Etiket arşivi: merhamet

Allah, sabredenlerle beraberdir, çünkü yalnız bırakılırlar

Cenab-ı Hak bize vahyinde sırlı bir şekilde hatırlatıyor: “Allah sabredenlerle beraberdir.

Bugünlerde bu ihtarı daha bir farkediyorum. Çünkü/yine sabredenlerin yalnız bırakıldığı zamanlara geldik. İfratın veya tefritin muteber olduğu, itidalde olanların ise ‘pasiflikle’ suçlandığı zamanlar çaldı kapımızı tekrar. Korkumuz savaştan değil. Korkumuz ölümden değil. Ahirete inananlar için bunlar pasaporttan başka birşey sayılmaz. Korkumuz ‘hakkın yanında değilken’ ölmekten. İfrat edip doğrunun selametine zarar vermiş olmaktan. Allah’ın yanında birilerinin hakkıyla gitmekten.

Ebedî zararlardan korkuyoruz biz. Dünyamıza verilen zararlar, ona kazık çakmayı planlamadığımız için, kanımıza dokunmuyor. Aleyhimize görünmüyor. Tek dünyalı değiliz. Varlığımızı yalnız buradaki varlığımızla, lezzetimizle, saadetimizle, huzurumuzla, zenginliğimizle, ulaşabildiklerimiz/bileceklerimizle tanımlamıyoruz ki buranın esiri/delisi olalım. Ölenimize kahrolalım. Gidenimizle mahvolalım. Kahrolmak/mahvolmak inanmayanın hakkıdır. Tepe tepe kullanabilir. Biz, elhamdülillah, gayba iman etmeyi seçtik. Dünyaya artık ötesini hesaba katmadan bakamayız.

Dediğim gibi: Sabredenler kolay yalnız bırakılır. Hatta sevilmezler. Nefret kazanmazlarsa da alabilecekleri en büyük iltifat acımadır. Hainlikle itham edilmezlerse, gayretsizlik veya samimiyetsizlik suçlamasıyla teselli bulabilirler. Duygulara kapılmak daha kolaydır musibet zamanlarında. Ve duyguların sekr halini yaşamanın taliplisi çoktur.

Aklın şalterini kapatıp öfkesinin/hüznünün kontrolüne kendisini bırakan insanlarla dolu her yanımız. Asr sûresinin anlattığı hüsran zamanları bir değil, beş değil, on değil. Dönüp dönüp tekrar yaşanan bir süreç ‘husr’. Diller bıçak. Eller yumruk. Gözler kara. Kalpler merhametsiz. Onlara Allah’ı hatırlatmanızdan bile rahatsız olan imanlı insanlarla karşılaşıyorsunuz. Allah’ı hatırlatmanızı istemiyorlar, çünkü Allah’ı hatırlamak demek, emir ve yasaklarını hatırlamak demek. Sınırları hatırlamak demek. Aşırıya gitmemeyi nasihatleyen vicdandaki o sesi uyandırmak demek. Bunu istemiyorlar. Herkes birbirine gaz vermede yarışıyor. Kan çağrısı bu zamanların en kolay işi. Akılda en geride olanlarımız yumrukları sıkılı en ileride koşuyorlar. Bu kalabalık nereye gider? Yolda ne kadar insaflı kalır? Vardığı yerde, velev muvaffak olsun, Allah ondan ne kadar razı olur?

Sabır gayretsizlik değildir. Sabır istikametli gayrettir. Durması gereken yerde duran ama yapması gerekeni de yapan gayrettir. Bize en çok yapılan suçlama, yani ‘gayretsiz/hamiyetsiz olma’ ithamının altında yatan şey, kanaatimce, onlar gibi sarhoş olmamamız. Herşeyin sonunu hesap ediyor ve varacağı yerden endişe ediyor olmamız. Mahlukata Allah’ın yarattığına gösterilmesi gereken bir incelikle/teenniyle muamele ediyor olmamız. Yoksa, Bediüzzaman’ın ifadesiyle, sabrın üç çeşidi olan; günahlardan sakınmaktaki sabır, musibetlere karşı dayanmakta gösterilen sabır ve ibadetlere devamda sergilenmesi gereken sabır, bunlardan hiçbirisi ‘gayretsizlik/hamiyetsizlik’ ifadesi değildir. Bunlar, sınanma vakitlerinde ‘gayretin istikametini’ yitirmemenin yöntemleridir. Gemimizin denge direkleridir.

Doğru. ‘Doğru’ duygularının seni götürdüğü yerde olmayabilir her zaman. Aklın da her vakit doğruyu bulamayabilir. Ama Allah, şeriatı ile, sana şaşmayacak olan hakikati bildirir. Merhamet öfkeden daha az hata yaptırır. Merhametsiz adalet eksiktir. Adaletsiz merhamet fazladır. Ve sen sabretmekle kendi iradenin tercihinden vazgeçerek Allah’ın küllî iradesinin emrine tâbi olursun. Şüphesiz Allah en doğrusu bilir! hakikatinin hâl diliyle söylenişidir bu. Sabreden ister istemez tevekkül eder. Kendi cüzi iradesini kaderin denizine bırakır.

“Resim karıştı. Manzara karardı. Burada artık kendi amelimin/fikrimin selametine güvenmiyorum. Ona tevekkül ediyorum. Onun emrinin doğruluğu sorgulanmaz. Ama irademin beni çekip götürmeye çalıştığı yerin sağı/solu belli olmaz…” demektir bu aslında. ‘Kolay olacak’ demiyorum. Eminim çoklar senden yüz çevirecek. Söylediklerinden, tavrından, hatırlattıklarından mutlu olmayacaklar, eminim. Yalnız da bırakılacaksın. İstenmeyen de olacaksın. Düşmana denk görüldüğün, hatta daha çok nefret edildiğin zamanlar da gelecek. Ama sen Allah Resulü aleyhissalatuvesselama öğretildiği gibi diyeceksin: “Eğer yüz çevirirlerse; de ki: Allah, bana yeter. Ondan başka hiç bir ilah yoktur. Ben Ona tevekkül ettim ve yüce arşın Rabbi de Odur.

Ahmet AY

“Sevgi dini”nin neresindeyiz?

 Dinimiz “sevgi dini”, Peygamberimiz “Rahmet Peygamberi”…

Peki biz “sevgi dini”ne mensup Müslümanlar olaraktan “sevgi insanı” mıyız? İnsanları gerçekten seviyor muyuz? Dindaşlarımızı “kardeş”, diğerlerini “türdeş”olarak görüyor muyuz? 

Biz de tıpkı Peygamber-i Âlişân Efendimiz gibi, merhametli miyiz, hamiyetli miyiz, şefkatli miyiz? 

Böyle isek, şu bencilleşmiş, paylaşımsız, acımasız dünya kimin dünyası?

Bu dünyada şefkat yok, merhamet yok, insan yok, izan yok, hakperestlik yok, tevazu yok, yardımlaşma yok…

Tıpkı kapitalist dünya görüşüne kilitlenmiş tek dünyalılar gibi kendi eksenimize kilitlenmiş, sırf kendimiz için yaşıyoruz.

Bu da terörü besliyor. Çünkü bir tarafın her şeyi var, bir tarafın hiçbir şeyi yok. Hiçbir şeyi olmayanlar, normal yoldan elde edemedikleri şeylere ulaşmak için, o imkânı sembolize eden ikiz kuleleri berhava ediyorlar.

Bediüzzaman bir kez daha haklı çıkıyor: “Kalb-i insaniden (insan kalbinden) rahmet ve merhamet çıksa, akıl ve zekâvet daha onu durduramaz, anarşist olur, bir semm-i katil (öldürücü zehir) hükmüne geçer.”

İnsanın gerçekten insan olması, bir başka deyişle “adam gibi adam” olabilmesi için kalbinde “rahmet” ve “merhamet” taşıması lâzım. Bu ikisi “sevgi” eksenlidir. Demek ki, insanın gerçek insan olabilmesi için diğer insanlara karşı merhametli olması ve tabiî hayatı-kâinatı sevmesi gerekiyor.

Ancak durduk yerde insan insanı sevemez. İnsanın insanı sevebilmesi için, o mükemmel varlığın Yaratıcısını kavraması lazım. 

Ancak Yaratıcıyı kavrayabilir, idrak edebilirse, “Eşrefi mahlûkat” (yaratılmışların en yücesi, en şereflisi) olarak yarattığı en müstesna varlığı da (insanı da) sevebilir. 

Yani işin başı yine Allah sevgisi…

Yunusleyin bir deyişle, “Yaradan’dan ötürü, yaradılanı sevme” san’atıdır.

Oysa biz hâlâ Yaratıcı Kudreti kavrayamadık. Onu kavrayamadığımız için de insanı sevmeyi öğrenmedik…

Hâlâ “benim inancım, benim mezhebim, benim milletim, benim tarikatım, benim cemaatim, benim siyasetim, benim partim, benim liderim, benim takımım, benim hemşehrim” mantığındayız…

Farkında olmadan bölücülük yapıyoruz!

Oysa kadîm kültürümüz devlet, para ya da eşya eksenli değil, insan merkezlidir.

***

Çağını aşan devletler kurmuş bir milletin çocuklarıyız. 

“Çağını aşma” tabirini kuru övünme olsun diye kullanmadım. Bunu peşinen söylüyorum ki, tespitlerim tarihle övünme meylimizin dürtüsü olarak görülmesin. Benim derdim tarihle övünmek, ya da dövünmek değil, sadece doğru dürüst tespitler yapmak, bir bakıma geleceğe tarihin ışığını tutmaktır.

Bugünlerde, uyulmasa bile, çok revaçta olan şu “önce insan” sloganı var ya, gerek ceddimizin dünya görüşüne, gerekse Osmanlı Devleti’nin temel felsefesine tamı tamına oturuyor. Bu söz zaten, Osmanlı Devleti’ni kuran Osman Gazi’nin maneviyat önderi ve kayınpederi Şeyh Edebali’ye aittir. Edebali’nin Osman Gazi’ye öğütlerinin bir cümlesi aynen şöyledir: “Oğul Osman, insanı yaşat ki, devlet yaşasın!”

Osman Gazi bu öğüdü tuttuğu, arkadaşlarına değer verdiği için çok kısa sayılabilecek bir zaman diliminde civarındaki Bizans kalelerini fethedip Selçuklu’nun “Uçbeyi” oldu.

Sadece Osman Gazi değil, ondan sonra gelenler de Şeyh’in öğüdünü tutmuş, devleti insan merkezli bir temele oturmuşlar. Ve devleti bir “Şefkat Devleti”ne, “İnfak (yardım) Devleti”ne, açıkçası tümüyle büyük, devasa bir hayır kurumuna dönüştürmüşler.

Osmanlı Devleti, askerî zaferlerinin yanı sıra, siyasal, ekonomik ve medenî başarılarını da bu anlayışına borçludur.

Bugün de insan hakları eksenli devletler çağın önder devletleridir.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Sevgiyi Sevmek Zorundayız

Yüce Yaratıcı kendisini unutanı, kendi haline bırakıyor. Bir Batılı düşünürün ifadesiyle, ALLAH’ tan uzaklaşan insan, bizzat kendisinden uzaklaştı. Allah’tan uzaklaşmak, insanlıktan uzaklaşmak anlamına geldi. Bu şekilde kendisinden uzaklaşan insanlar, artık insanlar gibi konuşamıyorlar ama, hayvanlar gibi havlaşıyorlar. Madde itibariyle çok zenginleşen insanlar, yüreklerini fakirliğe teslim etmiş bulunuyorlar. Hep biriktirmek ve daha fazlasına sahip olmak uğruna, hatır gönül dinlemiyen insan, en yakınlarını bile uzaklaştırdı. En çok ihtiyaç duyduğu zamanda bile bulamayacağı kadar uzaklaştırdı. Şimdi Batılı zenginler, önemli bir hastalık geçirdiklerinde, tehlikeli bir ameliyat yaşadıklarında çok seviniyorlar. Çünkü ancak o zamanlarda, yakınlarının sevgisini ve bir parça da olsa şefkatini görebiliyorlar. Maddeci medeniyet insanı sevgi yetimi ve şefkat öksüzü haline getirmiştir.

İşte bu zihniyetin en hayırlı sonucu, çok kullanışlı ve lüks huzur evleri açmaktır. Çünkü maddeci insanın kendisi gibi çıkarlarından ve beden rahatından başka değer tanımıyan nesli, anne ve babası da dahil kimseyle birşey paylaşmak istemiyor.

Bu sebeble, Batılı bir pedagog şöyle diyor:

“Çocuklarınıza iyi bakın ve çok iyi bir eğitim verin. Çünkü onlar gelecekte sizin hangi huzurevinde kalacağınıza karar verecek kişilerdir.”

Demek oluyor ki, bugünkü maddeci medeniyetin yetiştirdiği en hayırlı evlat, ebeveynini en iyi bir huzurevine götürüp bırakandır. Bu anlayış artık bizim ülkemizde de yerleşmeye başlamıştır. Hem de varlıklı insanlar huzurevi köşelerine atıp ziyaretine aylarca, yıllarca gelmediği anne babasını huzursuz etmektedir.
Bütün bunlar günümüz dünyasında çölleşen yüreklerin feryadı sayılmalıdır.

Bu kötü gelenek, yürek zengini insanlar tarafından kırılmalıdır. Bu insanlar artık Batı dünyasında giderek azalmaktadır. Dolayısıyla da bu noktada Müslümanlara görev düşmektedir.

Hala Allah ve ahiret imanı ile yüreklerinde insanı bir taraf kalmış olan Müslümanlar’a çok büyük bir vebal ve ağır bir görevdir bu… Eğer yeryüzünde sevgi yaşayacaksa, yani insan, insan olması itibariyle, yaşamaya değer bir hayatı yaşayacaksa, MÜSLÜMAN yüreğine ihtiyaç vardır. Bu yürek, Allah’a imanla yücelmiştir. O’NA TEVEKKÜL VE TESLİMİYETLE güçlenmiştir. Yaptığı iyiliklerin dünyada değilse bile, ahirette işe yarayacağını bilen, bu sebeble de kötülük görse dahi, iyilikten vazgeçmeyen bir yürektir. Bütün mahlukatı Allah’ın ayali bilen, varlığa hizmet etmenin Allah’a kulluk olduğunu idrak etmiş bir yürektir.

Yani yaratılmışı YARATAN’dan ötürü seven bir anlayış…

Vehbi Vakkasoğlu

Lezzet Yolculuğunda Yitirdiklerimiz

Lezzetler vücutlara girdiğinden beri başkalaştı mütevazi, asil duruşlar. Nerede “dünya bana sevimli göründü” diyerek kendine sunulmuş bir bardak suyu içmekten vazgeçen ruhlar?
 
İçtikçe içmeyi, yedikçe yemeyi, istedikçe istemeyi öğrenen sabırsız bedenler, ansızın gelebilecek yokluklara isyan bayrağı dikmesin de ne yapsın? İsyan denizinde rotasını kaybetmiş gemi gibi sürüklenirken nereye bakacağını şaşırmış, kah buzdağına çarpmış, kah yan yatmış yada isyanın dibini boylamış bir meyyit olarak kendini salmış…
 
Lezzetleri acılaştıran ölümü ne kadar az zikrediyoruz. Belki de Tv karşısında en ciddi meseleleri bile  çekirdek çitleyerek izliyoruz. Sanal alemlerde yalancı kılıklar sergiliyoruz.
 
Ne oldu da bu kadar duyarsızlaştı(rıldı)k?
Hangi acıların üzerini örtmek için ? 
Yoksa gamsızlığımız, hesabını veremeyeğimiz yüklerin altından kalkamamaktan mı?
Korkuları saklamaktanmı ?
Yahut herşeyin üstünde baştacı yaptığımız o vazgeçilmez zevklerin tutkusundan mı?
Merhameti kaybettik üzgünüm.
 
Güvenlerimizi sarsanlara karşı dik durmak yerine, güven hak edenleri de es geçtik. Nasılsa iyi niyetlerimiz zayi olacak deyip, sert yüzümüzü göstermeyi yeğledik. Ve acı çektiğimizi bile anti -depresanlarla gizledik. Gülüyorduk her şeye…Boşver dedik, lezzet almaya bak.
 
Yatarken Kabe tarafına ayaklarımı uzatmayayım diye yönünü çeviren ceddimizin hassasiyetini yitirdik. Çok ders çalıştı diye sabah namazına kaldırmaya kıyamadığımız evlatlar yetiştirdik, farzlara olan saygımızı yitirdik. Etrafına buyur etmeden suyu bir dikişte içmeyi öğrettik, sünnetullahı hayatımıza geçirmeyi yitirdik. Başörtüsünün içine hörgüçler yerleştirdik, dar pantolonlarla kombine edip el ele erkek arkadaşlar edindik. Haramsal lezzetlere müptela olup, helalleri kaybettik.
 
Arkadan gelen şefkat tokatlarını çok görmeyelim. Lezzetlere tutsak oldukça acıların esiri olmak kaçınılmaz. Bunu yaşamadan evvel yaşayanlardan ibret almalı. Zira haramların ardından gelen elemler tekerrür eden birer kanundur. Sonuca katlanacak kadar güçlüyüm dememeli. Lezzet bittiğinde kalbinden gülü kopmuş dikenli dalı çıkarmak çok zor olur.
 
Lezzet yolculuğu dedikleri felaket, sonu hüsranla biten yoksunluklardan ibaret. Dış dünyaya bakan uzuvların elemeden izin verdikleri her geçiş, kalbin hasta olmasına zemin hazırlar. O halde ağzının tadını bilen olmak değil, kalbinin tadını taze tutan olmak hüner… Kalplerse ancak Allah’ın adını anarak tatmin olur…  vesselam
Betül Gültekin – risaleajans.com

Şeriat Rahmettir

Şeriatın değerini anlamak için birçoğumuzun kafasına saksı düşmesi gerekiyor. Çünkü Şeriatı bir tür ceza hukuk sistemi zannediyoruz; bir de merhamet duygumuz yönünü şaşırmış bulunuyor.

Şeriat karşıtı bir gazetenin kendisini “laik” olarak tanıtan bir yazarı da İstanbul trafiğinde bunalınca Şeriattan imdad istemek zorunda kalmış. Sayın yazar, haklı olarak, bu dinin trafikte işlenen hatâlara karşı birer müeyyidesinin olması gerektiğini savunuyor.

Şeriatı bir ceza hukuk sistemi olarak görmenin yanlışlığını bir tarafa bırakacak olursak, burada bir hakikat yakalanmış görünüyor. Bu hakikat, Şeriatın adalet ile iç içe tecellî eden rahmet yönüdür. Lâkin bu da ancak mağdurun bakış açısından net olarak görülebiliyor; zaman zaman saksıya duyulan ihtiyaç, işte bu bakış açısını yakalayabilmek içindir.

***

Şeriatın ne olup ne olmadığı konusuna girecek olursak, kolay kolay çıkamayabiliriz. Onun için, bir mânâda Şeriatın baştan başa rahmet demek olduğunu belirtmekle yetinelim. Şeriat rahmettir, çünkü onunla insan Âlemlerin Rabbine muhatap olma şerefine erişir, onunla iki dünyanın saadetine kavuşur, onunla Rabbinin en yüksek seviyedeki lütuf ve ihsanlarına mazhar olur.

Şeriatın bu dünyada insana lâyık gördüğü bir hayatın temel şartları ise huzur ve güvenliktir. Şeriatın öngördüğü toplum, insanların “Başıma birşey gelir mi?” endişesini taşımadan gece gündüz sokağa çıkabildiği, kimse tarafından rahatsız edilmeden evinde oturabildiği, gözü arkada kalmadan evini ve dükkânını kapatıp istediği yere gidebildiği bir toplumdur.

Böyle bir toplumda, bir kısım kafadarlar bir araya gelip de canının istediği yolu trafiğe kapatamaz; kapatmaya kalkarsa, Şeriatın buna müsamahası olmaz.

Böyle bir toplumda, bir kısım insanlar “hak arama” bahanesinin ardına sığınarak devletin veya şahısların mallarına zarar veremez, dükkânları yakıp yıkamaz, kimseyi korkutamaz, insanların ticaretine, alışverişine, ekmek parasına mâni olamaz. Bunları yapacak olanların Şeriat elini, ayağını, hattâ kafasını keser. (Bkz. Bir Mesaj Âleti Olarak Fesat.)

Toplumun huzur ve güvenliği söz konusu olduğunda, bir tercih karşısındayız demektir:

Kime merhamet edelim? Mâsumlara mı, yoksa suçlulara mı?

Şeriatın tercihi bellidir: O, toplumu merhamet kanatları altına alır, toplumun huzurunu bozan suçluya da adaletin kılıcını gösterir.

Hak arama, özgürlük gibi etiketler altında bir azgınlar güruhunu koruyup kollayanlar ise bunun tersini yapıyorlar:

Onlar suçluya merhamet gösterirken, suçsuz bir topluma karşı merhametsizlik ediyorlar. Böyle yapmakla, Şeriata yakıştırdıkları “şiddet”ten uzaklaşmış olmuyorlar, sadece onun yönünü değiştiriyorlar — üstelik lâyık olmayan tarafa doğru! Şimdi biz bu anlayışın meyvelerini, himaye gören suçlular ile huzurdan mahrum kitleler halinde topluyoruz.

***

Fakat toplumun vicdanı, bütün bu yoğun propagandalar arasından da göreceğini görüyor.

Aynı Şeriat karşıtı gazete, İran’daki bir infaz sahnesini yorumlu ve yönlendirici şekilde “vahşet” olarak sunduğu zaman, kendi okuyucusundan bile hiç umulmadık tepkiler alıyor ve haberin altı, bu infaz sahnesini tasvip eden yorumlarla doluyor. (Bkz. http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=11762071&tarih=2009-05-31 ).

Henüz “Kısasta hayat var” (Bakara, 2:179) hükmünü tasdik edecek seviyeye ulaşamamış olanlara gelince:

Onları da, en sonunda, Türkiye’nin bütün dağlarındaki toplam ayı nüfusundan daha fazlasını barındıran İstanbul trafiği insafa getiriyor ve “Neredesin Şeriat?” diye bağırtıyor.

Ümit Şimşek – Nuraniyyat

Bu yazı 2013 Temmuz Son Devir’de yayınlanmıştır.