Etiket arşivi: Mehmet Paksu

Gerçek Yatırım Yapıp, Peşin Kâr Etmek İster misiniz?

Ticaret, kâr için yapılır. Her malın etiket fiyatında bir kâr oranı vardır. Yüzde on, yüzde yirmi, yüzde elli. Fakat yüzde yüz kâr çok nadir olur. Yüzde bin ise dünyada hiç olmaz. Böyle bir ticaret ne görülmüştür, ne duyulmuştur, ne de mümkündür.

Ama insanoğlu nedense az kâr getiren işe yatırım yapar da, kârı hem garanti olan, hem de yüzde binlere ulaşan iş alanına çekinerek, korkarak, endişe duyarak, tereddüt ederek yatırım yapar.

Böyle bir ticaret asıl itibariyle dünyada dünya için yapılmaz, âhiret için yapılır. Yapılan bu ticaretin karşılığı âhirette verilir, dünyada ise bir teşvik olarak ikram edilir.

Bu sırrı kavrayan insanlar, fakire, muhtaca, yoksula ve yetime sadaka ve yardımda bulunmuşlar, Allah rızası için Allah’ın kendilerine verdiği nimetleri başkalarıyla paylaşmışlar, verdiklerinin karşılığını kat kat dünyada da almışlardır. Verdikçe Allah da onlara verir.

Sahabiler, Kur’ân âyetleri iner inmez hiç vakit geçirmeden, zamana bırakmadan, ânında uyguluyorlardı.

Çünkü inanıyorlardı ki, Allah bir şeyi vaad etmişse, vaadini yerine getirir. Zaten Kur’ân bize Cenâb-ı Hakk için, “O asla sözünden dönmez” buyuruyor.

Kur’ân’ın kendisinden istediklerini ânında yerine getirenlerden birisi de Hazret-i Ali Efendimizdi.

Bir gün, Hazret-i Ali’nin kapısına bir fakir geldi. Büyük bir sıkıntı içinde olduğu halinden belliydi.

Hz. Ali hemen oğlu Hasan’ı çağırdı:

“Haydi evladım, annene git, kendisine verdiğim altı dirhem paranın bir dirhemini sana versin, getir de şu fakir kardeşimize verelim” dedi.

Hz. Hasan hemen eve koştu, fakat az sonra dönüp geldiğinde eli boştu.

“Annem” dedi, “o altı dirhemi un almak için sakladığını söylüyor.”

Bunun üzerine Hz. Ali:

“Nasıl olur?” dedi. “Bir insan kendi yanında olandan çok, Allah’ın katında olana güvenmezse gerçek iman sahibi sayılmaz. Git annene söyle, altı dirhemin tamamını göndersin.”

Bu söz üzerine Hz. Fatıma paranın hepsini gönderdi. Hz. Ali de onu fakire verdi. Adamcağız sevinerek, teşekkür ederek oradan ayrıldı.

Tam bu esnada adamın biri devesinin yularından tutmuş geliyordu.

“Yâ Ali şu deveyi satıyorum, almak ister misin?” diye sordu.

“Kaça satıyorsun?”

“Yüz kırk dirheme.”

“Parasını daha sonra vermemi kabul edersen deveyi kapıma bağla.”

Adam deveyi bağlayıp gitti. Biraz sonra bir başkası geldi. Hz. Ali’den devenin satılık olduğunu öğrendi.

“Kaça satıyorsunuz deveyi yâ Ali?”

“İki yüz dirheme.”

Satışta anlaştılar. Adam deveyi alıp parasını teslim edip gitti. Biraz sonra Hz. Ali de alacaklısını buldu, yüz kırk dirhemini teslim etti. Satıştan elde ettiği altmış dirhem kârı götürdü, hanımı Hz. Fatıma’ya uzattı.

“Bu nedir yâ Ali?” diye sordu Hz. Fatıma.

“Bu altmış dirhem, Allah’ın bize Kur’ân’da vaad ettiği karşılıktır” dedi ve şu âyeti okudu: “Kim bir iyilikle gelirse, ona yaptığı iyiliğin on katı vardır.” (Enam Sûresi, 160)

Hazret-i Ali, fakire altı dirhem vermişti. Cenâb-ı Hak da verilen sadakanın karşılığını on kat olarak göndermişti.

Evet, Hazret-i Ali bu satışla beş kârı birden elde etmişti.

Birinci kâr: Geçici dünya malı, sadaka verdiği için sonsuz bir şekle dönmüştü.

İkinci kâr: Cennet gibi bir mükâfat almıştı.

Üçüncü kâr: Verdiği her kuruşu bereketlenmiş, ‘bir’den bine çıkmıştı.

Dördüncü kâr: Hayatını ve malını manevi bir sigorta altına almıştı. Bu tevekkül sigortasıydı. Gerçek anlamda Allah’ın malını yine Allah’a satmıştı. Hem dünyada, hem de âhirette büyük bir kazanç elde etmişti.

Beşinci kâr: Verdiği sadaka, yaptığı iyilik Cennet yemişleri, nimetleri olarak kendisine dönecekti.

Elindeki imkânları ihtiyacı olanlarla paylaşmayanlar ise hem bu kârlardan mahrum kalıyorlar, hem de bir o kadar maddi ve manevi zarara uğruyorlardı.

Zaten insan Allah adına vermenin, Allah için yardım etmenin, Allah rızası için iyilikte bulunmanın hazzını, zevkini ve keyfini bir tadacak olsa, ondan sonra bu işi artık güzel bir alışkanlık haline getirecek, iyilik yapmadan rahat edemeyecektir.

Mehmet Paksu – zaferdergisi.com

İnsanlara güzel söz söyleyin / Bir Kur’ân Üslubu: Yumuşak Söz

Kur’ân, “İnsanlara güzel söz söyleyin”1 der. Herkese, her insana, her konuştuğunuza, bütün insanlara “güzel söz söyleyin!” Hitap genel ve umumidir. Herkesi içine alıyor. Hatta inanan, inanmayan, size taraftar olan, karşı gelen her insana…

“Güzel söz” Kur’ân’ın ifadesiyle “hüsnen” kelimesidir. Hani şu dilimizde iyi niyet anlamına gelen “hüsn-ü niyet”, iyi düşünce karşılığı olarak kullandığımız “hüsn-ü zan”, güzel ahlâk demek olan “hüsn-ü ahlâk”, kabul görme ve iyi karşılama manasına gelen “hüsn-ü kabul” deyimlerinde yer alan “hüsün”dür Kur’ân’ın sözünü ettiği kelime…

Kelimenin çok zengin bir anlamı var. Sadece “güzel” anlamına gelmez, “iyi, tatlı, hoş, şirin” gibi anlamları da içerir.

İnsanın hem kulağına hoş gelen, hem gönlünü okşayan, hem de içini açan ve rahatlatan, dolayısıyla onu sevince ve neşeye götüren, heyecanını ve şevkini artıran sözdür “güzel söz.”

“Güzel söz yılanı deliğinden çıkarır” ama, “sözün güzeli”nin de bir özelliği bulunmalıdır. Yine Kur’ân diliyle güzel söz, “gönül alıcı” olmalı, “doğru” olmalı, ama mutlaka “yumuşak” söylenmelidir. Âyette yer aldığı biçimiyle, “Gönül alıcı sözler söyleyin”2, “Sözün doğrusunu söyleyin.”3

“Yumuşak söz” de Kur’ân sözüdür. Âyetteki ifadesiyle “kavlen leyyinen”dir.

***

Bu Kur’ân metodu, sadece bir tespit ve tavsiyeden ibaret değildir; bir uygulama şeklidir, tatbik edilmiş bir örnektir.

Bir örnek değil, iki örnektir. Birinci örnek aynı zamanda iki kardeş ve iki peygamber olan Hz. Mûsâ ile Hz. Harun’un hayatında yer alır.

Mısır kralı Firavun (II. Ramses) tanrılık iddiasında bulunur. Mısır halkını toplamış onlara seslenmişti: “Ben sizin en yüce rabbinizim.”4 diye.

Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ ile kardeşi Hz. Harun’a tebliğ görevi verdi ve emretti:

“Firavun’a gidin. O iyice azdı. Ona yumuşak söz söyleyin, olur ki sizi dinler yahut Allah’tan korkar.” diye uyarıda bulundu.

İki kardeş peygamber giderler, Tâhâ sûresinde geçtiği üzere, Allah’ın varlık ve birliğini anlatırlar, halkına yaptığı baskıdan vazgeçmesini söylerler.

Yumuşak söz tesir etmiştir. Karşılıklı konuşma ve tartışma başlar. Bütün Mısır halkının hazır bulunduğu bir ortamda yapılan mucize-sihir gösterilerinde Mûsâ aleyhisselâmın haklı olduğu anlaşılmış, Firavun’un imajı iyice sarsılmıştır. Ve sonrasında da ordusuyla birlikte Kızıl Deniz’de boğulmuştur.

***

İkinci örnek ise Peygamber Efendimiz (asm) ile alâkalıdır.

Uhud Savaşı öncesi Peygamberimiz (asm), sahabileriyle istişare etmiş, onların fikrini almış, ortak karar sonucu düşmanla Medine’nin dışında Uhud Dağı eteğinde karşılaşmıştı.

Savaş öncesi ve sonrası, dava arkadaşları olan sahabelerle yaptığı görüşme ve konuşmalarda Peygamberimiz (asm) devamlı tatlı dilli, güler yüzlü ve yumuşak sözlü davrandığı için Kur’ân bu davranışını övüyor. Bu şekilde davranmasının da Allah’ın bir lütfu ve ikramı sonucu olduğunu ifade ediyor:

“Allah’ın bir rahmet eseridir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer sen huysuz, katı kalpli birisi olsaydın muhakkak onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.”5

İşin aslına bakılırsa, sadece Hz. Mûsâ ile Peygamberimiz (asm) bu şekilde davranmış değiller, başta Hz. İbrahim, Hz. Yakup ve Hz. Yusuf ve bütün peygamberler, daha sonraları bütün hak dostları, insanların gönlüne giren, onları hep doğruya, güzele ve hakka çağıran her İslam bilgini bu yolu takip etmiştir.

Zaten İslam hiçbir zaman kabalığı, sertliği, kırıp dağıtmayı, öldürüp yok etmeyi, insanları cebren ve kaba kuvvet kullanarak silah zoruyla, baskıyla yola getirmeyi ne tavsiye eder, ne de böyle bir yaklaşıma müsaade eder.

Çünkü İslam’ın dili, “nâzikâne, nezîhâne ve kavl-i leyyindir.” Yani, nezaket, nezih ve tatlı dildir.

Mehmet Paksu – Zafer Dergisi

Kaynaklar:        

1. Bakara Sûresi, 2:83.

2. Nisa Sûresi, 4:8.

3. Ahzab Sûresi, 33:70.

4. Nâziât Sûresi, 79:24.

5. Âl-i İmran Sûresi, 3:159.

Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed’in Ticarî Ahlâkı

Peygamberimiz toplumla iç içe yaşayan bir insandı. Herkes gibi o da alış veriş yapıyor, borç alıp veriyordu. Ticarî hayatı kontrol için ara sıra çarşıya pazara çıkıyor, insanlara adalet, insaf, hak hukuk dersi veriyor, birbirlerini aldatmamalarını, yalan yere yemin etmemelerini söylüyordu… Şimdi Peygamber Efendimizin (asm) ticarî konularda nasıl hareket ettiğine dair birkaç hatırayı örnek olarak aktaralım:

 

Hesapları Mükemmel ve Eksiksiz Tutardı

Peygamberimiz, henüz kendisine peygamberlik gelmeden önce ticaretle meşgul oluyordu. Onunla iş yapanlar çok memnun kalıyor, doğruluk ve dürüstlüğüne hayran oluyorlardı. Mekkeliler en kıymetli mallarını onun yanına emanet olarak bırakıyor, her alanda güven duyuyorlar; yalan, hile, aldatma gibi çirkin huyların zerresinin dahi bulunmadığını görüyorlardı.

Bir gün Peygamberimize Saîb adında bir Arap tüccar takdim edildi. Onu, Peygamberimize doğruluk ve dürüstlüğe dikkat eden bir adam olarak tanıtıyorlardı. Peygamberimiz ise, “Ben onu sizden iyi tanıyorum” deyince, Saîb de Peygamberimiz hakkında şöyle bir iltifatta bulundu:

“Evet, ticarette arkadaşlık etmiştik. Bütün hesapları gayet mükemmeldi.”

Böyle Birisi Yalan Söylemez ve Bizi Aldatmaz

Peygamberimizi tanımayanlar, ilk defa görenler bile onun yalan söylemeyen ve aldatmayan bir insan olduğu kanaatine varıyorlardı.

Bir defasında Medine yakınlarında bir kervan konaklamıştı. Peygamberimiz oradan geçerken kırmızı bir deve gördü. Fiyatını sordu. İstenilen fiyatı pazarlıksız kabul etti ve deveyi alıp götürdü. Fakat parasını vermemişti. Kervanda bulunanlardan bazıları söylenmeye başladılar. Parasını peşin olarak almadıkları için, sattıklarına pişman olmuşlardı. Fakat içlerinden bir kadın:

“Üzülmeyin, biz bu civarda onun kadar güzel yüzlü, temiz ahlâklı bir adam görmedik. Böyle birisi yalan söylemez ve bizi aldatmaz” deyince, hazır bulunanlar sustular.

Akşam olmuştu. Peygamberimiz devenin parasıyla birlikte, kervan halkının yemeklerini de gönderdi.

“Hakkımı Fazlasıyla Verdin.”

Peygamberimiz alış veriş esnasında kendisini tanımayıp da kaba davrananları hoş karşılar, onlara karşı peygamberlik imtiyazını kullanmazdı.

Bir gün bedevinin birisi et satıyordu. Peygamberimiz de bir miktar hurma karşılığında et almak istedi, fakat hurmayı bir müddet sonra getirmek üzere söz verdi. Eve geldi, hurmanın kalmadığını gördü. Tekrar pazara gitti. Bedeviyi buldu.

“Senden hurma karşılığında et almıştım, fakat hurma kalmamış” demeye kalmadı, bedevi bağırıp çağırmaya, yaygara koparmaya başladı. Etraftan Peygamberimizi tanıyanlar müdahalede bulunmaya kalkıştılar. Fakat Peygamberimiz onları bırakmadı.

“Siz müdahale etmeyin, bedevinin hakkı var” dedikten sonra, meseleyi tekrar anlattı. Yine de bedevi söylenip duruyordu.

Sonunda Peygamberimiz onu Ensar’dan birisinin evine göndererek hakkı olan hurmayı ondan almasını söyledi. Bedevi gidip hurmayı aldı.

Dönüşünde Peygamberimizi Sahabilerle beraber oturuyor görünce, tanıdı, göstermiş olduğu anlayış ve sabırdan dolayı son derece duygulandı ve şöyle konuştu:

“Yâ Muhammed (asm), Cenab-ı Hak sana mükâfatını versin. Sen bana hakkımı fazlasıyla verdin.”

 

“Hak Sahibi Hakkını İstemekte Haklıdır”

Peygamberimiz ticarî meselelerde devamlı haklıdan yana olmayı tercih ederdi. Kendi şahsına karşı bir saygısızlıkta bulunulsa bile yine haklı olanı tutardı. Onun mağdur düşmesini istemezdi.

Peygamberimiz kaba saba hareketlere, daha çok bedevilerle muhatap olduğu zaman maruz kalıyordu. Çölde bulunmaları ve toplumdan uzak yaşamaları, onları sert davranmaya alıştırmıştı.

Yine bedevinin biri Peygamberimizdeki alacağını tahsile gelmişti. Fakat hakkını isterken kaba ve sert davrandı. Resulullah’ın huzurunda uygunsuz bazı sözler söyledi. Sahabe-i Kiram bu kaba hareketinden dolayı adama haddini bildirmek istediler. Fakat Peygamberimiz razı olmadı:

“Susunuz, bırakınız. Çünkü alacaklının, borcunu tahsil edene kadar borçlu üzerinde bir nüfuzu vardır. Hak sahibi hakkını istemekte haklıdır” buyurdu.

“Müslüman Müslümanın Kardeşidir. Kusurlu Bir Malı Ona Satması Helâl Olmaz”

Peygamberimiz bazen çarşı pazarı dolaşır, bir haksızlık ve hile olmaması için kontrolde bulunurdu. Uygunsuz bir şeyle karşılaşırsa, satıcıyı ikaz ederdi.

Bir gün Medine çarşısını dolaşırken bir hububat yığınının önünde durdu. Elini içine daldırdı. Eline bir ıslaklık dokundu ve altından, üstünde olmayan şeyler çıktı. Satıcıya döndü:

“Nedir bunlar?” diye sordu.

Mal sahibi: “Yâ Resulallah, yağmur yağmıştı. Ondan ıslanmış olacak” dedi.

Peygamberimiz, “Neden ıslak kısmını herkesin görebileceği şekilde üste koymadın?” şeklinde azarladıktan sonra:

“Müslümanlar arasında aldatma olmaz. Bizi aldatan bizden değildir” buyurdu.

Bir başka ifadesinde de şöyle buyuruyor:

“Müslüman Müslümanın kardeşidir. Kusurlu bir malı din kardeşine satan hiçbir Müslümana bu satış helâl olmaz. Ancak satarken malın kusurunu açıklarsa başka…”

Mehmet Paksu – Zafer Dergisi

Güzel Huylar Nasıl Çirkinleşir?

O kadar güzel hasletler, o kadar güzel ahlâkî kurallar ve o kadar iyi huylar vardır fakat, bunlar yerli yerinde kullanıldığı zaman bir değer kazanır.

Yerinde ve zamanında kullanılmazsa değişir, o güzel haslet, çirkin bir kılıfa bürünür, tamamen farklı bir şekil alır.

Başka bir ifadeyle, güzel ahlâk ve faziletlerin; iyilik ve hayırların çoğu nisbîdir, izafidir, görecelidir. Yani insandan insana değişir, toplumdan topluma başkalaşır.

Meselâ, vakar ve tevazu güzel bir davranıştır. Bir valinin kendi makamında ciddi ve ağırbaşlı davranması vakarını gösterir. Bu yerinde bir harekettir. Fakat bunun yerine, memurlarına karşı mütevazi olayım derken el avuç ovuşturursa, o makamın hakkını vermemiş olur, dolayısıyla istenilen icraatı da yapamaz hale gelir.

Demek ki, makamında vakarlı olması, ciddiyeti ve ağırbaşlılığı güzel bir hasletken; tevazu yersizdir.

Aynı vali, aynı ciddiyeti kendi evinde sergilemeye kalkacak olsa, yani evine gelen misafirlerine, akrabalarına karşı makamındaki gibi resmi davranacak olsa, buradaki ciddiyeti vakar olmaktan çıkar, kibir ve gurur olur. Oysa evinde takınması gereken tavır tevazu ve mahviyettir.

Meselâ, kendi makamında misafirine bir çay ikram edecekse, odacısına söyler getirtir, evinde ise bizzat kendisi verir.

***

Bir başka örnek verelim: Tevekkül güzel bir haslettir, çok iyi bir huydur. Meşru bir sonuca ulaşmak için elinden geleni yaptıktan, her türlü sebep ve vasıtayı kullandıktan sonra neticeyi yaratacak olanın Allah olduğunun bilinciyle O’ndan beklemek tevekküldür.

Demek ki, istenilen bir şey için çalışmanın ardından tevekkül edilse, bu yerinde bir harekettir. Fakat hiçbir şey yapmadan, zahmete girmeden oturup sadece isteyip beklemek tevekkül değil, tembellik olur.

Tarlasını ekip biçen, gerekli işleri yapan bir çiftçinin tevekkül etmeye hakkı varken, arazisini işlemeyen bir adamın tevekkül etmeye hakkı yoktur.

Bu konu için bir başka örnek:

Bir insan kendi adına hoşgörülü davranabilir, fedakârlık yapabilir; bu hareketi takdir edilir. Fakat aynı hoşgörü ve fedakârlığı başkası adına, ya da devlet ve toplum adına yapamaz.

Meselâ bir haksızlık karşısında kendi hakkınızı affedebilirsiniz, fakat başkasının hakkını affetme yetkiniz yoktur. Kendi malınızdan istediğiniz gibi fedakârlık yapabilir verebilirsiniz; fakat başkasının malından onun izni olmadan veremezsiniz.

***

Meseleye şu örnekleri de verebiliriz:

Çalışmanın ardından Allah’ın takdir ettiği bir rızka ve kısmete razı olmak, şükretmek kanaattir ve güzel bir harekettir; insanı gayrete getirir. Çalışmadan elindekiyle yetinmek ise, kanaat değildir; çalışmayı ve gayreti azaltır insanı tembelliğe götürür.

Bir erkekte cesaretin bulunması, onun gayretini artırır; fakat aynı haslet kadında bulunsa ve bunu kocasına karşı kullansa, geçimsizliğe ve anlaşmazlığa sebep olur.

Mesela, hak bir amaç uğruna, din için, vatan için mücadele etmek, güzel ve değerli bir haslettir. Bu uğurda hayatını kaybetmek de insanı Allah’ın lütfuyla şehitlik mertebesine yükseltir. Ancak bu mücadele, Temmuz ayında yaşadığımız hain teşebbüs gibi neye hizmet ettiği belli olmayan bir dava içinse ve bâtıl inançlarla hareket ediliyorsa bu mücadele duygusu kötü bir ahlâk olur.

Bu misaller daha da zenginleştirilebilir. Bütün bu örneklerde açıkça görüleceği gibi, önemli olan bir huyun güzelliği değil, yerli yerinde kullanılmasıdır.

İşte o zaman Kur’ân’da imandan sonra sık sık tekrar edilen ve tavsiye olunan “sâlih amel” (iyi ve hayırlı iş) denen sır yakalanmış olur.

Mehmet Paksu – Zafer Dergisi

Kur’an okumada adab; usul ve sünnet nelerdir?

Günlük hayatımız içinde en güzel anlarımızın birisini yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîmi okumakla geçiririz. Hemen çoğumuzun Kur’ân okumak için ayırdığı belli bir zaman dilimi vardır. Kur’ân-ı Kerîmi okumaya başlamadan önce hem maddi dünyamızda, hem de iç âlemimizde birtakım hazırlıklar yaparız. Kur’ân’ın kudsiyetine layık bir hal ve edep içinde bulunmaya çalışırız.

Kur’ân okurken başta âyet ve hadisler olmak üzere, İslâm âlimlerinin tespit ettiği bir takım âdâp vardır. Bu âdâba riâyet ettiğimiz nisbette o nur deryasından istifademiz daha fazla olacaktır.

Bu âdâptan bir kısmı şöyledir:

1. Kur’ân okumaya başlamadan önce derlenip toparlanmalıdır. Kur’ân okuyan kimse Kâinatın Sahibinin yüce kelâmını okuduğunu, Ona yalvarıp yakardığını, Ona dua ve niyazda bulunduğunu, bir derece Onunla konuştuğunun şuûru içinde olduğunu hatırlamalıdır.

2. Kur’ân-ı Kerîm yüzünden okunacaksa abdestli olmalıdır. Çünkü abdestsiz olarak Kur’ân’a dokunmak ca­iz değildir. Fakat abdestsiz olarak Mushafa dokun­madan okunabildiği gibi, ezbere de okunabilir. Bu arada varsa misvakla, değilse diş fırçası ile ağız ve dişler temizlenmelidir. (bk. Ebu Nüaym, Hilyetü’l-Evliya, 1/79)

3. İmkân varsa Kur’ân’ı mukaddes mekânlarda oku­malıdır. Yeryüzünün en mübarek ve şerefli yerleri ise cami ve mescitlerdir. Çünkü mescitler tam bir ibadet merkezidir. Mü’min orada bulunduğu müddetçe -niyet ederse- itikâfta sayılır. Diğer taraftan mescitler her türlü ibadet için seçkin ve sâkin yerlerdir.

4. Kur’ân okurken kıbleye dönmek müstehaptır. Çünkü sevabı en çok olan oturuş kıbleye yönelerek oturuş şeklidir. Kıbleye yönelen kimse başını önüne eğer, tam bir vakar ve huşu içinde bulunur. Bu hal en güzelidir.

5. Bir âyet dahi olsa Kur’ân okumaya başlarken Eûzü-Besmele söylenir. Nahl Sûresinin 98. âyet-i kerîmesinde meâlen, “Kur’ân okunduğu zaman rahmetten kovulmuş olan şeytanın şerrinden Allah’a sığının” buyurulmuştur. Bunun için gerek namaz içinde olsun, gerekse namaz dışında olsun Kur’ân okumadan önce Eûzü-Besmele çekmek müstehaptır.

6. Kur’ân-ı Kerîm bir kalb ve gönül rahatlığı içinde huşû ile okunmalıdır. Okurken âyetlerin mânâ ve muhtevasını düşünmelidir. Bunun için de fırsat buldukça Kur’ân’ın mânâsını anlamaya çalışmalı ki, istifade ve hissemiz fazla olsun. Rabbimiz de Kur’ân’ın bu şekilde okunmasını emretmektedir:

“Onlar Kur’ân’ın mânâsını düşünerek okumazlar mı?” (Nisâ Sûresi, 82)

“Sana indirdiğimiz şu kitap çok mübarektir. Akıl sahipleri onun âyetlerini düşünsünler, ondan öğüt alsınlar.” (Sâd Sûresi, 29)

Kur’ân okumayı büyük bir zevk haline getiren âlimler, Kur’ân’ın her âyetini düşünerek, ondan ibret ve dersler çıkararak okurlardı. Bu zatlar aynı zamanda bir sünneti de yerine getiriyorlardı.

Hz. Ebû Zer’in rivâyetine göre Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir gece sabaha kadar şu âyet-i kerîmeyi tekrar etti:

“Ey Rabbim, eğer Sen onları azabına çarptırırsan, onlar Senin kullarındır. Şâyet bağışlarsan, muhakkak Sen hükmü herşeye gâlip, her şeyi hikmetle yapansın.”

Ashab-ı Kiramdan bazı zatlar, kendilerine tesir eden âyetleri sık sık tekrarlar, saatlerce üzerinde düşünürlerdi. Bu hususta Elmalılı Hamdi Yazır şöyle der:

“Ehl-i Kur’ân, Kur’ân’ı bir eğlence gibi okumaz. Elfâzını (kelimelerini), maânisini (mânâlarını), ahkâmını (hükümlerini) cidden gözete gözete dikkatli, saygılı ve devamlı bir sûrette ve bilmediklerini, anlamadıklarını ehlinden sora sora, hüsn-ü niyetle, temiz kalb, temiz ağızla okurlar. Gelişi güzel, baştankara bir eğlence gibi okumazlar. Şarkı, gazel, roman, hikâye yerine koyamazlar. Kemâl-i hürmet ve edeple okurlar.”

7. Kur’ân-ı Kerîmi okuyan kimse kendisini Kur’ân’a tam bir muhatap olarak görmelidir. Anlayarak, anladıklarını düşünerek okumaya başladığı için de, her emir ve nehyin doğrudan kendisini ilgilendirdiğini bilmelidir.

Sahabe-i Kiramdan Hz. İkrime, Kur’ân’ı öyle bir şuûr içinde okurdu ki, “Bu benim Rabbimin kelâmıdır, bu benim Rabbimin kelâmıdır” der, Rabbine muhatap olmanın hazzını yaşardı.

8. Kur’ân okurken geçmiş peygamberlerin ve ümmetlerin başından geçenlerden ibret almalıdır. Peygamberlerin türlü sıkıntı ve meşakkatler karşısında gösterdikleri o fevkalâde sabır ve metaneti örnek alarak dersler çıkarmalıdır.

9. Kur’ân’ı tertil üzere okumalıdır.

Tertil, Kur’ân’ı açık açık, tane tane, harflerin çıkış yerine ve tecvid kàidelerine uyarak, aceleye getirmeden okumaktır. En güzel okuma şekli, dinleyen birisinin okunan Kur’ân’ın harflerini sayabilecek şekilde okumasıdır. Bu husustaki âyetlerin meâli şöyledir:

“Kur’ân’ı tertil ile oku.” (Müzzemmil Sûresi, 4)

“Onu Biz Kur’ân olarak âyetlere ayırdık ki, insanlara dura dura okuyasın. Biz onu yavaş yavaş indirdik.” (İsrâ Sûresi, 106)

“Kendilerine kitap verdiğimiz ehliyetli kimseler, onu, tilâvetinin hakkını vererek okurlar.” (Bakara Sûresi, 121)

Resulullahın (a.s.m.) mümtaz Sahabileri de bu hususta dikkat gösterirdi.

İbni Abbas şöyle der:

“Benim için bir sûreyi tertil üzere okumak, Kur’ân’ı hatmetmekten daha efdaldir.”

Abdullah bin Mes’ud’a bir kişi gelerek Kur’ân’ı çok hızlı okuduğunu söyler. Bunun üzerine İbni Mes’ud ona şöyle der:

“Şiir okur gibi hızlı mı okuyorsun? Şüphesiz ki birtakım kimseler Kur’ân’ı okuyacaklar da, gırtlaklarından aşağıya geçemeyecektir. Lâkin tertil ile, düşüne düşüne okunup da kalbe girdiği ve oraya yerleştiği zaman fayda verir.”

10. Kur’ân okurken mümkün olduğu kadar ağlamalı. Ağlanamazsa bile ağlar gibi bir hale girmelidir. Bu vasıftaki mü’minleri Kur’ân şöyle anlatır:

“Kur’ân onlara okunduğu zaman yüzleri üzeri secdeye kapanıp ağlarlar. Ve bu Kur’ân’ı işitmek onların kalb yumuşaklığını arttırır.” (İsra Sûresi, 109)

Çünkü Kur’ân-ı Kerîmi bizzat Resul-i Ekremden (a.s.m.) dinler gibi, Hz. Cebrail’den işitir gibi, hatta Cenâb-ı Haktan duyar gibi bir hal, bir ürperti içinde okuyan mü’min, bu tatlı ve ağlamaklı duruma girmiş olacaktır.

Bu mânevî hâle ve zevke eren bahtiyarlardan Cafer bin Muhammed es-Sâdık şöyle anlatır:

“Ben önceleri Kur’ân’ı okurdum. Fakat bir tat alamazdım. Sonra onu Resulullahın (a.s.m.) Sahabilerine okuduğunu duyarcasına okumaya başladım. Sonunda bunun üzerinde bir dereceye çıktım. Kur’ân’ı Cebrail’den Resulullaha (a.s.m.) vahyi telkin ediyorken dinlercesine okudum. Sonra öyle bir hal geldi ki, Kur’ân’ı, onu konuşandan, Cenâb-ı Haktan işitir gibi okudum. Tadını ve lezzetini o zaman buldum. Artık onsuz duramaz oldum.”

Müstesna bir Kur’ân ehli olan Hz. Osman ise şöyle der: “Eğer kalbler mânevî kirlerden temiz olsaydı, Kur’ân’ın okunmasına doyum olmazdı.”

Bu okuyuş, kelâmdan Mütekellime gitmektir ki, Kur’ân okumanın en yüksek derecesi ve üst makamıdır.

Kur’ân’ı hazin bir sesle, yani sesini fazla çıkarmadan okumak insanı bu hale yaklaştırır.

11. Kur’ân okurken bir rahmet âyeti geldiği zaman Allah’ın rahmetine el açmalı; azap âyeti geçince de Allah’a sığınmalıdır. Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih eden âyetler gelince de, “Sübhânallah, Celle Celâlühü” gibi ifadelerle Cenâb-ı Hakkı tenzih ve takdis etmelidir. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Kur’ân okurken bu şekilde hareket ederdi.

12. Yer ve zaman müsaitse Kur’ân’ı çok sessiz bir şekilde okumamalıdır. Bunun yanında bağırıp çağırarak okumak da Kur’ân’ın nezahetine uygun düşmez. Hz. Âişe Vâlidemiz bu şekilde okuyanları ikaz eder, bunlara engel olmaya çalışırdı.

13. Kur’ân okuyan kimse çok ciddi bir işle meşguldür. Bunun için ciddiyeti bozan davranışlardan uzak durmalı, lüzumsuz hareketler yapmamalı, bir ihtiyaç yokken eliyle, ayağıyla, ağzıyla, burnuyla oynamamalı, sağa sola sallanıp durmamalıdır.

14. Kur’ân okunurken gülmek, lüzumsuz şeylerle uğraşmak ve dikkat çekici şeylere bakmak da Kur’ân’ın nezahetine uygun değildir. Kur’ân okunurken lüzumsuz işleri terk edip huşû ile dinlemek, sünnettir.

15. Kur’ân okurken esnemesi gelen insan okumayı kesmeli, esneme geçtikten sonra kaldığı yerden başlamalıdır. Çünkü esnemek rehavetten gelir, bu da şeytandandır.
Tabiîn âlimlerinden Müfessir İmam Mücahid bu hususta şöyle der:

“Kur’ân okurken esnersen, esnemen geçinceye kadar Kur’ân’a hürmet için okumayı kes.”

16. Kur’ân okumak için mümkünse sâkin bir vakti seçmelidir. Yorgun argın bir vaziyette okunan Kur’ân’dan fazla zevk alınmaz. Bunun için erken vakitte, bilhassa sabah namazından sonra okunması tavsiye edilmektedir. Bu vakit hakkında Peygamberimizin (a.s.m.) hususi bir duası da bulunmaktadır:

“Allah’ım, ümmetim için erken vakitleri mübarek kıl.” (Tirmizî, Büyû: 6)

17. Kur’ân-ı Kerîm oturarak okunursa daha istifadeli olur. Bunun için ihtiyaç yoksa ayakta okumamalıdır.

18. Kur’ân okurken gürültüden uzak bulunmaya çalışmalıdır. Hiçbir ihtiyaç yokken Kur’ân okumayı kesip konuşmamalıdır. Konuşmak gerekir veya bir şeye cevap vermek icap ederse, âyeti ve sûreyi tamamladıktan sonra konuşmalıdır.

Abdullah bin Ömer (r.a.) Kur’ân okumayı bitirmeden önce kimseyle konuşmaz, kimseye de cevap vermezdi. (el-İtkan Tercümesi, 1:260)

19. Kur’ân okurken aksıran kimsenin “Elhamdülillah” demesi veya bir kimsenin aksırdıktan sonra “Elhamdülillah” demesi üzerine, Kur’ân okuyanın ona “Yerhamü­kâllah” demesi müstehaptır. Çünkü aksırmak Rahmânîdir. Böylece Allah’a hamd etmiş ve şükretmiş olur.

20. Kur’ân okurken ezan duyulunca okumayı kesmeli, ezanı dinlemeli, müezzine icabet etmelidir.

21. Kur’ân okumakta olan bir kimseden bir şey istenirse, istenilen şeye işaret etmek şeklinde cevap vermek mümkünse de, okumayı kesmeden de işaret edilebilir. Eğer isteyenin gönlü kırılacak, yanlış anlamaya meydan verilecekse, bu durumda okuma kesilerek cevap verilebilir.

22. Kur’ân okuyan bir kimsenin yanına ilimce, yaşça ve makamca büyük bir zat gelir veya anne babası gibi hürmette kusur etmemesi gereken birisi içeri girerse, onlara hürmet ve ikram için ayağa kalkmasında bir mahzur yoktur. Bu hareket bir İslâm âdâbıdır, onların gönlünü hoş eden bir davranıştır.

23. Okumayı kesmek veya tamamlamak gerektiğinde Cenâb-ı Hakkın yüce kelâmını tasdik mânâsında, “Sadakallâhü’l-azîm (Yüce Allah doğru söyledi)” denmeli; “Ve belleğa Resûlühü’l-Kerîm (Şerefli Resulü de onu tebliğ etti)” sözü ile de Peygamberimizin (a.s.m.) tebliğinin hak olduğuna şehâdette bulunmalı ve sonunda da dua ederek Fâtiha okunmalıdır.

24. Kur’ân okuması bittikten sonra Mushaf’ı açık bulundurmamalı, üzerine bir şey koymamalı, yüksekçe bir yere bırakmalıdır. Elinde bulundurduğu müddetçe de göbeğinden aşağı tutmamalıdır.

25. İmkân varsa Kur’ân’ı her gün en az bir kere açıp bakmalıdır. Çünkü Kur’ân okunmasa bile, kapağını açıp yazılarına bakmak dahi bir ibadettir. Bu davranış, insanın Kur’ân’la olan yakınlığını arttırır.

Bu hususu Peygamberimiz (a.s.m.) de teşvik etmektedir. Bir seferinde Sahabe-i Kirama şöyle buyurdular:

“Gözlerinize ibadetten nasibini veriniz.”

Sahabiler sordular: “Gözlerin ibadetten nasibi nasıl olur, yâ Resulallah?”

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) cevap verdi: “Mushafa bakmak, içindekileri düşünmek ve inceliklerinden ibret almaktır.”

Bir başka hadiste de, “Ümmetimin en faziletli ibadeti, yüzüne bakarak Kur’ân okumasıdır” buyururlar. (Tefsîrü’l-Kurtûbî, 1:28)

26. Secde âyetlerine rastlayınca ya okunur okunmaz veya okumayı tamamlayınca secdeye varmalıdır. Bu secdeler vaciptir. Okuyanın da, dinleyenin de secde etmesi gerekir. Kur’ân’ın meâli okunduğunda da, onun secde âyetinin tercümesi olduğu bilinirse yine secde etmek vaciptir.

27. Kur’ân okurken sonlara doğru yaklaşınca Duhâ Sûresinden Nâs Sûresine kadar bütün sûreler arasında tekbir getirilmelidir. Daha sonra da hatim tamamlandığında hatim duâsı yapılmalıdır.

28. Her gün Kur’an’dan bir miktarın okunmasının âdet haline getirilmesi, ezberlenen yerlerin unutulmaması için sıkça tekrarlanması tavsiye edilmiştir. Bu nedenle, Kur’ân her zaman ve uygun olan her yerde okunur ve okunmalıdır. Özellikle, Arefe, Cuma, Pazartesi, Perşembe, Ramazanın son on günü, Zilhiccenin ilk günü ve Ramazan ayında daha çok okunmalıdır.

29. Kur’an’ı hakkıyla okuyabilmek için dilin, aklın ve kalbin iş birliği içinde olması gerekir. Buna göre dil okumalı, akıl okunanları tercüme etmeli, kalp de bunlardan gereken dersleri almalıdır. (İhyâ, I, 339)

Konuyla ilgili bazı kaynaklar:
Zerkeşi, el-Bürhan fî ulumi’l-Kur’an, Lübnan: Daru İhyai’l-kütübi’l-arabiyye, 1957, c. 1.
Ez-Zebidi, İthafu’s-saadeti’l-müttekîn bişerhi ihyâi ulumi’d-din, Beyrut: Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1989, c. 5.
İsmail Karaçam, Kur’an-ı Kerim’in Faziletleri ve Okuma Kaideleri, İstanbul: İfav Yayınları, 2002.
İmam-ı Nevevi, et-Tibyân fî edêbi hameleti’l-Kur’an, Beyrut, 1996.
Gazali, İhyau ulumi’d-din, Beyrut: Daru’l-Ma’rife, c. 1.
İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercümesi, Akçağ Yayınları.

Selam ve dua ile…

Mehmet Paksu – Sorularla İslamiyet