Müslüman olan her insanın kutsal toprakları görme iştiyakı vardır.Bu topraklara gitmeden önce hep o iştiyakı yaşayan birisiydim.Mübarek yerleri gördükten sonra bu özlemin boşuna olmadığını bir kez daha yaşayarak anladım.
Medine’ye varışımızla birlikte, ruhum bambaşka bir aleme gitti.Mescidi Nebevide Hz peygamberin(s.a.v) mübarek türbesinin önünden geçerken ve ona selam verirken çok farklı ve anlatılmaz duygular yaşıyorsunuz.
Orada cemaatle kıldığınız namazın bitmesini istemiyorsunuz.Okuduğunuz Kurandan çok büyük haz alıyor ve sanki kuranda geçen olayları yaşar gibi oluyorsunuz.
Bu mübarek yerde dünyanın her yerinden gelen dilleri ayrı,renkleri ayrı, memleketleri ayrı fakat aynı dine inanmış,aynı peygambere inanmış ve aynı fikriyata sahip olan insanlarla birlikte namaz kılıyorsunuz.Sağınıza bakıyorsunuz Pakistanlı,solunuza bakıyorsunuz bir İranlı,önünüzdeki bir Malezyalı ve daha yüzlerlerce farklı ırk ve milletler. Serdengeçtinin deyişiyle bu ayrılıkta gayrılık yok! Hepsi bir şeye inanmış, Allaha!.. Âlemlerin Rabbı olan Allaha, onun ulu Peygamberine(s.a.v).. onun büyük kitabına..
Medine de Cennet-ül bakiye,Uhud savaşının geçtiği ve Uhud dağının yanında olan Okçular tepesi,Kuba mescidi,Kıbleteyn mescidi,Hendek savaşının geçtiği ve hendeklerin bulunduğu yerde yapılan mescitleri gezerken insan bu olayların ve savaşların hayaline kapılıyor ve duygulanıyor.
Medine’deki yedi günün sonunda Hz Peygamberimizden(s.a.v) ayrılmanın verdiği hüzün ve Allahın evi Kabe’yi görmeye niyet etmenin verdiği sevinçle Mekke’ye doğru yola çıktık.Otobüste Mekke’ye doğru giderken çöl ve kum fırtınası bana Hz Peygamberin Mekke den Medine’ye Hicret olayını hatırlattı.Şimdiki şartlarda bile bu çöldeki yolları geçerken insan zorlanıyor.Peygamberimiz hicret yolculuğunu o zor şartlarda nasıl gerçekleştirdi diye içinden geçiriyor.
Artık Mekke gözükmeye başlamıştı.İçimizi Kabe’yi görmenin heyecanı sardı.Mescidi harama giriş ve Kabe’yi ilk görüş.Çok farklı bir duygu.Acaba gerçek mi hayal mi diye içinizden geçiriyorsunuz.Evet Allahın evini görmek herkese nasip olmaz.Bu anı nasip eden Allaha binlerce şükür ediyorsunuz.
Umre ibadetini yapmak için gittiğimiz bu mübarek yerlerde arkamızda bıraktığımız.Ne aile ne çoluk çocuk hiç birisi aklımıza gelmiyor.Aklımız hep ibadet ve manevi ticaret yapmakla meşgul.Acaba ne kadar nafile namaz kılabilirim ne kadar kuran okuyabilirim düşüncesi zihninizi meşgul eder.İbadet yaptıkça daha da yapma ihtiyacı hissediyorsunuz.Ruhunuz dünyevi duygulardan uzaklaşıyor.Uhrevi bir aleme giriyor.
İhramda Kabe’yi tavaf ederken haşir gününün provasında olduğunuz hissine kapılıyorsunuz.Bu his ile dünyanın ne kadar boş olduğunu anlıyorsunuz.Sizi Müslüman olarak yaratan Allah’a binlerce şükrediyorsunuz.
Mekke’deki günlerimizin de sonuna geldik.Artık kutsal topraklardan ayrılacak olmanın hüznü içimize düştü.Dolu dolu bir on beş günün sonunda hüzünlü bir şekilde ve mübarek yerleri tekrar ziyaret etme iştiyakı ile manevi yönden huzurlu bir şekilde memlekete dönüş .
Evet Umre ibadeti için gittiğim kutsal topraklar da yaşadığım manevi duygularımı aktarmaya çalıştım.Anlattıklarımın yanında unuttuklarım daha çoktur.Fakat bu mübarek yerlere özlemi olan insanların haklılığına bir nebzede olsa da destek olmak için yazma ihtiyacı hissettim ve yazdım.
Allah herkese bu mübarek yerleri görmeyi nasip etsin.Selam ve dua ile…..
Dediklerine göre Ay’ın hep tek yüzünü görürmüşüz. Arka yüzü bir türlü dünyaya çevrilmezmiş. Kaderi de ay gibi görüyor olmalıyız.
Olanıyla biliyoruz kaderi. Olduğu kadarıyla görüyoruz. “Olmasaydı…”lar Ay’ın arka yüzü gibi gözümüzden uzağa düşüyor. “Ya o kurşun bir santim sağdan geçseydi…” diye başladığımızda düşünmeye, hayalimizin eli ayağı zifiri karanlıkta birbirine dolaşıyor. “Olan olmuştur bir kere…” Kurşunun kalbine değdiği sevdiğimiz, birkaç santimlik farkla, birkaç saniyelik tevafukla bu dünyadan göçmüştür. Olan olmuştur ve nasibimize düşen de olmuş olandır. Hayatta bir kereliğine olan neyse odur; sonra dosya kapanır. Hayat, kurşunun “ah keşke…” dediğimiz yerin bir santim solundan akar. Kan da oradan akar, zaman da oradan akar. Zamanı geriye doğru alıp, kurşunu bir santim sağdan ve bir santim soldan koşturacak iki seçenekli bir hayatı yaşamamıza izin yok. Kanı da zamanı da geri akıtamayız. Bir sağa bir de sola doğru çatallanan iki tane kader yok; yazgının dal uçlarından bize düşenleri biliyoruz sadece. Olan olunca oluyor. Binlerce “keşke…“nin emzirdiği, milyonlarca yakıcı “ah!”ın özlediği “öbür türlü olsaydı”lar olmadan kalıyor, kuruntumuzun elinde boynu bükük, solgun bir çiçek gibi duruyor.
O solgun, o yetim çiçeği yeniden tebessüme getirmek için neler neler yapmazdık değil mi? Gece gündüz toprağına varıp sulardık, yapraklarını neredeyse kirpiklerimizle okşardık. Yeter ki “böyle olan” değil de, “şöyle olsaydı…” diye dediğimiz öbür kader tomurcuğu açıversin: “Kurşun atardamarın bir santimcik, sadece bir santimcik sağından geçseydi ya… Ya geç ateş edilseydi ya da birkaç saniye önceden hareket etseydi kaza kurşunuyla vurulan genç kız. Çocuklarının renklerini beğenmediği bayramlıklarını değiştirmek için yeniden caddeye çıkan kadın, az önce geçseydi bombanın patladığı yerden ya da çocukları bayramlıklarını beğenmiş olsaydı. Kırmızı ışık 15 saniye geç sönseydi de, arabanın çarptığı çocuk çoktan kaldırıma çıkmış olsaydı. Kamyonun altına giren otomobildeki aile, üç dakika sonra çıksaydı mola yerinden ya… Annesi elinden daha sıkı tutsaydı Dilara’nın… Yahut komşusuna bıraksaydı Dilara’yı. Şehit olan delikanlı, rapor alsaydı da, bir sonraki celp döneminde askere gitseydi ya…”
O kadar çok ki “olsaydı…”larımız. O kadar çok “keşke çiçeği” var ki avuçlarımızda. O kadar yakıcı “ah!..”larımız var ki yüreğimizde.
Bir de şöyle düşünelim: Şimdilerde “keşke…”lerimizin ucunda özenle beslediğimiz ve süslediğimiz o “öbür türlü olsaydı”lar olsaydı, onların bu türlü değil de, öbür türlü olduğunun ayırdında olacak mıydık? “Böyle” olmasaydı kader, “öyle olsaydı…”ların güzelliğini görebilecek miydik? Kaderin biricik çizgisi içinde olup bitenler sayesinde fark ediyoruz öbür türlü olabilecekleri… Olan olmuş olmasa, “olsaydı”lara özlemimiz de olmayacaktı.
Sözgelimi, ardından ağladığımız, “şimdi burada olsa nelerimi vermezdim…” diye hayıflandığımız sevdiğimizin kaderi onu “şimdi burada” eylemiş olsaydı, onun şimdi burada olmasına vereceklerimiz bu kadar olur muydu? Böyle olmasaydı da öyle olsaydı, öyle olmasının böyle olmasının alternatifi olduğunu görebilecek miydik? Hepimizin yüreğini yakan gül yüzlü Dilara rögar kapağından düşmemiş olsaydı, bizi bunca acıyla tanıştırmamış olsaydı, “Aaa, şu kız değil mi rögar kapağından düşecekken düşmeyen kız” diye parmakla gösterebilecek miydik onu? Damatlığını almak için gittiği çarşıda bomba birkaç dakika geç ya da birkaç metre ötede patlasaydı, şimdi aramızda yaşayacak ve bugünlerde düğünü olacak delikanlıyı tanıyabilecek miydik meselâ… İki yıl önce, Mekke’de, çocuklarına hediye almak için gittikleri dükkanın çökmesiyle bu dünyaya veda eden hemşire hanımlar, birkaç dakika erken çıkmış olsaydı dükkandan, ne onları ne de çocuklarının mahzun yüzlerini hayâl bile edemeyecektik şimdilerde…
Böyle yaşıyoruz kaderi. Böyle biliyoruz. Böyle çekiyoruz acısını ve sancısını. “Öyle olsaydı..”ları da, böyle olduğu için söyleyebiliyoruz, özleyebiliyoruz.
Öyleyse, şimdi siz siz olun, böyle olan kaderinizi sevmeyi öğrenin. Kurşunun göğsüne hiç uğramadığı sevdiğinizi bir daha kucaklayın. Bombanın hiç uğramadığı sokaklarda güle oynaya yürüyerek eve dönen çocuklarınızı daha çok sevin. Birkaç saniye sonra ya da önce sevdiklerinizle altında kalabileceğiniz kamyonun karşı şeritte seyrediyor olmasına şükredin. Her bir çocuğu çukura düşmekten son anda kurtarılmış bir çocuk sevinciyle seyredin.
Şimdi, şu anda, “ah keşke böyle olsaydı” diye ağlayacaklarınız, şimdi sizin “böyle oluyor” da farkında değilsiniz.
Moskova’da iman ve Kur’an hizmetleriyle ilgilenen Azerbaycan’lı Talih Abdullah’la konuştuk. Risale-i Nur’la tanışma hikayesini anlatan Talih Abdullah’ın resmini Rusya’da zaman zaman meydana gelen bazı olumsuz uygulamalar nedeniyle yayınlamıyoruz.
Sizi tanıyabilir miyiz?
26 yaşındayım. Azerbaycan’lıyım. Son yedi aya yakındır Moskova’da Lobnia’da dershanede kalıyoruz. Moskova’ya yirmi kilometre bir şehir. Üç yıla yakın açılmış o dershane.
DURMADAN SORULAR SORUYORDUM
Risale-i Nur’ları ilk defa nasıl tanıdınız, nerede duydunuz?
İlk defa Azerbaycan’da 2003 yılında, Allah razı olsun bir kardeş vasıtasıyla tanıdım. Ben daha yeni başlamıştım namaza, Risale-i Nurları tanımadan önce de namazlarımı kılardım. Ama içimde bir eksiklik vardı. Yani namazı taklidi kılıyordum. Büyüklerden gördüğüm şekilde kılıyordum. O ara bir kardeş vardı. Ben ona durmadan sorular soruyordum. O da bana “Bir yer var. Seni inşallah götüreceğim oraya. Sorularının cevabını alırsın” diyordu. Hakikaten bir süre sonra beraber dershaneye gittik. Çok güzeldi Elhamdülillah. Soru sormadım ama orada okudukları yetti bana. Dersten sonra o ağabeye, “Buraya ne zaman gelirsen, beni de mutlaka getir” dedim. Elhamdülillah o günden sonra hep derslere gittim.
Daha sonra üniversiteye girdim. Azerbaycan’ın Şamaha şehrinde oluyor bunlar. Ben oralıyım.
Üniversitede Arap Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdim. Bitirdikten sonra Arabistan’a gitmek istiyordum. Gidip Mekke’de beş-altı ay kadar kalmak istiyordum. Bölümüm Arap Dili olduğundan, hem dilimi biraz daha geliştirmek için, hem de Mekke’de bulunur bolca tavaf ederim, ibadet ederim diyordum. Hem çok hasretliydim. Çok uğraştım gitmek için. Ama parayı denk getiremedim.
Bir müddet para biriktirdikten sonra, bu defa da pasaport istediler. Onu da hallettim. Bir de askerlik sorunu vardı. O da mani oldu biraz. Bir müddet o uzattı işi. Onu da halledince, bu defa hac mevsimi yeni bitmişti, bir ay kadar izin vermiyorlar Umreye, o nedenle bekledim. Derken bir ay oldu üç ay. Benden değil, devletlerarası problem oldu. Üç ay boyunca ben her gün arıyorum, onlar diyor “Yarın ara.” Bakü’deki dini idareyi arıyorum tabi. Üç ay bittikten sonra dediler, “Tamam, gel, al vizeyi.” Ben de gittim, param da hazır, pasaport da hazır. O esnada bir ağabey aradı beni. Benim gideceğimi duymuş. Dedi ki, “ Bekle. Pazartesi beraber verelim parayı. Birlikte gideriz.” Arkadaş olduğu için aynı turda olmak istemiş. “Tamam” dedim.
Arkadaşınız Nur Talebesi miydi?
Evet. Zaten ben dershanede kalıyordum artık. Hırdalan dershanesi var Bakü’ye yakın, orada kalıyordum. Arkadaş arayınca, “Tamam, benim için fark etmez. Zaten iki gün var” dedim. İki gün daha bekledik. Arkadaşla beraber pazartesi günü gittik pasaportları ve parayı vermek için. Bu defa dediler ki, “Kontenjan doldu. Size yer yok.” “Ne zaman boşalır?” “En azından bir ay sonra arayacaksınız” dediler. O an düşündüm bir ay nasıl geçecek? Çok uzun oldu bana. Çok üzüldüm, “Allah Allah ne kadar perişan oldum…” dedim. Geri dönerken, yolda bir arkadaşa rastladık adı Yusuf, onu da aldık arabaya. Dedim, “Yusuf, gidelim mi Rusya’ya?” Biraz da üzüntülüyüm ya, madem Mekke olmadı, Rusya’ya gidelim diye düşünüyorum. Demek ki bir hayır varmış. O da, “Hadi gidelim” dedi. Yusuf da Azeri ama Rusya’da da bulunmuş bir müddet. Aynı yaştaydık.
Beraber ağabeylerle meşveret ettik, “Nereye gidelim?” diye. Bir tarihi şehir var, oraya gitmek istiyoruz. Ama ağabeylerle istişare edince, “Moskova şu an çok ihtiyaç duyulan bir yer” dediler. Dershaneler var, cemaat var ama bir vakıf yok. “En iyisi oraya gidin” dediler. “Tamam” dedik. Hemen biletleri aldık. İki üç gün sonra gideceğiz. Bir de ben Umreye yazılmak isterken sormuştum görevliye, “Ne zaman gidiyorlar Mekke’ye?” diye. “Haftasonu” demişti. Aynı haftasonuna ben Moskova bileti almışım. Tevafuk oldu. Cumartesi gidiyoruz inşallah öğleden sonra Moskova’ya. Ben o gün kuşluk zamanı biraz uyudum. Yolculuk olacak, yorgun düşmeyeyim diye. Moskova’ya 2500 km mesafe var çünkü.
NUR’U BIRAKIP, ZULMETE GİDİYORUM
Neyle gidiyorsunuz?
Uçakla gideceğiz. İki buçuk saat sürecek. Neyse ben yattım. Yatarken düşündüm ki, “Subhanallah ben eğer Cuma günü vize almış olsaydım. Bu gün tam Moskova’da değil de Mekke’de olacaktım. Akşam Kabe’yi tavaf ediyor olacaktım” diye. Çok üzülmüşüm yani. Ama tahmin edemezsiniz. Tam aksi istikamete gidiyorum. “Nur’u bırakıp, zulmete gidiyorum” sanki. Çünkü dünyada küfrün en yoğun olduğu yer Moskova. En sıkıntılı bölgelerden biri, Mekke’nin tam tersi… Böyle düşüne düşüne uyumuşum.
Bir rüya gördüm o sırada. Görüyorum ki, “Uykudayım. Uykudan uyanmışım. Bir odadayım. Diyorum burası neresi acaba? Perdeyi kaldırıyorum. Bakıyorum ki Allah Allah tam Kabe’nin önündeyim. Pencereden elli metre uzakta Kabe… Ama çok kalabalık. Herkes tavaf ediyor. ‘Fesubhanallah’ diyorum. Ne güzel. Ama ben Moskova’da olduğumu, dershanede olduğumu biliyorum rüyada.
Yani sanki Moskova’ya gitmişim de dershane de uyanıyorum. Allah Allah diyorum, Kabe tam dershanenin önündeymiş. Ben Kabe’yi Mekke’de arıyordum. Yani sanki buradan Mekke’ye gitmek lazım Kabe’yi görmek için. Ama Kabe buradaymış meğerse dershanenin önünde diyorum rüyada. Hem bu dershanede kalırım hizmet ederim, hem de ara sıra gider Kabe’de tavaf ederim Elhamdülillah diye düşünüyorum. Ve bekliyorum ki rüyada, o kalabalık biraz sakinleşsin de gidip en yakından tavaf edebileyim. Benimle gelen o arkadaş Yusuf da orada. Kâbe’nin önünde durmuş. Bir arkadaş da var yanında. Ağlayarak, ihlasla dua ediyorlar. O da burada. Ne güzel oldu ya dedim. Şimdi o kadar seviniyorum ki. Elhamdülillah, iyi ki gelmişim Moskova’ya diyorum.
O sırada arkadaş telefon etmiş çıkalım diye. Böylece telefon sesiyle uyandım. Uyandığımda artık o üzüntüden hiç eser kalmamıştı. O an bana, “Hadi Kabe’ye gidiyorsun” dense belki gitmem yani. Çünkü rüya bana çok teselli ve sevinç vermişti. Öylece atladık uçağa, Moskova’ya gittik. Dershaneye girdim ki, aynı rüyamda gördüğüm oda…
Daha önce orayı görmemiştiniz değil mi?
Yok. İlk kez gidiyorum. “Fesubhanallah” dedim. “Aynı oda.” Bir mutfak, bir de küçük oda. Bu kadar. O zaman anladım ki, Cenab-ı Hak, bize “Devam edin, ben de sizin yanınızdayım” diyor. Bunu İsmail ağabey Sungur ağabey’e anlattı. Sungur ağabey şaşırdı, rüyayı tabir ederken dedi ki, “Demek ki bizler, bu dershane-i Nuriye’de kaldığımız zaman, bu hizmetlerle iştigal ettiğimiz zaman, Cenab-ı hak bize tıpkı Kabe’de tavaf eder gibi sevaplar yazıyor inşallah.” Elhamdülillah bizi şevklendirdi.
Rüyayı göreli çok olmadı öyleyse?
Evet. Yedi-sekiz ay kadar önce gördüm.
Moskova’ya gitmeden önce 2003 yılında Risalelerle tanıştım dediniz. O süre içinde neler yaptınız?
Azerbaycan’ın en iyi üniversitesinde Arap Dili ve Edebiyatı okudum. Önce on ay kadar bir kurs almıştım. Hazırlık kursu. İlk orada tanıştırdılar beni. Namaz falan derken, son ay tam başladım risale derslerine gitmeye. Kafkas Üniversitesine kaydoldum. Daha dersler başlamamıştı. O sırada tanıdım risaleleri. Hırdalan şehrinde evimiz vardı. Dershane de neredeyse iki yüz, üç yüz metre uzakta. Ben yarı evde, yarı dershanede kaldım. Babam taksi şoförü olduğu için, annem geceleri yalnız kalırdı. Geç gelirdi babam. Ben o zaman evde kalırdım. Geri kalan haftanın iki üç günü dershanede kalırdım. Bu böyle devam etti okul bitene kadar. Okul bitti. Moskova’ya gidene kadar dershanede kaldım bir yıl.
Moskova’ya ilk gittiğinizde neler yaşadınız? Neler hissettiniz?
İlk gittiğimde çok heyecanlıydım. Birçok tevafuk yaşadım. İlk Moskova’ya gittiğimde uçakta çok üşüdüm. Çok titriyordum, hastalandım. Hastalanınca içtiğim bir ilaç vardı. Birkaç tane içince hemen iyileşirdim. Moskova’ya indim. Yolda gidiyoruz. O ilacı bulup almak istiyorum. Bizi götüren şoför kardeşe, “Eczaneye gidelim, ilaç alalım” demek istiyorum. Araya başka konu giriyor, unutuyorum söylemeyi. Birkaç defa böyle hatırladım ama unuttum. Başka bir dershaneye gidiyoruz önce. Orada Fahrettin ağabey var. O da Azeri… Moskova’da eski vakıflardan… Onun arabasına bindik, o götürüyor bizi. Aynı hal gene hâsıl oldu. Birkaç sefer eczaneyi söylemek istedim ama unuttum. Beş-on sefer böyle oldu belki. Sonra benim kalacağım dershaneye gelince içerde hatırladım. “Neden almadım” diye hayıflandım. Çok hastayım ama hem üşüyorum.
Orada bir çekmece vardı. Çekmeceyi açtım, baktım ki aynen aradığım ilaçtan ve aynı benim istediğim miktarda. Baş harfi F ile başlayan ilaç çekmecede duruyor. Beş adet, birisi almış koymuş oraya… Ben uçakta, “Acaba o ilaçtan Moskova’da da var mıdır? Bulabilir miyim?” diye düşünüyordum. “Elhamdülillah ne güzel oldu. Biri bırakmış oraya, al demiş” dedim.
Moskova’da derse gelen Rus var mı?
Var. Çok var ama. Her derste yedi, sekiz, on milletten insan var. Kırgız, Kazak, Tatar, Pakistanlı hepsi var…
Türkiye’yi, cemaati nasıl buldunuz?
Elhamdülillah. Çok şevkimizi arttırdılar.
Abdullah Yeğin ağabeyle görüştünüz. Sonra Hüsnü bayram ve Mehmet Fırıncı ağabeyleri gördünüz. Bu konuda şanslısınız maşallah…
Evet ağabey. Birçok yöreden cemaatin bir araya gelmesi çok güzel. Sungur ağabeyleri, Abdullah Yeğin ağabeyleri bir arada görünce, onlardan Üstadla ilgili hatıraları dinleyince sanki Üstad’ı görüyormuş gibi hissediyor insan.
Kendinizi yabancı hissettiniz mi?
Hayır, hayır kesinlikle hissetmedim. Hatta burası Azerbaycan’dan daha samimi geldi bana.
Bundan sonra hedefleriniz nedir?
Moskova’nın Lobnia şehrinde hizmetlere devam etmeyi düşünüyorum. Buradan önce Bakü’ye gideceğim, sonra da Lobnia’ya geri döneceğim inşallah. Orada vakıflığa devam edeceğim.
RİSALE-İ NUR OKUDUK SUNNİ-Şİİ MESCİD BİRLEŞTİ
Lobnia şehrinde genelde hangi milletten insanlar var?
Rus çok fazla yok. Genelde Azeri. Şehirde Rus çok ama hizmet eden ağabeyler hep Azeri… Her derste en az yirmi kişi oluyor. Haftada dört kez ders oluyor. Mesela bir pazar dersiyle ilgili hatıramı anlatayım. İlk pazar dersine karar verildi. Düşünüyoruz “Nerede yapalım?” diye. Bir cami var orada. Cami değil de mescid diyelim. Küçük bir mescid. Hatta konteynırın içini mescid yapmışlar. Hemen yanında bir konteynır daha var. O da şia mezhebine ait ibadet yeri. Yani Şia ve Sünni cemaatlerinin ibadet yeri yan yana… Dedik ki, “İlk dersi gidip orada okuyalım.”
Ben ve bir arkadaş beraber gittik. Namazı kıldık. Kısa bir ders oldu. Kimse de yok zaten. Meyve Risalesinden on beş, yirmi dakika kadar okuduk. Fatiha verdik. Dua ettik. Ayrıldık.
Biz ayrılınca, orada Şialarla Sünniler bir toplantı yapmışlar. Demişler ki, “Biz acaba neden iki ayrı mescitte namaz kılıyoruz. Bunları birleştirelim. Tek mescitte namaz kılalım. Biraz da tamir edelim. Tek yerde kılalım. Neden ayrıyız?” Oradakiler de “Evet ya neden ayrı kılıyoruz?” diyerek mescidleri birleştirmişler. Bunu da ilan etmişler. Şimdi bir arada tek mescidde kılıyorlar namazı.
İkinci derste, yani bir sonraki hafta, gidip baktık ki, çok güzel tamir olmuş. Aradaki paravanı kaldırmışlar. Beraber namaz kılıyorlar. Risale-i Nur’un kerameti bu. Orada okunmasının hatırına belki de Cenab-ı Hak ihsan etti.
PUTİN DE BENİ ÇAĞIRSAYDI RİSALE-İ NUR DERSİNİ BIRAKMAZDIM
Ailenizin inanç durumu nasıl?
Annem ve babam Sünniydiler. Ama namaz kılmıyorduk. Ben Sünni ne demektir daha sonra anladım. Risale-i Nurlar sayesinde anladım. Duymuştum Sünni, Şia gibi şeyler ama bilmiyordum. Sadece nenem kılardı namazı.
Şimdi aileniz de namaz kılıyor mu?
Evet kılıyorlar elhamdülillah. Evimize Risale-i Nurlar girdikten sonra, ilk önce ablam başladı namaza. Daha sonra annem, sonra babam, şimdi de kardeşim başladı. Şimdi dua ediyorum. Bir kız kardeşim var. O da başlasın diye. Biz beşimiz kılıyoruz elhamdülillah. Her hafta ders oluyor evimizde.
Bir hususu daha belirteyim. Rusya’da Moskova’da bulunan eskiden orada yaşayan Azeriler çok susamışlar iman hakikatlerine. Mesela bir gün bir yere gittim. Ders okuyoruz. Okurken biri dersi kesiyordu. Daha doğrusu çay vardı önümüzde. Biri geçiyordu oradan. “Bana da çay verin” dedi. Geldi oturdu. Ama durmuyor yerinde. Dersin maneviyatını bozuyor. Sohbet ediyor, konuşuyor… Kırk, kırkbeş yaşlarında birisi… Ben dersi okumaya başladım biraz. Meyve Risalesinden, herhalde üçüncü meyveden okuyorum.
Önce kulak vermeye başladı. Biraz sonra baktım tamamen sustu. Telefonu çalınca tuşa bastı. Sonra da tamamen kapatıp cebine koydu. İşadamı olduğu için çok mühim işleri oluyormuş. Durdu. Dinledi. Ders bitti. Biz namaza hazırlanıyoruz. Namaza kalkarken, “Kusura bakmayın, hakkınızı helal edin. Çok mühim işleriniz vardı. Burada sizi oyaladım” dedim adama. “Yok” dedi adam. “Vallahi Putin gibi on tane adam gelseydi, beni çağırsaydı. Deseydi, ‘Gel seninle çok mühim işim var. Ben onlara, ‘Siz bekleyiniz. Bizim burada daha mühim bir işimiz var’ diyecektim” dedi. Adam ilk dersten böyle etkilendi. Sonra “Ben orada ders var” dedim. Zaten konteynırın sahibi de, bizimle ilgisi var, bizi tanıyor. Biz gittikten sonra o işadamı her zaman geliyormuş. “Onlar geldi mi, gelecek mi?” diyormuş. Beni de görünce diyor “Gene gelecek misiniz?” Dersimiz on-onbeş dakika sürmüştü ama adam çok etkilenmiş. Fesubhanallah adam bambaşka biri oldu yani. Elhamdülillah çok böyle tevafuklu olaylar oluyor. Bizim de şevkimizi artırıyor…