydular ben dua ettim “Allah’ım onun münkir nekirle karşılaşmasını bana göster, sen semi ve basirsin.” Melekler geldiler sınıfa girer gibi, annem tesbihini onlara vurdu onlar kayboldular. Cenazesini iki mübarek arkadaşı yıkadılar. Büyük bir güzel koku yayılmıştı, onlar da “Evliya kadın ya ne olacaktı ki“ dediler. Mahallede çocuklara elifba öğretir karakola götürürler. “Bacı seni kodese atarız” demişler. Anam “kodes ne demek” demiş. Onlar da “yani mapıshane” deyince anam “ne yaptım ki” demiş. Ağabeyi “çocuklara karabaş okutuyormuşsun” demiş. “E bunda ne var çocuklar öğrenmesin mi, sen ölünce çocuğun sana Fatiha okumasın mı poles kardaş” demiş. “Karışmayız valla bir daha yakalarsak iyi olmaz” demiş polis. Annem korkusuz, eve gelmiş. Babam rahmetli “Rüveyde ehtiyat et” deyince o da “olur efendi olur” demiş. Asıl ehtiyatsızlık onlara bir şey öğretmemek.

Akif, İslam tarihinden olaylar anlatır. Koca Karı’da Hz. Ömer bir yoksul kadının çocuklarına çorba pişirmesi için imaretten sırtında un taşır. İbni Abbas da yağ taşır. Getirir çocuklara çorba pişirir onları mutlu eder. Meyhane ve Mahalle Kahvesinde toplumun heba olan ömrünün hikayesini anlatır Akif. Hala öyledir ya, eskiden akşam zikre gidenler şimdi sabaha kadar tavla oynar ruhsuz eve döner. Çocuk babasını görmez, akşam geç gelir sabah erken kalkar gider. Meyhanede çocuklarının iaşesini temin edemez, serseri bir koca anlatılır, kadın kapıya dayanır ona serzenişte bulunur, o da kadını orada boşar kadın düşer bayılır.

Bediüzzaman altı iman rüknünü sağlama almak için eserler yazar. Onun eserleri inanan insanın ayağını yere sağlam basmasını öğretir. Herşey onun üstüne bina edilir. Kainatı yaratanı tanımayan O’na teşekkür etmeyen, kazancını garibanlarla paylaşmayan bir insan ne dini ne de içtimai bir karakter edinemez. Ayet’ül Kübra isimli eseri Türk edebiyatında örneği olmayan bir eserdir. Bir adamı alır kainatı seyrettirip düşündürerek inançlı hale getirir.

Recaizade Bihrüz’e saçma bir aşk öğretir. Bediüzzaman da bulutları, yıldızları, gezegenleri, güneşi, toprağı, topraktan çıkan hadsiz nimetlerin felsefesini yapar. Onları düşünmeye sevkeder. Nice imansız kimseler onun eserleri ile Allah’a kul olmuştur. Hiçbir derde deva olmayan teşeffi için yazılmış sayısız eserler çocukların elinde dolaşır. Kime bir faydası olmuştur onların ama Bediüzzaman’ı anlamamaya devam eder devlet-i ebed müddet. İmparatorluk kültür krizinden battı. Cumhuriyet aynı akibete maruz kalmasın. Öğrencilerin elinde en muzır eserler dolaşır, öğretmenlerin kafası dalalethane, ölen birkaç askerdir, onun dışında kimse korkusundan ve menfaatinden olur kaygısıyla bir şey söylemez. Denetim yok, takip yok, dağ başında üniversiteler.

Bediüzzaman meleklerin varlık gerekçelerini anlatır. Onların nasıl kainatın inşasında ameleler gibi çalıştığını nazara verir, büyük meleklerin azametli görevlerini akli şekilde anlatır. Akif ise şeytanlaşmış insan örneklerini taşlayarak anlatır. İkisi birbirini tamamlar biri kötü örnek diğeri iyi örnek vermenin yolunu gösterir. Akif “Edebiyatta ve felsefede Victor Hugo’lar Şhakespeare’ler Bediüzzaman’ın talebesi olamaz” der. Dünyanın büyük sanat felsefecileri gelsin ilahi sanatın felsefesi nasıl yapılır öğrensinler Bediüzzaman’dan.

Akif de Bediüzzaman da milli mücadelenin başarısı için çalışırlar. Akif elinde Sırat-ı Müstakim klişesi ile Anadolu’yu dolaşır. Millete vatanı kurtarmanın zaruretini anlatır. Savaş sırasında İstiklal Marşını yazar. Savaşan askere “Korkma sönmez bu şafaklarda“ der. “Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım” der. Milletin ezeli, ebedi kimliğini anlatır. Kahraman ırktır ümmeti Muhammedin reisi Türkler. Bin yıl İslamın bayraktarlığını yapmış  bir millettir. Cihana ilmi öğretmiş bir milletin çocuklarıdır bu topraktakiler. Bediüzzaman Bitlis’te Ermenilere, Ruslara karşı savaşır. Ermenilerin yaşlı ve çocuklarını iade eder, onlar hayret ederler Bediüzzaman’a.

İkisi Dar’ül Hikmet’ül İslamiye’de çalışırlar. Bir akademidir orası. Bediüzzaman asli üye Akif ise katibi umumidir. Birlikte çalışmış, birlikte çabalamış, bu büyük milleti hezimetten, ataletten kurtarmışlardır. İki büyük adam rahmetin kucağında mutludurlar, bize de bir gün sıra gelir.

Kaynak: RisaleHaber

İstiklal Şairi Mehmet Akif  ve Bediüzzaman Said Nursi

İstiklal Şairi Mehmet Akif  ve Bediüzzaman Said Nursi

Yakın tarihin bilenen simalarının yolları aynı zaman diliminde kesiştiği malumunuzdur. Dönemin çalkantılı hadiseleri ve sıkıntılı durumları yakın simaları ya yakınlaştırmış veya birbirinden uzaklaştırmıştır. Hatta öyle ki, son şeyh-ül islam Mustafa Sabri Efendi ve İstiklal Şairi Mehmet Akif gibi zevat ülkeyi terk etmek mecburiyetinde kalmışlar. Elmalılı Hamdi bazı zevat da evinde inzivahayatı sürmüş. İskilipli Atıf Hoca gibi niceleri de İstiklal Mahkemelerinde can vermiş. Bediüzzaman Said Nursi ise ülkenin muhtelif yerlerine sürülmüş ve bir nevi sürgün hayatı yaşamıştır.

Mehmet Akif ve Bediüzzaman Said Nursi’nin yolları son dönem Osmanlı  zamanında kesişmiştir. Rus esaretinden dönen Bediüzzaman, Darü’l-Hikmeti’l-Islamiye’de ilmine münasip bir mevkide vazifelendirilmişti. Ama Bediüzzaman, bu vazifeyi ısrarlar ile kabul etmiştir. Aynı dönemde Mehmet Akif’te Darü’l-Hikmeti’l-Islamiye baskatipliğine atandı. Osmanlıda manevi hayatın kalbi hükmünde bulunan bu kurumda daha nice tanıdık simalar beraber bulundu aynı çatı altında. Bu da bize gösteriyor ki, Osmanlı milletin manevi hayatını daima ıslah ve irşat faaliyetleriyle diri tutmak emelinde olmuştur. Münevver olan zümreyi, onlara layık mevkide vazifelendirmiştir.

Darü’l-Hikmeti’l-Islamiye ise bir islam akademisi gibi faaliyet göstermekteydi. Müntesipleri içerisinde bazı isimleri ise, Bediüzzaman Said Nursi, Ahmed Cevdet, Hafiz Ismail Hakki, Muhammed Hamdi gibi, dönemin meşhur ilim ve fikir adamları yer aldı. Bu münevver zümre hamiyet-i diniye ile say u gayret içinde hareket ettiler.

Darü’l-Hikmeti’l-Islamiye Cemiyetin gayesi; Osmanlı ve İslam Aleminde ortaya çıkan dini meseleleri halletmek ve Islam’a yapılan hücumlara karşı İslamiyeti müdafa etmektir ilmi olarak. Herkesin çok rahat ulaşabileceği bir mahiyette olan Darü’l-Hikmeti’l-İslamiyeye gerek vatandaşlar gerekse yabancılar tarafından sorulan sualler ilgili komisyonlarda görüşülerek resmen cevap verilmekteydi. Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye sadece bununla da sınırlı değil, basın yoluyla yapılan hücumlara cevap verilmeye çalıştı. Diğer taraftan üyeler muhtelif gazetelerde makaleler yayınlayarak, ferdi olarak da İslam’a hizmet etmeye çalışıyorlardı.

Cemiyetin faaliyetlerinden birisi de özellikle insanları ikaz etmek maksadıyla neşredilen beyannâmelerdir. Hayâ ve nâmus hakkında neşredilen beyannâmede; ahlâk kânunlarına, en ince noktalarına varıncaya kadar mutlak itaat etmenin, insanların en önemli vazifesi olduğuna işaret edildi. Ahlâk kânunları içinde yer alan en önemli hasletlerden birinin hayâ olduğu, bu ve benzeri hasletlerden uzaklaşmanın insanı insanlığından uzaklaştıracağına vurgu yapıldı. Bu tebliğ ve irşat faaliyetleri gerçekten meyve verdi. Toplumda islâmi hayata yönelme ve sui ahlâktan uzaklaşmalar görüldü. Bediüzzaman gibi zevat biliyorlardı ki,Bir Müslüman, şimdiye kadar hakikî Yahudi ve Nasrani olmaz belki dinsiz olur, bütün bütün bozulur. Öyle de bir Müslüman, Bolşevik olamaz. Belki anarşistolur, daha istibdad-ı mutlaktan başka idare edilmez. Biz Nur talebeleri hem idareye, hem asayişe, hem vatan ve milletin saadetine çalışıyoruz. Karşımızdaki dinsiz anarşist ve millet ve vatan düşmanlarıdır. Hükûmet bize ilişmek değil, tam himaye ve yardım etmek elzemdir.[1]

Eşref Edip’tir. 1952 yılında kaleme aldığı makalesinde, “Üstadla tanışmamız kırk seneyi geçti. O zamanlar hemen her gün idarehaneye gelir; Âkif’ler, Naim’ler, Ferîd’ler, İzmirli’lerle birlikte saatlerce tatlı tatlı musahabelerde bulunurduk. Üstad, kendine mahsus şivesiyle yüksek ilmî mes’elelerden konuşur; onun konuşmasındaki celadet ve şehamet, bizi de heyecanlandırırdı.”[2] İfadeleriyle Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye çatısı hakkında bize ipucu veriyor.

Gerek Akif’in gerekse Bediüzzaman’ın birbirleri hakkındaki ifadelerinden aralarında sıcak bir ilgi ve muhabbetin olduğu anlaşılmaktadır. Akif, değerli ediplerin bir arada bulunduğu bir mecliste,  “Victor Hügolar, Shakspeareler, Descarteslar edebiyatta ve felsefede Bediüzzaman’in bir talebesi olabilirler.”[3]sözleriyle takdirlerini bildirmektedir. Buna karşılık, Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde de büyük şairin adı ve şiirlerinden iktibaslar yapmıştır. Bu karşılıklı bir jest değil, hakperestliktir.

Bediüzzaman; “Hem merhum Fetva Emini Ali Rıza ve merhum Ahmed Sirani ve merhum Şevket Efendi ve merhum Mehmed Akif gibi insaflı, Risale-i Nur’u fevkalade takdir ve tahsin eden o muhterem ve merhum zatların hatırı için, biz İstanbul hocalarına dostuz, onlardan gücenmeyiz…”[4]ifadelerine yer vermektedir.

Akif’in, “O nuru gönder ilahi, asırlar oldu yeter!
Bunaldı milletin afak’i, bir sabah ister.”  

“Dogrudan dogruya Kur’an’dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.” [5]

şeklindeki niyaz ve arzuları Risale-i Nur’la hayat buldu. Akif’in arzusu, ilhamını direk Kur’an’dan alan Risale-i Nur’la gerçekleşti. Merhum Mustafa Sungur Ağabeyimiz ise, bu mısraları okuduğunda “hemde beyne alem olmuş.” İfadesini kullanmıştı.

Mustafa Kemal, şifre ile dönemin manevi mimarlarına haber vererek Ankarada Kuva-yı Milliye çevresinde toplamak için Bediüzzaman, Akif, Hoca Fatin gibi zevatı da şifreli mektuplarla Ankara’ya davet etmiştir.

Mehmet Salih Yeşiloğlu Ağabeyin Akif’e sorduğu sualler ise El Yazma Emirdağ Lahikasında geçmektedir.

Hattâ Darülhikmet’te merhum şair Mehmed Âkif demiş ki: ‘En büyük âlim odur ki, bu tefsiri anlasın; değil ki emsalini yapabilsin.’

Hakikaten ben de merhum Mehmed Âkif gibi derim: Dehşetli eski harp içinde avcı hattında, bazan da at üzerinde îcazdaki i’cazın en ince münasebatını görmek, onlarla tam meşgul olmak ve koca dehşetli harbin tehlikesi onu müşevveş etmemek ve incimad derecesindeki soğuk içinde avcı hattında o incecik i’caz münasebetlerini herşeyden daha ehemmiyetli görmek, Eski Said’in hakikaten hizmet-i Kur’aniyede harika bir fedakârlığıdır. Hattâ Yeni Said’in 30 sene bu acib zamanda gazeteleri okumamasını ve 10 sene ikinci harbi bilmemesini, sormamasını ve idam niyetiyle hapisliğinde Kur’an esrarını yazmaktan vazgeçmemesini ve bütün tehlikeleri hiçe saymasını; o Eski Said’in ilmî ve manevî fedakârlığını, Yeni Said’in bu 30 senedeki fedakârlığından daha harika gördüm.”[6] Bu mektupta Akif, Risale-i Nur’a taktirkar senaları da görülmektedir.

Bu vesile ile Milli Şairimizi ve Bediüzzaman Said Nursi’yi rahmetle yad ediyoruz.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL


[1]Şualar ( 516 )

[2]Tarihçe-i Hayat ( 626 )

[3] Sözler ( 764 )

[4] Emirdağ Lahikası-i ( 164 )

[5]Tarihçe-i Hayat ( 626 )

[6] El Yazma Emirdağ Lahikası

 

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

Çanakkale’de Şahlananlar

Çanakkale’de yaşananlar, sadece kuru bir “savaş” kelimesiyle açıklanamaz. Orada yaşananlara ancak bir milletin “şahlanışı” denilebilir. Osmanlı torunu yiğit Mehmetçikler, yüreklerindeki iman gücüyle dünyanın “Süper Güçler”ine meydan okumuşlardır.

Hz. Ali’nin, Hayber Kalesi’nin kapısını sökerken şahlanışı gibi şahlanmıştı Seyit Onbaşı… O şahlanışla 276 kiloyu sırtlanmıştı Müctecip Onbaşı… O şahlanışın tesiriyle bir denizaltıyı, periskopundan, hem de top atışıyla yakalamıştı.

Çanakkale’de mektepli mücahitler de vardı. “İstanbul elden giderse aldığımız eğitimin ne önemi var” diyerek cepheye koşmuşlardı; pek çoğu da geri dönmemişti. Eli kalem ve kitap tutmaya alışmış binlerce delikanlı, kan ve ateş içinde şehadet şerbetini içmişti.

İngiliz ve Fransızlar tarafından kandırılan Müslüman esirleri kime karşı savaştıkları konusunda bilgilendirmek için Almanya’ya gönderilmişti Mehmet Akif… Ve bu muhteşem zaferi şiirleriyle abideleştirmişti.

Şehit anaları oğullarını “Ya şehit ol, ya gazi; yeter ki bu vatana düşman ayak basmasın” diye göndermişti cepheye… Kahraman hanımlar da eşlerini cepheye bizzat kendileri uğurlamış, şehadet haberleri geldiğinde de acıyı kalplerine gömmüş, her öğün bir tabak da onlar için indirip kaldırmışlar sofraya… Zaferi kazandıran yiğitler kadar analar da destanlar yazmıştı Çanakkale’de… Çanakkale destanı, kanla ve gözyaşıyla yazılmıştı.

Çanakkale; altı asır üç kıtaya hükmeden şanlı Osmanlının son zaferi ve İstiklal harbimizin habercisi…

“Yedi Düvel”in “hasta adam” dedikleri Osmanlıya son darbeyi vurmak isterken kazdıkları kuyuya düştükleri yer…

İki yüzelli bini aşkın şehidin kanıyla sulanan vatan toprağı…

Cenab-ı Hakkın (c.c.) inayetiyle, Hz. Peygamberin (a.s.m.) ruhaniyetiyle hazır bulunduğu, Allah ve Peygamber aşkıyla gözünü kırpmadan, korkusuzca düşmana karşı koyan Mehmetçiğin tarih yazdığı altın sayfa…

Düşmanın dahi kahramanlığını, insanlığını övdüğü Mehmetçiğin yazdığı bir destan Çanakkale…

Aslında Çanakkale Zaferi için ne söylense az…

Vehbi Vakkasoğlu

Eleştirmen Mehmet Akif

Akif’in eleştirileri teorik mülahazalar  yığını değildir, o gözlemlere dayanarak  yorumlar ve eleştiriler yapar.

Bütün Kurum Ve Kişileri Gözlemden Geçirme

Çöküş ve yıkılış döneminin toplumsal yapısını, ferdi ve onu oluşturan yıkılmış değerleri, aileyi, sokağı, mahalleyi, şehri, camiyi, hanı, devleti, hükümeti, yöneticileri, valileri, muhtarları, kır ağalarını, imamları, şeyhleri, özetle toplumu oluşturan bütün kurumları ve kişileri keskin gözlemlerinden geçirir ve değerlendirir.

Dönemi Akif kadar canlı ve çirkin yapısı ile gözlemleyen bir romancıdan daha canlı tasvirlerle resmeden bir başka şairimiz yoktur. Biz bu metinde bütün Safahat’taki ferdi ve toplumsal, şahsi  ve kurumsal eleştirileri  gördüğümüz oranda  tespit ettik.

Akif demek eleştiri demektir, eleştirel tutumlarını bir kenara koyun  Akif diye bir şahsın kalmadığını göreceksiniz. Bütün Safahat boyunca eleştirilmeyen tutum, tavır, kurum, yok gibidir.

Genel bir yorum yapılacak olursa Akif’in bütün eleştirileri metafizik ve kozmik telakkileri, ulûhiyet ve mabudiyet ile irtibatlarını kaybetmiş, cemiyet içinde fonksiyonlarını yitirmiş, iyi yönetilemeyen ve derbeder bir hükümet veya  devlet çarkı içinde şaşkın, idealsiz insanın eleştirisidir. Bu onun eleştirilerinin  yörüngesidir, ne söylemiş ise bu çarka bağlanabilir.

Hatta denebilir ki Akif, Moliere, Volter, Ansiklopedistler, Zola, Monteskiyo, gibi bir büyük eleştirmendir.

Akif’in eleştirileri tek tek gözden geçirilince  sistematik  olarak gelişen bir harita ve tablo ortaya çıkar.

O Molyer gibi çiğ ve iğrenç toplumsal yaraları  sahnelerle verir.

Bütün manzum hikâyelerinde tiyatro kadar görsel sahneler çizer.

Semavi ve beşeri desteklerini kaybetmiş bir insanın oluşturduğu  cemiyetin bünyesi elbette iflasa  gidecektir.

İstiklal savaşı ve kazanılan yeni düzen

İstiklal savaşı bu insanın sırtındaki ve ruhundaki kirleri atıp yeni bir hamleyle yeni bir devleti kurma çabasıdır. Kirlenen çamaşırlar yıkanır yeni bir düzen kazanırlar, cemiyetler de  kirlenince temizlenmek için olayların makinesi ile hırpalanırlar, ortaya çıkanlar canlı unsurlardır.

Cumhuriyet öncesi romanlarımızın çoğu bu kirli toplumu şerh ederler. Namık Kemal’den Akif’e kadar yirmiyi aşkın  yazar ve şair hep eleştirirler bunlarda çirkinlik ve hamlık, olumsuzluk çoktur.   Tanzimat’tan günümüze edebiyatımız güzel şeylere ilgi çekmez, kötü şeylere ilgi çekerek bizi düzeltmeye davet eder, ama bozulmuş bir cemiyeti ve onun hücre taşı insanı değiştirmek ne insanın ne de eleştirmenin görevidir veya onlara çok gelen bir iştir.

Akif psikanalitik olarak hep kızgındır. Şiirinin tümünde bazı yerlerde çaresiz, bazı yerlerde kızgın ve bağırgan, çok az yerde de ümit doludur. Olayları öyle anlatır, hatta gösterir ki bütün Safahat’ı bir iki günde okursanız, tutunacak bir tahtası  olmayan okyanus  ortasındaki bir insan gibi ümit diye bir şey içinizde yeşermez. Ondan sonra tutar;

Yeis öyle bir bataktır ki düşersin boğulursun

Ümide sarıl sımsıkı seyret ne olursun

der. O kadar olaydan sonra hiçbir yaptırım gücünüz yoksa ancak ağlarsınız, ümitlerinizi değil, kırgınlık ve hınçlarınızı içinize gömersiniz.

Edebiyat eleştiri ve kötü örnek kuralı  

Eleştiriler bütünüyle insan etrafında dokunur. Akif’in kafasında  olan ideal insan, ideal Müslüman örneği her metnin içinde olsun olmasın, en azından metnin  arka planında vardır. Akif eleştirilerini metnin içinde veya arkasındaki ideal insana göre yapar. İnsan ile ilgili eleştiriler aile etrafında da birleştirilebilir.

Akif’in romanı olan Safahat’da ideal aile örneği yok gibidir. Akif’in beğendiği, etkilendiği Zola Paris’in hep olumsuz yanlarını gördüğü için çok eleştirilmiştir, Akif de hayatımızın olumlu yönlerini değil, hep hastalıklı ve elemli kısımlarını görür. Acaba onun eleştirdiği toplumda makul örnekler yok mu idi, muhakkak vardı, ama edebiyat eleştiri daima kötü örnekle söylemek istediklerini söyler. Akif de bu kuramdan dışarı çıkmaz.

Güzeli anlatma ve ayıklanmış dil

Estetik olarak güzeli anlatmak zordur, ama çirkini anlatmak kolaydır. Güzeli anlatmak için daha seçilmiş, ayıklanmış bir dil lazımdır. Ama çirkini anlatmasanız da o kendini gösterir. Akif satırların tersten perspektifi ile güzeli gösterir denebilir, onda görünenin arkasında bir iyi örneğin vurgulanmak istediği görülür.

      Sefalet gariplik, merhametsizlik
     Ulûhiyet konusundaki ihatasızlık
     Belediye hizmetlerindeki yetersizlik
     Ailelerin durumu 
     Kader eleştirisi
     Kimsesizlik
     Tanrısal eleştiri
     Meyhane, içki ve aile
     Azimsizlik ve  gayretsizlik
     İnsanın yüce mahiyeti
     Para ve hamiyet
     Dilencilik
     İstibdad, hükümdar eleştirisi
     Savaşlar ve yetimler
     Sorumlu devlet adamı
     Tembel ve gayretsiz toplum
     Meyhane ve mahalle kahvesi
     Tembellik
     Dini yanlış anlama ve çok evlilik
     İhtiyarlar, karılar, çocuklar
     Yüzeysel sanat anlayışı
     Eski nesil
     Erteleyici  insan
     Hakikati araştırma
     Kendini eleştirme
    Yöneticilerin seçimi ve duyarsızlığı
    İslam dünyasının perişanlığı ve her konudaki sefaheti
    Yanlış hürriyet anlayışı
    Aydınlarla halkın arası
    Yaş yerine gayret
    Gözyaşı yerine gayret
    Üdeba ve divanlarımız
    Dil
    Zaman
    Çalışma, dayanışma ve çalışma , gezeğenler
    Kavmiyetçilik
    Celal, cemal tecellisi
    Birlik ve dayanışma
    Büyük insanlar saygı  ve hürmet
    Ümit
   Allah ile diyalog
   Utanma hissi
   Yanlış tevekkül
   Nifak,
   Aydınların keyfiliği
   Yanlış din anlayışı
   İdeal tip ve Asım
   İdeal din anlayışı
   Millet anlayışı
   İmansızlık
   Yanlış batılılaşma
   İdeal din adamları, ideal insanlar
   Aydınlar ve din

Bu  eleştiri konuları bütün Safahat’ın ayrıntısıdır.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.org

Ahlak ve Karakter Abidesi Mehmet Akif

24 Aralık 2011 Cumartesi gecesi Lüleburgaz Halk Eğitim Salonunda, “Ahlak ve Karakter Abidesi Mehmet Akif” konulu konferansa katılan eğitimci yazar Vehbi Vakkasoğlu halk eğitim salonunu dolduran Lüleburgazlılara Mehmet Akif Dede’yi tanıttı.

Saygı duruşu, İstiklal Marşı ve okunan Kuran-ı Kerim tilavetinin ardından konferansına başlayan Vehbi Vakkasoğlu hocamız “Mehmet Akif Ersoy’un ruhunu sıksan dostluk akar, muhabbet akar.” dedi.

Mehmet Akif’in babasının adının Tahir olduğunu üstelik Tahir’in kelime anlamının “temiz” olmasına rağmen Temiz Tahir dendiğini 15 yaşındayken babasını kaybeden Akif’in Arapça ve din eğitimini babasından aldığını okulu ve evi arasındaki 17 kilometrelik mesafeyi her gün yürüyerek gidip geldiğini, yüzme ve güreş sporlarıyla ilgilendiğini, yine de okulunu 1. olarak bitirdiğini anlattı.

Akif’in annesi Emine Şerife Hanım’ın Buharalı babasının Arnavut olduğunu söyleyen yazar, Akif’in Peygamberimiz’in sünnetine bağlı yaşadığını hazır cevaplılıkla bir dahi olduğunu aynı zamanda çok cömert, sözünde duran ve Müslüman gençlerinin önünde iyi bir örnek alınması gereken kişiliğe sahip olduğunu belirtti.

63 yaşında vefat eden Mehmet Akif Ersoy’a Allah’tan rahmet diliyoruz.

Çetin Kılıç / Lüleburgaz

www.NurNet.org