Etiket arşivi: meslek

Bu Meslekteki Makam Geniştir

Ehl-i dünyanın, işlerinde olsun, hayatın tanziminde olsun, fazla bilgileri ve tecrübeleri var. Mesela bir müessesede biri müdürdür, diğeri veznedardır, öbürü de müstahdemdir. Statü oturmuş, herkesin o müessese içindeki konumu, pozisyonu ortaya çıkmış, aralarında bir çatışma olmuyor. Çünkü, yönetici, pazarlamacı ve muhasebeci gibi vazifedarlar ayrılmış, maaşları belli olmuş. Zâhiren münakaşa ve müzâhame yok.

Ama dine hizmet edenlerde öyle değil; herkes hizmet pazarında âmisinden evliyasına kadar pazarlamacı olabiliyor. Çünkü kimsenin makamı belli değil, ücret de taayyün etmemiş. Böylece hizmet pazarlamasında rekabet ortaya çıkıyor. Biri diğerine “Benim pazarıma girme” diye itiraz edince, ihtilâf oluyor. Aralarında parselasyon kavgası başlıyor. “Burası benim mıntıkamdır. Daha ilerisi senindir.” diyebiliyorlar.

Biraz bu mevzuu karikatürize ederek anlatalım.

Adam diyor: “Burası benim çöplüğüm.” Çöplükte pazar büyürse, çöplenme çoğalırsa, o çöplüğe artık hidayet güneşi doğar mı?

“Benim çöplüğüm, yakarım, yıkarım, sahama giremezsin!” Ne demek bu! Sanki hizmet parselasyonla olur, manâsında bir telakki oluyor.

Mesela hırlaşanlardan birisi çarşıya çıkıyor, patırtı gürültü kopuyor. Soru sorulabilir: “Ağabey neyi paylaşamıyorlar?” Cevap: “Bu çöplük benim değil mi? Bir çöplükte bir horoz olur. Başkası giremez, söz sahibi olamaz” diyebiliyor adam.

Halbuki hakikat noktasında dine hizmette müsaade almak diye bir şey yoktur, olmaması icap eder. Rekabeti, kıskançlığı, tarafgirliği, istiklaliyeti netice verecek bir hizmet anlayışı yoktur.

Üstad ne diyor: “Eğer makam bir olsaydı çok eller o makama talip olabilirdi. Mesleğimiz uhuvvettir. Şeyh ile mürid ilişkisi değil.” Tam yerinden okuyalım: Ne diyor:

Evet eğer mesleğimiz şeyhlik olsa idi, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıbtakârane bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir. Gıbtakârane müzahameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur; hizmetini tekmil eder.” (Lem’alar, s. 165)

Şimdi bir şeyhi düşünün, 80 yaşına gelmiş, ha öldü ha ölecek, şimdi ne oluyor? Halifeler aralarında rekabet hissi yükseliyor. Bu dergah hazretten sonra kime kalacak? Vâris çok, fakat makam bir. Biri şeyhlik postuna oturacak, makamın saltanatını sürecek. Allah Allah, kutbiyet, gavsiyet derken post kavgası başladı. Açık bir rekabet ve sonra çatışma başlıyor. Herkes kabiliyetini, istidadını piyasaya sürüyor.

Biri diyor “Bu post benim hakkımdır. On senedir üç ayları tutuyorum.” Öteki, “O üç ay tutuyorsa, ben bir sene tutuyorum, postu ona kaptırmam.” Al sana rekabet. Diğeri diyor: “Gece kâimim, gündüz sâimim, daima evrad ile tesbih ile uğraşıyorum.” Öbürü, “Ben şöyle yaptım, böyle yapacağım” diyor, bir rekabettir devam ediyor. İşte bu rekabet ve kıskançlık yüzünden hizmetin, ubûdiyetin tadı tuzu kalmıyor. Kafalar kalpler bulanıyor. Bu hususta size bir hikâye:

Vefa Hazretlerinin ismi İstanbul’da Vefa semtine verilmiş. Onun dergâhında bir şeyhi varmış. Şeyh yaşlı, müridlerini topluyor, diyor ki: “Ben öldükten sonra, benim kavuğumu şu görünen rahlenin üzerine koyun. Kim kavuğumu başına geçirirse, bundan sonra bu dergahın mürşidi o olacak.”

Bir müddet geçiyor. Emr-i hak vaki oluyor. Ehl-i kemâl, velâyet ehli biri bu arada şeyhin kavuğunu direğe gizlice bağlıyor. Onun için şeyhin hizmetinde bulunanlardan hangisi elini atıyorsa, bir türlü kavuğu alamıyor. Hepsi “Bu devlet kuşu bana kondu” diyor, amma bir türlü kavuğu alamıyor.

Kavuk aylarca orada kalıyor. “Kim geldi denedi, kim denemedi?” araştırıyorlar; kala kala dergahın sucusu, “Saka kalmış” diyorlar. Saka geliyor, bakıyorlar. Değneğin ucuna kova takılacak sopası olan bir kişi. Herkes “Mürşidlik bunun işi değil” diyorlar ama, şeyhin vasiyetini de yerine getirmek için saka da kavuğu almayı deneyecek. Çağırıyorlar, geliyor, “Bismillah, Allahuekber” diyor. O kavuğu alıp başına geçiriyor.

Evet tarikatta makam var ki, makam demek çatışma demektir. Risale-i Nur’da ise makam yoktur. Buna mukabil Risale-i Nur’da uhuvvet ve kardeşlik vardır. Uhuvvetteki makam geniştir. Risale-i Nur’un mesleği uhuvvettir, kardeşlik mesleğidir. Bir Nur kardeşinin istidat ve anlayışı senden daha ileri ise, onu Cenâb-ı Allah’ın hizmete bahş ettiğini bil. “O kardeşim, aşkı ile, hamiyet ile, gayreti ile hizmeti omuzuna almış gidiyor. Değil mi ki o benim davama hizmet ediyor, onun ayağının kirini, ben kendime şerbet olarak kabul ediyorum” de. İşte o hâlet-i ruhiyeye çıkmak lazım. Allah bizi böyle kâmil yapsın. Âmin.

Allah korusun, nefs-i emmarenin çok desise ve hilesi vardır. Mesela “Ben burada hizmet ile meşgulüm. Sen de Almanya’da çalış, buraya gel ve hizmette öyle çalış ki, bizi Türkiye’de hizmette sollama ve geçme, olur mu?” Yahu bunu hazmedemeyecek kadar çekememezlik olmamalı. “Gel Almanya’dan buraya hizmet et ama, beni geçme” denir mi? Böyle çiğlik olmaz. Ya “Beni geçersen bil ki, kan temizler!” Ne demek bu, Allah korusun. Halbuki onun hizmeti ile şâkirane iftihar etmek, kardeşinin hizmetini, kâbiliyetini, meziyetini kendi kâbiliyetin, meziyetin olarak bilmen ve şükretmen lazım. “Allaha şükür, Allah bu kardeşimi benim imdadıma, yardımıma gönderdi. Onun meziyeti benimdir, onun hizmeti benimdir, onun gözü benim gözümdür, onun himmeti, benim himmetimdir” demen lâzım.

Ayrıca aynı cephede bir ruh taşımak lazım. Şöyle yapacaksın ve diyeceksin ki: “Senin kabiliyetin benden ziyade ise ki, hakikatiyle hakikattar Nur talebesi olarak ben hizmette senin kabiliyetini görüyorum, aşkını fark ediyorum. Ben bunu ruhen teneffüs ediyorum, Elhamdulillah. Allah senden ebediyen razı olsun, hizmete kuvvet veriyorsun, seninle hizmet ve dava genişliyor, seninle iftihar ediyorum” diye kalben, şükren Cenâb-ı Allah’a niyazda bulunmak, “Elhamdülillah bu kardeş Allah’ın ikramı ve ihsanıdır “ demek icap ediyor. Eksikliğini gördüğüm zaman “Eksikliği benim hizmetimin noksanlığıdır, öyleyse hizmetini ben tekmil edeceğim, onu tamamlayacağım, tahakkümle değil, lutufla ıslahına çalışacağım.” demelisin.

Üstad bunu şöyle ifade ediyor: “Muhabbet ile adavet ikisi bir kalpte cem olmaz, içtima olmaz. Bir kalpte muhabbet olduğu zaman o kalpte adavet hakikatiyle bulunamaz.” Peki ama o kardeşin eksikliği ve noksanlığı var, o zaman ona acımak lazım, düşmanlık olmamalı. Adavet acımak suretine dönmeli. Kardeşini sevmeye mecbursun, eksikliği, nakıslığı, noksanlığı varsa ona düşman olamazsın. Ona kin besleyemezsin, ona adavet edemezsin. Yapacağın en güzel haslet ona acımaktır. Onu tashih etmeye gayret göstermektir. O tashih de tahakkümle, töhmet ile olmaz. Ancak lütuf ile olur, yumuşaklık ile olur.

Bir Nur Talebesi, kardeşinin eksikliğini tamamlayacak, gediği varsa kapatacak, söküğü varsa dikecek, yarığı varsa tamir edecek. Allah yardım etsin. Dikkat edin, eğer bir kardeşinin yüksek sıfatları var, güzel hizmetleri var, güzel hususiyetleri var da, o kardeşinin o meziyet ve kabiliyetlerinden rahatsız oluyorsan, sen çok çiğsin. Daha doğrusu kelek ve kabaksın. Git kendini tekmil et, anlıyor musun? Kardeşinin meziyetinden, kabiliyetinden dolayı içinde bazı mikroplar nüksediyorsa senin mesleğinde, senin dünyanda nâkıslık var. Kendi niyetini düzelt.

Bakın Hüsrev Abi gelmiş, Hafız Ali Ağabeyi üç ayda geçmiş. Hüsrev Ağabeyin hattı çok güzel, Hafız Ali Ağabeyin hattını Osmanlıcada üç ayda geçmiş. “Seni geldi geçti” deyince “Memnun oldu” diyor Üstad: “Kalbine nazar ettim, sun’i değil, ciddi lezzet aldı ve memnun oldu. İstikbalde bu his büyük hizmet verecek.”

İşte gerçek Nur Talebesinin koordinatları budur. Üstad mânevî vâris tâbirini kullanıyor ki, mânevî varis kimdir? 1. Ruh 2. Ceset. Tek bir ruh olacaksın, kardeşinle teneffüs edeceksin. Kardeşinle telezzüz edeceksin. Kardeşinle Allah rızası için tekeyyüf edeceksin. Keyf alacaksın. Senin simana bakınca içim açılıyor. Senin hizmetini görünce benim hamiyetim kabarıyor. Sana bakınca benin şevkim ziyadeleşiyor. Allah bizi böyle hâlis yapsın. Çiğ, nâkıs vasıfların esiri yapmasın! Risale-i Nur hizmetinde mürşitlik yok, üstadlık yok, ne var? Muavin ve müzâhir olmak var. Hizmeti tekmil etmek var. Kardeşinin hizmetini tekmil etmek, onu tenkit etmemek, onun eksikliğini tamamlamak, ona muin, ona müzâhir olmak.

Ben size bir şey söyleyeyim mi, bir sır söyleyeyim mi? Nur Talebesinde uhuvvet ruhu gelişmezse o Nur Talebesinde marifet sırrı da gelişmiyor, açılmıyor. Çünkü uhuvvet, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinin ruh-u manevisi hükmündedir. Uhuvvet, davanın kayyumu manasındadır. Uhuvvet ruhu çökünce Risale-i Nur’un şahs-ı manevisine de, alakadarlık noktasında gelen füyuzât artık gelmiyor. Risale-i Nur Talebesi Risaleyi okuyor, malumatı artıyor. Fakat marifeti, istikameti ve ihlâsı artmıyor. Cenab-ı Hak bu vartalardan ve bu tehlikelerden hepimizi muhafaza etsin.

Uhuvvet ruhu gelişmeyen bir Nur Talebesinde yalnız mâlûmat gelişse, o zaman onunla tahakküm yapar, sanki gardiyan olur. Elinde bir düdük öttürür, yatılacak, kalkılacak, Allah korusun. Cenab- Hak bu vartalardan da bizi muhafaza etsin. İşte bu müthiş marazın merhemi ihlâstır. Yani hakperestiği, nefisperestliğe tercih etmek. Hakkın hatırı, nefsin ve enaniyetin hatırına galip gelmekle “İn erciye illâ alallah” sırrına mazhar olur.

Hadis-i şerif var. Peygamberimiz diyor ki: “Hakperestlik, insaf dinin yarısıdır.” Hakkın hatırını nefsin hatırıyla karıştırmamalı, Hakkın hatırı nefsin ve enaniyetin hatırına galip gelmesi lazım. Bu yaranın çâresi ise ihlâstır. Hakperestliği nefisperestliğe tercih etmek, nefsin ve enaniyetin hissiyatını tercih etmemektir. Evet, “İn erciye illâ alallah” sırrına mazhar olup, nastan gelen maddî ve mânevî ücretten istiğna etmek. İşte bu çok kıymetli ecir ve ücreti Allah’tan isteyeceğiz. “Allah bilsin, yeter” diyeceğiz. “Teveccüh-ü İlahi yeter, yalnız Rabbim kabul etsin.” Üstad ne diyor? “O kabul etse, bütün dünya reddetse ehemmiyeti yok.” Evet yalnız Allah kabul etsin. Eğer O reddetse de bütün dünya seni alkışlasa, kaç para eder? Demek ki bizim esas kalıbımız, temelimiz ihlâstır. Temel standartlarımız, hulûsiyettir. Allah’ın rızasını tahsil etmektir, Allah bilsin, Allah sevsin, yeter.

Ayrıca sahabelerin senâ-yı Kur’âniyeye mazhar olan îsar hasletini kendine rehber etmek. Yani hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek. Hem hizmet-i diniyenin mukabilinde gelen menfaat-i maddiyeyi istemeden ve kalben talep etmeden, sırf bir ihsan-ı İlahi bilip, nastan minnet almayarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır

Hulusi Yahyagil

Havz-ı Kevser Olmak

Nefrin, hezârân nefrin, cehlin yüzüne..[1]

Fikr-i milliyet ile, milletin cevfinde havz-ı kevser gibi bir havz-ı marifet ve muhabbet yapınız. Altındaki suyunu çeken delikleri, maarif ile kapatınız. İçine su akıtan yukarıdaki mecraları, fazilet-i İslâmiye ile açınız. Büyük bir çeşme var, şimdiye kadar sû’-i istimal ile şûristana dağılıp bazı seele ve acezeye neşv ü nema verdi. Bu çeşmeye güzel bir mecra yapınız, mesaî-yi şer’iye ile şu havuza dökünüz. Sonra da bostan-ı kemalâtınıza su veriniz. Bu, hiç bitmez ve tükenmez bir menba’dır.[2]

Milliyetçilik fikri iki ağzı olan bir bıçak gibidir. Bu bir menbadan çıkan su 2 ark’a şubeye ayrılmaktadır. Bu arktan gelenlerin birisini menfi birini de müsbet bir cereyan kullanmaktadır.

Menfi olan geniş dairede menfi fikr-i milliyet olan ırkçılıktır. Dar dairede meşrebciliktir.

Bunun üzerinde biraz duracak olursak. Bu menfi olan şeyi devletler milletler mabeyninde meyvesi ırkçılıktır. Çekirdeği ise meşrebciliktir.

Bu meşrebcilik aslen geçiş kısmını da teşkil  edebilir. Mesela hamiyet çekirdek bundan çıkan filiz ve ağaçtan 2 ye inkısam eden dalından birisi menfi milliyet birisi müsbettir. Kök itibariyle aynıdır. Bir hamiyetten yani bir şeyi muhafaza etmekten neş’et eden bir gayrettir.

Müsbet olan kısmı malumdur ki: Din-i Mübin-i İslamı muhafaza etmektir. Buna denecek bir şey yoktur. Lakin bunu yanlış anlayan kimselere çok diyecek şey var.

Bulunulan islami hareketi islamiyetin tek mümessili veya hamisi veya bulunduğu yeri ayn-ı İslamiyet zanneden kimseler başkalarını tekfir, gıybet, zemm, butlan… vs şeyleri söylemektedir.

Asr-ı ahirin müceddidi olan Bediüzzaman Said Nursi kendi telifatı olan Risalelere bile “Dava Değil, Dava İçinde Bürhandır. [3]” yani birisi nurcu olmakla Müslüman olmaz veya nurculuktan çıksa kafir, mürted olur dememiştir. Nurculuk islamiyeti anlama ve yaşama anlayışıdır.

Nurcu olmayan kimseler Müslüman değildir veya dinden çıkar gibi nasezâ sözler doğru değildir. Bunu başka islami anlayışlara da uyarlayalım. Mesela aynı sözleri gelenekten olan Nakşilik veya Kadirilik veya Rufailik.. söylese gene hata ederler.

Bu gelenek anlayışlarından birisi olan Nakşilik içerisinde olan bir grubu – yani meşrebi – dese ki: Nakşiliği sadece biz temsil ediyoruz gerisi dalalet üzerinde gibi bir tabir kullansa yanlış eder.

Bunu tüm mesleklere ve meşreplere tatbik edebiliriz. Mesela Nurcu olmak hasebiyle a meşrebi sadece nurcu biziz gerisi istikametsiz dese.. aynını b,c,d,e meşrebleri dese hamiyet-i milliyeye girilmiş olur.

Ortada bir hamiyet gayret var ama bu hamiyeti mesleğine revaç yerine meşrebine revaca sevk etse hata eder.

Eğer herkes kendi meşrebine revaç verse mesleğine dolaylı olarak asgari revaç vermiş olur.

Okulunda var olan b meşrebli kardeşiyle ittifak ve ittihad etmezse hem meslek kuvvet bulmaz hem de mesleken zararı yanında manen de kendisini yalnız hisseder.

Dese ki en güzel meşreb benimkidir. Bir problem olmaz. Amma tek güzel ve doğru olan meşreb benimki dese orada halt eder. Bunu kavlen sözle söylemese de meslektaşlarıyla bir olmaması fiili ve hal’i olarak bunu söylemektedir.

Bir meslekten veya meşrebden çıkıp ayrılmakla dalalete düşülmez. “Hülâsa; tarîkat, şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarîkattan düşen şeriata düşer, fakat -maazallah- şeriattan düşen ebedî hüsranda kalır.[4]” bu söz tüm meseleyi hülasaten halletmektedir.

Biri dese ki

– Benim abim, hocam, şeyhim, pirim, vakfım.. mehdidir müceddiddir.

Hidayetine vesile kimse o kimse için mehdi ve müceddid vasfına sahiptir.       Lakin asrın müceddidinden ders aldıktan sonra insanlar istediği meslekte ve meşrebde olmasında bir sıkıntı yoktur.

Bu müceddidiyet lafa değil icraata bakar. Yoksa taassubla kuru kuruya o sözleri sarfetmek cahilliktir. Mesela haşirden, nübüvvetten, miracdan, eneden.. ders okuyacak hangi meslekte olursa olsun Risale-i Nurdan bu hakikatleri okuyup anlayıp onunla ders okumalı bulunduğu yerde. Yoksa asrın anlayışına müceddidine tabi olunmazsa eski anlayışlarla izahta bulunursa hata edilir.

Fabrikasyon sisteme geçilmişken kısmi ferdi gayretle bir şey yapılmaya çalışmaya benzemektedir.

Herkes Risale-i Nur Okuyarak bulunduğu yerde müceddidiyet sistemiyle hareket etmelidir. Nitekim zaman ve zemin ortada hadisat şahittir ki Bediüzzaman müceddiddir. Lakin hadiste çalışan, akaidde, hafızlıkta çalışan kimse bu davanın bir ucundan tutup hizmet ettiği kesindir amma müceddide tabi olup aklında ki şühpe ve sualleri izale etmeden ketebe, keteba, ketebu demesi bir işe yaramıyor. Çünkü Arapça bilen gayr-i Müslümler hadsizdir. Demekki nasara, nasaru ile iş bitmiyor. Onlar ilim tahsil etmek içindir.

Ahirzamanda zaman kısıtlı ve değerlidir. Zamanın ihtiyacına göre teknolojiyi Allah ihsan eder. Risale-i Nur da ahirzamanın ihtiyacına cevap veren ve uzun zamanda tahsil edilecek ilimleri sinesine toplamış şefkatli bir anne gibidir. Ahirzamanın evledı bu annenin sinesine sığınıp harici tecavüzattan ve saldırılardan kendisini sakınmak zorundadır. Zor ve meşkuk olan yolu değil neticeye ulaştıran kısa yolu tercih etmek aklın şeni gereğidir.

Tabiri caizse İslamiyet bir havuzdur menbadır. Meslek ve meşrebler ise o menbadan hasıl olan minicik bahçelerdir. Menba olmazsa o bahçecikte olamaz.

Müsbet Fikr-i milliyet olan İslamiyet şemsiyesi altında toplanıp beraber hareket etmekle, milletin manevi hayatındaki boşlukları ve çukurları Rasulü Ekrem’in (A.S.V.) havz-ı kevser gibi tüm ümmet-i Muhammedi kucaklayan bir havz-ı marifet ve muhabbet yapınız. Ta ki Hamiyet-i İslamiye cari olsun.

 

Altındaki suyunu çeken delikleri, maarif ile ilim ve irfanla kapatınız. İçine su akıtan yukarıdaki mecraları, fazilet-i İslâmiye ile açınız. Büyük bir çeşme var ki o çeşme ittihad-ı islamın ruhu olan hamiyettir. Şimdiye kadar sû’-i istimal ile Hamiyet-i milliye olarak menfi ve ifsad namına kullanıldı. Çöl gibi yerlere dağılıp bazı dilenci ve yanlış anlayışlara neşv ü nema verdi filizlendirdi.

 

Bu Hamiyet çeşmesine güzel bir mecra yapınız, mesaî-yi şer’iye ile şu havuza dökünüz. Sonra da bostan-ı kemalâtınıza ilim ve irfan ile ve ittihad ile su veriniz. Bu, hiç bitmez ve tükenmez bir menba’dır.

 

Bizler elimizde mesleğimizde var olan hamiyet-i davamız olan Kur’an ve islam davasına sarfetmeliyiz ki muhabbet-i İslamiye tesis edilsin.

Selam ve Dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

Öğretmen Olmak! (Öğretmenler Gününüzü Tebrik Ederiz!)

Her nedense öğretmenler günü geldiğinde öğretmenler hatırlanır.Son zamanlarda  öğretmenler, özellikle eğitim üzerinden süren tartışmalarda günah keçisi konumundadır.Ne kadar kendileri bu tür meseleleri  düşünmek istemese de yine de düşünmek zorunda bırakılmaktadırlar.

Birileri bu mesleğin değerini olduğundan daha düşük göstermeye çalışsa da öğretmenlik dünyanın en kutsal mesleğidir.Peygamberlik mesleğidir.Herkes hakkıyla bu mesleği kaldıramaz.Bu meslek çok ağır bir meslektir.Çünkü bu meslek;” Her kişinin değil Er kişinin” işidir.

Öğretmen, yeri geldiğinde annedir, babadır.

Yeri geldiğinde kardeştir, bacıdır.

Yeri geldiğinde, acıyı bal eyler. Çocuklara hissettirmez.

Öğretmen, toplumun geleceğini gören gözdür.

Öğretmen, hakikati söyleyen sözdür.

Öğretmen, irfan bahçesinin bahçıvanıdır.

Öğretmen, Doktor Mehmet’i, Öğretmen Ayşe’yi ,Kaymakam Mustafa’yı yetiştirendir.

Öğretmen çağ açıp kapatan Fatihi, Avrupa’yı titreten Kanuni’ye irfan verendir.

Öğretmen, ruhlara şekil veren, hakkı öğretendir.

Öğretmen, Firavunlar kucağında Musalar yetiştirendir.

Öğretmen, medeniyet yürüyüşünde en önde gidendir.

Öğretmen, özgürlük fikrini ruhlara ekendir.

Kısacası  öğretmen; sevgiyi, şefkati, fedakarlığı yaşayan, yaşatan ve gelecek nesillere aktaran sevgi bahçesinin bahçıvanıdır.

 Hamit Derman

www.NurNet.Org

NOT: Bütün öğretmen arkadaşların  öğretmenler gününü kutlar. Hayırlara vesile olmasını dilerim.

Kuvvet Hakka Hizmetkâr Olmalı

Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde altı vecihle açıklamıştır. Birinci, ikinci ve üçüncü vecihler bir önceki yazılarımızda izah edilmiştir.

Mü’minler için Âyet-ı Kerime de şöyle bir emir var:

“Mü’minler, muhakkak ki, kardeşlerdir. Artık kardeşlerinizin arasını düzeltiniz ve Allah’tan korkunuz, tâ ki: Siz rahmete erişesiniz.” (Hucurat-10)

Müceddid-i ahir-i zaman, pişdarı din-i İslam, Arş-ı Â’zamın pürnur ufuklarından inen Kur’an-ı Kerim’in delâllı, müçtehit ve müellif Bediüzzaman dördüncü vecih’i şöyle izah etmektedir.

Dördüncü Vecih:

Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür. Şu Dördüncü Veçhin esası olarak birkaç düsturu dinle:

Birincisi: Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur.

Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise çirkinlikleri gösterir.” (Ali Mâverdî, Edebü’d-Dünyâve’d-Dîn,s.10) 

sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez.

“Ey insanlar! Muhakkak ki, biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ve sizleri kavimlere ve kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız. Şüphe yok ki, sizin Allah katında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Muhakkak ki, Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat-13)

Cenab-ı Allah (c.c) yukarıdaki Ayet-i Kerimede bütün insanlığın birliğini, kavim ve kabilelere ayırma nedeni ve kulluk görevi ile alakalı hususları açıkça zikretmiştir. Bu nedenle: Halık-ı alem insanların dil, ırk, mezhep, soy ve sopuna bakmaz ancak takva ve a’meline bakar. Onun için a’malde rıza-i ilahi olduğu zaman iyilikler görünür. Kötü niyetle bakıldığı zaman her şeyde çirkinlik aranır ve ona göre değerlendirir.

Müslümanlar, İslam esaslarının temelinin ve kaynağının Kur’a-ı Kerim ve Resulullah’ın sünneti olduğuna iman eder, bu iki kaynağa sımsıkı sarılırlarsa elbette ki doğru yoldan sapmazlar.

Bediüzzaman, fertler arası çıkabilecek ihtilafları birer birer kapatırken kavim ve kabileler arası veya meslek ve meşrepler arasında da çıkabilecek rahatsızlıkları da kapatmaya çalışır. Sosyal hayatın tanzim ve idaresinde meslek ve meşreplerin farklılaşmaları, yardımlaşma ve dayanışmaya yönelik olmalı, aksi takdirde farklılaşmanın düşmanlık ve husumete neden olmaması gerektiğini vurgular. Ona göre her meslek ve meşrep sahibi haklı olarak kendi mesleğinin en iyi olduğunu iddia edebilir ve etmelidir de; buna hakkı vardır. Fakat sadece kendi mesleğinin iyi olduğunu, diğer İslâmî mesleklerin iyi olmadıklarını iddia etmeye hakkı yoktur. Nifak ve düşmanlık ancak bölünmeye sebebiyet verir, üstad bunu da insafsızlık olarak görmektedir.

İkinci düstur: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati Bazen damara dokundurur, aksülâmel yapar.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Nefsini kötülüklerden arındıran kesinlikle kurtuluşa ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır.”

“Şüphesiz bir toplum kendilerini değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.’’

Bizim doğru bildiğimiz ve hakikaten doğru olan sözleri söylemek, karşımızdaki kardeşimizin kalbinin kırılmasına sebep olabilir, gıpta damarına dokunabilir, söyleyiş tarzımız veya orda söylenen sözün, ters tepkilere sebebiyet verilmemesi için dikkatle ve özenle söylemek lazımdır.

Haklı adam, insaflı olur. Bir dirhem hakkını, istirahat-i umumînin yüz dirhem menfaatine feda eder. Haksız ise ekseriyetle enaniyetli olur; feda etmez, gürültü çoğalır. Münakaşa etmenin birinci şartı, insafla, hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû-i telâkkiye sebep olmadan müzakeresi caiz olabilir.

O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muarızın elinde zâhir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun. Çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zâhir olsa, fazla bir şey öğrenmedi; belki gurura düşmek ihtimali var.

Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır. Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor. Belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur.

Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor.

Her zaman gerek bilgide, gerek kanunun verdiği kuvvetlerde gerek kavim ve kabilelerin güç ve istidatlardaki düstur şudur: Kuvvet hakka hizmetkâr olmalı.

Rüstem Garzanlı /DİYARBAKIR

www.NurNet.org