Etiket arşivi: merak

Bismillah nasıl her hayrın başı?

İyilik varoluşsal, kötülük ise eylemseldir.” Markar Esayan, İyi Şeyler’den…

Tezekkür, tefekkürü terketmişse, nihayeti ülfettir. Risale-i Nur’da bazı vecizeler var, tırnaklamayı/söylemeyi çok sevdiğimiz halde, hakikatinin peşinde koşmayı bırakmışız. Meraksızlık, bir nevi ölüm, hayretin ölümü. Merak, hayattan bir cüz, en az hareket etmek kadar emaresi. Gaflet hayretin intiharı. Bunlardan en öne çıkanı, kanaatimce: “Bismillah her hayrın başıdır…” cümlesi. Şiddet-i zuhur her zaman görmek sebebi olmuyor maalesef. Bazı zaman da, tam tersi, körlük sebebi. Gözlüklü gözle gözlük aramak gibi. Aczin iki ucu var: Birisi yapamamak’a bakıyor, diğeri ise kuşatamamak’a. Yapamasan da acizsin, yaparken kuşatamasan da.

“Bismillah her hayrın başıdır.” Acaba öyle midir? Bediüzzaman’ın hiçbir cümlesi yoktur ki, sınamaktan korkayım onu. Korkmam çünkü sınanmayı seven birisidir. Metinlerini benim için karşıkonulmaz kılan zaten sürekli sınanıyormuş gibi yazmasıdır onları. Burhan üstüne burhan, delil üstüne delil eklemesidir. Eğer, bir yerde delillendirmediğini görürsem, bunu o cümleye güvensizliğe hamletmem bu yüzden. Belki de tefekkürün kapısını açmış ve yolculuğun devamını ise takipçisine bırakmıştır? Öyle ya, her soruya bizzat kendisi cevap verse, yazdığı yine kitap olur; ama sormayı öğretenin yazdığı ancak ekoldür. Farkını soruyorsan: Birisi, kendinde bitmiş olan. Diğeri, kendiyle birlikte başlayan.

“Bismillah her hayrın başıdır.” Bu cümlenin birkaç sorusu var ortaya konması gereken. Doğru soruları bulduğunuzda doğru cevaplar da başlıyor ortaya çıkmaya. Birinci soru: Hayr nedir? Yalnız faydalı olan mı? İşe yarayan mı? Yetmiyor bu anlamlar ‘hayr’ı tartmaya. Neyse ki 13. Lem’a yetişiyor imdadımıza: Ekseriyet-i mutlaka ile dalâlet ve şer, menfidir ve tahriptir ve ademîdir ve bozmaktır. Ve ekseriyet-i mutlaka ile hidayet ve hayır, müsbettir ve vücudîdir ve imar ve tamirdir. Demek, hayrı tarif ederken vücudî olana, yani varoluşsal olana bakacağız. Parçaya değil bütüne daha çok. Hem bütüne, hem bütünlüğe (onun zamanı aşmış boyutuyla sonsuzluğa) hizmet edene. Vücudî, doğrudan varoluşu; imar ve tamir ise varoluşun bizim nazarımızda eksik gözüken yanlarının tamamlanmasını ifade ediyor sanki.

Bu arada şerre de bir yer bulalım: Şer, varoluşu kesintiye uğratan, eksik bırakan, yıkan, belki de sonlandıran. Şer, bu pencereden bakınca eylemsizlik değil, bir çeşit eylem. Ama varoluşa hizmet etmeyen eylem. Sonuçları, varolanın devamına ve bütünlüğüne hizmet etmiyor. Demek eylemler de ikiyi bölündü şimdi: Varoluşsal ve yıkımsal. Vücudî veya ademî. Peki insanın elinde var etme ve yok etme gücü var mı? Yok. Ama nazarında/kesbinde var kılmak veya yok kılmak?

Var. Bediüzzaman’ın “Halk-ı şer şer değildir, kesb-i şer şerdir” sözünü de anımsayalım burada. Yaratılan şer değil aslında. Bizim eksik bakışımız/bırakışımız şer. Şer bireysel bu yüzden. Hayır ise kapsamlı. Hayrı görmek bütüne bakmayı gerektiriyor daha çok. Şerri kazanan danesinde boğuluyor. Gözünü kapamakla yalnız kendine gece ediyor. Hayrı arıyorsan hep açını genişleteceksin. Daha geniş bakmak boğulmayı engeller. Gel, istersen Muhakemat’a götüreyim seni: Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz’îdir.

Şimdi yeni suallerin peşine düşmeli: “Neden Allah’ın ismi, varlıksal olanın herşeyin başıdır?” Ama bunun cevabı malum. Vareden Oysa elbette varoluşsal herşey Onun ismine bağlı. Bu kolay oldu. Yeni bir sual soralım o zaman: “Neden başka bir isim değil de Allah ismi varoluşsal herşeyin başı?”

İşte bu soru içinde güzel bir ders var. Allah ismi, Esma terminolojisinde, aslında bütün isimlerin manalarını kendinde derceden, toplayan, kapsayan bir kuşatıcılığa sahip. Ondan gayrı hangi ismi zikretsen, evet yine Allah’ın ismidir ama, Allah ismi değildir. Çünkü onun kuşatıcılığına sahip değildir. Allah ismini zikrettiğin zaman bütün esmayı ve sıfatı, bütün kuşatıcılığı ve dengesiyle zikretmiş sayılırsın. Bakma, şimdilerde onu söylerken yalnız aklımıza Halık isminin manası geliyor. O bizim hatamız. Aslında Allah ism-i celili bütün esmanın başıdır ve hepsinin manasını kuşatır.

Hatırlıyor musun, yukarıda, şerrin cüz’î olduğunu öğrenmiştik? Hayrın ise geniş bakmakla kendini gösterdiğinden bahsetmiştik. Şimdi farklı bir şekilde bakmayı teklif ediyorum “Kâfirler Allah’ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hatâ ediyorlar…” cümlesinden hareketle: Sakın bizim şer sandıklarımız, yahut kesb ile kendimize şer kıldıklarımız, işte böyle isimlerin tamamını kuşanamayışımızdan, tamamının denge halinden meselelere bakamayışımızdan olmasın? Mesela: Musibeti Allah’tan bilip de Allah’ı Hakîm bilmemek; Onun celalini en küçük hücremize kadar hissedip cemalini görememek, eksik nazarımızda, bizim için hayrolanı, bize şer kılmaz mı? Başka versiyonlarıyla da bu tehlike geçerli:

Madem perdelerin birbirine temâşâ eder pencereleri var (…) elbette gerektir ki: Cenab-ı Hakkı bir isim, bir ünvan ile; bir rubûbiyetle ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rubûbiyetleri, şenleri, içinde inkâr etmesin. Belki, her bir ismin cilvesinden sair esmaya intikal etmezse, zarar eder. Mesela, Kadîr ve Halık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dal düşebilir.[1]

Bu açıdan bakınca “Bismillah her hayrın başıdır…” çok kapsamlı bir hakikatin anahtarı gibi görünüyor. Şöyle: Varlıksal olan denge ister. Denge ise kuşatıcılık. Kuşatıcılık ise bütün esmayı bilmekle olur. Esma ise Allah ism-i celilinin içinde deruhte. Onun kuşatıcılığını yakalarsan hayatı hayırla yaşarsın. Varlık da sana hep hayır yüzünü gösterir. Bismillah, Allahın ismiyle başlamak herşeye, belki bu yüzden İslam nişanı. Buradan nişan alırsan hakikati ıskalamazsın. Hiçbir yerde, şen’de, isim’de, cilve’de, ünvan’da, rububiyet’te takılmazsın. “Alanı her yerde selametle gezdi!” cümlesi hakikatin olur. Bu arada: Ene Risalesi’nin ahirindeki üç yolu düşün. Neden en makbul olan yol, göğe yükseldiğinde, yani herşeyi kuşbakışı/kuşatıcı seyrettiğinde aldığın yol?

[1] İlginçtir, bu metnin devamında, Bediüzzaman’ın, okuruna tembih ettiği her Kur’anî cümle ‘Allah’ lafzını içeriyor.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Başarının 3 Temel motivasyonu; Merak, Heves, İstek

Başarının temelinde “heves” vardır. Heves, iç motivasyondur. Kaçtığında “tükenmişlik” başlar.

Günümüz çocuklarının eğitim başarısızlıklarının temelinde “öğrenme hevesinin kaçması” vardır.
Heves, merak duygusunun bir ürünüdür… Merak yoksa heves olmaz.

egitmenBir eğiticinin başarısı, öğrencisinde uyandırdığı merak kadardır.

Merak, mizaçtan mizaca değişir.

Bazı çocuklar, tabiattaki yaşama meraklıdır; bir kırkayaklı böcek gördüklerinde merak duygusu tetiklenir, onu incelemek ister… Bazıları, müziğe meraklıdır, ince tınılar arasında farklılığı hissettikçe heyecan duyar.

Matematik dersi anlatan bir eğitici, tabiata karşı meraklı öğrencisine, kırkayaklı böceğin ayaklarını birlikte sayarken sayı saymayı öğretebilir… Coğrafya hocası, müziğe meraklı öğrencisine, farklı kültüre ait müzik türlerini dünya haritası üzerinde tanıtırken, ülkelerin coğrafi konumlarını öğretebilir.

Her ne kadar merak, öğrenmenin temel motivasyonu olsa da “merakın hevese dönüşmesi” sevecen bir eğiticinin çocuğun “denemelerine izin vermesi” ile mümkündür. Zira çocuk, merak ettiği işi, kendisinin de yapabileceğine inanırsa, “heves” başlar.

Öğrencilerinin heveslerini kaçırmak istemeyen bir eğitici, “öğrenme çıtasını kısa aralıklı tutmalı”, büyük ve uzak hedefler vermemelidir. Çocuğun, her bir öğrenme basamağını “küçük adımlarla” ve “başarma hazzını” tada tada çıkmasına izin vermelidir.

Beklenti çıtası yükseltilmiş, öğrenme halkaları kopmuş, bir önceki öğrenmeleri tamamlamadan bir sonraki öğrenmelere geçmiş çocuklarda “heves” olmaz.

Heves, her ne kadar öğrenmede temel bir işlev görse de, geçici bir motivasyondur. Kalıcı öğrenme, hevesin, “istek”e dönüşmesi ile mümkündür.

İstek; heves edilen işin, “atık duygusal enerjisi” ile oluşan öğrenme gücüdür.

Yazmayı yeni öğrenen bir çocuğun yazma hevesi 2 sayfa ise, eğitici “istersen bir sayfa kadar yazabilirsin” diyerek ona “hevesinden daha az bir görev” verirse, 1 sayfa yazma işini tamamlayan çocuğun kalan enerjisi, onu 1 sayfa daha yazı yazmaya teşvik eder… İşte, çocuğun “kendi isteği” ile yazdığı bu 1 sayfa, onun “kendi başına yapabilmekten kaynaklanan güven duygusunu” oluşturur. Öğrenme motivasyonunun son halkası, yapabileceğine “inanma” ve güvendir.

Bir işi yapabileceğine inanmayan kişi, o işi yapmaya istekli olmaz.

Yaşama sevinci tükenmiş, mutsuz ve kendi ile barışık olmayan, öğrencisine “insan olmaktan kaynaklanan bir eşitlik” ilkesi ile yaklaşmayan, sınıf ortamını baskıcı bir ruh hâli ile hapishaneye çeviren eğiticiler, öğrencilerinde, öğrenmeye karşı ne merak ne de istek uyandırır. Böylesi eğiticilerin, çocuğu “dış motivasyonlarla” manipüle ederek eğitimi sürdürmek zorunda kaldıkları da bir gerçektir.

En masum dış motivasyon, çocukları birbiri ile yarıştırmak veya mükafata alıştırmaktır.

Merak duygusunu yitirmiş çocuklara “ödevini kim erken bitirirse ona çikolata vereceğim” denildiğinde, onların enerji dolu bir hâl ile yeniden canlandıklarını görürsünüz… Böylesi çocuklar, yeni şeyler öğrenmenin verdiği “dingin bir heves” ile değil, çikolata alabilme, öne geçme veya geride kalmama hırsı ile ödevlerine saldırırlar.

Hırs, dış motivasyondur, başarıyı artırsa da kişilik gelişiminin önündeki en büyük etkendir.
Narsist Kişilik Bozukluğu sürecinin temel enerji kaynağı hırstır.
Çocukta hırs arttıkça, başarısızlıklar karşısında psikolojik yıkım da o kadar artar.

Eğiticiler, kendilerine emanet edilen masum çocukları çikolata hırsı ile birbirleri ile yarıştırmak yerine, Allah’ın her insanın özünde yarattığı “merak, heves, istek” duygularını harekete geçirmeli ve kalıcı öğrenmeyi her çocuğun hakkı olarak kabul etmelidir…

Pedagog Dr. Adem Güneş

Neyi Merak Etmeliyiz? (Risale-i Nur’dan)

Meraksa, ilme hocadır. İhtiyaçtır terakkînin üstadı. Sözler : Lemeât s. 667

Bilirsin ki, en ziyâde insanı tahrik eden meraktır. Mektubat : On Dokuzuncu Mektup s.197

Hakaik-ı îmaniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksat olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak; ve Risale-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ı merak ve maksud-u bizzat olmak lazım iken…Beyanat ve Tenvirler s. 184

“Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez; sizler, lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmayasınız” düsturun manası, “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.” Madem bu ayet ve bu düstur; bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz.

Hatta ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için kesret dairelerini unutmaya çalışıyorlar, ta kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarf etmek lazım gelen merakı; zevki, şevki, lüzumsuz fani şeylerde telef olmasın.

Sual: Bize verdiğiniz cevapta diyorsunuz. “Siyasî geniş daireleri merak ile takip eden, küçük daireler içindeki vazifelerinde zarar eder. Bunun izahını istiyoruz?

Elcevap: Üstadımız diyor ki, “Evet, bu zamanda merakla radyo vasıtasıyla ciddî alakadarane küre-i arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddî ve manevî pek çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır manevî bir divane olur; ya kalbini dağıtır manevî bir dinsiz olur; ya fikrini dağıtır manevî bir ecnebî olur.

“Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi: O geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder, hakiki ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır. Hem her halde bir tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur” mealinde orada denilmiştir.

Şimdi ben de derim ki: Merak yüzünden ve afakî hadisatın verdiği sarhoşane gafletten zevk alan biçareler!  Eğer “İnsanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla sizin, farz ve lazım vazifeniz zararına o hadise, o geniş boğuşmalara sevk ediyor. Bu da bir ihtiyac-ı manevidir, fıtridir” derseniz, ben de derim:

Kat iyen biliniz ki, insanın, çok mu’cizâtlı hilkatine merak etmeyip, dikkat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemal-i merakla temaşasına daldığı gibi; aynen bu asırda, nev-i beşerin muvakkat ve fani, tahripçi geniş hadiseleri ve zemin yüzünde yüz bin millet ve insan nev i gibi çok hadisat-ı acibeye mazhar o milletlerden, her baharda yalnız bir tek arı milletine ve üzüm taifesine baksan, bu nev-i beşerdeki hadisatın yüz defa daha mucib-i merak ve ruhani, manevi zevklere medar hadiseler var.

Bu hakiki zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, arızi hadiselerine bu kadar merak ve zevkle bağlanmak; dünyada ebedi kalmak ve o hadiseler daimi olmak ve herkese o hadiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hadiseye sebebiyet verenlerin hakiki fail ve mucid olmak şartıyla olabilir. Halbuki, havanın fırtınaları gibi geçici hallerdir. Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz i… Ondaki zarar ve menfaati, o vaziyet şarktan, Bahr-i Muhitten sana göndermez. Senden sana daha yakın ve senin kalbin Onun tasarrufunda ve senin cismin Onun tedbir ve icadında olan bir Zât-ı Akdesin rububiyetini ve hikmetini nazara almayıp, ta dünyanın nihayetinden zarar ve menfaati beklemek ne derece divanelik olduğu tarif edilmez.

Hem İmân ve hakikat noktasında, bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakiki vazife-i insaniyeti ve ahireti unutturacak olan en geniş daire ise siyaset dairesidir. Hususan böyle umumi ve mücadele suretindeki hadiseler, kalbi de boğuyor. “

Emirdağ Lâhikası: Hiss-i Kablelvukuun Tetimmesi s. 52

Paylaşım: Zafer Karlı

www.NurNet.Org