Etiket arşivi: Mehmet Gürler

Bediüzzaman’ın Eğitim Felsefesi ve Medreset-üz Zehra Projesi

EĞİTİM AÇISINDAN DİN VE İLİM

Vicdanın ziyası ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünûn-u medeniyedir.. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. o iki cenah(kanat) ile talebenin himmeti pervâz eder. Ayrıldıkları zaman birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder.

Din ve İlim Münasebetleri

Bu asırda akıl, ilim ve fennin hâkim duruma geçtiğini(1) ifade eden Bediüzzaman, ilmin nasıl tahsil edileceği hususunda, gerek muhteva, gerekse metot açısından düşünceler beyan etmiş ve prensipler göstermiştir. Onun eğitim mevzuundaki en esaslı görüşlerinden biri ve başta geleni, din ile tecrübî (deneye dayalı) ilimleri kaynaştıran anlayışıdır. (2)

O, insanlığın bu asırda tamamen ilim ve fenlere yöneleceğine ve kuvvetini onlardan alacağına bilhassa işaret etmiştir.(3)

O, bir din âlimi olmasına rağmen, din adına, müsbet ilme karşı bu yakınlığını fiilen gösteren fikirleriyle istisnâî bir orijinallik ortaya koymuştur…

Said Nursî, kâinatta görülen bütün ilmî hâdiselere, ilâhiyatçı bir gözle bakmış ve bu anlayışını aklın muhakeme sınırları içinde başarıyla izah etmiştir. Kur’ân’ın müsbet ilme yer verdiğini ve teşvik ettiğini belirtmiştir. İslâmın, ilmin neticeleri üzerindeki hükmü, o neticeleri icad edeni göstermesi bakımından önem arzeder.

Allah inancını ihmal eden ve dinin yerini ve fonksiyonunu görmezden gelen ilim anlayışı, “mânâ-yı ismiyle” yani varlıkların kendileri adına, sebepler açısından bakmayı netice verir. Allah’ın(c.c.) yaratma ve tesir gücünü dikkate alarak kavranılan ilim anlayışı ise; “mânâ-yı harfî” dir . Yani ‘Allah hesabına bakma’dır ki; doğru olan yaklaşım da budur.

Avrupa ve Amerika’dan getirilen ve hakikatta yine İslâmın malı olan fen ve sanatı, nûr-u tevhid içinde yoğurarak, Kur’ân’ın bahsettiği, tefekkür ve mâna-yı harfî nazarıyle, yani onun san’atkârı ve ustası nâmıyla onlara bakmalı.” (4) dır.

İlmî çalışmaların Allah hesabına olması demek, aklın devre dışı bırakılması, ihmal edilmesi demek değildir. Aksine, bir şeyde Allah’ın yaratıcı gücünü görmek için, akıl devreye girmelidir. Bediüzzaman bunu şöyle ifade ediyor :

Eğer senin fikrin ve nazarın, şu yüksek nizamı bulmaktan âciz ise ve istikrâ-i tam ile, yani umumi bir araştırma ile de o nizamı elde etmeye kâdir değilsen, insanların telâhuk-u efkâr denilen, fikirlerinin birleşmesinden doğan ve nev’-i beşerin havassı (duyguları) hükmünde olan fünûn ile kâinata bak ve sahifelerini oku ki, akılları hayrette bırakan o yüksek nizamı göresin.

Evet, kainatın her bir nev’ine dair bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir. Fen ise umumî kanunlardan ibarettir. Ve her bir fen nurlu bir bürhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi, asılıp sallanan maslahat semerelerini (fayda meyvelerini) ve ahvalin değişmesinde gizli olan faideleri göstermekle, Yaratıcının kast ve hikmetini ilân ediyorlar.” (5)

Görülüyor ki insanlığın akıl ile bulduğu ilimler din ile bir çatışma haline girmekten ziyade Allah’un varlığını bilmekte ve bulmakta en büyük vasıta olmaktadır. Bu ilimlerin inkişafı ve neticeleri her şeyin bir kasıt ve irade ile tek bir yaratıcı tarafından idare edildiğini göstermektedir. Demek ki İslâmiyet, aklın eseri olan ilimle her zaman kaynaşma halinde bulunan bir mahiyettedir.

Din ve İlim Ayrılmazlığı

İlimlerin Allah’ın varlığına delil oldukları kabul edildiğinde, zaruri olarak din ve ilmin müşterekliği ve ayrılmazlığı söz konusu olmaktadır. Bu esas, eğitim politikası bakımından temel bir hareket noktası teşkil etmelidir. Gerçeğin araştırılmasında iki kaynağa dikkat çeken Bediüzzaman, bunları, nübüvvet, yani peygamberlerin tebliğ ettikleri hakikatler ile felsefenin ileri sürdüğü görüşlerde toplamaktadır. O’na göre, ne zaman felsefe dine dayanmışsa :

Âlem-i insaniyet parlak bir surette saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişlerse bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler, dalâletler, felsefe silsilesinin etrafında cem olmuştur.” (6)

Peygamberler, insanlığa her zaman ışık tutmuş elçiler, görevli şahsiyetlerdir. Felsefenin, sırf aklı rehber tutan prensipleri ise, toplumları karanlıklara, bunalımlara sürükler.

İlimle İslâm dini hiçbir zaman çatışmaz. İslâmiyet, müsbet ilimleri himaye ve teşvik eder. Üstad Bediüzzaman’ın,’Her bir ilim dalının, kendi hususi diliyle Allah’ı tanıttıklarını’ ifade etmesi çok orijinal bir düşüncedir.

Osmanlı Devletinin son zamanlarındaki Mektep-Medrese-Tekke üçlüsünün geçimsizliği ve kavgalarını bilgi eksikliğine bağlayan Bediüzzaman, bu üçlüyü barıştırmak için çareler üretmiştir. Bunun için “Medreset-üz Zehra” (Büyük İslâm Dâr-ül- fünûnu) projesine çok önem vermektedir.

Medrese ehli, mekteplileri dış görünüşlerinden dolayı, iman zaafı ile suçluyor. Mektepliler ise, onları yeni fenleri bilmediklerinden noksan ve cahil sayıyorlar. Bu fikirlerdeki ayrılık ve metotlardaki farklar, İslâm ahlâkını sarsmış ve medeni terakkiden (çağdaş medeniyetten) geri bırakmıştır.

Bunun yegâne çaresi, mekteplerde dini ilimleri hakkıyle okutmak, medreselerde ise artık lüzumsuz kalan eski Yunan felsefesine bedel, yeni müsbet ilimleri okutmak, tekkelerde de mütebahhirin uleması (çok geniş ilim sahipleri) bulundurmaktır. Böyle olunca, bu üç şûbe, âhenk içinde yükselecek ve yüksek mertebelere çıkacaktır.

Bu tekliflerde görüldüğü gibi Üstad Nursî, eğitimde birliği sağlamak ve cehaletten doğan taassubu yok etmek istemiştir. Bu sağlanabilirse,”Eflatunları, İbn-i Sinaları, Bismarkları, Dekartları ve Taftazanileri geride bırakacak” olan genç bir neslin teşekkülü gerçekleşecektir. İşte bu düşüncelerini Padişaha iletmek üzere ilk defa İstanbul’a gelmiş ve II. Meşrutiyetin ilanından az evvel(1908) dilekçesini sunmuştur. Fakat ne hazindir ki, II. Abdülhamid Han’la görüştürülmemiş, ona, Zaptiye Nâzırı Şefik Paşa muhatap olmuştur. Bediüzzaman bu görüşme ile yetinmemiş, o günün gazetelerinde makaleler yazmış ve nutuklarıyla da dile getirmiştir. Padişahın, Hamidiye Alayları kurmak yerine, maarife önem vermesini ve milletten alınan vergilerin, milletin hastalığı olan cehaletin tedavisinde kullanılmasını istemiştir. “İslâmiyete uygun maârif-i cedideye millet nihayet derecede mutlak susamış olduğu” (7) içindir ki, toplumun eğitime olan şiddetli ihtiyacını önemle nazara vermiştir.

İstibdadın her çeşidine karşı olan Said Nursi, Medrese hocalarının ilmî istibdadına razı olmadığı gibi, ilim adamlarının da “Sevk-i fıtrîsiyle hareket edebilmesi için tahdit edilmemesi(serbest olmaları) lâzım”(8) geldiği görüşünden de ihtisaslaşma ve konusunda derinleşmeye önem verdiği söylenebilir.

Kur’an, “ilimde râsih olma” yı öngörmektedir. Yani meşgul olduğu ilim dalında mükemmelen ihtisaslaşma ve derin bilgi ve tecrübe sahibi olmak demektir.

Bediüzzaman’ın Doğu Anadolu’yu cehaletten kurtarıp kalkındıracak bir Dâr-ül-fünûn İslâm Üniversitesi teklifinde ısrarlı olduğunu, Cumhuriyet yönetimine geçerken T.B.Millet Meclisi’nden de istediğini ve 200 mebustan 163’ünün imzasıyla 150 bin banknotluk bir tahsisat ayrıldığını ve fakat devrin hükümetince benimsenmemesi yüzünden yine akim kaldığını görmekteyiz. Ne var ki, 1950 sonrası halkın sesine kulak veren ve Said Nursî Hazretlerine saygı gösteren Demokrat Parti iktidarı, Erzurum Üniversitesi’ni bu niyetle açmıştır. Bu üniversiteyi memnunlukla karşılayan Bediüzzaman Said Nursi, “Benim üniversitem” diyerek zamanla arzuladığı şekle gireceğini söylemiştir…

Kurulması istenen bu yüksek eğitim müessesesi, Van-Diyarbakır-Bitlis üçgeninde yer alacak ve başta Anadolu olmak üzere, İran, Arabistan, Mısır, Pakistan, Türkistan ve Afganistan gibi tüm Ortadoğu’ya hizmet verip, barış ve kardeşliği sağlamada önemli bir hizmet ifa edeceğini öngörmüştür.

TERAKKİ

Gerçek medeniyete ulaşmada, sırf maddî gelişmenin yetmediği, manevî gelişmenin de aynı paralelde olması gerektiği biliniyor. Hattâ Bediüzzaman psiko-sosyal bir tespit yaparak, Asya ülkelerinde din ve kalbin öne geçtiğini vurgular: “Hem ekser Enbiyanın Asya’da zuhûru, ağleb-i hükemanın(filozofların) Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin bir remzi, bir işaretidir ki; Asya akvamını intibaha getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek; din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise, din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli.” der.

Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedenni dünyası olsun?”sorusunu sorduktan sonra Bediüzzaman; İslâma sımsıkı sarıldığımız zamanlarda terakki , elimizi gevşettiğimiz dönemlerde ise gerilediğimizi şöyle anlatır:

Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne te’sis edilmediğinden; belki heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip ihtilalci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir ve az vakitte galebe edecektir.

Acaba istikbale karşı ehl-i îman ve islâm için böyle maddî ve mânevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saâdetine yol açıldığı halde, nasıl me’yus olup ye’se düşüyorsunuz ve Âlem-i İslâmın kuvve-i maneviyesini kırıyorsunuz? Ve ye’s ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, “Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır; fakat, yalnız bîçâre ehl-i İslâm için tedenni dünyası oldu!” diye pek yanlış bir hataya düşüyorsunuz. Mâdem tekâmül meyli kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten dercedilmiş; elbette beşerin zulüm ve hatasiyle başına çabuk bir kıyamet kopmazsa, istikbalde hak ve hakikat, Âlem-i İslâmda nev-i beşerin eski hatiatına kefaret olacak bir saadet-i dünyeviye de gösterecek İnşaallah…

Evet bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde’ ve müntehâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i Arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazen terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazen tedenni içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak İnşaallah.

Hakikat-ı İslâmiyenin güneşi ile, sulh-u umûmî dairesinde hakiki medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlahiyeden bekleyebilirsiniz.” Bu cümlesinde Üstad Bediüzzaman gelecekten müjdeler vermektedir; yani, bir dünya barışının ve yaygın bir medeniyetin gerçekleşeceğini haber vermektedir.

TALEBE EĞİTİMİ

Talebelerin psikolojik şartları dikkate alınarak eğitilmesi önemli bir husustur. Bediüzzaman bir eserinde şunları söyler:

Yüksek bir insan bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun Fehmi (anlama kapasitesi) Onun çat-pat söylediği sözlerle ünsiyet peyda eder. Söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde, o insan ile çocuk arasında bir mâlûmat alışverişi olamaz. (9)

Bu ifadelerden anlaşılan mânâ; talebeye verilen dersin, sırf ilmî lisanla değil, onun anlayabileceği dilde ve basit cümlelerle anlatılması lazımdır. Gerektiğinde, misallerle meseleyi akla yaklaştırma yolları aranmalıdır. Çünkü, müşahhas misaller, anlamayı kolaylaştırıcı sebeplerdendir. (10)

İlmin şanından olan teşvik ve irşad, nasihat ve lütufla talebeye muamele edilmesini isteyen Said Nursi, merakın uyandırılmasını da eğitimde başarı sağlamanın şartlarından sayar. Bu merak hissinin uyandırılması için ise, baskı ile hareket etmeyip(11) anlayışla davranılması icab ettiği tabiîdir.

O, medreselerin eski tarz (ezbere dayalı) çalışma şeklinden çıkıp yeni bir usül ve muhteva kazanması gerektiği üzerinde ısrarla durmuştur. Öğretimde talebenin imtihana tabi tutulması ve alınan neticeye göre talebeye yeni bir yön vermek lüzumuna işaret etmiştir.(12) Talebelikte, iş bölümüne dayalı veya ihtisaslaşmayı esas alan bir tarz ile çalışmak gerektiğini belirterek grup ve ünite çalışmalarını tavsiye etmiştir. Yine ayrıca, karşılıklı münazara tarzında ders işlenmesini, talebenin yapıcı, terkipçi (sentezci) ve keşifçi bir zekâya kavuşması bakımından lüzumlu görmüştür. Bu görüşü ile Bediüzzaman, soru-cevap şeklindeki ders işleme metoduna da işaret etmektedir.

Talebeye verilen dersin sırf nazariyatta kalmaması asıldır. Bu bakımdan işlenen konunun müsbet bir netice verebilmesi için kalbe ve göze hitap edilmelidir. Ders işlemede bu noktadan hareketle, sadece fikir çerçevesinde kalmayıp, bunun yanında his ve heyecanlara da yer vermek gerektiğini ifade eder.

Bediüzzaman, âlimlerin münhasıran kitap sayfaları arasında kalışını ve nazariyattan öteye geçemeyişlerini tenkit etmiş ve tatbikat ile tecrübeye eğitimde gereken önemin verilmesini istemiştir. Bu yüzden ezber esasına dayalı bir eğitim anlayışını reddetmekte ve talebeye mes’ûliyet yükleyen bir eğitim anlayışını getirmek istemektedir.

Bediüzzaman, tekrarın önemine dikkat çekerken; Kur’an’ın telkin metoduna uygun olarak, öğrenilmesi gereken bir hususun zihinde sabitleştirilmesi, yani unutulmaması için ‘tekrar’ yapılmalıdır. İşlenen konunun can alıcı ve önemli noktalarını tekrarlamak, eğitimin öğretici vasfı bakımından şarttır.

O, bir eserinde şu görüşlerini ortaya koyar: “İntizam ile iş görmek ilim ile olur. Ölçü ile, tartı ile sanatkârane yapan elbette kuvvetli bir ilme istinaden yapar.”(13)

Eğitici Hoca, anlattığı konuyu hayata adapte etmeli, câzip misallerle dersi canlı tutmasını bilmeli ve bu bilgilerin hayatta lâzım olacağına talebeyi inandırmalıdır. Talebeden müsbet bir netice alabilmek için, evvela talebede, tahsilin lüzumuna inanan bir teslimiyet ve mes’ûliyet duygusu gelişmelidir. Yine buna bağlı olarak, başarılı bir tahsil hayatı için ahlâkî bir istikametin de verilmesi lazımdır. Manevî yönü ihmal edilen çocuğun eğitimi ve kontrolü, her yönden imkânsız bir hale gelir. (14)

Bediüzzaman, bugün insanlığın içine düştüğü fasit çemberden veya ahlâkî bunalımdan, iman terbiyesi ile kurtulabileceği inancındadır. Şu veciz cümle O’nundur :

Milletin kalb hastalığı za’f-ı diyanettir; bunu takviye ile sıhhat bulabilir.

Keza, o Hazret’in yakın dostu, dâvâ arkadaşı ve gönüldaşı, büyük şâir Mehmed Âkif Ersoy da :

İmandır o cevher ki, ilâhi ne büyüktür,

İmansız olan paslı yürek sînede yüktür.” derken ‘iman cevheri’nin önemine dikkat çekmektedir.

Nursî Hazretleri, hiçbir zaman malumatını kendi dünyasında hapsetmemiş, yeri ve zamanını dikkate alarak gerek topluma ve gerekse devrin yöneticilerine, o Kur’ânî düşüncelerini aktarmaktan geri durmamıştır. Her türlü zorluk ve çilelere rağmen…

Evvelki ‘Dinsizlik’ dönemini ezerek iktidara gelen Merhum A. Menderes iktidarları döneminde kısmen rahatlayan Bediüzzaman’ın eserleri Beraat etmiş ve matbaalarda basılmaya başlamıştır. Bu durum büyük fütuhatların başlangıcı olmuştur. Bu cümleden olarak; 1957 yılında Demokrat İktidar’dan üç kişilik bir heyet kendisinden tavsiyeler almak için ziyaret ettiklerinde; “bütün gâyesinin imanlı ve ahlâklı bir gençlik yetiştirmek olduğunu söylemiş, iktidarın da bu yolda çalışmasını temenni ettiğini” belirtmiştir.

Ülkenin kalkınmasına yardımcı olacak eğitim görüşünün; din ve fen ilimlerinin birlikte ve homojen (kaynaşmış) bir biçimde verilmesi, yani okutulması ile mümkün olacağı yönündedir. (15)

Hazret, bir başka veciz ifadesinde :

Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı, sanat, mârifet ve ittifak silahiyle cihad edeceğiz.” buyurmaktadır.(16)

Cehaleti baş düşman ilan edip, bu düşmanı yok etme çaresinin yapıcı bir maarif, yani eğitim ile mümkün olacağını düşünmek, Bediüzzaman’ın, kültürlü bir cemiyet modelini ortaya koyduğunu gösterir.

Mehmed Gürler

*********************************

Dipnotlar:

(1) Hutbe-i Şâmiye, s. 23.

(2) Öğretmenlerinin Allah’tan bahsetmeyişini şikâyet ederek, Allah’ı tanımak inanmak istediklerini söyleyen Lise talebelerine 1936 Kastamonu sürgün yıllarında Bediüzzaman; “Sizin okuduğunuz fenlerden her bir fen, kendi lisan-ı mahsusiyle mütemadiyen Allah’tan bahsedip, Hâlık’ı tanıtıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.” Diyerek karşılık vermiştir.(bkz. Sözler,s.162-163.) Öğretmenler Allah’tan bahsetmese bile her ilmin Allah’ı tanıtıcı özelliklerine dikkatleri çekerek, aynı eserinde geniş izahlarla iktisat, astronomi, felsefe, fizik ve kimya gibi ilim dallarında gerçekleşen hâdiseleri Allah’ın varlığına delil göstermektedir. Onun sadece bu görüşü bile; inanç ile ilmi ve bu ilimlerin eğitimini birbiri içinde gören bir felsefenin sahibi olduğunu gösterir…

(3) Sözler, s. 275

(4) Tarihçe-i Hayat, s. 127.

(5) İşârât-ül İ’caz, s.88-89

(6) Sözler, s. 571

(7) Divan-ı Harb-i Örfi, s. 27.

(8) Muhakemat, s. 47.

(9) İşarât-ül İ’caz, s.164.

(10) Sözler, s.50.

(11) Muhakemat, s. 47.

(12) Münazarat, s. 79.

(13) Mektubat, s. 248.

(14) Emirdağ Lâhikası, C. I, s.40

(15) Münazarat, s. 77.

(16) Divan-ı Harb-i Örfi, s. 14.

Nûr Kahramanları

Gençlik yıllarımdan başlayarak Nur hizmeti içinde şahit olduğum bazı hususları okurlarla paylaşmak istedim. Tarih sırasına göre anlatacağım. Hatıra kahramanları, hayatları ibretlerle dolu şahsiyetlerdir.

Şehit MEHMET OĞUZ

Din düşmanı bir komiserin karakola çağırıp kafasını duvara vura vura ve insafsızca döverek öldürdüğü Nazilli’nin hizmet şehidi, ihlâs sembolü, Nûr ağabeylerden Mehmet Oğuz’u ilkokul yıllarımda tanımıştım. İşte gözümün önünde canlanan örnek bir davranışı:

Nazilli’nin merkez camii olan Koca Cami’ye namaza geldiği zamanlarda, ezana biraz vakit var ise, elinde küçük bir Risale olduğu halde cami avlusunda bir ileri bir geri yürüyerek okumakla vaktini değerlendirir, gören cemaate örnek olurdu. Tepeden tırnağa nur gibi bir şahsiyetti…

Hastane morgundan çıkarıldığı zaman birkaç ağabeyle birlikte ben de oradaydım. Yüzündeki örtüyü açtıklarında, hafif çiseleyen yağmur nur yüzünü okşuyor, şehadetini ağlayarak tebrik ediyor gibiydi… Öyle bir yüz ki; tebessüm eden, canlı ve pırıl pırıl aydınlık. Şehadet şerbetini içtiği belli oluyordu. Allah rahmet eylesin!

AHMET FEYZİ KUL

Ortaokul ve lise yıllarımda Üstad Bediüzzaman’ın değerli ve yakın talebelerinden Ahmet Feyzi Ağabey ara sıra Nazilli’ye uğradığında akşam derslerinde görürdüm. Hattâ bir gece evimizde misafir kalmıştı.

İşte bu büyük insan, akşam sohbetlerine şeref verdiği zamanlarda kendi mahallî konuşma tarzı ile ders yapar, açıklamalarda bulunur ve fakat –ilginçtir- bazen konuşurken uyur kalırdı… Yaşlı haliyle hizmetin çile ve yorgunluklarını sırtlamış ve belki birkaç gündür uykuya hasret bir mübarek halin tezahürüdür diye düşünürdük ve onu rahatsız etmezdik. Zaten kısa süre sonra kendisi uyanırdı.

ZÜBEYİR GÜNDÜZALP

Sanırım 1970 yılıydı. Beşiktaş dershanesinde topluluğa ders yapıyordum. Dersin yarısında, muhterem büyük insan, Zübeyir Ağabey geldiler. yorgun ve bitkin görünüyordu. Hemen kapı girişine diz çöküp oturdular. Ben; “Ağabey böyle buyurun!” dedimse de, “Hayır kardeşim, devam edin” demişti.

Aman yâ Rabbi! Bundan güzel mahviyet, ihlas ve hizmet dersi olur mu?

Fazla durmadılar, Herhalde başka bir dersi de ziyaret etmek üzere ayrıldılar.

Üstadın pervanesi olarak, hizmetin en ağır ve çileli yükünü çeken “Nur’un büyük kumandanı” Zübeyir Gündüzalp’in ortalıkta pek görünmeyişi, hastalıkların ızdırabıyla hemhal olmasındandı. Hizmet şehidi olarak 51 yaşında vefat etti. Ruhu şâd olsun !

TAHİRÎ MUTLU

Tahirî Ağabey, Üstad Bediüzzaman’ın yakın hizmetinde ve ondan tam ders almış “Saff-ı evvel”lerdendir. Üstadın; “kırk evliya kuvvetinde” sözü bu değerli şahsiyet için büyük bir bahtiyarlıktır…

İstanbul’da bulunduğu 70’li yıllarda, Nûr derslerinde diz çökmüş vaziyette, başı daima öne eğik, iki büklüm oturur, lüzum gördüğü an mahalli şivesiyle, kısa açıklamalar yapardı.

Şahsımla ilgili olsa da, şahit olduğum bir kerametini söylemeden geçemeyeceğim:

Şehremini Dershanesinde cemaatle akşam namazı kılacağız. O sırada Tahirî Ağabey de orada bulunuyormuş. Kardeşler, kıraatım düzgün diye hep beni imamete geçirirlerdi. Yine öyle oldu. Ben seccadeye doğru yürürken – herhalde Üstadın talebesi var diye – acaba Üstad Hazretleri nasıl bir tarz ve üslupla Kur’an okurdu veya nasıl bir okuyuşu tasvip ederdi? gibi düşüncelerle namaza durdum. Namazın bitiminde cemaate karşı dönüp oturdum. Tahiri Ağabey hemen arkamda olduğu için yüz yüzeyiz. Tesbihatlar yapıldıktan sonra “Lâ yestevî”yi okuyup Fatiha’yı çektim. Mübarek ağabey sağ elinin şehadet parmağını bana doğru hareket ettirerek; “Hah, hah kardeşim! Üstad hazretleri aynen böyle okuyuştan hoşlanırdı.” demez mi ?

Allah Allah! Çok müstesnâ bir duygu seline kapılmam bir yana, kalbimi okuyan bir kerametini apaçık görmüştüm…

MUSTAFA SUNGUR

Üstadımızın yakın hizmetinde bulunmuş, O’ndan dersler almış bir müstesna şahsiyet de Sungur Ağabeyimizdir.

İlk öğretmenliğinin menfilik yıllarında mandolin çalıp ders verdiğinden midir, duygu ve heyecan yüklü bir fıtrata sahip olduğundan mıdır? Bilemiyorum, marş söylemeyi çok severdi. Nûr marşlarını… Gerek Av. Bekir Berk’in yazıhanesinde ve gerekse otobüsle İstanbul dışına seyahatlerde, kardeşlerle birlikte marşlar söyler ve bundan da büyük haz duyardı.

Derslerdeki konuşmalarını ve okuyuşunu zor anlardık. Meğer sonra öğrendim ki; hapiste gördüğü işkenceler yüzünden imiş!

BAYRAM YÜKSEL

Sebat ve sadakat örneği, ihlas sembolü merhum Bayram Ağabey, hizmetlerin her işinde canla başla koşturur, gurur ve enaniyetin zerresi bile üzerinde görülemezdi… Ankara Hacı Bayram Medresesinde kalırlarken, bir iki arkadaşımla bana Üstad Hazretlerinin cübbesini teberrüken giydirmişlerdi. Bu işin fayda ve maslahatını zaman içerisinde anladım…

Kore gazisi bu büyük insan, Nûr hizmetinin prensiplerine harfiyen ve âzam mertebede uymakla mükemmel ve örnek bir talebeliği yansıtıyordu…

Av. BEKİR BERK

Av. Bekir Berk, Sungur Ağabey gibi heyecanlı ve duygulu fıtratıyla marş söylemesini çok severdi! Belki de yorgunluğu böyle izale oluyor ve moral buluyordu…

Bir gün yazıhanesinde, bize bir çeyrek altını göstererek; “Bakın gençler bu, Üstadımızın gaybî altınıdır.” demişti…

Yılmamayı, yorulmamayı azim ve iradeyi ondan öğrendik. Sanki Türkiye kazan Bekir Ağabey kepçe.. Dur-durak ve yorgunluk bilmeden koşturan muhteşem bir nur avukatı. Akıllı, dirayetli, cesur, çalışkan ve prensipli…

Dr. SADULLAH NUTKU

Tevazunun zirve şahsiyetlerinden birisi de, Bediüzzaman’ın doktoru Sadullah ağabeydir. Yeni Asya gazetesinin “doktorunuz” köşesinde hasta okuyucularına verdiği cevaplarda maddi ilacın yanı sıra “Hastalar Risalesi”nden devalar da yazardı. Belediye otobüslerinde zamanını boş geçirmez, cebinden çıkardığı küçük bir risaleyi okuyarak yolculuk yapar; sarığı belinde kuşak gibi kullanır ve camide başına sararak öyle namaz kılardı… Üstad ile ilgili hatıralarını anlatırken, ya da ders okunurken çok büyük bir haz duyar, adeta kendinden geçerdi.

Merhum Sadullah ağabey de ehl-i keramet, veli bir zat idi.

Mehmet Gürler

www.cevaplar.org

Yunanistan Seferi ve Manevi Güzellikler

Dünyanın hemen her ülkesinde Müslümanların mevcudiyeti, Türkiye’den de tebliğ hizmeti maksadıyla pek çok ülkeye gidip gelmeler, globalleşen bir çağda büyük fütuhatlara sebep oluyor. İslâm inancının yayılması ivme ve hız kazanıyor…

Avrupa kıtasına ilk seyahatimiz Yunanistan’a oldu. Batı Trakya’daki mutlu şehirlere; Gümülcine ve İskeçe’ye gittik.

İpsala Türk-Yunan sınırını geçtikten sonra ilk durağımız Gümülcine.. Yunanca adı; Komotini… Değerli kardeşlerimiz, otobüsten iner inmez bize “hoş geldiniz!” diyordu. Orada akşam dersindeyiz. Eşim hanımlar dersinde. İskeçe şehrinden bizi karşılamaya gelen fedakâr ve çok gayretli kardeşler, akşam dersine iştirak edip dersten sonra bizi araba ile İskeçe’ye götürüyor.

Eşimle birlikte 10 Nisan Pazar günü akşamı, İskeçe Nûr Dershanesine yerleştik. Beş gün kadar misafir olacağız. Altında dükkânlar olan bu medrese, tek katlı müstakil bir ev gibi.. Çok temiz ve düzenli… Çarşının da merkezinde. Bir Yunanlıdan kiralanmış, inşaallah kendi mülkleri olur.

Çınar Cami’de okuduğum ilk ezan-ı Muhammedî.. Farklı heyecan ve duygularım beni kuşatıyor…Hoparlörle gümbür gümbür “Allahüekber”lerle ve kalabalık cemaatle, cemaatin sevgi ve alâkasıyla kendimi Anadolu’da hissediyorum…

Hele o ellerinde Kur’an’larla  Çınar Camiini dolduran, birkaç Hoca Hanım’ın Kur’an okuttuğu kız ve erkek çocuklar yok mu? Unutulacak gibi değil…

Üç gün sonra yeniden Gümülcine’ye gelip, camilerinde ezanlar okuyorum. Rivayet doğru ise; Üstad Bediüzzaman Hazretleri 1908’de Selânik’te Hürriyet Nutku’nu irad buyurdukları zaman Gümülcine’ye de uğramış ve iki şerefeli Eski Cami’de hutbe okumuş…

Orada tanıştığımız bir Bangladeş’li Müslümanı kitap hediye etmek maksadıyla Dershane-i Nuriyeye götürdük. İsmi Nâzımeddin olan bu zat, Arapça, İngilizce ve Yunanca biliyor. Yemek yedik, Nurlu eserleri tanıttık. “Burası nedir?” diye sorunca ; “Medrese-i Nuriye’dir” dedik.  O zaman ; “Ben de memleketimde böyle bir medrese açmak isterim” diyerek hoşlandığını ifade etti… Zeki ve malumatlı bir insan. Yanımızda , Sözler ve Lemalar’ın Arapçasından bir parça okumakla; “Bu eserler sadece Müslümanlara hitab etmiyor”, “Bunun Arapçasında bile bir başkalık var” gibi güzel, takdirkâr ifadeler söyledi…Bir miktar kitap hediye ettik, adresleştik ve uğurladık.

Eşim hanımlar ve ben de erkekler dersinde Çarşamba akşamı bulunuyoruz. Dersten sonra 50 km. mesafedeki İskeçe’ye dönüyoruz.

Yine İskeçe’deyiz. Burada sabah namazı sonrasında, her gün değişik mekânlarda olmak üzere sabah dersleri yapılıyor. Koyun Köyü ve diğer dağ köyleri olan Paşevik ve Ketenik köylerinin güzel mi güzel dershanelerinde akşam dersleri… Son iki günümüzdeki bu derslere Kırklareli’nden teşrif eden Abdülhamid Oruç Hoca Efendi Ağabeyimiz de iştirak edip doyumsuz dersler yaptılar…

Doğrusu bu Yunanistan seyahatimizde hiç tahmin edemeyeceğimiz güzelliklerle karşılaşmak bizi hayretlere sevk etti. Türkiye sınırını geçtikten sonra gözüken köylerin hemen hepsinde camilerin olması, keza Gümülcine ile İskeçe arasındaki köylerde de minareler görmemiz bu ülkenin kuzey bölgesine “Müslüman” mânası kazandırıyor…

Bir zamanlar Osmanlı hakimiyetinde olan bu beldelerde Nûr hizmeti hızla devam etmekte. Elhamdülillah! Nûr Talebeleri ve muhtereme eşleri hiç ‘durmak’ nedir bilmiyorlar… Fırsat buldukça da Nur eserlerini Yunancaya tercüme ediyorlar.

Hani, şair Necip Fazıl Sakarya Türküsü’nde:

“Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;

Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?”

diyor ya, işte bu Nur mücahidleri; Mehmetler, İbrahimler, Muharremler, Nuriler, Cemiller, Hüseyinler, Cüneytler, Ramazanlar, vs.ler tüm Yunanistan’ı Risale-i Nurlar ile diriltmeye -Allah’ın izniyle- inanmışlar  ve hedefe pek iyi kilitlenmişler…

O mübarekler heyetinden, dualarla, muhabbetlerle, tekrar kavuşmak dilekleriyle kucaklaşarak ayrıldık!…

Mehmet Gürler

Risale-i Nur’daki Orijinal Tabirler-1

Nur Risaleleri’nde geçen bazı orijinal tabirlere şahit olunur. Bunlardan hemen aklımıza gelen bir kısmını izah edelim.

Şefkat Kahramanı: Müslüman katı, gaddar, zalim ve hele sadist ruhlu olamaz, olmamalıdır. Bilakis ince, hassas ruhlu, mülayim, merhametli ve müşfik bir insandır. Her şey gibi şefkatin de dereceleri olduğuna göre, bu duyguyu âzam mertebede yaşamak ve tatbik etmek “kahramanlık” olarak nitelendirilmiş… Şefkatli analar buna güzel bir misaldir…

Şefkat Tokatları: Cenab-ı Rabbül âlemin, mü’min kullarını yanlışlıklardan ve gaflet gidişatından çevirmek için küçük cezalarla ikaz eder. İdrakli ve ferasetli kul, bu ikazlardan ders alarak halini düzeltir ve Allah yolunda “Emr-i bilmâruf ve nehy-i anil münker” hizmetine yine devam eder. Allah (c.c) kemâl-i şefkatinden “Şefîk” ismi ile okşuyor, “Kahhar” ismini tecelli ettirmek istemiyor… Sevdiği kullarına tokat kabilinden küçük ikazlar yapıyor.

Müslüman İseviler: Bediüzzaman “Müslüman İseviler” namına layık bir cemaat çıkacak haberi, ahirzamanın ahirlerinde görülecek ve gerçekleşecek bir hadise olup günümüzde gerçekleşmiştir. Takdir edilir ki; din değiştirmek kolay bir iş değildir. İnsanda bulunan sadakat duygusu bir çeldiricidir. Dinine sadık kalmak ister. İslamiyet hakkında yapılan yalan-yanlış propagandalar diğer bir çeldiricidir. Araştırıp bunları aşması lazımdır. İşte Said Nursi, batıl din mensuplarının önünde dağ gibi engeller olsa da işi akıl, mantık ve vicdan çizgisinde ele alarak o kesimlere; “dininizi bırakın, değiştirin!” tabiri yerine ehl-i kitâba “dininizi tashih edin” yani yanlışlıklardan arındırın diyerek onlara tedricen ve yumuşak yaklaşmaktadır. Bir başka deyişle; bugün en geniş taraftarı olan Hıristiyanlık dini yanlışlardan arınmış olsa zaten İslamiyet olacaktır. Bediüzzaman bu tabiriyle onların İslâm’a geçişlerini kolaylaştırmaktadır. “Müslüman İsevilik” hak dinine geçmede bir süreçtir.

Sanki Yedim: Bir mübarek zat, nefsinin istediği şeyleri almış sayarak o miktar paraları biriktire biriktire bir cami yaptırmış. Bugün bu küçük cami İstanbul’un Fatih semtinde ibadete açıktır. Adı da “Sanki Yedim Camii”dir. Eğer nefsinden bu fedakârlığı yapmamış olsaydı, o cami ortaya çıkmazdı. İşte bu enteresan olayı Üstad Said Nursi, tatlı bir şiirle tarihe mâl etmiş:

“Lezâiz çağırdıkça “sanki yedim” demeli. Sanki Yedim’i düstur yapan “Sanki Yedim” namındaki bir mescidi  yiyebilirdi, yemedi”

Mehmet Gürler

www.NurNet.org