Etiket arşivi: mekke

Kâbe’yi tavaf etmek, ona secde etmek putlaştırmak olmuyor mu?

İnsanın aklına zaman zaman çok değişik sorular takılabiliyor. Bunların bazıları herhangi bir uyaran olmaksızın akla geliyor, bazıları ise özellikle kafa karıştırmak maksadıyla belli mecralarda kotarılıp yayılan kasıtlı sorular oluyor.

Birinci gruptakiler genellikle bilgi eksikliğinden ortaya çıkarken ikinci gruptakiler çoğu çeşitli mantık hataları barındıran, yanlış bilgilerin derlenmesiyle oluşturuluyor.

İki grup arasındaki en bariz fark da; birinci grupta olanlar gerçekten sorularına bir cevap ararken ikinci gruptakilerin tüm iddialarını çürütüp sorusunu cevaplasanız bile, biraz sonra onları aynı sorularla başka birilerinin kafasını karıştırmaya çalışırken görebilirsiniz.

Birinci grupta olduğunu düşündüğümüz sorulardan biri de Kâbe ile ilgili olandır. Özellikle Mekke’de Mescid-i Haram’da namaz kılanları gören bir kişi yeterli bilgi sahibi değilse kutu şeklinde bir yapıya doğru secde eden binlerce kişinin görüntüsünü putperestlerin davranışlarına benzetebilir.

Bu nedenle akıllarda soru işaretleri olmaması adına konuya açıklık getirelim.

Putperestlikte secde edilen şey ya mabut olarak tanınmakta, yani doğrudan o nesneye tapınmak maksadıyla secde edilmektedir ya da tabiri caizse Allah katında torpil yaptırma gücü atfedilen putlara bu maksatla secde edilmektedir.

Kâbe’ye doğru yapılan secdenin ise bu iki durumla da hiç alâkası yoktur. Kâbe’ye doğru secde eden bir Müslüman asla Kâbe’yi bir mabut olarak veya Allah katında bir şefaatçi olarak düşünerek secde etmez. Daha açık bir ifadeyle hiçbir Müslüman Kâbe’ye secde etmez. Kâbe’ye doğru secde eder. Putperestlikte ise doğrudan o nesneye secde edilmektedir.

Kâbe’ye doğru secde edilmesinin bir maksadı tüm Müslümanların ibadetlerini yaparken bir noktaya yönelmesini sağlamaktır. Nasıl ki hangi din mensuplarının yaşadığını bilemediğiniz bir köyden geçerken bir ezan sesi duysanız oranın bir Müslüman köyü olduğunu bilirsiniz. O köy Dünya’nın neresinde olursa olsun fark etmez okunan ezan hep aynıdır. Ezan sesi İslâm nişanlarından biridir ve duyulduğu yerde Müslüman birileri var demektir.

Hatırlarsanız milletimizi İslâm’dan kopartma gayretine girmiş olan bir takım insanlar, vaktiyle memleketimizde Türkçe ezan uygulaması yaptırarak o nişanı ortadan kaldırmak, bizi İslâm beldesi sınıfından çıkarmak için devlet eliyle yaptırım uygulamışlardı.

İşte Kâbe’ye yönelmek de İslâm nişanlarından biridir. Dünya’nın hangi noktasında olursa olsun bir Müslüman namaz kılacağı zaman yönünü Kâbe’ye çevirir. Cenazesini mezara koyduğunda yüzünü Kâbe’ye çevirir. Dolayısıyla bir mezar görüldüğünde, mezarda yatan kişinin sağ yanına yatırıldığında yüzü Kâbe’ye yöneliyorsa, o kabrin büyük ihtimalle bir Müslüman’a ait olduğu anlaşılabilir.

Tekrar etmek gerekirse, Müslümanlar Kâbe’ye secde etmez, Kâbe’ye doğru secde eder. Kâbe’nin secde edilen yönde olması ona secde edildiği anlamına gelmez. Nasıl ki evde namaz kıldığımız sırada dolap, yatak, vitrin, koltuk gibi eşyaların secde yönümüzde bulunması bizim onlara secde ettiğimiz anlamına gelmiyorsa Kâbe’nin secde ettiğimiz yönde olması da ona secde ettiğimiz anlamına gelmez. Bu yönüyle tıpkı pusulanın kuzeyi gibi bir yön sabitleme aracıdır Kâbe.

Bütün bunlar bir yana bize namazlarımızda yönümüzü Kâbe’ye çevirmemiz Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz tarafından emredilmiş, namazın nasıl kılınacağı Cebrail as. tarafından Sevgili Peygamberimize gösterilmiştir.

Putperestlerin secde ettiği şeyler ise kendilerinin icatlarıdır. Onları tazim etmek için yapmış oldukları her türlü seremoni de kendi uydurmalarıdır.


İslâm’ın şartları arasında olan ve Rabbimizin maddi gücü yeterli olan her Müslüman’a farz kıldığı ibadetlerden biri de Hac’dır. Bu ibadetin yapılış tarzı da yine Sevgili Peygamberimiz tarafından bize tarif edilmiştir. Dünyadaki Müslüman milletler arasında tanışma, kaynaşma, fikir alışverişi, birlikte hareket etme gibi pek çok hikmetleri olan bu ibadet için de sabit bir buluşma noktası gereklidir ve bunun için kıblemiz Kâbe’den daha uygun bir yer olamaz.

Tavaf sırasında Kâbe etrafında dönmenin de Kâbe’ye ibadet etmekle hiç alâkası yoktur. Kâbe orada da tavaf ibadetinin mekânı olarak belirlenmiştir.

Son söz olarak;

Kâbe hiçbir Müslüman’ın putu değildir ve olamaz.

Bunun yanında para, şöhret, makam, güç ve şehvet gibi pek çok put adayı çevremizde dolanıp bizi yoldan çıkarmaya gayret etmektedirler. Asıl bu konularda gözümüzü dört açmamız gereklidir.

Muhiddin Yenigün

Bu yazı gözden geçirilerek Zafer Dergisinin 2018 Temmuz (499.) sayısında yayınlanmıştır.

Osmanlılarda Peygamber sevgisi ve sünnet algısı -2-

“Câmiin yapısı tamam oldukta, bir cuma günü büyük bir me­râ­sim­le ibadete açıldı. Bâyezîd-i Velî buyurdular ki: ‘Her kim, ömründe ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetini hiç terk etmemiş ise, şu mübârek vakitte o imâm olsun!’

Deryâ misâli cemaat içinden bir kişi çıkmayınca, Bâyezîd Han mecbur kalarak: ‘Elhamdülillâh! Hazerde ve seferde biz bu sünnetleri terk itmedik’ dedi ve kendisi imâm olup namazı kıldırdı.”

Evliya Çelebi

Açılış günü, Sultan Bayezid Camii’nin avlusu insan mahşeriydi. O kadar ki, iğne atılsa yere düşmeyecekti. Kalabalık hem camiyi seyrediyor, hem de bu minval üzere sohbet ediyordu.

Cuma vakti yaklaşmıştı. Birden kalabalık dalgalanmaya başladı. Genç bir haykırış tüm meydanda yankılandı:

“Destuur Hünkâr!” 

Kalabalık saygıyla ayrılıp yol açtı. Açılan yolda Padişah ve maiyeti göründü. Oldukça sade giyinmişti. Sağa-sola temenna ederek insan mahşerinin ortasına kadar geldi.

Atından inmeden kalabalığa seslendi:

“İydiniz said olsun!” (Bayramınız mübarek olsun!)…

Cemaat uğultu halinde karşılık verdi:

“Amiiin. İydiniz said, ömrünüz mezud, makamınız cennet olsun!”

Atından indi. Bir tarafında sadrazam, bir tarafından şeyhülislam olduğu halde, hızlı adımlarla camiye girdi. 

Mihrabın önünde durdu. Yüzünü cemaate döndü:

“Bugün camii şerifumuzde inşaallah-u Tealâ ilk Cuma namazımızı eda edeceğiz. Ey cemaat! Aranızda ikindi ve yatsı namazı sünnetlerini hiç terk etmemiş olan çıksın, cümlemize imam olsun!”

Bakındı. Kalabalıktan çıt çıkmıyordu. Yanıbaşında duran Şeyhülislâm’a döndü:

“Siz de mi terk ediyorsunuz Şeyh Efendi?”

Şeyhülislâm mahcup mahcup başını indirdi. Ancak Padişah’ın duyabileceği kadar alçak bir sesle fısıldadı:

“Efendimiz de arada bir terk etmişti.”

“Ama o peygamberdi. Peygamber kendi sünnetini terk edebilir. Ya biz terk edersek, yarın Ruz-ı Mahşerde elimizden kim tutar?”

Bakındı. Gözleri Zenbilli Ali Efendi’nin kardeşi, devrin meşhur âlimlirinden Muhyiddin Mehmed Çelebi’ye takılınca, yanına çağırdı. 

“Vaz-u nasihatinden müstefid olalım. Buyur, ilk vazı sen yap.”

Muhyiddin Mehmed Çelebi’nin etkili vazından sonra, Padişah doğruca mihraba yürüdü:

“Lillahilhamd, müddet-i ömrümüzde (hayatım boyunca) hazerde ve seferde(barışta ve savaşta) hiçbir vakit hiçbir sünneti terk etmemiş pürkusur bir kul olarak imamet vazifesi bize düşüyor!” dedi ve tekbir aldı.

“Allahüekber!”

Bugün “Bayezid Camii” dediğimiz mâbedde ilk Cuma namazını padişah bizzat kıldırdı.

Namazdan sonra, Hacı Bayram-ı Velî’nin yoluna ömrünü vermiş dervişlerden Baba Yusuf Sivrihisarî, kürsüye çıktı. Camide nefesler tutulmuştu. Her söylediği yüreklerde patlıyor, yürekler infilâk ediyordu. Başta padişah olmak üzere herkes ağlıyordu.

O gün caminin açılışını izlemeye gelen yabancılar bile öylesine etkilendiler ki, üçü camiye girip Baba Yusuf Sivrihisarî’nin huzurunda Müslüman oldu. 

Osmanlı padişahlarının çoğu sünnete ittiba konusunda bu derece hassastı. Mekke, Medine, Kudüs gibi beldelere “Peygamber mirası” olarak bakılır, Ehl-i Beyt’e sonsuz bir saygı ve sevgi gösterilirdi.

Son Medine savunucusu Ömer Fahreddin Paşa’ya umarsızca “hırsız” diyen Arap soytarısına, biri bunları anlatsın!

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

Yeni Sembolizm

Her Cuma sabahı telefonlarımız peş peşe dıtlamaya başlar. Açar bakarız; birileri ya bir yeşil kubbe ya da bir gül üzerine sonu “Hayırlı Cumalar“ diye biten bir mani göndermiştir. Biraz sonra açtığımız sosyal medya ortamında da durum farklı değildir. Bazen bir manzara bazen bir hüsn-ü(!) hat ile birlikte yine bir dolu “Hayırlı Cumalar” mesajları…
Kandillerde ve bayramlarda bu rutin artarak devam eder.
Bu mesajlar sayesinde yeşil kubbenin değişik açılardan, türlü hava şartlarında ve günün farklı saatlerinde çekilmiş çeşit çeşit fotoğraflarını görürüz.
Bazen de o yeşil kubbeye bakarken düşüncelere dalar gideriz.
Ah şimdi orada olmak vardı! Orada yaşayanlar ne kadar şanslı! Ne mübarek bir mekân! Keşke imkânım olsa da gitsem.
Kâbe deseniz hakeza. Her bir santimetrekaresinin değişik açılardan çekilmiş fotoğrafları, etrafındaki mescidin sürekli değişen yapısından değişik değişik enstantaneler her gün görüşümüze sunulur. Sonra yine bakar ve düşünürüz:
Ah şimdi orada olmak vardı! Orada yaşayanlar ne kadar şanslı! Ne mübarek bir mekân! Keşke imkânım olsa da gitsem.
Benzer duygular ihtişamlı bir Sinan camisini izlerken de ortaya çıkabilir.
Üff! Ne cami yapmış adam be! Var ya bu Mimar Sinan çok zeki adammış. Caponların en afili bilgisayarlarla çözemediği kafam kadar integralleri çözerek yapmış bu camileri.
İyi, güzel tüm bunlara sevgimiz ve saygımız büyük ama…
Biri de diyor ki: “’ama’ sözünden önce söylediklerinin hiçbir hükmü yoktur”
Biz yine de başta söylediklerimizden vazgeçmiyoruz, bununla birlikte örneklediğimiz sembollere karşı olan duruşumuzu bir gözden geçirelim istiyoruz.
Sorumuz şu:
Özlediğimiz, “keşke orada olsam, keşke yakından görsem” dediğimiz yer yeşil kubbe veya devasa Mescid-i Nebevi mi acaba?
Kâbe fotoğrafı gördüğümüzde hissettiğimiz şey acaba Pisa kulesi, La Sagrada Familia ya da Piramitler’i görme arzusu ile aynı duygunun türevleri mi?
Edirne’ye kadar gidip Selimiye’yi ziyaret ederek o ihtişamlı yapıyı inceledikten sonra içinde bir vakit, hiç olmazsa bir tahiyyatül mescid namazı kılmadan mı dönüyoruz acaba?
Sadede geliyorum.
Uhrevi mekânlar, ulaşımın ucuz ve kolay hale gelmesiyle çok ziyaret edilir oldu. Bu durumun ortaya çıkmasında turizmcilerin gösterdiği gayret de takdire şayan tabii ki. İletişim araçlarının da gelişmesiyle, tabiri caizse içimiz dışımız uhrevi iklim fotoğrafı oldu. Oldu olmasına ama bu kadar çok görselin arasında mana kayboldu gitti. Her şey maddeye döndü.
Öyle olmasa Selam Kapısı’ndan salavatlarla huzura ilerleyen bir hacı adayımız “Buraya niye geldik? Ne var ki burada?” sorusunu nasıl sorabilirdi ki?
Hacdan, umreden döndüğümüzde Haremlerin içindeki dünya ile dışındaki dünya arasındaki tezat hakkında kurduğumuz cümleler bu kadar çok olur muydu?
Maalesef ulvi hakikatlere ayna olarak görülmesi gereken semboller, o asıllara perde haline dönüştü.
Yeşil kubbeyi görünce çoğumuzun aklına sıcak iklime yapılan umre isimli turistik gezi geliyor. O kubbenin kimlere çatı olduğu unutulmak üzere.
Aynı şey günlük hayatımızda da karşımızda.
Bakıyoruz sünnete uygun giyindiğini söyleyen insanlar toplumun genelinde farklı bir görüntüye bürüyor kendini. Ya sırtındaki ya başındaki toplumdan farklı.
Maneviyatımızın beslendiği ortama daha dün gelen birine sen şimdi şunları bir giy, gömleğini şöyle sal, takken şu renk, şu model olsun, baş örtünü şuradan iğnele vb. biçimlendirme işlemlerine başlıyoruz.
Bunu öyle önemsiyoruz ki, bunu yapmayınca dinden çıkacağını zannediyor muhatap. Bunun yan ürünü olarak da bunları yaptığı zaman kendini olmuş zannediyor.
Aynen onun gibi mensup olduğumuz grubu öyle methediyoruz ki, adam o gruba mensup olmakla kurtulduğunu, başkalarına karşı üstün olduğunu düşünüyor. Ondan sonra gelsin çiğ sofular.
Peki nerede kaldı ihlâs? Cadde-i Kübra-yı Kur’ani nerede kaldı? Nefsimizi büyük havuzda eritip, büyük havuzun bir parçası olmaya ne oldu?
Yeni gelen adamın o caddede yürümesini sağlamak mıdır önemli olan, bizim meşrebin nüfusuna kayıtlı olması mı?
Yaptığımız hizmetler mensubu olduğumuz meşrep, vakıf, birliğin gelişmesi için mi, yoksa Cadde-i Kübra-yı Kur’aniye bir yolcu daha eklemek ve mevcut yolcuların yola devam edebilmesini sağlamak için mi?
Son söz olarak, sembolleri asılların yerine ikame etme hastalığının nerelere varmaya müsait bir illet olduğunu görmek isteyenleri, Mekke Fethi’nin bir gün öncesindeki Kâbe’yi düşünmeye davet ediyorum.

Muhiddin Yenigün

Bedir Savaşı – 13 Mart 624

Bedir Muharebesi veya Bedir Savaşı, Miladi 14 Mart 624, Hicri 17 Ramazan 2 cuma günü Müslümanlarla Mekkeli Kureyşliler (Müslümanların kullandıkları tabire göre Müşrik) arasında yapılmıştır. Müslümanların ilk savaşı olarak kabul edilir.

Nedenleri

Müslümanlar açısından savaşın en önemli nedeni, Kureyşliler kendilerine işkence yapıp hicrete zorlamalarıydı. Ayrıca Mekkeliler, hicretten sonra Müslümanların geride bıraktıkları mallarını yağmalamışlardı.[1]

Mekkeli Kureyşliler açısından bakıldığındaysa, Medine’ye yerleşen Müslümanların, Mekkeli Kureyşliler kervanlarını takip etmeleri savaşın en önemli mazereti sayılır. Mekke’deki hemen her ailenin kervanlarda bir hissesi vardı.[2] Bu da Mekkeli Kureyşliler arasında savaş için neden oluşturmaya yetmişti.

Savaş

Hicretten sonra Müslümanlar, geride bıraktıkları mallarının yağma edilmesine misillemede bulunmak için Kureyş kervanlarına saldırılar düzenlediler.

Bu saldırıların birinde Müslümanlar, içinde bin deve ve yarım milyon dirhem değerinde ticari mal bulunan bir kervanı hedef almak istediler. Hz. Muhammed (a.s.m), bu sefer için orduyu topladı. Toplanan 305 kişi Hz. Muhammed (a.s.m) komutasında Bedir yakınlarına gelerek kervanı beklemeye başladı. Ancak kervanın lideri Ebu Süfyan, Müslümanların kervanı beklediğini öğrendi ve Mekke’ye haber yolladı. Ayrıca kervanın yolunu da değiştirdi. Müslümanların kervana saldırmaya hazırlandığı haberini duyan Mekkeliler, Ebu Süfyan’ın tehlikenin atlatıldığını haber veren ikinci mesajına rağmen Müslümanların üzerine yürümeye karar verdiler.[3]

Mekkeliler, oluşturdukları 950 kişilik kuvvetle Bedir’e doğru yola çıktılar.

İki ordu karşı karşıya gelince, Arap savaşlarında gelenek haline gelen “er dileme” (Mübareze) hadisesi için taraflar içlerinden üçer kişi seçtiler. Buna göre, İslam Ordusu’ndan Hamza, Ubeyde ve Ali ile; Utbe, Ubeyde bin Haris ve Utbe bin Rabia ile karşı karşıya geldi. Her üç çarpışmayı da Müslümanlar kazandı.[4]

Er dileme hadisesinden sonra savaş başladı. Çarpışmaların ilerleyen aşamalarında Mekkeli Kureyşliler dağılma belirtileri gösterdi; komutanları Ebu Cehil öldürülünce de iyice dağıldılar.[5]

Kayıplar

Savaş müslümanların zaferiyle sonuçlandı. Mekke Müşrikleri Ebû Cehil dahil 70 ölü 70 esir bırakıp kaçtılar. Müslümanlar da 14 şehit verdiler.[6]

Kur’an’da Bedir Savaşı

Kur’an’da Bedir Savaşı’yla ilgili ayetler şöyledir:

Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeye gücü yeter.“(Hacc 13)

And olsun, siz son derece güçsüz iken Allah size Bedir’de yardım etmişti. O halde Allah’a karşı gelmekten sakının ki şükretmiş olasınız.“(Al-i İmran 123)

Ey iman edenler! (Düşmana karşı) tedbirinizi alıp, küçük birlikler halinde, yahut topluca savaşa gidin.“(Nisa 71)

Eğer siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız, şüphesiz o topluluk da (Karşıtılar da Bedir’de) benzeri bir yara almıştı. İşte (iyi veya kötü) günleri insanlar arasında (böyle) döndürür dururuz. (Bazen bir topluma iyi ya da kötü günler gösteririz, bazen öbürüne.) Allah, sizden iman edenleri ayırt etmek, sizden şahitler edinmek için böyle yapar. Allah, zalimleri sevmez.“(Al-i İmran 140)

Bildiğin gibi, Rabbin seni hak uğruna, öz yurdundan çıkarmıştı. Ve müminlerden bir grup tamamen isteksizdi.” (Enfâl 6) “O sırada Allah, iki gruptan birinin kesinlikle sizin olacağını vaat ediyordu. Ve siz, güçsüz ve silahsız olanın size düşmesini arzu ediyordunuz. Allah ise hakkı kendi kelimeleriyle tam bir biçimde ortaya koymayı ve küfre batmışların ardını-arkasını kesmeyi istiyordu.” (Enfâl 7) “Diliyordu ki, kötülüğü temsil edenler istemese de hakkı ayan-beyan gözler önüne koysun, saçma ve tutarsız olanı hükümsüz kılsın.” (Enfâl 8) “Hani siz, Rabbinizden yardım ve destek diliyordunuz; O, sizin dileğinize şöyle cevap vermişti: ‘Hiç kuşkunuz olmasın, Ben size, meleklerden birbiri ardınca bin tanesiyle yardım ulaştıracağım.‘” (Enfâl 9) “Allah bunu, sadece bir müjde olsun ve o sayede kalpleriniz huzur ve rahatlık bulsun diye yaptı. Yardım yalnız ve yalnız Allah katındandır. Hiç şüphesiz Allah Azîz’dir, Hakîm’dir” (Enfâl 10)

Baskı ve şiddet kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer (küfürden) vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını hakkıyla görendir.“(Enfâl 39)

Kaynaklar:

1. HAMİDULLAH Muhammad, Hz. Peygamber’in Savaşları, Yeni Şafak, s. 32, ISBN 975-473-284-1
2. SURUÇ Salih, Peygamberimizin Hayatı, Nesil Yay., c. 2 s. 15, ISBN 975-408-020-8
3. HAMİDULLAH Muhammad, a.g.e., s. 34
4. SURUÇ Salih, a.g.e., c. 2, s. 29
5. SURUÇ Salih, a.g.e., c. 2, s. 35
6. http://www.diyanet.gov.tr/turkish/dy/DiniBilgilerDetay.aspx?ID=447

Mekke’de Risale-i Nur Sesleri

Bitlis’te düzenlenen Said Nursi Sempozyumu’na katılan Mekkeli müderris Es-Seyyid Muhammed Elmas, Bediüzzaman Said Nursi’nin büyük bir nimet olduğunu söylerken, Arap ülkelerinde Nursi’nin eserlerine büyük ilgi olduğunu dile getirdi.

Sudan’ın Başşehri Hartum’da düzenlenen 1. Uluslararası Bediüzzaman ve Risale-i Nur Sempozyumu’nda ise Said Nursi ve eserlerinin İslam aleminde ve Afrika’da da çokça tanındığı ve istifade edildiği belirtildi.

Bitlis Valisi Veysel Yurdakul, “Bizim için en büyük şeref, böyle bir programa, anlayışa, düşünceye ve niyete hizmetkar olmaktır” dedi. Bitlis-Tatvan karayolundaki El-Aman Hanı’nda valilik, belediye, Bitlis Eren Üniversitesi (BEÜ) ile Risale Akademi ve Akademik Araştırmalar Vakfı işbirliğince “Said Nursi Sempozyumu” düzenlendi. Sempozyum Kur’an-ı Kerim tilaveti ve Said Nursi’nin hayatını konu alan belgeselin gösterimiyle başladı.

BEDİÜZZAMAN EN BÜYÜK ŞEREF
Vali Yurdakul, açılışta yaptığı konuşmada, 500 yıllık tarihi El-Aman Hanı’nın daha önce bu kadar şerefli ve gurur verici bir programa şahitlik etmediğini söyledi. Ülkenin geleceğinin, büyük zatların gösterdiği ufukla El-Aman Hanı gibi aradan asırlar bile geçse dimdik ayakta olacağını ifade eden Yurdakul, şöyle konuştu: “Bizim için en büyük şeref, böyle bir programa, anlayışa, düşünceye ve niyete hizmetkar olmaktır. Bizler ancak bu sempozyumun hizmetkarı oluruz. Said Nursi diyor ki; ‘Zaman ihtiyarladıkça Kur’an gençleşiyor.’ Bu han çok misafire ev sahipliği yaptı. Burada birçok program yaptık. İnanın bu kadar şerefli, gurur verici bir programa, bu tarihi han şahitlik etmemiştir. İnşaallah ülkemizin geleceği büyük zatların, ışık şahsiyetlerin gösterdiği ufukta, El-Aman Hanı gibi aradan asırlar bile geçse dimdik ayakta olacaktır. Bu ilmin sadece yakın  coğrafyayı değil, uzak coğrafyaları da aydınlatan sönmez ve söndürülmez bir ışık olacağına adım gibi inanıyorum.”
Yeni Asya