Etiket arşivi: Mehmet Kırkıncı

Sünnetin Kur’an’daki ve İslamdaki Yeri Nedir? Sünneti Terkedip Yalnızca Kur’anla amel edelim diyenlerin maksadı ne?

Bazı ehliyetsiz insanları görüyoruz ki, yalnız Kur’an-ı Kerim’in getirdiği İlâhî hükümleri kabul edip, dinin diğer temel kaynakları olan sünnet, icma ve kıyas’ı reddediyorlar. Maksatları ise, halkın itikadını bozmak ve saptırmaktan ibarettir. Bunlar, Kur’an’ı tek mezhep kabul edip, sünnet-i Peygamberiyeyi ve İslâm’ın diğer delillerini hafife alırken, işlerine gelen hadisleri kabul edip, gelmeyenleri reddederler. Şuurlu Müslümanları aldatamadıkları gibi takdir de göremezler, buna hakları da yoktur.

Malumdur ki, Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’de nazil olan İlâhî hükümlere inanıp onlara uymaya mecbur oldukları gibi, hadislerle buyrulan dinî hükümleri de kabul etmeye mecburdurlar.

Bunlar, asırlardan beri tefsir, hadis, fıkıh ve diğer sahalarda yazılmış olan, bütün ilim ve fikir ehlinin takdirini kazanan çok kıymetli eserleri hiç dikkate almazlar.

Evet, Kur’an-ı Azimüşşan’ın gölgesine sığınarak yanlış yönlendirmede bulunan bir kimse, hiç olmazsa şunu bilmelidir ki, bir Müslüman ne kadar bilgisiz de olsa Kur’an-ı Azimüşşan’ın Allah kelamı olduğununa katiyyen şüphe ve tereddütü olmadığı gibi, sünnet-i seniyyenin de İslâm’ın ikinci bir delili ve dayanak noktası olduğunu kesin olarak bilir ve öyle de inanır.

Şu halde, “İslâm dininin esası yalnız Kur’an’dır, biz yalnız onda olan hükümler ile amel ederiz, onun haram dediğine haram, helal dediğine helal deriz.” diyerek, sünneti dikkate almamak, ona kıymet vermemek, Peygamberimiz (asm)’in değerini ve görevini idrak etmemektir. Kur’an’ı tebliğ eden ve en başta tefsir eden O’dur.

Peygamberimiz (a.s.m.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:

“Bana Kur’an-ı Kerim ve onunla birlikte, bir onun kadarı daha (yani sünnet) verildi. Bir kişiye, koltuğuna yaslanmışken hadisim ulaşır da, ‘Aramızda Allah’ın kitabı var, ondaki helali helal, haramı da haram sayarız.’ derse (bilsin ki) Resûllullah ‘ın haram kıldığı da Allah ‘ım haram kıldığı gibidir.” (Ebu Davud, Sünnet, 6, İmare 33; Tirmizi, İlim 10)

Ulemanın bir kısmı şöyle der: Sünnetin getirdiği her hükmün, uzak veya yakın, Kur’an’da aslı vardır. Sünnet, sonuçta Kur’ana’a ulaştırır. Onun öz hâlinde anlattığını açıklar, anlaşılmayan konuları ise açığa kavuşturur.

Şatıbî, Kur’an ile yetinme fikrine sahip olanların sünnetten ayrılan nasipsiz kişiler olduğunu söyledikten sonra, “Bid’at ehlinden bir çoğu hadisi terk edip Allah’ın kitabını yanlış yorumlayarak hem kendileri sapıttı, hem de başkalarını sapıttırdılar.” der.

“Muhakkak ki, O zikri (Kur’an’ı) biz indirdik biz, şüphesiz O’nun hıfzedicisi de biziz.” (Hicr, 15/9)

âyeti ile bu iki esastan Kur’an-ı Azimüşşan’ın lâfızları gibi manalarını da muhafaza etmeyi garanti altına almıştır. İslâm alimleri buradaki korumanın Kur’an’ı olduğu gibi sünneti de kapsadığını beyan etmişlerdir. Bu âyet-i kerime Kur’an’ın tefsir ve izahı mahiyetinde olan Peygamberimiz (asm)’in sünnet ve hadislerini de yani

“Biz sana Kur’an’ı, insanlara indirilen hükümleri beyan etmen için indirdik.” (Nahl, 16/44)

âyeti ile teminat altına almıştır. Çünkü âyette bildirilen “beyan” Kur’an’ın manasındandır. Bu beyan ise ancak Peygamberimiz (asm)’in sünnet ve hadisleri ile olur.

“… Resûlullah’ın size getirdiklerine yapışınız. O’nun size yasak ettiği şeylerden de uzak olunuz. Allah’dan korkunuz. Çünkü Allah’ın vereceği ceza ağırdır.” (Haşr, 59/7)

Elmalılı Hamdi Yazır Hazretleri tefsirinde bu âyete şöyle meal verir:

“Peygamber size her ne verdiyse onu alın, almayın dediğini almayın, yapmayın dediğini yapmayın ve Allah’dan korkun da Allah’ın ve Peygamber (asm)’in emirlerine karşı gelmekten ve birbirinizin hakkını yemekten, devlete hıyanet eylemekten sakının…”

Şu hâle göre Kur’an sünnetsiz, sünnet de Kur’ansız düşünülemez. Bunlardan birini ihmal etmek, İslâm dinini anlamamaktan doğan bir hastalıktır ve bir dalalettir. Tabiri caiz ise Kur’an bir güneş ise sünnet-i seniyye onun ziyasıdır. Birisi için diğeri feda edilmez.

Evet, nasıl Cenâb-ı Hak, hafızlar ile Kur’an’ı hıfz (muhafaza) etmişse, İslâm alimlerinin vasıtası ile de sünnet ve hadisleri muhafaza etmiştir.

Mehmet Kırkıncı

Kaynak: Sorularlaislamiyet

Terör Batağını Kurutmak ve Mehmet Kırkıncı Hoca ile Röportaj

İsmail Çolak: Bugün memleketimizi tehdit eden ve Müslüman milletimizi birbirine düşman kutuplar haline getirmek için istimal edilen terörün menşeinde size göre hangi köklü sebepler yatmaktadır?

Kırkıncı Hoca: Dün tealiden tekâmüle götüren bugün inkırazdan izmihlale sürükleyen sebepler nelerdir? Aynı milletin çocukları olduğumuz halde neden bu felaketlere maruz kaldık? Dün cihanları hayretlere düşüren muazzam medeniyetler kuran, başka iklimlere ilim irfan götüren, uhuvvet ve muhabbetin sembolü olan bu milletin evlatları bugün neden bu cehalete ve ihtilaflara maruz kaldı? Bunun sebebini bizim İslam Dini’ne karşı olan ihmalimizde aramak lazım.

Bizler maalesef bu din-i mübine karşı ecdadımızın gösterdiği hassasiyeti göstermedik. Ferdî ve içtimaî hayatımızda ona layık olduğu mevkii veremedik. Onlar ise bu dini hakkıyla kavrayıp ferdî ve içtimaî hayatlarına tatbik etmişlerdir. Onun getirdiği nur-u hakikati kabul ederek sırat-ı müstakimde yürümüşlerdir. Kendilerini zulmetlere, felaketlere doğru sürükleyen ihtilafların, menfi milliyet gibi hurafelerin kapılarını kapatarak Kuran’ın getirdiği uhuvvet, muhabbet, şefkat gibi meziyetleri neşvü nemalandırıp yaşattılar.

Evet, onlar kendilerini ittifaka, saadete, refaha, huzura, şefkat ve izzete yükselten bu meziyetlerin aşığı idiler. Biz ise, İslamiyet’in getirdiği bu meziyetlerin bu hakikatlerin ehemmiyet ve kıymetini takdir edemedik, belki de tahkir ettik, önlerine set çektik.

Evet, bizler maalesef İslamiyet’in öz cevherine inemedik, ruhunu kavrayamadık, gaflet uykusuna daldık. Sefahat ve eğlencelerin kucağına atıldık. Ecdadımızın tetkik ve tahkik ile yaşadığı İslâmiyet’i bizler taklit etmekle yetindik. Yaratılışımızın ulvi gaye ve vazifelerini unuttuk. Hasis ihtirasların peşine düştük. Tarihimizden, mazimizden koparıldık, milleti millet yapan değerleri kapı dışarı attık. Her şeyi menfi ırkçılık üzerine bina etmeye çalıştık. Bu bakımdan millet fertleri arasında nifak ve şikak yer aldı.

Neticede işte bugünkü felaketlerle pek tabii olarak karşı karşıya geldik. Yıllardan beri bu milletin üzerine çöken cehalet bulutları gün geçtikçe kesafetini artırarak terör ve anarşi gibi böyle korkunç bir neticeyi tevlit etti. Bir milletin mevcudiyetini kemiren, bünyesini sarsan yegâne sebep cehalettir. Bütün fenalıkların menbaı, hastalıkların sebebi, bütün felaketlerin amili cehalettir. Zulüm ve istibdadın en metin istinatgâhı cehalettir. İnsaniyetin en korkunç düşmanı cehalettir. Cehalet, bütün rezalet ve ıstırapların menbaı ve madenidir. Mevhibe-i İlahiyye’nin en hayırlısı ilim ve irfan olduğu gibi musibetlerin en şerlisi de cehalettir.

Moral Haber

Cumhur Başkanı Erdoğan, Mehmet Kırkıncı Hocayı Ziyaret Etti

Cumhurbaşkanı sayın Recep Tayyip Erdoğan Bediüzzaman Said Nursi hazretlerini hayatta iken ziyaret etmiş 1928 yılında Erzurum merkez köylerinden Güllüce’de dünyaya gelen Mehmet Kırkıncı hocayı kalp rahatsızlığından dolayı yatmış olduğu Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesinde geçmiş olsun dileklerini sunmak üzere ziyaret etti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan - Kırkıncı HocaSayın Erdoğan Kırkıncı hocanın sağlık durumu hakkında doktorlardan bilgi aldıktan sonra hastaneden ayrıldı.

*********************

Kırıncı Hocanın Said Nursi hazretleri ile olan görüşmesi ;
 
Yine camiye giderek ikindi namazını kıldık. Sonra Rüştü Efendi bizi bir kenara çekerek:
 
“Aman dikkat edin. Bizi takip edebilirler. Üstadımız göz hapsinde tutuluyor. Beni uzaktan takip edin. Polisler Üstad’ı ziyarete gittiğinizi anlarlarsa, tutup sizi karakola götürürler, sıkıntı verirler.” dedi.
 
Namazdan sonra Üstadı ziyaret etmek üzere yola koyulduk. Rüştü Ağabey önde gidiyor, biz de arkasından onu takip ediyorduk. Ana caddeden sokaklara daldık. Sanki ayaklarımızın ucuna basa basa yürüyorduk. Kıvrım kıvrım sokaklar bitmek tükenmek bilmiyordu. Rüştü Ağabey, önce biraz güneye gidiyor, birkaç sokak geçiyor, sonra batıya doğru çark ediyor, biraz yürüdükten sonra bu defa doğuya dönüyor, hızla yola koyuluyordu. Yaptığı şey ustaca bir taktik, bir şaşırtmacadan ibaretti. Bunu anlamıştık.
 
Rüştü Ağabey bir evin önünde durdu, bize bir baş işareti yaptı ve kapıyı çaldı. Adımlarımızı yavaşlattık. O kapı açılır açılmaz içeri daldı. Biz vardığımızda aralık bırakılan kapıdan kendimizi hemen içeri attık ve bizi beklemekte olan Rüştü Ağabey ile birlikte bir merdiveni tırmandık. Merdiven başında, bizi gür kaşlı, heybetli biri karşıladı. Rüştü Ağabey bizi tanıştırdı. Bu zat, gıyaben çok iyi bildiğimiz meşhur Tahir Ağabey’di. Siyah kaşları aşağıya doğru sarkıktı. Heybetli ve celadetliydi. Bir o kadar da tevazu ve mahviyet sahibiydi. Fevkalade edepliydi. Celal ve cemal, sanki onda birlikte tecelli etmişti. Ankara’dan getirdiğimiz formayı kendisine takdim ettim. Formayla beraber bir de mektup verdim. Mektubu yolda yazmıştım. Görüştüğümüzde, heyecanlanıp sıkılarak huzurunda bir şey konuşamam endişesiyle Üstad’a bu mektubu yazmış ve kendisinden Risale-i Nur’u anlama ve son nefesime kadar ona ihlas ve sadakatle hizmet etme hususunda dua istirhamında bulunmuştum. Tahir Ağabey, elinde forma ve mektupla Üstad’ın odasına girdi. Birkaç dakika sonra geri döndü. Bizi bir salona aldı ve “Üstad’a söyledim, sizinle görüşmeyi kabul etti. Biraz bekleyin kendisi teşrif edecekler.” dedi.
 
Beklemeye koyulduk. Salon oldukça sadeydi. Yere serilen kilimler, tahta zemini tam örtememişti. Duvarın dibinde bir tahta sedirden başka oturulabilecek bir eşya göze çarpmıyordu. Fakat bu mütevazi odada insana huzur ve ferahlık veren ve sultan saraylarında bile emsali bulunmayan bir deruni hava vardı. Yorgunluklarımı, endişelerimi ve bütün sıkıntılarımı unutmuştum. Şimdi, hayatımın en bahtiyar ve nurani, en huzurlu bir anındaydım. Kalbim büyük bir heyecan ve helecanla atıyordu. Böyle mesut bir halet-i ruhiye içerisindeyken, kapı hafifçe aralandı ve mavera-i ufuktan gönlümün semasına bir bedr-i münir doğdu. İşte Bediüzzaman Hazretleri salona teşrif buyurmuştu. Bugüne kadar siması, boyu posu hususunda duyduklarıma denk düşmüştü. Asırların beklediği bu muhteşem insan işte gözümün önünde idi. Bir başka dünyada gibiydim. Ruhumun halini kelam anlatamazdı.
 
Ayağa fırladık. Elini öptük. Tebessümle taltif buyurdu ve “Hoş geldiniz.” dedi. Oturduk. Mektubu, okuması için Tahir Ağabey’e verdi. Tahir Ağabey mektubu açarken, Üstadımız Erzurum’a Cihan Harbi’nden önce geldiğini, Kurşunlu Camii Medresesinde bir ay kadar kaldığını, alimlerle sohbetlerde bulunduğunu anlattı. Daha sonra, Tahiri Ağabey mektubumu Üstad’a okudu. Üstadımız mütebessimane dinlediler ve duada bulundular.
 
Daha sonra, üstadımız Ankara’dan getirdiğimiz formayı sayfa sayfa çevirmeye başladı. O anki süruru, memnuniyeti, tavsife sığacak gibi değildi. Forma, onun için bir zafer sancağı gibiydi. Seksen küsür senelik bereketli bir ömrün harika meyvesini seyretmenin neşesini yaşıyordu. Bize dönerek:
 
“Risale-i Nur, çok yakın bir zamanda başlara taç olacaktır. Öyle zaman gelecek ki, satırı altınla satılacaktır. Radyo lisaniyle, bütün dünyaya neşrolunacaktır.” diye beşaretlerde bulundu.
 
Daha sonra, Risale-i Nur’u okumanın ehemmiyeti üzerinde çok tahşidat yaptı. Nazarları daima eserlere tevcih ettiriyordu. “Uzaklardan buraya kadar gelmenize hiç lüzum yok. Risale-i Nur’u okuyan benimle görüşmüş ve benden ders almış gibidir. Sizler buraya gelince ben minnet altında kalıyorum. lazım geliyor ki, sizlerin hiç olmazsa yol paralarınızı vereyim” dedi.
 
Üstad’ı hem büyük bir dikkatle dinliyor, hem de kendisini hayran hayran seyrediyordum. Konuşurken sağ elini yer yer sol dizine hafifçe vuruyordu. Her hareketi bir zarafet ve nezaket içindeydi. Tecessüm etmiş bir nur gibiydi. Sanki, insanları tenvir için alem-i Nur’dan ruy-i zemine inmiş bir cism-i latif idi. Mübarek çehrelerinden tecelli eden letafet nurunu görünce basiretim öyle açıldı ki, hissiyatım üzerine çöken gaflet bulutları birden bire zail oldu. Üstad’a dikkatle baktım. Sermedi bir nur ile tenevvür eden bu çehrede cihanı tenvir edecek bir güç, bir kuvve-i kudsiye açıkça hissediliyordu. O anda, vücuduma bir hiffet, ruhuma bir inşirah, idrakime bir intibah geldi.
 
Yaşlı olmasına rağmen bir delikanlı kadar zindeydi. Kendinde yorgunluktan hiçbir eser görünmüyordu. Rengi hafif pembeydi. Boyu, ortanın üstündeydi. Zarif bir endamı vardı. Başındaki sarık adeta bir saadet tacı, bir marifet sembolüydü.
 
Bu helaket ve felaket asrının, onun yaşlanmış omuzlarına yüklediği, onca ıstırap ve meşakkat, belini bükmemiş, endamını eğememişti. Dudaklarında tatlı bir tebessüm, gözlerinde şefkat pırıltıları vardı. Kaşlarında ise, heybetli bir celadet hakimdi. Ensesinde ve şakaklarında aşağı doğru dökülen gür ve beyaz saçları dikkatimi çekti.
 
Onun bir asra yakın çektiği çileler, ıstıraplar ve meşakkatler vücudundaki mevzun insicamı zedeleyememiş, sadece saçlarını ağartmıştı.
 
Formayı bir diğer talebesine uzatarak:
 
“Zübeyr, oku!” diye emretti. Zübeyr Ağabey, Üstad’ın uzattığı formayı büyük bir edeble aldı ve okumaya başladı.
 
Zübeyr Ağabey’in, cümleleri, manalarıyla bütünleşen bir ahenkle okuyuşu, bende apayrı bir tesir uyandırdı. Büyük bir coşkunlukla okuyordu. Kelimeler sanki içinden kaynayarak dudaklarından dökülüyordu. Yüzünde bin bir mana iç içe parıldıyordu. Okurken, yer yer başını hafifçe kaldırıyor. Nazarlarını bizlere tevcih ediyordu. Bakışları temiz ve berraktı. Yeşilimsi gözlerinde ulvi manalar dolaşıyordu.
 
Zübeyir Ağabey formanın okumasını bitirince üstadımız bana dönerek; “Risale-i Nur burada okundukça Cenab-ı Hak Anadolu’ya gelen belaları kaldırıyor.” buyurdu. O zaman on beş yirmi vilayette az sayıda insan Risale-i Nur’u tanımıştı. İçimden: “Biz ne kadar Risale-i Nur okuyoruz ki, Anadolu’dan belaların kalkmasına vesile oluyoruz?” diye geçti. Üstadımız bir dağın yıkılışını gösterir gibi ellerini kaldırıp sağdan sola doğru götürerek biraz celalli bir eda ile ses tonunu da az yükselterek: “Burada Risale-i Nur okundukça Rusya’da küfr-ü mutlak dağlar gibi yıkılıyor.” dedi. Nitekim haber verdiği o günleri gördük.
 
Daha sonra, Üstad sanki ruhumuzu okuyarak bize müteveccihen okuttuğu şu önemli dersini hiç unutamıyorum:
 
“Risale-i Nur, yalnız bir cüz’i tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki külli bir tahribatı ve İslamiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususi bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid aletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumiyi ve efkar-ı ammeyi ve umumun ve bahusus avam-ı mü’mininin istinadgahları olan İslami esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılması ile bozulmağa yüz tutan vicdan-ı umumiyi, Kur’an’ın i’cazıyla ve geniş yaralarını Kur’anın ve imanın ilaçları ile tedavi etmeğe çalışıyor. Elbette böyle külli ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakin derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hasiyetinde mücerreb ilaçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz-ı manevisinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır.”
 
Üstad kalktı ve bir nazar-ı tebessümle başımı okşayıp dua ederek taltif buyurdu. Selam vererek yanımızdan odasına doğru uzaklaşırken, maddi-manevi varlığımı da peşinden sürüklüyordu.
 
O geceyi Isparta’da geçirdik. Ertesi gün yola çıktık. Barla’ya uğrayacak, gece orada kalacak ve yolumuza devam edecektik. Barla’ya ayrılan yol kavşağında arabadan indik ve solumuzda, biraz içeride bulunan Barla nahiyesine doğru yürümeye başladık. Mahalleye girerken rastladığımız bir köylüye Üstad’ın Sıddık Süleyman ismindeki talebesini sorduk. Bizi onun evine götürdü. Vakit geç olduğu için hemen istirahata çekildik.
 
Ertesi sabah, camide namazımızı kıldık. Namazdan sonra, bir süre etrafta gezindik.
 
Köyün içinden geçerken rastladığımız herkes bize hoş-amedi ediyor, güler yüzle, tatlı sözlerle iltifatta bulunuyorlardı. Bunların bir kısmının da katılmasıyla, Üstad’ın eskiden kaldığı evin önüne geldiğimizde tam bir cemaat teşekkül etmişti.
 
Şimdi meşhur çınar ağacının altındaydık. Bu muhteşem ve yaşlı çınar ağacının dalları, yeşil yaprakları bahar rüzgarı altında titriyor ve sanki bir çeşit ihtilaç ve helecan duygusuyla çırpınıyordu. Balkonda dallar arasında bir merdiven uzanmıştı. Merdivenin sonu, itina ile oturtulmuş bir çardağa varıyordu. Bu çardak, sanki bir bülbül yuvasıydı. Köylüler bu çardağı işaretle:
 
“İşte oturduğu ve ekseri geceler tefekkür ve tezekkürünü yaptığı çardağı” dediler ve:
 
“Epeydir, hazinane zikir seslerine hasret kaldık. Artık seher vakitleri buradan geçerken, onun yanık zikir seslerini işitemez olduk.” diye ilave ettiler.
 
Ondaki asudelik, ondaki güzellik ve şirinlik ne saçaklı saraylarda, ne de mutantan köşklerde bulunabilirdi. Burası, adeta Cennet’ten bir köşeydi.
 
Sıddık Süleyman:
 
“Haydi, Üstad’ın evine, medreseye çıkalım.” dedi. Hep beraber medreseye çıktık, oturduk. Yerde, duvar diplerinde sıra sıra yayılmış minderler vardı. Bir köşede ufak bir teneke soba duruyordu. Duvarlar beyaza boyanmıştı. Oda gayet sade ve mütevaziyane döşenmişti. Burada insanı kendine çeken bir başka hava vardı. Medresenin her taşına sinen bu manevi havayla kendimi adeta bir nuristana girmiş gibi gördüm ve bir vecd içinde sanki kendimden geçtim.
 
Kaynak: RisaleAjans

Asrımızın Manevi Dinamikleri – Dünya Üniversitesi!

Selçuklu ve Osmanlı devletinin temeli,  Şeyh Edebali, Dursun Fakih, Mevlana, Yunus Emre, Ahmet Yesevi Hızır Çelebi, Molla Gürani, Akşemsettin, Kemal Paşazade ve Zenbilli Ali Efendi gibi nice büyük alimlerin ve manevi sultanların rehberliğinde aşk ile iman, insaf ile adalet ve akıl ile mantık esasları üzerine bina edilmiş; yine bu manevi otoritelerin rehberliğinde mantıklı, sağlam ve intizamlı bir şekilde yürütülmüştü. Cumhuriyet devrinin manevi dinamiği ve mimarı ise Bediüzzaman Hazretleri ve onun bir marifet ve fazilet hazinesi olan eseri Risale-i Nur olmuştur.

Evet, medrese ve tekkeler kapatılınca Cenab-ı Hak lütuf ve kereminden Risale-i Nur gibi bir eser nasip etti. Eskiden Arapça, Kur’an, hadis, kelam ve fıkıh gibi dersler müderrisler tarafından okutulurdu. Burada tedrisat görenler ise on beş yıl okutulduktan sonra ancak alî ilimlere çıkılabilirdi. Zaten o medreselerde herkes de okuyamazdı. İşte kapatılan o medrese ve tekkelere bedel, Risale-i Nur öyle bir mektep ve medrese oldu ki, her kesimden, her meslek grubundan talebesi var. Bu hizmet sadece belli bir yaş grubuna münhasır değildir. Çocuklar, gençler, ihtiyarlar, hanımlar, mütefekkirler, araştırmacılar, ilim adamları bu mektebin birer talebesidirler. Bu eserleri okuyan herkes istidat ve kabiliyeti nispetinde ondan hisse alır, kalbine ve ruhuna nakşeder ve imanını inkişaf ettirir.

Üstad Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:

Evet Risale-i Nur on beş senede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikîyi, on beş haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmi bin zât tecrübeleriyle şehadet ederler.”[1]

Tevfik-i İlahî refiki olan adam, tarîkat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet Kur’andan, hakikat-ı tarîkatı -tarîkatsız- feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-u bizzât olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın îsal edici bir yol buldum.”[2]

Bu hizmet bir mekâna, belirli bir merkeze ve bir şahsa bağlı değildir. Bu hizmet bütün dünyayı içine alacak şekilde çok geniştir. Bu dersleri okuyanların hepsi talebe ve şakirttir. Bu talebelik ise bir ömür boyu devam etmektedir.

Evet, dünyanın hiçbir yerinde yaşları, meslekleri, branşları ayrı olan milyonlarca insanı bir araya toplayan, birbiri ile kaynaştıran, onları bir akraba haline getiren, kalplere Allah korkusunu ve muhabbetini yerleştiren, insan sevgisinin ve uhuvvetin ehemmiyetini ortaya koyan, onlara bir hedef gösteren bir başka ekol yoktur. Bu bakımdan Risale-i Nur, bir cihan üniversitesidir. Üstad Hazretleri Münâzarat adlı eserinde şöyle buyurur:

İslâmiyet hariçte temessül etse; bir menzili mekteb, bir hücresi medrese, bir köşesi zâviye, salonu dahi mecmaü’l,küll, biri diğerinini noksanını tekmil için bir meclis-i şûra olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî timsalinde arz-ı dîdar edecektir. Âyine kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z Zehrâ dahi o kasr-ı İlâhîyi haricen temsil edecektir.”[3]

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin harika bir şekil de izah ettiği bu hizmeti, bu asırda Risale-i Nur hakkıyla ifa ve temsil etmektedir.

Risale-i Nur’daki bütün hakikatler bu asırdaki insanların fıtratına uygun, fevkalade orijinal ve mükemmeldir. Risale-i Nur’un mevzuları gibi, o mevzuları meydana getiren cümleler ve kelimeler de gayet mükemmel ve orijinaldir. Onlar hiçbir kitaptan alınmamış ve doğrudan doğruya Üstadın kalbine Kur’an’dan ilham edilmiştir.

Nitekim Üstadımız da bu hakikatı şöyle ifade etmektedir:

Risalet-ün-Nur sair te’lifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Te’lif olduğu vakit hiçbir kitab müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’ânîden ve âyâtının nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.”[4]

Bunun içindir ki, insanların aklına, ruhuna, kalbine ve tüm hislerine hitap eden bu harika eserler raflarda durmuyor, büyük bir şevkle tekrar tekrar okunuyor, okuyucunun elinde ve cebinde dolaşıyor.

Osman Yüksel Serdengeçti’nin ifadesiyle ; “Yıllardır mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, îmana susayanlar; onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstadın Nur risaleleri elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç – ihtiyar, cahil – münevver, sekizinden seksenine kadar herkes ondan bir şey aldı, onun nuruyla nurlandı.”[5]

Kur’an’ın manevi bir tefsiri olan Risale-i Nurdaki ulvi hakikatler, îman, marifet, ahlak, edep ve irfan sahasında büyük fütuhat yapmış, başta Arapça ve İngilizce olmak üzere kırktan fazla dile çevrilmiş ve hamiyetli ve gayretli insanlar tarafından Avrupa, Amerika, Afrika ve Asya kıtalarına kadar ulaştırılmıştır.

Helaket ve felaket esrında her türlü menfi cereyanlar, imansızlık ve sefahet ateşi her tarafı kasıp kavurmakta idi. Üstad bu manzarayı şöyle dile getirir. “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde evlâdım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, îmanımı kurtarmağa koşuyorum.” [6]

Evet, Kur’an nurunu söndürmeye çalışanlar zulümlerini bütün şiddetiyle icra ediyorlardı. Başta Bediüzzaman olmak üzere Kur’an’a ve imana hizmet eden ilim ve irfan erbabı her türlü zulüm, istibdat, hapis ve sürgün gibi eza ve cefalara maruz kalıyorlardı. Bediüzzaman’ın ifadesiyle;

Zulüm, başına adalet külâhını geçirmiş; hıyanet, hamiyet libasını giymiş; cihada bagy ismi takılmış, esarete hürriyet namı verilmiş. Ezdad, suretlerini mübadele etmişler.” [7]

Dolayısıyla, fazilete, rezalet; rezalete fazilet denilen dehşetli bir asır yaşanıyordu. Himmet erbabı, hiçbir tarihte, onun zamanındaki gibi eza ve cefaya maruz kalmamıştı.

Cenab-ı Hak, lütuf ve kereminden ahır zamanda Bediüzzaman gibi büyük bir mürşidi insanlığın imdadına gönderdi. Onun yazmış olduğu insanlığın manevi reçetesi olan bu eserlerin ekserisi, tekke ve zaviyelerin kapatıldığı, her türlü dini tedrisatın yasak edilip Kur’an’ı okuyan ve okutanların takibat altına alındığı, batı kaynaklı her türlü menfi cereyanların ortaya çıkıp revaç gördüğü, bu necip milletin imanına, ahlakına, mukaddesatına, ezanına ve ubudiyetine hücum edildiği, gençliğimizin tarihine ve öz kültürüne yabacılaştırıldığı, dini ve milli seciyelerini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya bırakıldığı ve milletimizin manen sarsılıp, ruhen çökertildiği dehşetli bir zamanda hem de hapishanelerde ve tecritlerde yazılmıştır.

Bediüzzaman Hazretleri bu dehşetli durumu şöyle ifade eder: “Onların zamanlarında imanın esasatına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu has mü’minlere ve ferdlere hitab ederler, bu zamanın dehşetli taarruzunu def’edemiyorlar.”[8]

Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi kolaydır. Fakat dalalet, fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünki öyleler kendilerini beğeniyorlar; hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.”[9]

Evet bu asrın dehşetine karşı taklidî olan îtikadın istinad kal’aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan her mü’min tek başıyla dalâletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir îman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin.”[10]

Bunun içindir ki, Üstad Bediüzzaman Hazretleri asırlarını feyizleriyle nurlandıran o büyük tarikat kahramanları da bu zamanda gelseydiler bütün himmet ve gayretlerini iman hizmetine sarf edeceklerini ifade etmektedir:

Bu da şüphe ve tereddütlerin izalesi, akılların tatmini ve kalplerin tenvir edilmesiyle iman hakikatlerinin sarsılmaz delil ve burhanlarla insanların ruhuna, aklına, vicdanına ve bütün hissiyatlarına nakşedilmesiyle olabilir. Risale-i Nur bu hizmeti hakkıyla ifa etmiştir. Üstadımız, “Tesadüf, şirk ve tabiat”tan teşekkül eden fesad şebekesinin âlem-i İslâm’dan nefiy ve ihracına, Risale-i Nur’ca verilen karar infaz edilmiştir.”[11] buyurarak bunu ifade etmiştir.

Madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet’e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet’e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayt kalmak, elbette kâr-ı akıl değil…”[12]

Üstadımızın; “Zaman tarikat zamanı değil, hakikat zamanıdır” buyurması da bu nokta-i nazardandır. Yoksa onun, hâşâ tarikata karşı olması demek değildir. Nitekim üstadımız “Telvihat-ı Tis’a” adıyla yazmış olduğu çok ehemmiyetli ve çok harika eserinde tasavvufun sayısız faydalarını, güzelliklerini, hikmetlerini, hakikatlerini, ehemmiyetini ve dindeki yerini izah etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri bu harika eserinde tarikata intisap eden bazı ehliyetsiz fertlerin hatalarını nazara vererek tarikata hücum edenlere karşı, tarikatın maksadını, gayesini ve ehemmiyetini fevkalade bir vukufla ortaya koymuş, tarikata hücum eden din düşmanlarına şiddetli ve dehşetli tokatlar vurmuş, herkesin kendi köşesine çekildi o dehşetli dönemde kaleme aldığı bu eser ile mülhitleri ilzam etmiş, müminleri, özellikle de tarikat erbabını memnun ve mesrur etmiştir.

 Mehmed Kırkıncı

Kaynakça;

[1] Nursî B. S Kastamonu Lahikası

[2]Nursî B.S Mesnevi-i Nuriye

[3] Münazarat

[4] Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, Birinci Şuâ

[5] Nursî, B.S Tarihçe-i Hayat (Tahliller)

[6] Tarihçe-i Hayat

[7] Mektubat

[8] Nursi B. S Kastamonu Lahikası

[9] Nursî, B. S. Mektubat (5. Mektup)

[10] Nursî, B. S Sikke-i Tasdîk-i Gaybî,

[11] Mesnevi-i Nuriye

[12] Nursî, B.S Mektubat (5. Mektup)

Cihad Nedir, Nasıl Anlamak Gerekir?

CİHAD, Allahu Teala’nın razı olmadığı küfür ve dalalet gibi kötülüklerin def edilmesi ve iman, takva gibi hakikatlerin hayat bulması için çalışmaktır.

Cihad, Cenab-ı Hakk’ın insana lütfettiği akıl, kalp gibi servet ve makam gibi nimetleri  O’ nun rızası istikametinde kullanmaktır. İslam’da cihad farzdır: Kitap, sünnet ve icma ile sabittir.

Cihad, cehalete karşı cihad, nefisle cihad, şeytanla cihad, iç ve dış düşmanlara karşı cihad olarak dört kısma ayrılır.

Bu zamanın en önemli cihadı kalemledir. İslam’ın inkişafı dün olduğu gibi bugün de tebliğ irşad ve güzel örnek olmaya bağlıdır. Kalpler yine bununla feth olur, vicdanlar ancak böylece tatmin olur… Zaten bugün dünyanın her tarafında her gün binlerce insanın İslam’ın cazibesine girmesi silah ve kuvvetin değil ilim ve kalemin zaferidir. Evet, bugün kalem sayesinde  İslamiyet dünyanın her yerinde her an yayılmaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri de bu zamanda cihadın en büyük silahının ilim ve kalem olduğunu ifade etmektedir.

Evet insan, yeteneklerini ilimle geliştirir. Yaratılışın sırlarını onunla keşfeder.

Hem insan, ilimle kainattaki kudret mucizelerini tefekkür eder. Böylece ruhen yükselir, kalben inkişaf eder ve neticede marifet ve muhabbet-i İlahiyeye mazhar olur.

Evet ölmüş kalpler ilim ve hikmetle ihya olur. Cehaletin karanlığı, silahların parıltısıyla giderilmez.

İlimle cihad, cihadların ulvisidir. Nitekim Resulullah Efendimiz (A.S.M.) “İlim talep etmek, İnd-i İlahide (nafile) namaz, oruç ve hacdan ve fisebilillah cihaddan üstündür.” buyurmakla ilimle cihadın önemini en güzel şekilde anlatmıştır.

O halde en büyük cihad insanları ilim ve irfan ve ahlak ve fazilet ile donatmak ve kalp ve ruhları, akıl ve duygularını yüce gayelere yönetmektir.

Evet, insanlar imanı, fazileti, ahlakı, zorla değil kendi istek ve arzularıyla kabul eder.

Hz. Resul-i Ekrem Efendimiz (A.S.M.)’de mücahadesine tebliğ ile başlamış ve Hz. Erkam’ın evini irşad merkezi haline getirerek Kur’an nuruyla gönülleri, fikirleri fethetmiştir.

Dahildeki hareket müsbet bir şekilde manevi, tahribata karşı manevi, ihlas sırrı ile hareket etmektedir. Hariçteki cihat başka dahildeki cihat başkadır.       (Bediüzzaman Said Nursi)

Mehmet Kırkıncı