Etiket arşivi: mesnevi

Keşke toprak olsaydım!

Bu adama (Cuma’ya) öğretmek isterken bilmediğim birçok şeyler aklıma geliyor ve doğal olarak ben de öğrenmiş oluyordum.” Daniel Defoe, Robinson Crusoe‘dan…

İnsan, iman etse de, zamanla farkediyor bazı şeyleri. İlk farkediş, yani müslüman olma, aslında bir yolun sonu değil, başlangıcı. Kelime-i şahadet; bir yönüyle müslüman olma, fakat bir yönüyle de ‘müslüman kalmaya’ niyet etme, azmetme, kastetme.

Hidayette hiyerarşi yoktur. Kırkıncı müslüman Hz. Ömer (r.a.) aşere-i mübeşşerenin ikincisi olabilir. Müslüman bir ailede dünyada gelenlerin, bu açıdan, sonradan ihtida edenlere kıyasla bir eksiği var: Müslüman nazarıyla baksalar da âleme, bu bakış bir gizli şuur gibi bence, akıl gibi değil. Şuur, biraz daha statik bir alana tekabül ediyor ve çoğu zaman akıl, onun katkılarını ancak dikkatle farkedebilir. Kazandırdıklarını enfüsî tefekkürle görebilir. Fakat ihtida, yani bir nazardan soyunup yeni bir nazarı kuşanma, bunda akıl hariçte kalamaz. Her adımı tefekkürle olur. Her an’ı, geçmişin sınanması ve eskinin altedilmesinden oluşur. Ayet-i kerimenin ifadesiyle; “Allah onların kötülüklerini (seyyiatlarını) iyiliklere (hasenatlara) çevirir.” Mühtedinin içinde yaşadığı kıyamet budur. Süreç boyunca, geçmişte müptelası olunan kötülük, menhus zevki bilinen bir yol olarak ayaklara dolanır. Allah’ın inayeti yanlarında olmazsa işleri çetrefillidir.

Bu yüzden belki, ihtida öyküleri dinlediğimde, o insanların anlattığı İslam’ı, yaşadığım İslam’dan çok daha ötede/yukarıda birşey gibi görürüm. Şaşırdıkları şeylere onlardan fazla şaşırırım. Cümleleri çoğu zaman kafamda ampuller patlatır.

Katılır mısınız: Bilgi, akıldan şuura düştü mü, arkaplanda ‘öyle olması gereken’ şarkısı söylenmeye başladı mı, heyecanı azalıyor. Balığın, suyun varlığını farketmesi gibi zor bizim marifetle halimiz. Tefekkürle didiklenmesi lazım. İmanın kalpte eskidiğini ve kelime-i tevhid ile yenilenmesi gerektiğini söyleyen hadis-i şerif, önemli bir uyarı yapıyor bu noktada: Hz. Rabia’nın “İstiğfarlarımızın istiğfara ihtiyacı var!”[1] dediği gibi, imanlarımızın da yeniden iman etmemize ihtiyacı var. Çünkü mürşidimin de dediği gibi: “Beka, tekerrür-ü vücuttan ibarettir.”

Ama önce; elimizdekinin doğuştan gelen bir hak/üstünlük değil, ancak nazarını kuşandıkça ve açlığını çektikçe bize sunulacak bir nimet olduğunu farketmeliyiz. İmana ihtiyacımızda eşitiz. Açlığımızda kardeşiz. Ayet-i kerime öyle söylüyor: “Mü’minler ancak kardeştir.” Şeyh-kardeş değil. Ağa-kardeş değil. Hoca-kardeş değil. Kardeş-kardeş. Hele yedi ceddinin müslüman olmasıyla veya dedemizin şeyh, babamızın hoca olmasıyla kazanılabilecek bir asalet hiç değil. Öyle olsaydı, bir zamanlar puta tapan bir kavmin hidayete erenleri ‘nesillerin en hayırlısı’ olarak anılmazlardı İslam tarihinde. Yaşadıkları zaman dilimine özlemle Asr-ı Saadet denmezdi.

Ashab-ı kiramın ümmet içindeki üstünlüğü kalıtımdan veya yıllanmaktan umduğumuz her türlü üstünlüğe/seçilmişliğe meydan okuyor. Sonrakiler hep sonrakiler kalıyor, öne geçemiyor.Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayet olursunuz! buyuran Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, yalnız ‘takip edilebilirlikleri’ açısından mı söylemiştir bu sözü? Peki ya yıldızların ulaşılmazlığı? Mevlana Celaleddin Hazretleri, bu ashab/dostlar hadisini, alıştığımızdan da başka yorumlar Mesnevi’sinin bir yerinde:

Dost nasıl dosttur? Rey ve tedbir bakımından merdivene benzeyen, seni aklı ile her an irşat edip yücelten dost. Dost, yolda arkadır, sığınaktır. İyice bakarsan görürsün ki; yol sevgiliden ibarettir. Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma! Hz. Peygamber (a.s.m.) dedi ki: Bil ki; karanlıkta yıldızlar nasıl yol gösterirse, dostlar da elemler, sıkıntılar denizinde öyle yol gösterir. Gözü yıldızlara dik, yol ara.“[2]

Şimdi sen, Mevlana’nın penceresinden, Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın dostlarıyla olan muhabbetine yol ara. Onlarla istişare etmekten aldığı lezzeti, onların feraset ve istikametle verdikleri tavsiyelerden/desteklerden duyduğu mutluluğu, ashabını yıldızlara benzetmesiyle algıla. Hem anla ki; hakiki mürşid, irşad ettiklerinin aklını körelten, onları iradesiz robotlar haline getiren kişi değildir. Öğretmenin, bir yönüyle ‘beraber öğrenmek’ olduğunu da bilmektir. Bu bir sırr-ı iktirandır ki; yalnız söyleyenin değil, söylenilenin de açlığına iltifat eder.

Meselâ, Risale-i Nur’un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur’ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş.

Onlar derler ki: ‘Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir.’

Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: ‘Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?’

Sonra anladım ki; sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.

Asr-ı Saadet’e baksan, bununla ilgili birçok misal bulursun. Mesela bildiğim bir tanesi; Hz. Aişe annemin, bir seferde, gerdanlığı kaybetmesi hadisesi. Gerdanlığı ararken yaşanan susuzluk ve beraber gelen teyemmüm ayeti… Hatta o zaman Useyd b. Hudayr’ın (r.a.), bu ayetin kıymetini takdir ile söylediği şu söz, ne güzel bir iktiran ifadesidir: “Ey Ebu Bekir’in ailesi; bu, sizin vesile olduğunuz ilk hayır değildir.”

Bir de zamanın varsa, Mevlana’nın dediği: “Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma!” cümlesini, Bediüzzaman’ın İhlas Risalesi’ndeki İkinci Düsturuyla[3] ve şu ifadeleriyle beraber tefekkür et:

Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir; gıptakârâne müzâhameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki, onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid’a rüzgârlarına karşı dayanamıyor.

Belki ikisini bir düşününce, imanın neden hiyerarşi kabul etmediğini, ayet-i kerimede kardeşliğimizin altının neden önemle çizildiğini daha iyi anlarsın. Hem anlarsın ki; iblisi,Hani meleklere, ‘Âdem için saygı ile eğilin’ demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu!sırrınca geri bırakan da o olmuştu. Zira iblis, Allah’ı bilmiyor değildi. Fakat imanına hiyerarşiyi katık etmek istiyordu. “Ben ateştenim, o topraktan…” diyordu. Allah, ondan bunu kabul etmedi, senden de kabul edecek değildir. Soyun böyle iddialarından. Mevlana’nın dediği gibi; “Tevazuda toprak gibi ol” ki, sonra ahirette ateşlik nasıl olur öğretmesinler. Kur’an’ın haber verdiği akıbetten sakın: “Ya leyteni küntü turaba!/Keşke toprak olsaydım!”[4]

Ahmet Ay – hicbisey.com

[1] İmam Gazalî (r.a.), Tevbe Risalesi isimli eserinde bu cümleyi Hz. Rabia’dan (r.anha) nakleder.

[2] Etkileşim Yayınları’ndan çıkan, Mahmut Kaplan Hoca’nın derlediği, Mesnevi’den Seçmeler isimli eserden, Dost başlıklı bölümden alınmıştır.

[3] “Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir…” cümlesiyle başlar.

[4] Nebe sûresinin 40. ayetinde geçen bu ifade gerçi orada kâfirler için kullanılıyor, ama şeytanın üstünlük davasıyla beraber ele alınınca, bana bu pencereden çok dokunuyor. Sanki onun feryadını işitir gibi oluyorum: “Keşke toprak olsaydım!”

Sakanın Eşeği

Fakir bir saka, o sakanın da bir eşeği vardı. Zayıf zavallı bir eşekti, sırtında yüzlerce yara vardı. Değil arpa ot bile bulamıyordu.

    Padişahın atlarının bakıcısı bu sakayı tanıyordu. Onunla eskilere dayanan bir ahbaplığı vardı. Bir gün sakaya rastladı:

    – “Bu zavallı eşeğin hali ne böyle, nerdeyse zayıflıktan ölecek.” dedi.

    Saka yana yakıla anlattı:

    – “Sevgili dost biliyorsun ki ben fakir bir insanım o sebeple bu zavallı hayvana bakamıyorum.” dedi.

    Padişahın ahır başı:

    – “Sen bu hayvanı bana ver birkaç gün padişahın ahırına bağlayayım ona padişahın atlarının yeminden vereyim, biraz düzelsin.” dedi.

    Saka eşeği seve seve verdi. Eşeği alıp padişahın ahırına getirdiler. Eşek ahırdaki temizliği bakımı atların halini görünce:

    – “Yarabbi, dedi. Bu nasıl iş bu atlar senin yaratığın da ben senin yarattığın değil miyim benim halime bak, bunların durumuna bak, böyle olur mu?” dedi.

    Aradan birkaç gün geçmeden savaş çıktı. Ahırdaki atları çekip eğerlediler. Savaş alanına yolladılar. günlerce süren savaştan sonra atlar döndüğünde her birinin vücudunda yüzlerce yara vardı birçok ok ucu hala vücutlarında duruyordu.

    Atların ayakları bağlandı cerrahlar geldiler, başladılar atların orasını burasını yararak, ok parçalarını, mızrak uçlarını çıkarmaya. Bunu gören eşek, daha önce düşündüklerinden, söylediklerinden bin pişman oldu. Haline şükretti…

mesnevi’den

Haddini Aşmanın Zararı

mesnevi.hikaye.2Bir gün adamın biri Hz. Musa (a.s.)’ya geldi:

    – “Ya Musa ne olur dua et de ben hayvanların dilinden anlayayım ve bundan kendime hisseler çıkartarak daha iyi bir insan olayım.” dedi.

    Hz. Musa (a.s.):

    – “Yürü işine git, kaldıramayacağın bir yükün altına girmeye çalışma, bu halin senin için daha hayırlıdır.” dedi.

    Fakat adam dinlemedi ısrar etti:

    – “Ya Musa ne olur hiç değilse kapımda yatan köpekle horozun dilini anlayayım.” dedi.

    Musa (a.s.) her ne kadar bundan vazgeçmesi için çalıştıysa da adam ısrar etti. Bunun üzerine Musa (a.s.) ona dua etti. Adam sevinerek evine döndü. Ertesi sabah hizmetçisi sofrayı kurarken bir parça ekmek fırlayıp düştü. Horoz koşarak bunu kaptı. Köpek buna kızdı:

    – “Be horoz bu yaptığın doğru mu? Sen buğday da yiyebilirsin arpa da. Mısır da yiyebilirsin, küçük taneleri de. Bense ekmekten başka bir şey yiyemem, neden benim rızkımı kapıyorsun?” dedi.

    Horoz cevap verdi:

    – “Haklısın fakat hiç tasalanma yarın bizim efendinin eşeği ölecek, sen de böylece karnını iyice doyuracaksın.” dedi.

    Bunu duyan adam hemen eşeği pazara götürerek sattı.

    Ertesi sabah da bakalım köpekle horoz ne konuşacaklar diye onların yanına geldi.

    Köpek horoza sitem ediyor:

    – “Yahu horoz hani eşek ölecekti, biz de karnımızı doyuracaktık.” diyordun.

    Horoz:

    – “Eşek ölmeye öldü lakin başka yerde. Çünkü sahibim onu sattı. Fakat hiç merak etme yarın at ölecek, o zaman da daha büyük bir ziyafete konacaksın.” dedi.

    Bunu duyan adam hemen ahıra koştu, atı aldığı gibi pazara götürüp sattı. Sevinerek evine döndü:

    – “Bu hayvanların dilini öğrenmem çok iyi oldu. Böylece zarardan kurtuldum.” diye düşünüyordu.

    Ertesi sabah yine acaba ne konuşacaklar diye köpekle horozun yanına gitti. Köpek yine horoza sitem ediyor, duruyordu:

    – “Yahu horoz bu sefer de dediğin olmadı, yoksa sen de mi yalana başladın.” dedi.

    Horoz:

    – “Hayır ben yalan söylemedim at ölecekti lakin sahibimiz onu da sattı. Fakat merak etme, yarın sahibimizin çok değerli kölesi ölecek o zaman onun hayrına yemekler, helvalar verilecek hepimiz doyacağız.” dedi.

    Bunu duyan adam o gün hiç beklemeden, kölesini götürüp sattı:

    – “Bu horozla köpeğin dilini öğrenmem iyi oldu. Böylece birçok zarardan kurtuldum.” diye düşünerek sevindi ve ertesi gün yine köpekle horozun yanına koştu. İkisi yine konuşuyorlardı. Köpek bu sefer çok kızgındı:

    – “Yalancı horoz, hani köle ölecek, bu sayede karnımız doyacaktı, günlerden beri yalanlarınla avutuyorsun, bu sana yakışır mı?”

    Horoz:

    – “Ben yalancı değilim ve yalan söylemem, diye başladı. Köle öldü fakat burada değil, başka yerde. Çünkü sahibimiz onu sattı. Fakat hiç iyi etmedi. Çünkü bu sefer sıra kendine geldi. Zira ilkin kaza, bela eşeğe gelecek, böylece sahibimiz beladan-kazadan kurtulmuş olacaktı. Eşeği satınca, onun yerine ata geldi, atı da satınca, köleye geldi. Köleyi de satınca bela ona gelecek. Sıra onda, yarın sahibimiz ölecek, o sayede hepimiz doyacağız.” dedi.

    Bunu duyan adam ah vah etti, başına vurdu fakat iş işten geçmişti.

    Böylece tamahkarlığın cezasını hayatıyla ödedi.

Rızkın Mecburiyeti

Zahidin biri “Herkesin rızkı Allah’tan (c.c.) gelir.” hadisinin manasını anlamak istiyordu. Başını alıp çöllere düştü bir kenarda yatıp uyudu.

Kendi kendine:

– “Bakalım rızkım nasıl gelecek.” diyordu.

Derken bir kervan yolunu kaybetti, gele gele o zahidin yattığı yere geldiler. O zahidi yatıyor görünce, birisi:

– “Bu adam neden böyle yolun izin uğramadığı bu yerde yatıyor, kurttan, düşmandan korkmuyor mu? Ölü mü yoksa diri mi? dedi.

Kervandakiler onun yanına vardılar, zahit bakalım ne olacak diye hiç sesini çıkarmadı. Ne vücudunu oynattı ne gözünü açtı. Kervandakiler bunu görünce:

– “Bu zavallı açlıktan ölüm derecesine gelmiş.” dediler.

Ekmek ve yemek getirdiler. Zahit dişlerini iyice sıktı. Adamlar bıçak getirip dişlerinin arasına sokarak zorla ağzını açtılar. Çorbayı ağzına dökerek yemekleri zorla ağzına tıkıştırdılar..

* ALLAH bir insana rızkını böyle zorla da olsa verir, Eğer kişi kaçsa gitse rızkı da onun arkasından onu takip edip onu mutlaka bulur.

İki Mesnevinin Mukayesesi

Tarihin farklı devirlerinde aynı davaya hizmet etmiş din büyüklerinde meşreb, üslub ve ifade farkları olmakla birlikte onlar aynı menbaadan sulanmakta aynı şeyleri insanlara sunmakta kutup yıldızı gibi yön vermektedirler.

Müceddidler din işlerinde mübtedi değil muttebi- dirler. Yani bidat ehli değiller, emaneti yeni usul ve anlatımlarla sadık tabiler olarak toplumlara ulaştırırlar. Kimi sohbet ve irşadlardan, kimi yazdıkları eserlerden kimide kurdukları eğitim sistemlerinden yararlanarak tecdid vazifelerine bütün varlıklarını ortaya koyarak çalışırlar.

Yaşadıkları devir, içinde bulundukları toplum, karşılaştıkları şartlar onların tarz ve usullerini şekillendirir. Bundan dolayıdır ki değişik asırlarda gelmiş müceddidler, irşad ve tecdid faaliyetlerinde farklılıklar gösterirler.

Biz bu yazımızda haddimizin çok üstünde de olsa Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevisi ile Bediüzzaman Said Nursi’nin Mesnevisini nazara vermek ve verdikleri mesajlarda bulunan benzerliklere ve farklılıklara bakmak istiyoruz.

Tarihte insanlığın iftihar ettiği büyük şahsiyetlerden biri de Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumi‘dir. Mevlana’nın asıl adı Muhammed, lakabı Celaleddin’dir. Diyar-ı Rum denilen Anadolu’da Konya’da yaşadığı için isim ve şöhreti Mevlana Celaleddin-i Rumi olarak tarihe geçmiş, o nam ile şöhret bulmuştur. Mevlana kelimesi “efendimiz” anlamına gelmektedir. Hünkar, Hazreti Pir, Mollayı Rumi gibi lakapları da vardır.

Babasının adı Muhammed Bahaüddin Veled’dir. Sultanu’l ulema diye anılmıştır. Annesi Belh Emiri Rüknüddin’in kızı Mü’mine Hatun’dur. Doğum tarihi 6 Rebiüllevvel 604, miladi 30 Eylül 1207 dir. İki oğlu oldu. Birine sultan Veled, diğerine de Alaaddin ismini verdi.

Mevlana, Şems-i Tebrizi ile mülaki olmadan evvel, babası sayesinde sayısız ilim ve tasavvuf büyüğü ile karşılaşmış, onlardan ilim, irfan ve tasavvuf feyizleri almıştır. Hz. Mevlana, Mesnevi’yi yazmadan önce sayısız arif ve veliden engin ilim ve feyizlerle mücehhez büyük bir alim, derin bir sofi, eşsiz bir edib ve hatip, büyük bir eğitimci, çok yönlü bir din büyüğü idi. Yani Mevlana infilak etmeye hazır bir “nur dağı” halinde idi. Beklediği, Şems-i Tebrizi’nin çakacağı kibrit yani bir kıvılcım idi. Şems, Mevlana’nın o muazzam potansiyelini ateşleyip açığa çıkaran kişidir.

Sonunda nurlarla dolmuş Mevlana barajının kapakları açıldı. Mesnevi’nin rahmet suları ovaları sulayarak cennet gibi manevi bağların, bahçelerin oluşmasına, irşad olmuş milyonlarca gönül çiçeklerinin açmasına sebep oldu.

MEVLANA’NIN MESNEVİSİ

Mesnevi, (sini) iki rakamını anlatan kelimeden türemiş ikili beyt manasından ismini almıştır. Aşktan, kahramanlıktan, hayatın her halinden bahseden sayısız mesneviler yazılmıştır. Mesnevi, beyitlerle sınırlanmadan birkaç beyitten onbinlerce beyte kadar yazılabilir. Fakat mutlak sıfat kemaline masruftur kaidesince mesnevi denilince ilk akla gelen elbette “Mesnevi-i Şerif” tir.

Hz. Mevlana’nın en büyük eseri Mesnevi-i Şerif’tir. 25618 beyitten meydana gelmektedir. Mevlana’da ve Mesnevi’sinde “Vedud” isminin tecellisi galib olup, coşkun ve cezbeli bir aşk ile baştan sona tevhid-i ilahi terennüm edilmekte, kainattaki bütün varlıklar ve olaylar, aşka dair ifadeler, ritüeller, temsil ve tasvirlerle ele alınmaktadır.

Hz. Mevlana çok yönlü bir âlim ve muhteşem bir mürşiddir. Eğer bir kişi sadece sufilikte ileri gitmişse “zülcenah” denilir, kanatlı tabir edilir. Eğer zahiri ilimlerde de derecata sahipse iki kanatlı manasında “zülcenaheyn” denilir. Mevlana ve Bediüzzaman gibi ilimlerde çok yönlü ve iyi yetişmiş olanlara ise “zülecniha” denilir. Onun için Mesnevi’yi okuyan ve bir derece anlayan onun her beytinde her çeşit ilmin cevherlerinin fışkırdığını, hiçbir sun’ilik ve zorlama olmadan belagat ve edebiyatın bütün şahikalarında dolaştığını müşahede eder.

Mesnevi’nin meziyetlerini, özelliklerini ve güzelliklerini ifade edebilmek elbette bizim haddimizin çok üstündedir. Bizim bu makalede yapmak istediğimiz şey, tarihte yaşamış iki ilim, irfan ve irşad sultanının kendi misyonlarını icra ederken yazdıkları iki Mesnevide asırlarının şartlarına göre takip ettikleri yolda ki benzerlik ve farklılıklara bir nazar atfetmektir.

BEDİÜZZAMAN VE MESNEVİSİ

Bilindiği gibi Hz. Bediüzzaman, muhteşem Osmanlı İmparatorluğunun talihinin döndüğü, gerileme döneminde çırpındığı, her yönden saldırılarla sıkıştırıldığı, ardı arkası kesilmeyen savaşlarla bunaldığı, birçok toprağını kaybettiği, idari ve mali keşmekeşe sürüklendiği karanlık bir dönemde 1878 de dünyaya geldi.

Bitlis’in Hizan kazasının Nurs köyünde zihinlerin tamamen saf ve bakir olduğu, müşevveş fikir ve düşüncelerden ari bir çevrede, fakir bir çiftçi ailenin çocuğu olarak doğdu. İlk eğitimini ağabeyi Molla Abdullah’dan aldı. Eğitimine küçük yaşta Tağ Medresesinde başladı. Fevkalade cevval ve yüksek zekasıyla her gittiği yerde verilen derslere çok kısa zamanda hakim olması, daha derin daha yüksek bilgi ve manalara ulaşabilmek için bir medresede aynı hocadan ders almak onun ilim ve irfan açlığını doyurmadı. Bu sebeple devamlı yeni arayışlarla birçok hoca, alim, şeyh ve mürşide ulaşmak için seyahatler yaptı. Her yerdeki ilim derecesini aştıktan sonra birçok ilim, irfan, tasavvuf büyüğünden feyz aldı. Çok küçük yaşta çok büyük alimlerle en zor konuları liyakatla konuşup tartışabilecek bir ilim ve irfana sahip mümtaz bir şahsiyet haline geldi. Katıldığı ilmi mübahaselerde o zamanın büyük alimlerini kendisine hayran bıraktı.

Bitlis hayatından sonra vali Hasan Paşa’nın daveti üzerine Van’a gitti. Orada on yıl kaldı. Bir yandan devlet işlerine muttali oldu. Diğer taraftan dünyada olup biten her şeyden haberdar oluyordu.

Böyle bir günde Vali’nin evinde okuduğu gazetelerin birinde İngiliz sömürgeler bakanı Gladstone’un elinde Kuran-ı Kerim ile kürsüye çıkarak “Bu Kuran Müslümanların elinde olduğu müddetçe biz onlara hakiki manada hakim olamayız. Ya bu Kuran’ı tamamen gözden düşürüp Müslümanları ondan soğutmalıyız; ya da Kuran’ı ortadan kaldırmalıyız.” Dediğini okur. Bir ilim, irfan ve fazilet ummanı olmasının yanında içinde kaynayan müthiş gayret ve hamiyet ummanı feveran ederek “Kuran-ı Kerim’in sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu bütün aleme ispat edecek ve onun hakikatlerini dünyaya duyuracağım” demiş ve bu gayesine ulaşmak için kafasında oluşturduğu bir tarafı pers, diğer tarafı Arab, öbür yönü ile Türk dünyasını irşad edecek üniversitesini kurabilmek için bu yönde en uygun yer olarak Van beldesini düşünerek Dersaadet’e haraket etmişti.

İstanbul’a götürdüğü bu proje gerekli ilgiyi görmedi. Bu arada talebe-i ulum ve İstanbul uleması ile yaptığı sohbet ve münazaraların yankılarından rahatsız olan devlet erkanı onu tarasud ve takibe almalarına hatta onu Toptaşı’nda ki tımarhaneye kapatmalarına sebep oldu. Bu arada meşrutiyet ilan edilmiş, İstanbul’da birçok karışıklıklar, fikri ve siyasi münakaşalar meydana gelmiş, Bediüzzaman birçok konuşmaları ve basındaki yayınlarıyla yatıştırıcı ve yol gösterici olmuştur.

Hürriyetin yanlış algılanmasını ve uygulanmasından endişe ile doğru manadaki hürriyeti veciz ifadelerle tarif etmiştir. (Elhürriyetü atıyyetür Rahman-Hürriyet Rahman’ın, Hakkın vergisidir.) ( Hürriyet zillete düşmemek ve zillete düşürmemektir.) ( Hürriyet ne kendine nede başkasına zarar vermemektir.) (Başkasının hürriyetinin sınırı bizim hürriyetimizin sınırdır.) (Her kim Allah’a kulluk ederse kullara kul olmaz, Allah’ın kullarını kendisine kul etmeye kalkmaz) gibi ifadelerle insanı ne zalim nede mazlum etmeyen doğru hürriyeti tarif etmiştir.

Bu arada Osmanlı’da birçok değişiklikler, yıkım ve tahribatlar meydana gelmiş, Balkan Harbi ve 1.Dünya Harbi olmuş, Osmanlı önce parçalanmış, sonra yıkılmış. Kurtuluş Savaşı yaşanmış, koca imparatorluğun sadece bir bölümüyle yeni bir devlet kurulmuş, tamamen yeni fikirlerle işleyen bir sistem ortaya çıkmıştır. Padişahlık gitmiş, Cumhuriyet gelmiş medreseler, tekkeler kapanmış, toplumda çok büyük maneviyat zaafı ortaya çıkmış, dini eğitim adeta dumura uğramıştır. Dini tedrisat hizmetleri büyük zorluklar altında adeta bazı hamiyetli insanların omzuna yüklenmiştir.

İşte Bediüzzaman’ın eskiden telif ettiği İşaret-ül İcaz, Mesnevi Nuriye, Asarı Bediiye gibi eserlerinin ardından bu sefer dünyayı saran Ateizm, Materyalizm ve Komünizm cereyanlarının yaydığı inkar ve küfür, fikir ve faaliyetlerine karşı Risale-i Nur külliyatı adını verdiği bu asrın ihtiyaç ve sorularına cevap veren eserlerini telif etmiş, sadece eser yazmakla kalmamış o fikir ve bilgileri harika bir hizmet tarzı ile hayata geçirmiş, her türlü inkarın belini kırmıştır. Bediüzzaman Risale-i Nur’dan evvel telif ettiği Mesnevi Nuriye’nin çok büyük bir önemi haiz Risale-i Nur Külliyatının fidanlığı bu eserdir demiştir.

Mesnevi Nuriye

Daha evvel tarif edildiği gibi mesnevi daha çok Arapça ve Farsça yazılmış ikili beyitlerden meydana gelmiş kısa ve çok uzun ilmi, ahlaki, kahramanlık veya şehrin güzelliklerini anlatan eserlere verilen isimdir. Mizahi mesnevilerde vardır. Genelde manzum olarak yazılmakla birlikte nesir tarzında yani şiir cinsinden olmayan mesnevilerde vardır. Bediüzzaman’ın aslı Arapça olan Mesnevi Nuriye’si bu tarzın en muhteşem örneğidir. Dini, imani meseleleri hatta anlaşılması en zor konuları kısa kısa anlatımlarla birbirinden bağımsız olarak anlatmış ve ilerde ortaya çıkacak büyük Risale-i Nur ekolünün esaslarını içine alan ve bir fidanlığı, bir programı hükmünde olan çok kitapları özet olarak içinde barındıran bir eserdir.

Bu konuda söz söyleyecek en yetkili kimse elbette Mesnevi Nuriye’nin müellifi muhteremidir.

Kuran’ın Arabi bir tefsiri ve Risale-i Nur’un Mesnevi-i Şerifi olan ve Zülfikar büyüklüğünde ve altınla yazılmaya layık bir mecmua inşallah teksir edilecek. Bu çok harika ve pek ehemmiyetli ve gayet mühim ve her bir bahsi birer kitap ve birer risale olacak derecede gayet icazkar olan ve kırk sene evvel telif edilen bu eserleri, o zamanın hakiki ve meşhur büyük ulema ve meşayıhi de tam takdir ve tahsin etmişler ve o risalelerden bir tek risale hakkında “Bu bir katre değil bir bahirdir, diyerek fevkaladeliğini izhar etmekle beraber tam anlamaktan aciz olduklarını idrak etmemişler.” (Emirdağ Lahikası)

Risale-i Nur’un bir nevi Arabi Mesnevi Şerifi hükmünde olan bu mecmuanın mukaddemesi beş noktadır.

İKİNCİ NOKTA: … Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) ve İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi, akıl ve kalb ittifakıyla gittiği için, herşeyden evvel kalb ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsin evhamdan kurtulmasını temine çalışıp, lillâhilhamd, Eski Said Yeni Said’e inkılâp etmiş. Aslı Farisî, sonra Türkçe olan Mesnevî-i Şerif gibi o da Arapça bir nevi Mesnevî hükmünde Katre, Hubab, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme, Şu’le, Lem’alar, Reşhalar, Lâsiyyemalar ve sair dersleri ve Türkçede o vakit Nokta ve Lemeatı gayet kısa bir surette yazmış; fırsat buldukça da tab etmiş. Yarım asra yakın o mesleği Risale-i Nur suretinde, fakat dahilî nefs ve şeytanla mücadeleye bedel, hariçte muhtaç mütehayyirlere ve dalâlete giden ehl-i felsefeye karşı, Risale-i Nur, geniş ve küllî Mesnevîler hükmüne geçti.

ÜÇÜNCÜ NOKTA: …Demek, bu Arabî Mesnevî mecmuası, Risale-i Nur’un bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmündedir. Bu mecmuanın yalnız dahilî nefis ve şeytanla mücadelesi, nefs-i emmarenin ve şeytan-ı cinnî ve insînin şübehatından tamamıyla kurtarıyor. Ve o malûmat ise, meşhûdat hükmünde ve ilmelyakîn ise, aynelyakîn derecesinde bir itminan ve bir kanaat veriyor.

DÖRDÜNCÜ NOKTA: …Demek o fidanlık Mesnevî, turuk-u hafiye gibi enfüsî ve dahilî cihetinde çalışmış, kalb ve ruh içinde yol açmaya muvaffak olmuş. Bahçesi olan Risale-i Nur, hem enfüsî, hem ekseri cihetinde turuk-u cehriye gibi âfâkî ve haricî daireye bakıp marifetullaha geniş ve her yerde yol açmış. Adeta Mûsâ Aleyhisselâmın asâsı gibi nereye vurmuş ise su çıkarmış…
Hem Risale-i Nur, hükema ve ulemanın mesleğinde gitmeyip, Kur’ân’ın bir i’câz-ı mânevîsiyle, herşeyde bir pencere-i marifet açmış, bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur’ân’a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlûp olmayıp galebe etmiş…”

MESNEVİ ŞERİF İLE MESNEVİ-İ NURİYE’NİN BENZERLİKLERİ VE FARKLILIKLARI

1) Mesnevii Şerif saltanatın merkezinde Selçuklu payitahtında o günün güçlü insanlarının takdir, tahsin ve teşvikleri altında telif edilmiş buna mukabil Mesnevi Nuriye, parçalanmakta ve çökmekte olan bir imparatorluğun harabe olmaya yüz tutan zor zemininde açan seher çiçekleri gibi ortaya çıkmıştır.

2) Mesnevii Şerif teslimin kavi, iman ve şeriatın genelde kabul ve tasdik edildiği, ariflerin sözlerinin delilsizde olsa hürmetle kabul edildiği bir dönemde telif edilmesine karşılık Mesnevi Nuriye, Marksizm, materyalizm, ateizm ve komünizmin en kat’i iman esaslarını sorguladığı ve inançsızlığın ferinin her bir yeri ve dönemin olmadığı kadar organize olduğu sistemleştiği hatta büyük devletlerde rejim haline dönüşmeye başladığı bir dönemde yazılmıştır.

3) Bundan dolayıdır ki Mesnevii Şerifin mesajlarının merkezinde inanmış insanların gönüllerine ilahi aşkla cüşu huruşa getirmek esas olmuş. Buna karşılık Mesnevi Nuriye inhare, Mesnevii Şerif manzum olarak Farsça kaleme alınmış bir ihtimal Sünni Müslümanlar ile inanç merkezli Şii Müslümanların arasında bir muhabbet köprüsü kurmayı hedeflemiştir. Farsçanın çok zengin belagatından yararlanmıştır.

Mesnevi Nuriye ve onun muhterem müellifi eserleri ve teşebbüsleriyle İttihadı İslam için çalışmış Van’da temelini attığı fakat meydana gelen büyük muharebe ve yıkımlar sebebiyle sonunu getiremediği Medresetüz Zehra bu teşebbüsünün delilidir. Çünkü Van bu bakımdan hem Fars dünyasına hem Arap dünyasına hem Türk dünyasına hitap edecek, istikamet verecek. İttihadı İslam’ı inkişaf ettirecek büyük bir merkez olacaktır. Mısır da; Ezher Üniversitesi gibi Van’da ki Medresetüzzehra da onun kız kardeşi olacak, ulvi gayeye hizmet edecektir. Ne yapalım ki Kaderi İlahinin planı programı binaları olmayan kudret tanımayan şumulü bütün dünyayı saracak olan başka türde bir Risale-i Nur hareketinin ve evrensel bir nur hareketinin takdir ve tayin etmiştir.

Netice olarak her asırda gelen müceddidler bir çok yönleriyle birbirlerine benzedikleri gibi yaşadıkları zaman, zemin ve şartlar gereği bazı farklılıklarda ortaya koymaktadırlar.
Allah hepsinden razı olsun, makamları cennet olsun. Kendilerine ihsan edilmiş feyiz ve bereketlerinin hayırları kıyamete kadar devam etsin.

Abdülhamit Oruç

www.nurnet.org