Etiket arşivi: meşrep

Havz-ı Kevser Olmak

Nefrin, hezârân nefrin, cehlin yüzüne..[1]

Fikr-i milliyet ile, milletin cevfinde havz-ı kevser gibi bir havz-ı marifet ve muhabbet yapınız. Altındaki suyunu çeken delikleri, maarif ile kapatınız. İçine su akıtan yukarıdaki mecraları, fazilet-i İslâmiye ile açınız. Büyük bir çeşme var, şimdiye kadar sû’-i istimal ile şûristana dağılıp bazı seele ve acezeye neşv ü nema verdi. Bu çeşmeye güzel bir mecra yapınız, mesaî-yi şer’iye ile şu havuza dökünüz. Sonra da bostan-ı kemalâtınıza su veriniz. Bu, hiç bitmez ve tükenmez bir menba’dır.[2]

Milliyetçilik fikri iki ağzı olan bir bıçak gibidir. Bu bir menbadan çıkan su 2 ark’a şubeye ayrılmaktadır. Bu arktan gelenlerin birisini menfi birini de müsbet bir cereyan kullanmaktadır.

Menfi olan geniş dairede menfi fikr-i milliyet olan ırkçılıktır. Dar dairede meşrebciliktir.

Bunun üzerinde biraz duracak olursak. Bu menfi olan şeyi devletler milletler mabeyninde meyvesi ırkçılıktır. Çekirdeği ise meşrebciliktir.

Bu meşrebcilik aslen geçiş kısmını da teşkil  edebilir. Mesela hamiyet çekirdek bundan çıkan filiz ve ağaçtan 2 ye inkısam eden dalından birisi menfi milliyet birisi müsbettir. Kök itibariyle aynıdır. Bir hamiyetten yani bir şeyi muhafaza etmekten neş’et eden bir gayrettir.

Müsbet olan kısmı malumdur ki: Din-i Mübin-i İslamı muhafaza etmektir. Buna denecek bir şey yoktur. Lakin bunu yanlış anlayan kimselere çok diyecek şey var.

Bulunulan islami hareketi islamiyetin tek mümessili veya hamisi veya bulunduğu yeri ayn-ı İslamiyet zanneden kimseler başkalarını tekfir, gıybet, zemm, butlan… vs şeyleri söylemektedir.

Asr-ı ahirin müceddidi olan Bediüzzaman Said Nursi kendi telifatı olan Risalelere bile “Dava Değil, Dava İçinde Bürhandır. [3]” yani birisi nurcu olmakla Müslüman olmaz veya nurculuktan çıksa kafir, mürted olur dememiştir. Nurculuk islamiyeti anlama ve yaşama anlayışıdır.

Nurcu olmayan kimseler Müslüman değildir veya dinden çıkar gibi nasezâ sözler doğru değildir. Bunu başka islami anlayışlara da uyarlayalım. Mesela aynı sözleri gelenekten olan Nakşilik veya Kadirilik veya Rufailik.. söylese gene hata ederler.

Bu gelenek anlayışlarından birisi olan Nakşilik içerisinde olan bir grubu – yani meşrebi – dese ki: Nakşiliği sadece biz temsil ediyoruz gerisi dalalet üzerinde gibi bir tabir kullansa yanlış eder.

Bunu tüm mesleklere ve meşreplere tatbik edebiliriz. Mesela Nurcu olmak hasebiyle a meşrebi sadece nurcu biziz gerisi istikametsiz dese.. aynını b,c,d,e meşrebleri dese hamiyet-i milliyeye girilmiş olur.

Ortada bir hamiyet gayret var ama bu hamiyeti mesleğine revaç yerine meşrebine revaca sevk etse hata eder.

Eğer herkes kendi meşrebine revaç verse mesleğine dolaylı olarak asgari revaç vermiş olur.

Okulunda var olan b meşrebli kardeşiyle ittifak ve ittihad etmezse hem meslek kuvvet bulmaz hem de mesleken zararı yanında manen de kendisini yalnız hisseder.

Dese ki en güzel meşreb benimkidir. Bir problem olmaz. Amma tek güzel ve doğru olan meşreb benimki dese orada halt eder. Bunu kavlen sözle söylemese de meslektaşlarıyla bir olmaması fiili ve hal’i olarak bunu söylemektedir.

Bir meslekten veya meşrebden çıkıp ayrılmakla dalalete düşülmez. “Hülâsa; tarîkat, şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarîkattan düşen şeriata düşer, fakat -maazallah- şeriattan düşen ebedî hüsranda kalır.[4]” bu söz tüm meseleyi hülasaten halletmektedir.

Biri dese ki

– Benim abim, hocam, şeyhim, pirim, vakfım.. mehdidir müceddiddir.

Hidayetine vesile kimse o kimse için mehdi ve müceddid vasfına sahiptir.       Lakin asrın müceddidinden ders aldıktan sonra insanlar istediği meslekte ve meşrebde olmasında bir sıkıntı yoktur.

Bu müceddidiyet lafa değil icraata bakar. Yoksa taassubla kuru kuruya o sözleri sarfetmek cahilliktir. Mesela haşirden, nübüvvetten, miracdan, eneden.. ders okuyacak hangi meslekte olursa olsun Risale-i Nurdan bu hakikatleri okuyup anlayıp onunla ders okumalı bulunduğu yerde. Yoksa asrın anlayışına müceddidine tabi olunmazsa eski anlayışlarla izahta bulunursa hata edilir.

Fabrikasyon sisteme geçilmişken kısmi ferdi gayretle bir şey yapılmaya çalışmaya benzemektedir.

Herkes Risale-i Nur Okuyarak bulunduğu yerde müceddidiyet sistemiyle hareket etmelidir. Nitekim zaman ve zemin ortada hadisat şahittir ki Bediüzzaman müceddiddir. Lakin hadiste çalışan, akaidde, hafızlıkta çalışan kimse bu davanın bir ucundan tutup hizmet ettiği kesindir amma müceddide tabi olup aklında ki şühpe ve sualleri izale etmeden ketebe, keteba, ketebu demesi bir işe yaramıyor. Çünkü Arapça bilen gayr-i Müslümler hadsizdir. Demekki nasara, nasaru ile iş bitmiyor. Onlar ilim tahsil etmek içindir.

Ahirzamanda zaman kısıtlı ve değerlidir. Zamanın ihtiyacına göre teknolojiyi Allah ihsan eder. Risale-i Nur da ahirzamanın ihtiyacına cevap veren ve uzun zamanda tahsil edilecek ilimleri sinesine toplamış şefkatli bir anne gibidir. Ahirzamanın evledı bu annenin sinesine sığınıp harici tecavüzattan ve saldırılardan kendisini sakınmak zorundadır. Zor ve meşkuk olan yolu değil neticeye ulaştıran kısa yolu tercih etmek aklın şeni gereğidir.

Tabiri caizse İslamiyet bir havuzdur menbadır. Meslek ve meşrebler ise o menbadan hasıl olan minicik bahçelerdir. Menba olmazsa o bahçecikte olamaz.

Müsbet Fikr-i milliyet olan İslamiyet şemsiyesi altında toplanıp beraber hareket etmekle, milletin manevi hayatındaki boşlukları ve çukurları Rasulü Ekrem’in (A.S.V.) havz-ı kevser gibi tüm ümmet-i Muhammedi kucaklayan bir havz-ı marifet ve muhabbet yapınız. Ta ki Hamiyet-i İslamiye cari olsun.

 

Altındaki suyunu çeken delikleri, maarif ile ilim ve irfanla kapatınız. İçine su akıtan yukarıdaki mecraları, fazilet-i İslâmiye ile açınız. Büyük bir çeşme var ki o çeşme ittihad-ı islamın ruhu olan hamiyettir. Şimdiye kadar sû’-i istimal ile Hamiyet-i milliye olarak menfi ve ifsad namına kullanıldı. Çöl gibi yerlere dağılıp bazı dilenci ve yanlış anlayışlara neşv ü nema verdi filizlendirdi.

 

Bu Hamiyet çeşmesine güzel bir mecra yapınız, mesaî-yi şer’iye ile şu havuza dökünüz. Sonra da bostan-ı kemalâtınıza ilim ve irfan ile ve ittihad ile su veriniz. Bu, hiç bitmez ve tükenmez bir menba’dır.

 

Bizler elimizde mesleğimizde var olan hamiyet-i davamız olan Kur’an ve islam davasına sarfetmeliyiz ki muhabbet-i İslamiye tesis edilsin.

Selam ve Dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

Kuvvet Hakka Hizmetkâr Olmalı

Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde altı vecihle açıklamıştır. Birinci, ikinci ve üçüncü vecihler bir önceki yazılarımızda izah edilmiştir.

Mü’minler için Âyet-ı Kerime de şöyle bir emir var:

“Mü’minler, muhakkak ki, kardeşlerdir. Artık kardeşlerinizin arasını düzeltiniz ve Allah’tan korkunuz, tâ ki: Siz rahmete erişesiniz.” (Hucurat-10)

Müceddid-i ahir-i zaman, pişdarı din-i İslam, Arş-ı Â’zamın pürnur ufuklarından inen Kur’an-ı Kerim’in delâllı, müçtehit ve müellif Bediüzzaman dördüncü vecih’i şöyle izah etmektedir.

Dördüncü Vecih:

Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür. Şu Dördüncü Veçhin esası olarak birkaç düsturu dinle:

Birincisi: Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur.

Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise çirkinlikleri gösterir.” (Ali Mâverdî, Edebü’d-Dünyâve’d-Dîn,s.10) 

sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez.

“Ey insanlar! Muhakkak ki, biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ve sizleri kavimlere ve kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız. Şüphe yok ki, sizin Allah katında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Muhakkak ki, Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat-13)

Cenab-ı Allah (c.c) yukarıdaki Ayet-i Kerimede bütün insanlığın birliğini, kavim ve kabilelere ayırma nedeni ve kulluk görevi ile alakalı hususları açıkça zikretmiştir. Bu nedenle: Halık-ı alem insanların dil, ırk, mezhep, soy ve sopuna bakmaz ancak takva ve a’meline bakar. Onun için a’malde rıza-i ilahi olduğu zaman iyilikler görünür. Kötü niyetle bakıldığı zaman her şeyde çirkinlik aranır ve ona göre değerlendirir.

Müslümanlar, İslam esaslarının temelinin ve kaynağının Kur’a-ı Kerim ve Resulullah’ın sünneti olduğuna iman eder, bu iki kaynağa sımsıkı sarılırlarsa elbette ki doğru yoldan sapmazlar.

Bediüzzaman, fertler arası çıkabilecek ihtilafları birer birer kapatırken kavim ve kabileler arası veya meslek ve meşrepler arasında da çıkabilecek rahatsızlıkları da kapatmaya çalışır. Sosyal hayatın tanzim ve idaresinde meslek ve meşreplerin farklılaşmaları, yardımlaşma ve dayanışmaya yönelik olmalı, aksi takdirde farklılaşmanın düşmanlık ve husumete neden olmaması gerektiğini vurgular. Ona göre her meslek ve meşrep sahibi haklı olarak kendi mesleğinin en iyi olduğunu iddia edebilir ve etmelidir de; buna hakkı vardır. Fakat sadece kendi mesleğinin iyi olduğunu, diğer İslâmî mesleklerin iyi olmadıklarını iddia etmeye hakkı yoktur. Nifak ve düşmanlık ancak bölünmeye sebebiyet verir, üstad bunu da insafsızlık olarak görmektedir.

İkinci düstur: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati Bazen damara dokundurur, aksülâmel yapar.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Nefsini kötülüklerden arındıran kesinlikle kurtuluşa ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır.”

“Şüphesiz bir toplum kendilerini değiştirmedikçe, Allah onların durumlarını değiştirmez.’’

Bizim doğru bildiğimiz ve hakikaten doğru olan sözleri söylemek, karşımızdaki kardeşimizin kalbinin kırılmasına sebep olabilir, gıpta damarına dokunabilir, söyleyiş tarzımız veya orda söylenen sözün, ters tepkilere sebebiyet verilmemesi için dikkatle ve özenle söylemek lazımdır.

Haklı adam, insaflı olur. Bir dirhem hakkını, istirahat-i umumînin yüz dirhem menfaatine feda eder. Haksız ise ekseriyetle enaniyetli olur; feda etmez, gürültü çoğalır. Münakaşa etmenin birinci şartı, insafla, hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû-i telâkkiye sebep olmadan müzakeresi caiz olabilir.

O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muarızın elinde zâhir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun. Çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zâhir olsa, fazla bir şey öğrenmedi; belki gurura düşmek ihtimali var.

Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır. Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor. Belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur.

Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor.

Her zaman gerek bilgide, gerek kanunun verdiği kuvvetlerde gerek kavim ve kabilelerin güç ve istidatlardaki düstur şudur: Kuvvet hakka hizmetkâr olmalı.

Rüstem Garzanlı /DİYARBAKIR

www.NurNet.org