Etiket arşivi: Mehmet Paksu

Düğünlerimiz Nasıl Olmalı?

Aile yuvası, Müslümanın bir saadet merkezi, sırlarını gizlediği bir hane, kendisini pek çok günah ve kötülüklerden koruyan bir sığınaktır. Bundan dolayı bu ocağın ilk kuruluş safhalarında dikkatli olmak, tam bir İslâmî şuur içinde hareket etmek büyük bir ehemmiyet taşımaktadır.

Aile yuvası, bir binaya benzer. Bir binanın temeli ne kadar sağlam olursa, o binanın hayatı o kadar devamlı ve uzun olur.

Düğün merasimlerini İslâm’ın umumi haram ve helâl esasları çerçevesinde düşünmek gerekir. Çünkü evlenecek kimselerin yaşadığı çevre şartları, örf ve âdetler çeşitlidir. Bunları teker teker tahlile tâbi tutup ayıklamak çok güç olacağından, bu merasimlerde aranacak vasıf, İslam’a zıt olmamasıdır.

Sünnette belirtildiğine göre, nikâhta aranan şartlardan birisi ilân edilmesidir. Böyle bir ilân meşru evlilikle gayrimeşru münasebetleri birbirinden ayırır. Bu hususu Peygamber Efendimiz (asm.)

“Bu evlenme işini ilân edin, halka duyurun.” (Buhari, Nikah, 48.),

buyurarak tavsiye etmiştir.

Hangi erkeğin hangi kızla, kimin oğlunun kimin kızıyla evlendiğini çevreye duyuran vesileler ve evlilik merasimi olan düğünün açıktan, çevrenin geleneklerine göre İslâmî çerçevede kalmak kaydıyla, birtakım eğlence ve şenliklerin yapılması bu “duyurma”işini gerçekleştiren şeylerdir.

Zaten düğünler birer sevinç ve sürür günüdür. O gün herkes sevinçlidir, neşelidir. Bu sevinç, bazen birtakım eğlence ve oyunlarla süslenerek dile getirilir. Fakat bu oyun ve eğlencelerdeki ölçü nasıl olmalıdır? Söylenecek türkü ve şarkılarda, oynanan oyunlarda mübahlık ve haramlık ölçüsü nedir?

Esas itibariyle, bizzat kendisi güzel olsa da, dinen yasak olan bir fiilin işlenmesine sebebiyet veren hareket, haramdır. Makamla söylenen sözlerde, oyun ve eğlencelerde haram olan unsurlar bulunuyorsa ona göre hüküm alır.

Hatta bunun içindir ki, sırf nikâhı ilân etmek maksadıyla davul, zurna ve boru gibi musikî âletlerinin düğünlerde çalınabileceğine cevaz verilmektedir. Davul ve zurna bazı yerlerde olduğu gibi kahramanlık türküleri ve mehter marşlarının söylenmesine eşlik edince, meşru çerçevede kalmış bulunmaktadır. İnsanın şehevî duygularına hitap etmediği için mübah sayılmaktadır. Fakat bugünkü düğünlerde davul-zurnanın eşliğinde yapılan merasimlerde gayrimeşru unsurlar karıştığından, onlar da haliyle haram yolda kullanılmaktadır. Bunun için de çalınmasına ruhsat verilmemektedir.

Düğünlerde ve sair zamanlarda mûsikî eşliğinde oynanan oyunlara gelince, bunun da birtakım şartlan vardır. Bir kere çalınan âlet ve söylenen parçalar belli çerçevede kalmalıdır. Bunun yanında oyun tutan kimseler yalan ve kötü sözler söylememeli, başkalarına gösterilmesi haram olan organlarını açmamalı, kadınlar kendilerine nâmahrem olan erkeklerin yanında oynamamalıdır. Oyun esnasında bunlardan birisi olursa, o haram sınıfına girer.

İmam Gazalî, düğün, bayram ve şenlik günlerinde erkeklerin kendi aralarında oyun tertip etmelerinde, raks etmelerinde bir mahzurun olmadığını kaydederek, ancak kadınların erkekler karşısında oynadığı oyunun haram olduğunu söyler.

Bunun için düğünlerde kadınlar kendi aralarında, yabancı bir erkek olmadan oynayıp eğlenebilirler. Aynı şekilde erkekler de meşru ölçüler çerçevesinde eğlenip oynayabilirler. Bu şekilde oynamak mübah olduğu gibi, onları seyretmek de mübahtır. Bütün bunlar tamamen ihtiyarîdir, kişinin arzu ve inisiyatifine bırakılmalıdır. “Düğün sahibidir, yakınıdır” diye mecbur tutulmamalıdır.

Düğünler, sünnetteki tavsiyelere uyularak, İslâm’ın nezahet ve temizliği çerçevesinde yapılırsa, aynı zamanda güzel bir örnek olur. Çünkü evlilik gibi ebedî bir hayat arkadaşlığının temeli, geçici, dünyevî heveslerin, çürük ve bâtıl âdetlerin üzerine kurulmamalıdır. Buna hassasiyet gösterecek Müslümanların artması, aynı zamanda umûmî bir belâ gibi düğün merasimlerimize musallat olmuş örf, âdet ve millî geleneklerimize ters hareketlerden bizi milletçe kurtaracaktır.

Unutulmamalıdır ki, güzel örneklerin artması nispetinde şikâyetçi olduğumuz kötülüklerin önü alınacaktır. Yoksa hem şikâyetçi olup, hem de nefsimizi tesirinden kurtaramazsak, yanlışlıkların önü alınmaz.

(Mehmet PAKSU, Kadın, Aile, Hayat, Nesil Yayınları)

Sorularla İslamiyet

Nereye Kadar Eğlence

 

Eğlence denince ilk akla gelenler, neşeli ve hoş vakit geçirmeye, gönül eğlendirmeye yarayan oyun, yarış ve müzik gibi şeyler oluyor. Eğlence meşru ve gayrimeşru olarak tasnife tabi tuttuğumuzda ise, ‘meşru eğlence’ ile ‘fıtrî olarak hem nefsin, hem de kalb ve ruhun zevk aldığı şeyleri; gayrimeşru eğlence ile ise Rabbimizin emirlerine aykırı olan ve kalb ve ruhun rağmına sadece nefsin zevk aldığı, yani meşru özelliğini kaybederek haram şekle dönüşen eğlenceleri kasdediyoruz. Bu tasnifi açıklar mahiyette, Bediüzzaman, eğlence anlamında neş’eyi ikiye ayırır. “Birisi” der, “nefsanî heveslere (şehevî duygulara) teşvik eder; ikinci neş’e ise nefsi susturur, ruhu, kalbi, aklı ve sırrı yüceliklere, asıl yerlerine sevk eder.”

Sünnete baktığımızda, meşru oyun ve eğlencenin belli başlı üç kısımda anlatıldığını görürüz.

Birincisi, bir gayeye, faydaya, ve bir ihtiyaca yönelik eğlencelerdir.

İkincisi, örf, âdet ve gelenekte mevcut olan tören ve merasim türünden eğlencelerdir.

Üçüncüsü de, yorulan, usanan, bıkkınlık duyan insan duygularının meşru dairede tatmin edilmesi, dinlendirilmesi ve keyiflendirilmesidir.

Birinci kısım olan, bir gayeye mâtuf oyun ve eğlence türüne, sünnetten şu örnekler verilebilir:

• Peygamberimiz özel olarak yarış için hazırlanan atlar ve yük beygirleri arasında ayrı ayrı yarışlar düzenler ve galip gelenleri ödüllendirirdi.

• Develer arasında yapılan yarışlara zaman zaman Peygamberimizin devesi de katılır ve çok zaman birinci gelirdi.

• Ok atma ve mızrak kullanma müsabakaları, Medine devrinin önemli yarışlarındandı. Bir hadiste bildirildiğine göre, atış müsabakaları ile at yarışları meleklerin de hazır bulunduğu bir eğlence türüdür.

• Koşu ve yarış yapmak ve güreş tutmak gibi eğlenceler bizzat Peygamberimizin özel hayatında da yer alıyordu.

• Yüzme de Peygamberimizin teşvik ettiği bir spor ve eğlence şeklidir.

• Avcılık ve savaşa hazırlanma bakımından atıcılık faydalı eğlencelerdendir. Av köpeği, doğan, ok, mızrak gibi av âletleriyle avlanmak meşru görülmüştür. Bu hususta daha başka örnekler vermek de mümkündür.

Sünnet dairesinde ve meşru çerçevede örf, âdet ve gelenekte mevcut olan tören ve merasimlere örnek olarak ise, şunlar zikredilebilir:

• İslâm öncesi Medineliler Nevruz ve Mihrican günlerinde eğlence düzenlerlerdi. Hicretten sonra bunların yerini Ramazan ve Kurban bayramları aldı.

• Peygamberimiz Bayram günü def çalıp mersiyeler söyleyen cariyelere izin vermiş ve Habeşlilerin mızraklarla yaptıkları gösteriyi Hz. Âişe ile birlikte seyretmişti. Bu hadis-i şerifi canlı bir örnek olması bakımından aynen yer veriyoruz:

Hz. Âişe anlatıyor: “Resulullah, benim yanımda iken iki cariye Buas savaşı ile ilgili hamasî türküler söylerken çıkageldi. Gidip yatağın üzerine (yan üzeri uzandı ve yüzünü de aksi istikamete) çevirdi. Derken (babam) Hz. Ebu Bekir girdi. Derhal beni azarladı ve: ‘Resulullah’ın evinde şeytan çalgısı ha!” dedi. Bunun üzerine Resulullah ona yönelip: ‘Bırak onları, söylesinler’ buyurdu. (Onlar sohbete dalıp bizden) dikkatlerini çekince, ben cariyelere göz işareti yaptım, kalkıp gittiler.”

Hz. Âişe devamla der ki: “Bir bayram günüydü. Siyahîler mescidde kılıç kalkan oyunu oynuyorlardı. Ben mi Resulullah’tan talep etmiştim, yoksa o (kendiliğinden) mi; (bilemiyorum). ‘Seyretmek ister misin?’ buyurdular. ‘Tabiî’ dedim. Kalktı, beni geri tarafına aldı, yanağım yanağının üzerinde olduğu halde durduk (bir müddet seyrettim): ‘Yeter mi?’ buyurdular. ‘Evet’ dedim. ‘Öyle ise git’ dediler.” (Buhârî, İydeyn: 2, 3; Müslim, İydeyn: 19)

Bir sahabe düğününde de benzer bir eğlence şekli yaşanır. Peygamberimiz bu düğünde hazırdır. Yapılan merasime müsaade eder, hatta kendisi hakkında söylenen bir övgü şekline müdahale ederek düzeltir. Halid bin Zekvan anlatıyor: “Rubeyye binti Muavviz bin Afrâ şöyle anlattı: ‘Ben evlendiğim zaman Resulullah(a.s.m.) geldi ve, senin şu oturduğun gibi, yatağımın üzerine oturdu. Bizim cariyelerimiz def çalıp Bedir günü şehid olan atalarımız hakkında mersiyeler okumaya başladılar. O anda cariyelerden birisi: ‘Bizim aramızda yarın olacakları bilen peygamber var’ mealinde bir mısra okudu. Bunun üzerine Resulullah(a.s.m.): ‘Hayır, bunu söylemeyiniz. Yarın olacakları bilen Allah’tır, deyiniz’ buyurdu.” (İbn Mâce, Nikâh: 21).

Daha sonraki zamanlarda düğünlerde şenlikler ihmal edilmiş olacak ki, İyaz el-Es’arî, “Neden Resulullah’ın huzurunda oynandığı gibi siz de oyunlar oynamıyorsunuz, şaşıyorum” demişti. (İbn Mâce, İkame:163)

İbn Kuteybe, eğlence isteğinin insanın yaratılışında var olduğunu, yaratılış ve huylara ise karşı gelinemeyeceğini söyler ve delil olarak şu hadisi nakleder: “Resulullah, ‘Müslümanlar da şakalaşsınlar’ diye şaka yapmış, kılıç kalkan oynayanlara, ‘Oynayın ey Erfideoğulları! Yahudiler dininizde müsamaha olduğunu anlasınlar’ demiştir.” (Müsned, 6: 116)

Es’ad bin Zürâre kızını evlendirirken Peygamberimiz, Ensar’ın eğlenceyi sevdiğini düşünerek def çalan ve şarkı söyleyen muganniyelerin (kadın şarkıcıların) gönderilip gönderilmediğini sormuştu. Ayrıca, sünnette düğünlerde şeker, hurma gibi şeylerin halkın üzerine serpilmesi ve bunun kapışılması şeklinde uygulanan başka bir eğlence türüne de rastlanmaktadır. (Üsdü’l-Gâbe, 3:488)

Abdullah bin Abbas, sünnet ettirdiği oğlu için eğlence düzenlemiş ve bunun için ücretle erkek oyuncular tutmuştur. (DİA, Dr. Nebi Bozkurt, “Eğlence” maddesi.)

Düğünlerde def çalarak eğlenme geleneği Dört Halife döneminde de devam etmiştir. Hz. Ömer’in, kulağına gelen bir şarkı ve def sesinin evlenme veya sünnet merasimine ait olduğunu öğrenince, bunu yasaklamadığı bilinmektedir. (Abdürrezzak es-San’anî, el-Musannef, 11:5)

Düğünlerde eğlenme hususunda Efendimizin verdiği ruhsatı ve müsamahayı kullanma konusunda tereddüt göstermeyen bazı sahabilerin, özellikle Bedir ashabından iki zâtın uygulaması bu meselenin—tabir caizse—son hududunu çiziyor. Âmir bin Sa’d anlatıyor: “Bir düğün sırasında Karaza b. Ka’b ve Ebu Mes’ud el-Ensârî’nin yanına vardım. Bir kısım cariyeler şarkı söylüyorlardı. Dayanamayıp: ‘Sizler Resulullah’ın Bedir ashabından olun da, yanınızda şu işler yapılsın, olacak şey değil’ dedim. Bunun üzerine, onlar: ‘Dilersen bizimle dinle, dilersen git. Bize düğünde eğlenme ruhsatı verildi’ dediler.” (Nesâi, Nikâh: 80)

Sünnette eğlencenin üçüncü şekli ise, yorulan, usanan, bıkkınlık duyan insan duygularının meşru dairede tatmin edilmesi, dinlendirilmesi ve keyiflendirilmesi şeklidir. Meselâ, Peygamberimiz seferlerde günlerce süren yorucu yolculuklarda monotonluktan kaynaklanan sıkıntıyı gidermek için gençler arasında yarışlar düzenlemiş, böylece kafileye bir rahatlık ve ferahlık temin etmiştir. (İbn Hacer, el-İsâbe, 3:311)

Efendimizin dizi dibinde yetişen hadis deryası Ebu’d-Derdâ ise “Hak şeylerin talebinde daha şevkli, daha gayretli olabilmek için kalbimi hak olmayan şeyle dinlendiriyorum” demiştir. (Canan, Kütübü Sitte Muhtasarı Trc., 1:514.)

Takvasıyla meşhur Hz. Ebu Dücâne de, meşru dairede keyifli bir eğlence ile meşgul olduğu bir sırada, birisinin kendisini bir açıdan boş sayılan mâlâyâni şeylerle meşgul olduğunu hatırlatması üzerine, “Maâliyata (yüce duygulara) gitmek için ruhumu mâlâyâniyatla dinlendiriyorum” tarzında cevap vermiştir. İmam Gazalî İhyâ’da bu konuya dair önemli açıklamalar getirirken, oyun ve eğlencenin kalbi rahatlatacağını, ağırlık ve sıkıntıyı gidereceğini belirterek şöyle der: “Gönül ağırlaştığı zaman körleşir ve tembelleşir. Gönlü yatıştırmak ve huzura kavuşturmak ise onu yeniden harekete geçirir. Meselâ haftanın her günü devamlı ders okumak insanı yorar ve bıktırır; fakat Cuma günü yapacağı bir tatil ona yeniden şevk verir. Devamlı ibadet de kişiyi tembelleştirir; bu durumda dinlenme insanın neşe ve azmini artırır. Bu sebeple oyun ve eğlence ciddi çalışmaya da yardımcı olur. Devamlı bir şekilde hep ciddiyet üzere olmaya ve acı gerçeklere ancak peygamberler dayanabilir.” Gazalî, eğlenceyi yorgunluk ve tembellik hastalığına karşı kalbin devası olarak görürken, “Ne var ki” der, “Bütün şakalar, oyun ve eğlenceler ölçülü ve mubah olmalı, ifrata kaçmamalıdır. Hastalıkları tedavi eden ilaçların fazlası zararlı olduğu gibi, oyun ve eğlencelerin fazlası da zararlıdır. Ölçüye uyularak yapılan eğlenceler asıl ibadetlerin ifası için bedene dinçlik, ruha şevk kazandıracağından nafile ibadettir.” (İhyâ Trc., c. II, 710).

Günümüz şartlarını iyi bilen ve gözlemleyen, özellikle iletişim teknolojisinin yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı yüzyılın ilk yarılarında radyo aracılığıyla eğlence türlerinin etkisiyle insanların bu cazibeye kapıldığını gören Bediüzzaman, geniş kitleleri rahatlatan bir açıklama getirir: İnsanlık hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli heveslere de ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa, hava unsurunun (radyo dalgalarının) yaratılış hikmetine ve sırrına aykırı düşer. Ayrıca beşerin tembelleşmesine, sefahete düşmesine ve önemli görevlerin eksik bırakılmasına sebep olarak insanlık için büyük bir nimet olması gerekirken büyük bir azap olur, insana lâzım olan çalışma şevkini kırar. (RNK, Emirdağ Lâhikası, s. 1837)

Bir başka mektubunda, Bediüzzaman meşru dairede eğlence için ‘beşte bir’ ölçüsünü getirerek; insanlığın faydasına kullanılması gereken bazı iletişim vasıtalarının onda ikisinin meşru dairede eğlenceye tahsis edilmesi gerekirken, onda sekizinin keyif, oyun, eğlence yolunda kullanıldığı için insanları tembelliğe ittiğinden söz eder. (Emirdağ Lâhikası, s. 1851)

Bediüzzaman’ın sözünü ettiği keyifli hevesler, meşru ve mübah anlamdaki eğlence türleridir. Bu ifadeleri maksadını aşacak bir biçimde anlayıp harama sürükleyen eğlencelere kapı açmak ise, bir yanlış değerlendirmeden başka birşey olmasa gerektir. Çünkü, yine Bediüzzaman’a göre meşru daire keyfe kâfidir, harama girmeye lüzum yoktur. İstifade edilecek eğlencelerin de helâl, meşru ve mubah çerçevede kalması gerekir.

Mehmet Paksu

Zafer Dergisi

Eski Papaz: İslamla savaşmak için eğitildim

Musa Bangura’nın hayatını değiştiren olayı yazar Ramazan Kayan, Mehmet Paksu’ya anlattı.

Kutlu Doğum Haftası doğrultusunda Afrika’nın Siare Lone ülkesine gittiğini belirten Kayan, orada çok ciddi misyonerlik çalışmaları yapıldığını kaydetti. Kayan, Siare Lone’nin Dünya’nın en zengin elmas yatakları ve verimli topraklara sahip olmasına rağmen İngilizlerin sömürgeci politikaları yüzünden halkın fakir ve aç kaldığını anlattı.

“1960’lı yıllara kadar sömürge ülkesi olmuş. İngilizler çekildiği vakit ülkedeki elmas yataklarını yüz yıllığına kiralayıp el koymuşlar. Ülkede korkunç bir fakirlik var. Başkente günde sadece iki saat elektrik verilebiliyor. Ayrıca halk günlük yaşıyor. Çünkü günde bir öğün ya da iki öğün yemek bulabilen o günü kurtarmış oluyor” diyen Kayan şunları söyledi:

“Ülke nüfusunun yüzde 60’ı Müslüman, yüzde 30 Hristiyan, yüzde onu ise ilkel kabile dinleri. 30-40 yıl önce yüzde 5 olan Hristiyan nüfusu misyonerlik çalışmalarıyla bugün yüzde 30’a çıkmış. Önce fakirleştirmişler, sonra cahilleştirmişler, da sonrada Hristiyanlaştırmışlar. Gezdiğimiz her yerde adım başı kilise, kilise okulu, kilise sağlık ocakları bulunuyor. Müslümanlar fakirlik yüzünden okul açamadıkları için çocuklarını kilise okullarına göndermişler. Kilisede Hristiyanlık ve İncil zorunlu ders olunca çocuklar Hristiyanlaştırılmış. Müslümanların imkânları olup okul açabilseler Kur’an ve İslam zorunlu ders olacak. Böylelikle halk da misyonerlerin ellerinden kurtulmuş olacak.”

Ramazan Kayan, Siare Lone’de isminden oldukça fazla söz edilen, İslam için yaptığı çalışmaları ile tanınan ve papaz iken sonradan Müslüman olan Brader Musa ile tanıştıklarını söyleyerek onun ilginç hikâyesini şu sözlerle şöyle anlattı:

“Musa, Ben Hristiyan bir ailede doğmuş gerçek adı Moses Mark Bangura imiş. Ailesi onu kilise okuluna göndermiş. Okul başarısını görünce kilise onu rahip yapmak istemiş ve rahip eğitimine almışlar. Rahiplik eğitimi bittikten sonra Nijerya’ya Evangelist eğitimi almaya göndermişler. Evangelist, Hristiyanların en radikal ve en karşı olan mezhebidir. Daha sonra ise ondaki yetenekleri keşfettikleri için Güney Afrika Cumhuriyeti’ne göndermişler. Orada ‘Müslümanlarla nasıl mücadele edilir, Müslümanlar nasıl Hristiyan yapılır’ gibi konularda eğitim almış. Ülkesine geri geldiğinde halkı Hristiyanlaştırma noktasında çalışmaya başlamış. O sırada bir Rüya görüyor. Rüyasında Müslümanlığa davet ediliyor. Dedim sonra ne oldu? O da ‘Önce şeytanın beni dinimden uzaklaştırmak için benimle uğraştığımı düşündüm. Unutmaya çalıştım. Bir değil, iki değil derken periyodik olarak görmeye başladım. Üç ay Rüya beni kendi halime bırakmadı. Sonra şu rüyayı bir de Cami imamına sorayım, dedim. Anlattım. İmam bana ‘Sen ne şanslı bir insansın, Allah seni doğrudan İslam’a çağırıyor. Araya hiçbir şey koymadan bunu yapıyor. Hemen Müslüman ol’ dedi. Şimdiye kadar kimse beni İslam’a davet etmek için karşıma çıkmaya cesaret edememişti. Eve gittim ve düşünmeye başladım. Sonra Müslüman olmaya karar verdim. Bir Cuma günü Moses Mark olan ismimi Musa yaptım. Cuma günü Müslüman oldum.’ diye anlatınca şaşırdım.”

“MÜSLÜMAN OLDUĞUM GÜN EŞİMİ, ARABAMI VE EVİMİ ALDILAR”

“O günde başkentte papazların toplantısı vardı. Yerel kıyafetlerimle gittim. Bana biraz takıldılar. Başpiskopos bugünkü otumu sen yöneteceksin. Notları alacaksın. Ben de söze ‘Bugün 14.30 itibariyle ben ne bir rahibim, ne bir Evangelist, ne de bir Hristiyan’ım. Bir Müslümanım.’ diyerek başladım. İsmimde filan dedim ve rüyamı da anlattım. Ortalık bir anda karıştı. Onlar söylenirken ben gittim. İki papaz peşimi bırakmadı ve evime gelerek sabaha kadar ikna etmeye çalıştılar. Sonra anladılar ki; biz bunu kaybettik. Fakat Müslüman olduğum gün eşimi, arabamı, evimi benden aldılar. Bir ceketimle çıktım.

O ara üst düzey kilise yetkilileri toplanıp benimle ilgili karar vermeye çalışıyorlardı. Benim öz abim bu çok gayretli ve çalışkan bir kişi eğer onu ortadan kaldırmazsak Hristiyanların başına bela olur, demiş. Annem hemen bana haber ulaştırdı. Kaç buradan, seni ortadan kaldıracaklar, diye. Ben o zaman Müslümanların lideri Şeyh Mustafa’nın evine sığındım. Beni orada üç ay kadar sakladılar. Her yerde beni arıyorlar. Üç ay sonra o âlim hükümet yetkililerine ve üst düzey kesimlere “Bu ülkede nice kimseleri Hristiyan yaptınız sesimizi çıkarmadık. Bir Hristiyan papaz Müslüman olunca öldürmeye çalışıyorsunuz. Eğer bu kişiye bir şey olursa biz bunu din savaşı sayarız ve savaş çıkarırız” deyince ortalık duruldu.

Sahaya indim. Bir mobiletim vardı. Tebliğe ilk nerden başlayacağımı düşündüm. Rahip olduğumda ilk gittiğim köye döndüm. O köyü ben Hristiyan yapmıştım. Onları İslam’a davet ettim ve ilk günde 37 kişi Müslüman oldu ama bu seferde Cami istediler. Para yok, pul yok ne yapacağım.

Ben Hristiyanlık’ta İncil’i çok iyi biliyordum. Sonra düşündüm papazlarla düello yapayım. Onların hepsine haber yolladım. Gelin halkın önünde tartışalım. Radyo, televizyon veya stadyum olur. Gelin tartışalım. Siz beni yenerseniz ben Hristiyan olmaya hazırım, ben sizi ikna edersem siz Müslüman olursunuz, dedim. Allah bana yardım eder diye düşündüm. Ve o günden bugüne bu yolla 613 tane papaz Müslüman oldu. Halk bunu görünce 5 bin yüz 15 kişi Müslüman oldu, dedi. Ama Musa, Müslüman olanların bu sefer farklı ihtiyaçları olduğunu ve bunun içinde ‘Why İslam’ diye bir teşkilat kurduğunu anlatarak ‘Bunların sorunlarını gidermeye çalışıyorum’ dedi.

ÜZÜCÜ İKİ OLAY

“Bir defasında meşhur bir papaz geldi. Halk stadyumda toplanacak biz orada münazara yapacaktık. Anlaşma gereği masrafların yarısını Müslümanlar yarsını da Hristiyanların toplaması gerekiyor. Ama bizim imkânımız olmadığı için toplayamadık. Bu 1000 dolarlık bir paraydı. Diğer üzüldüğüm nokta ise o kadar kişiye İslam’ı tebliğ ettim ama hala annem babam Müslüman olmadı.”

Kaynak: Moralhaber

Başörtüsünün hükmü nedir? Başı açık gezmek insanı nasıl bir tehlikeye götürür?

Bu hususta Kur’an-ı Kerimde iki ayet mevcuttur. Bu ayetlerde Cenab-ı Hak gayet açık bir şekilde mealen şöyle buyurmaktadır:

“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına söyle, evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar.”(1)

“Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, namuslarını da korusunlar, zinetlerini açmasınlar, bunlardan görünen kısmı müstesnadır. Başörtülerini de yakalarının üzerini kapatacak şekilde iyice örtsünler.”(2)

Ayetlerde mü’min kadınların nasıl örtünecekleri, hangi yerlerini açabilecekleri açıkça belirtilmiyor. Fakat şu mealdeki hadis-i şerif ayetleri tefsir ediyor. Peygamberimiz (a.s.m.) baldızı Hz. Esma’ya hitaben, “Ey Esma! Bir kadın adet görmeye başlayınca el ve yüzünden başka yerini yabancılara göstermesi caiz değildir.”(3)

Demek ki, büluğ çağına gelmiş olan Müslüman bir hanımın başını kapatması hem Allah’ın hem de Peygamberin emridir. Yani yüz kısmı açık kalacak şekilde başın kalan kısmını, boyun ve göğüsleri örtmek farz-ı ayndır. Açmak ise bir farzın terki sayıldığından haramdır. Allah ve Resulünün emrini dinlemediği için günahkar olmakta büyük bir mes’uliyet altına girer. Günahkar olan kimse, bu günahından kurtulmak için tevbe istiğfar eder, Allah’tan affını diler.

Ve bir günah işledikleri veya nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı anarak günahlarının bağışlanmasını isteyenler, hem de yaptıkları günahta bile bile ısrar etmemiş olanlar. İşte onların mükafatı, Rablerinden bir mağfiret ve ağaçları altında ırmaklar akan Cennetlerdir. Orada ebedi olarak kalacaklardır. Güzel amel yapanların mükafatı ne güzeldir.”(4)

Demek ki, bir tevbenin kabul olması, bir günahın affa liyakat kazanması için hiçbir mazeret yokken o günahta ısrar edilmemesi şartı aranmaktadır.

Bu husustaki bir hadisin meali şöyle:

Mü’min bir günah işlediği zaman kalbinde siyah bir nokta belirir. Eğer o günahtan el çeker, Allah’tan günahının affını dilerse, kalbi o siyah noktadan temizlenir. Eğer günaha devam ederse, o siyahlık artar. İşte Kur’anda geçen ‘günahın kalbi kaplaması’ bu manadadır.”(5)

Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır” sözü mühim bir gerçeği dile getiriyor. Şöyle ki, bir günahı işlemeye devam eden insan zamanla o günaha alışır, terk edemez bir hale gelir. Bu alışkanlık onu gün geçtikçe daha büyük manevi tehlikelere sürükler. Günahın uhrevi bir cezasının olmayacağına inanmaya, hatta Cehennemin bile olmaması gerektiğine kadar gider. (6)

Böyle bir tehlikeye maruz kalmamak ve şeytanın telkinlerine kanmamak için bir an önce tövbeyi icap ettirecek günahı terk ederek insanın kendine çeki düzen vermesi gerekir.

1) Ahzah Suresi, 59,
2) Nur Suresi, 31,
3) Ebu Davut, Libas 33,
4) Al-i İmran Suresi, 135-136,
5) İbn-i Mace Zühd 29,
6) Lem’alar s7, Mesnevi-i Nuriye s115.

Mehmet Paksu

Kaynak: Sorularla İslamiyet

İhlas düsturları ailede nasıl yaşanır?

Risale-i Nur Külliyatı’nda bulunan ve Bediüzzaman Said Nursî’nin en az on beş günde bir okunmasını tavsiye ettiği ihlas düsturları sadece hizmette değil hayatın her alanında geçerlidir. Aile hayatımızda, iş hayatımızda, arkadaşlık hayatımızda, sosyal hayatımızda bu düsturlar vazgeçilmezdir. Acaba ihlas düsturlarını aile hayatımızda nasıl uygulamalı, hayata nasıl geçirmeliyiz?

Aile çok önemli ve çok büyük bir kurum. Çok hayatî ve o kadar da mükemmel bir beraberlik. Hayırlı ve güzel işlerin yapıldığı bir yuva. İnsan burada dünyaya gelir, burada yetişir, burada gelişir, burada hayata hazırlanır, burada hayatını geçirir.

İnsanın ilk mayası ailede atılır, ilk olarak ailede şekillenir, karakteri ailede oluşur. İnsanın yaratıcısıyla tanışıklığı, ilişkileri, yakınlığı ve birlikteliği ailede kurulur.

İnsanın inancı, ahlakı, düşüncesi, merakları, ilgi alanları, sevdikleri, tutkuları, bakışı ve duruşu ailede belirlenir. Yüce Allah bu görevi anne-babaya vermiş. Anne-baba da bir emanetçi bilinciyle Allah adına, Allah’ın kulunu yetiştirir.

Bu süreç içinde çok zararlı maniler, engeller; çok karışanlar, karıştıranlar, çok göz dikenler, el atanlar, çelme takanlar olur. Bu engellemeler şeytan tarafından yapılır, şeytanın eliyle idare edilir.

Şeytan; bu “hizmetin” bireyleriyle, ailede yaşayan fertlerle; bir taraftan anne-babayla, bir yandan da çocukların/gençlerin kafasına girerek çok uğraşır. Uğraşmanın ötesinde yönetimi, kumandayı ve yetkiyi eline almaya çalışır. Şeytanlarla beraber başka “muzırlar” da nefes aldırmadan etrafta, çevrede dolaşır dururlar.

Bu engellemelere, bu şeytanlara ve şeytanın işbirlikçilerine karşı kullanılacak tek güç, tek dayanak noktası ihlastır. Allah için hareket etmek, Allah’ı yanımıza alarak, yanımızda bilerek, Allah’tan yardım isteyerek karşı koymaktır.

İhlası kıracak, ihlası kaçıracak, ihlası bitirecek sebeplerden çekinmek gerektir. Üstümüze doğru gelen yılandan, kuyruğunu uzatıp zehrini kusacak olan akrepten nasıl korkuyor, nasıl ürküyor ve nasıl çekiniyorsak, ihlası kaybetmekten de o kadar çekinmemiz gerekiyor.

İlk yapılması gereken

Bunun için her şeyden önce aile bireyleri nefsine güvenmemeli, nefsin hatırını saymamalı, nefsine yenik düşmemeli; kendini haklı, karşıyı haksız görme gibi bir kolaycılığa sığınmamalı ve nihayet duygularına aldanmamalı ki, ihlası kazansın, ihlası elde etsin ve ihlas sahibi olsun.

Bunun için ihlas düsturları hayata yön vermeli, yönlendirmeli; ölçü ve ölçüt ihlasın şaşmaz prensipleri olmalı…

Bunun için “İhlas”ın giriş paragrafı çok hayatî önem taşıyor. Bizim giriş cümlelerimiz sadece ve kısaca bu hakikatin bir açılımıdır. Orijinal ifadesiyle ihlasa dikkat çeken hitap şöyledir:

Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır manileri olur. Şeytanlar o hizmetin hadimleriyle çok uğraşır. Bu manilere ve bu şeytanlara karşı ihlas kuvvetine dayanmak gerektir. İhlası kıracak esbaptan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz. Hazret-i Yusuf Aleyhisselam’ın (mealen: Şüphesiz nefis daima kötülüğü sevk eder. Ancak Rabbim rahmet ederse o başka” (Yusuf, 12:53) demesiyle, nefs-i emmareye itimat edilmez. Enaniyet ve nefs-i emmare sizi aldatmasın.” (Lem’alar, Yirmi Birinci Lem’a)

İhlas ne demektir, nasıl olmalıdır, aile fertleri birebir ihlası nasıl anlamalı, nasıl uygulamalı, ihlasta neyi öne çıkarmalıdır?

İşte küçüğünden büyüğüne, bebesinden ebesine, anasından babasına, dededen toruna, kardeşten kardeşe ve bir bütün halinde ailede, ihlasın vazgeçilmeyen düsturu ilk düsturdur:

Birinci düsturunuz: Amelinizde rıza-yı ilahî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için bu hizmette doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.” (Lem’alar, Yirmi Birinci Lem’a)

Ailenin çekirdeği olan karı-koca, yani anne-baba Allah’ın rızasını düşünerek bir araya gelmişlerse, Allah’ın razı olduğu/olacağı bir hayatı önceleyerek ailenin temelini atmışlarsa, ilk sınavı başarıyla vermişler demektir.

Peygamberimiz (a.s.m.), “Evlenirseniz dininizin yarısını tamamlamış olursunuz, diğer yarısı da size kalmıştır” hadisinde ifade ettikleri gibi, evlilik dinî hayatı desteklemek, imanî hayatı oluşturmak maksadıyla ve niyetiyle yapılmalı; yani “Evlenirsem Allah’ın rızasını daha iyi elde ederim” düşüncesiyle yola çıkılmalıdır.

Bu “amelde rıza-yı ilahî” olursa, evlilik öncesindeki “amelde, girişimlerde, hazırlıklarda” Allah rızası esas almışsanız, evlilik ve aile hayatı bu esas üzerinde kurulacaktır, devam edecek ve yaşayacaktır.

Hayatın seyri ve gelişimi içinde siz karı-koca olarak birbirinizi Allah’ın razı olacağı hayata teşvik ederseniz, birbirinizi Allah için seveceksiniz, Allah’a kul olmakta yarışacaksınız. Aile ortamında, çocukların eğitiminde ve yetiştirilmesinde tek düşünceniz ihlas olacaktır.

Çocuklar da sizden aldıkları, öğrendikleri şekliyle, yapabildikleri kadarıyla, çok kere farkında olmadan, bazen de farkına vararak ihlasla hareket edeceklerdir. Dolayısıyla aile bütünlüğünün oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunacaklardır.

Allah razı mı?

Anne-baba veya diğer aile bireyleri olarak bu niyetinizden, bu amelinizden, bu hareketinizden Allah razı mı, Allah hoşnut mu, Allah memnun mu? Başkaları ne düşünürse düşünsün, başkaları ne derse desin, başkaları nasıl değerlendirirse değerlendirsin, hatta karşı da çıksalar, sırt da dönseler, daha ötesi “bütün dünya küsse de ehemmiyeti yok”tur, bir anlam taşımaz.

Yani başkalarının müdahalesi sizin moralinizi bozmasın, sizi ihlaslı yolunuzdan çevirmesin, istikametinizi değiştirmesin.

Bir kere siz ilk başta Allah’ın rızasını kalbinize koymuşsunuz, Allah ile yola çıkmışsınız, Allah’ı yanınızda bilerek hareket etmişsiniz, artık geriye dönüş yoktur.

Niyetinizi/amelinizi Allah kabul etti mi, Allah katında makbul oldu mu, “bütün halk reddetse”, bütün insanlar kabul etmese de bir tesiri ve etkisi olmamalı ve olmaz.

Zaten Allah razı olmuşsa, Allah kabul etmişse, “insanların memnun olmasını” istemeseniz bile, “Allah isterse ve hikmeti iktiza ederse” insanlara da kabul ettirir, “onları da razı eder.

Bunun için “bu hizmette”, yaptığınız bu işte, aile çarkını döndürmede çocuklarınız yetişmesinde ve eğitiminde “doğrudan doğruya, yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yapmak gerektir.” Sadece ve sadece Allah’ın razısını esas maksat/hedef ve amaç haline getirmek gerektir.

Diyelim ki, eşinizin bir ihtiyacını mı göreceksiniz, istediği bir şeyi mi alacaksınız, çocuklarınızla ilgilenecek, onlara harçlık mı vereceksiniz, hemen aklınıza “Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi babaya aittir” âyetini düşünecek, “Allah emrettiği için bunları yapıyorum, maksadım da Allah’ın rızasını elde etmektir” diyeceksiniz. Böylece normal ve basit gibi görünen bu davranışlarınız ve işleminiz aile içinde ihlasın yaşanması olacak, bir ibadet sayılacaktır.

Ailecek ihlasın zirvesini yaşamış olan bir aile vardır. O aile her dönemde, her çağda hepimiz için şaşmaz bir örnektir. Hz. Ebu Bekir ve ailesinden söz ediyorum.

Hicret günleridir. Peygamberimiz ve Hz. Ebu Bekir Sevr mağarasındadırlar. Yiyecek-içecek gibi ihtiyaçlarının karşılanması, Mekke’deki gelişmelerden haberdar edilmesi gerekmektir. Bu önemli, hayatî ve zorlu işi, her türlü tehlikeyi göze alarak Hz. Ebu Bekir’in kızı Hz. Esma ile oğlu Hz. Abdullah üzerlerine almıştır.

Bütün bir Mekke halkı karşılarındadır, aleyhlerindedir, bir öğrenecek olsalar gözlerini kırpmadan canlarına kıyacaklardır. Fakat olan bitenler bu iki genç insanın hiç umurunda değildir, bir kere ihlasla yola çıkmışlardır. Bütün tedbirleri almışlar Efendimizin (a.s.m.) ve babalarının isteklerini, ihtiyaçlarını yerine getirmişler, hicretin sağ salim ve tehlikesiz olarak gerçekleşmesine katkıda bulunmuşlardır.

Onların ihlaslı hareketleri ve davranışları bu aileyi, bütün fertleriyle hem Allah katında makbul ve yüksek bir konuma getirmiştir, hem de kıyamete kadar mü’minler tarafından hayırla ve dua ile yâd edilmişlerdir.

Ailenin çekirdeği olan karı-koca, yani anne-baba Allah’ın rızasını düşünerek bir araya gelmişlerse, Allah’ın razı olduğu/olacağı bir hayatı önceleyerek ailenin temelini atmışlarsa, ilk sınavı başarıyla vermişler demektir.

Bu hizmette”, yaptığınız bu işte, aile çarkını döndürmede çocuklarınız yetişmesinde ve eğitiminde “doğrudan doğruya, yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yapmak gerektir.” Sadece ve sadece Allah’ın razısını esas maksat/hedef ve amaç haline getirmek gerektir.

Mehmet Paksu / Moral Dünyası Dergisi