Etiket arşivi: meşveret

Meşveretlerde ki Mana

Meşveretlerde ki Mana

“siz, mabeyninizde münakaşasız bir meşveret ediniz.” 1

“Medar-ı niza’ bir mes’ele varsa, meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız, herkes bir meşrebde olmaz. “Müsamaha ile birbirine bakmak, şimdi elzemdir.” 2

“İhtiyat ve temkin ve meşveret etmek lâzımdır.” 3

“Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir.

وَ اَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ âyet-i kerimesi, şûrayı esas olarak emrediyor.” 4

“meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o “hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip, garb medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır.” 5

“meşveret-i efkârın mehasinindendir ki: Makasıd ve mesalik, bürhan-ı katı’ üzerine teessüs ve her kemale mümidd olan hakk-ı sabit ile hakaiki rabteylemesidir. Bunun neticesi; bâtıl, hak suretini giymekle efkârı aldatmaz.” 6

Meşveret etmek, fikir almak, kamu oyu yoklaması yapmak elbette ki, insanın şahsi hayatı ve içtimai hayatın istikameti için elzem olan bir şeydir. Bunun ihmal edilmesi istibdatı, istimal edilmesi ise istikameti, bir grup tarafından bu sistemin su-i istimali ise oligarşiyi ve zımni manada istibdadı tevlid eder. Peki meşveret nedir diye baktığımızda kısaca karşımıza şu manalar çıkıyor. Danışma. Konuşup anlaşma. Fikir edinmek için konuşup görüşme. Görüşme meclisi. Meşveret etmek. Fikir danışmak. Müşâverede bulunmak… bütün bu manalar latif ve nazif olan manalardır. Manaevi meselelerde ortak akıl olan meşveretten beslenmek, nizami ve ortak bir sistemin tesisi cihetiyle güzeldir ve ibadet manasındadır. Dünyevi bir manada müşaverede bulunmak ise mevzubahis olan iş hakkında bir nokta-i nazara vesiledir. Yani netice itibariyle insanda ister manevi ister maddi meselelerde olsun bir nokta-i nazara vesiledir.

Maddi meseleler, manevi meselelerde tali ve ikinci, üçüncü mesele mesabesinde olmalıdır ki, manevi hizmetleri esas alan yerler kurum ve kuruluşlar (stk, dernek, vakıf..) gerçekten manevi hizmet iddiasına şahit olsun. Manevi hizmet iddia eden yerler sürekli olarak adeta dört mevsim yaşanan ülkemizde laakal mevsimlere kendisini endekslemiş gibi en az dört defa maddi taleplerde bulunması ve meşveretlerde insanların manevi olarak tatmini hususunda neler yapılabilir yerine nereye arsa, daire veya bina dikilebilir haline dönüşmüşse arabanın hararet ibresinin sinyal vermesi gibi o hizmet hareketi sekülerleşip artık maddi bir hizmet suretine bürünmeye başlamıştır.

Bir yerde mülk bir daire veya binanın olması orada manevi hizmetlerin inkişafı manasına gelmediği aşikardır. Bir de biz hizmet edemiyoruz çünkü mülk bir yerimiz yok gibi bir serzeniş ise hiçte manevi hizmetler iddiasında bulunan bir yere yakışmamaktadır.

Bir yerde manevi hizmet iddiasıyla yapılan meşveretlerde manevi meselelerin ötelenip maddi meselelerin ilk sıralarda tutulması da maalesef ki mananın maddeyye mağlubiyetinin ifadesidir.

Eskilerde insanlara nasıl okuturuz veya daha iyi istifadeye vesile oluruz gibi sualler açılırken, bize mülk daire lazım, araba lazım.. gibi şeylere dönülmemesi gerekir. Dönmüşse şayet bilin ki, gemi dünya suyu almaktadır.

İşin acı yanı ise biz bunu hizmete kullanacağız gibi maskeli ve sureta mübarek sözlerle aldatmak yoluna gidilmiş olmasıdır.

Hülasa: eğer maddi hizmet iddia ediyorsak ve bunu Risale-i Nur namına yapıyorsak hizmetin düsturlarıyla yapmalıyız. Kendi hevamıza hevesimize ve efkarımıza hizmet kılıfı giydirerek değil. Bediüzzamanın davasında Bediüzzamanın metoduyla hizmet edilir.

Bahtiyar o kimsedir ki, bu hizmette bu hizmetin düsturlarıyla amel eder.

Bedbaht ise, heva ve hevesine hizmet kılıfı giydirir.

Saftirik ise, hüsn-ü zanna binaen bedbahtların sözünü hizmet zannederek ona taraftar olur.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.Org

İstişâreye Önem Vermek

İstişare; Peygamber Efendimiz’in (sav.) en çok ehemmiyet verdiği önemli sünnetlerinden biridir. İstişare her meselede önemli olmakla birlikte, özellikle ticari hayatta çok büyük önem arz eder. Günümüzde ferdi ve içtimai sıkıntıların temelinde, istişaresiz iş yapmak ve şahsi fikriyle hareket etmek vardır. İstişaresiz ve tek başına iş yapma alışkanlığı ne kadar çok olursa, hatalar ve meydana gelecek sıkıntılar da o nispette artar. Atalarımız;

“Ulu sözü dinleyen, ulu dağlar aşar.”,
“Akıl akıldan üstündür.”,
“Bin bilsen de bir bilene sor.”

diyerek, istişârenin önemini veciz şekilde ifade etmişlerdir.

Akıllı ve tecrübeli kimselerle müşavere eden bir kimsenin hata yapması ve isabetsiz karar vermesi nadiren vuku bulur. Ehl-i hikmet şöyle buyurmuşlardır:

“Meşveretten daha büyük bir kuvvet yoktur. İstişare ile yapılan isabetsiz bir iş, istişaresiz yapılan isabetli ve doğru işten daha iyidir.”

Bir insan ne kadar akıllı, zeki ve tecrübeli olursa olsun, müşâvere esasına uygun hareket etmedikçe, muvaffak olamaz ve karşılaşacağı problemleri kolay bir şekilde halledemez. Müsteşar yani kendisiyle istişare edilen zat emin, dirayetli, mütefekkir, müstakim, tesir altında kalmayan, sağlam fikirli, keskin görüşlü, insan psikolojisini iyi tahlil edebilen, öfkeden uzak, sabırlı, bilgili, sahasında uzman, tecrübeli, faziletli, samimi ve vakarlı olmalıdır. Zira, bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

“Her kim kendisiyle müşaverede bulunan kardeşine bildiği hâlde, hilâfına bir beyanda bulunursa şüphesiz hıyanet etmiş olur.”

Evet kişi, istişare meclisinde fikirlerini açıkça söylemekten çekinmemeli, ancak düşüncelerini yumuşak bir dil ve mütebessim bir yüzle ifade etmelidir. Şayet o meclisten kendi görüşüne muhalif bir karar çıkarsa, ona tabi olmalı ve kesinlikle o kararı tenkit etmemelidir. Çünkü, meşveretten çıkan karara uymak vaciptir. Aksi bir hareket büyük bir hata olduğu gibi, İslam ahlakına uygun bir davranış değildir. Zira istişare neticesinde alınan kararlara muhalefet etmek hatadır.

Herhangi bir konuda istişâre edileceği zaman iki yol izlenir: Birincisi, birkaç kişiyle ayrı ayrı görüşülür, fikirleri alınır; fikirler hangi noktada daha çok ittifak ediyorsa, o görüş benimsenir. Diğer bir yol ise, o kişiler bir araya getirilerek, onların görüşleri alınır ve konu müzakere edilir, görüşler incelenir ve en uygun görüşte karar kılınır.

Herhangi bir iş hususunda görüş ve düşünceler alınıp istişare ile hareket edildiği halde, muvaffak olunmaz ve o işten iyi bir netice alınmazsa, bu konuda düşüncesi alınan kişiler tenkit ve tekdir edilmemelidir. Eğer kişiler, görüşlerindeki isabetsizlikten dolayı kınanır ve azarlanırsa, böyle kimseler kendisiyle istişare etmek isteyenlere görüş ve düşüncelerini ifade etmekten çekinirler.

Meşveret, arının çeşitli çiçeklerden malzemeyi toplayıp bal yapmasına benzer.

Müşavere hayırlı ve isabetli karar vermede bir anahtardır. İslâm dini meşveret esası üzerine kurulmuştur. İstişâre Cenab-ı Hakk’ın emri ve Hazret-i Peygamber’in (sav.) mühim bir sünnetidir. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyurur:

“İş hususunda onlarla müşavere et.” 1

Başka bir ayette ise şöyle buyrulur:

“Onların işleri, aralarında istişâre iledir.”2

Peygamber Efendimiz (sav.) de şöyle buyurur:

“Biliniz ki, Allah da Resulü de müşavereden müstağnidir. Ancak Allah Teala bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare ederse hayırdan mahrum olmaz, her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz.”

Başka bir hadislerinde ise şöyle buyurmuşlardır:

“İstişare eden bir topluluk işlerinin en doğrusuna muvaffak olur.”

“İstişare eden pişman olmaz.”

Hz. Peygamber’in (sav.) istişareye memur edilmesi, istişarenin ehemmiyetini ümmetine anlatmak içindir.

Hz. Peygamber (sav.) ümmetini istişâreye teşvik etmiş; kendisi de her konuda onlarla müşavere etmiştir. Meselâ; Bedir Savaşında Mekke müşriklerinin geldiğini haber alan Peygamber Efendimiz (sav.) bu konuda ne gibi tedbir alınacağı hususunda ensarla müşâvere etmiştir. Ayrıca muharebeden sonra da Bedir esirleri konusunda, Uhud ve Hendek Gazvelerinde, Hudeybiye’de, Taif Seferinde, ezan konusunda ve daha birçok meselede ashabıyla istişâre etmiştir. Bunun içindir ki, Ebû Hureyre şöyle buyurmuştur:

“Ben Rasûlullah’tan daha çok, ashabıyla istişâre eden kimse görmedim.”

Akıl ve zeka yönüyle insanların en mükemmeli olan Hz. Peygamber (sav.) istişareye bu kadar ehemmiyet verdiği halde, bizim gibi aciz ve noksan kimselerin kendi görüşleriyle yetinip istişare etmemesi büyük bir hatadır.

Evet, Hz. Peygamberin (sav.) sahabeleri ile yaptığı müşaverede kendi görüşünü terk ederek çoğunluğun görüşüne tabi olması onun (sav.) istişareye vermiş olduğu ehemmiyeti ve istişarenin nasıl olması gerektiğini ortaya koymaktadır. Nitekim, Uhud savaşından önce Hz. Peygamber (sav.) savaş hakkında ashabıyla müşavere etmiş, kendi reyi Medine’de kalıp müşrikleri karşılamak olduğu halde, ekseriyetin isteği üzerine şehir dışında savaşmıştır.

Nübüvvet gözüyle birçok güzide sahabenin bu savaşta şehit olacağını gördüğü halde meşveretin ruhuna muhalefet etmemek için kendi reyini terk ederek arkadaşlarının reyine tabi olmuştur.

Diğer bir misal; Peygamber Efendimiz. Bedir savaşında, kendilerine en yakın kuyunun başında durdu ve orayı karargâh yapmak istedi. Bu sırada Ashap’tan Hubâb el-Cümuh, Peygamberimize,

“Yâ Resulullah! Burayı, bir vahiy ile mi seçtin? Yoksa bu bir görüş, bir harp taktiği midir?” diye sordu. Resulullah (sav.);

“Bu bir görüş ve harp taktiğidir.” buyurması üzere sahâbe,

“O halde Yâ Resulullah! Burası harp için uygun bir yer değil, orduyu buradan kaldırıp düşmana en yakın kuyuya gidelim. Orada bir havuz yapıp içine su dolduralım, geride kalan kuyuları tahrip edelim, düşman istifade edemesin.” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s),

“Sen güzel bir fikre işaret ettin.” buyurdu ve o sahabenin dediği şekilde hareket etti.

Cenab-ı Hakk’ın emri, Peygamber Efendimizin de mühim bir sünneti olan istişareyi hayatlarına tatbik eden sahâbe-i kiram efendilerimiz ve özellikle de Hulefâ-i râşidîn hazretleri istişâreye büyük önem vermişler, Hz. Ebû Bekir ve Ömer (r.a); istişâre etmek üzere Hz. Osman, Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf, Muaz b. Cebel, Ubey b. Ka’b, Zeyd b. Sâbit ve diğer bazı ashaptan oluşan birermüşâvere heyeti oluşturmuşlardır. Nitekim, Hz. Ömer (r.a) Şam’a giderken, yolda orada veba salgını olduğunu öğrenince, yola devam edip etmeme konusunda muhâcir, ensar ve Kureyş’in ileri gelenleri ile istişâre etmiş ve onların teklifini kabul ederek geri dönmüştür.

İslam idaresi, hiçbir zaman bir şahsın fikrine ve idaresine münhasır olmamıştır ve olamaz da. Zira, İslam, kişilerin heva ve heveslerine göre yapılan bir idareyi reddeder. İslâm’daki istişâre sistemi ehil olan kimselerin görüşünü esas alır. Bu bakımdan özellikle devlet idaresinde bulunanların dinî meselelerde âlimlerle; memleket meselelerinde ilim ve irfan erbabı ile istişâre etmeleri elzemdir, akıl ve hikmetin gereğidir.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Âl-i İmrân Suresi, 3/159.
2 Şûrâ Suresi, 42/38.

Şahsın değil Hakkın hatırı âlîdir!

Şahsın değil Hakkın hatırı âlîdir!

 

Hakiki Meşveretin Nasıl Yapılacağı Ve Meşveret’in Su’i İstimal Edilmemesi!

“Meşveretle hareket etmek lazımdır, yoksa hareketimiz ferdî olur.”[1]

Meşveret ve şûrâ-i şer’î, dinin esasat ve müsellemat gibi kat’i ve sabit hükümlerinin hâricinde ve şer’î usûlüne göre yapılır.

Meşverette iyi niyet ve ihtisas şarttır. Yani meşverete katılanlar, istişarede ele alınacak meselenin isabetli olan cihetini ve tercihi gereken maslahat-ı umumiyesini keşfetmek niyet ve gayretine sahib olmalıdır.

Yoksa kendi maksadlarını veya bağlı olduğu şahsın, cemaatin, mesleğin, meşrebin menfaatini tahakkuk ettirmek niyetini taşıyanlarla yapılacak meşveret hak ve maslahat-ı bulmaktan daha çok karışıklıklara ve inşikaklara sebeb olur. Nitekim bu hususta Fesafis-said namı ile nurun kahramanlarından Zübeyir ağabey Meşveret hususunda şöyle bir şey söylemiştir.

“Müteaddit defalar bir iş hususunda münakaşa edilir; meşveret ve müdâvele-i efkâr adı ile söze oturulur. Münakaşa ve kavga ile kalkılır.

Bu kavgamsı konuşmada herkes heyecanlanır. Hisler heyecana gelir. Biri diğerine, diğeri ötekine hakaretli sözler sarf eder. İlk defa birisi hakaret eder, diğeri de misilleme yapar. İlk hakaret edip kalp kıranı kast ederek “O bana böyle dedi, ben de ona öyle dedim” der. Bu beş altı defa tekerrür edince, artık en yakın dava arkadaşına küskün durur. Bu küskünlüğü gören ikinci, birinciden soğur, ikinci ile üçüncü birleşir.

Birincinin gıyabında konuşa konuşa, artık o da haricilerin müşfiki, can kardeşine küsücü olmuştur. Artık o birincinin hakkında tenkitler ve kusurları sayıp dökmeler başlamıştır.”[2]

Hal böyle olunca yapılan bu meşveret, meşveret-i şer’îye değildir ve ibadet mahiyetini taşımaz. Şahsi fikirlerin havada uçtuğu ve namı duyulmuş – ilmen veya maddi sebeple – sözü geçen kimselerin efkarının umuma dayatıldığı bir zemindir. “Rey’-i vahiddir.”[3]

“İstibdad tahakkümdür. Muamele-i keyfiyedir. Kuvvete istinad ile cebirdir. Rey’-i vahiddir. Sû-i istimalâta gayet müsaid bir zemindir. Zulmün temelidir. İnsaniyetin mâhisidir.

Sefalet derelerinin esfel-i sâfilinine insanı tekerlendiren ve Âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefalete dü­şürttüren ve ağraz ve husumeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren; hatta herşeye sirayet ile zehirini atan, o derece ihtilafatı beynel İslâm îkâ’ edip (Mu’tezile, Cebrî, Mürcie) gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden istibdaddır.

Evet, taklîdin pederi ve istibdad-ı siyasîyenin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfiziye, Mu’tezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir.”[4]

Biz insanları bir fabrikadan çıkan kürdan gibi aynı yapmaya çalışmak veya birisinin anladığı nurculuğu umuma yaymaya çalışıp nurculuk ve hizmet budur, bunun harici nurcu değildir gibi şeyleri ileri sürmek ve hezeyanlarını savurmak ise akıl tutulması veya o ileri sürdüğü şeyin namı altında kendi heva ve hevesini tatmin etmeye çalıştan öte bir şey değildir.

Allahımız bile bizi bir adem oğlu iken “millet millet yaratmışken”[5] bazılarının herkese tek tarzı dayatması Allahımızın insana verdiği hürriyeti insandan almaya çalışmaktan öte bir şey değildir. Buna mukabil ise manevi istibdadlar ve tahakkümler ortaya çıkıyor. Ve insan bu baskıya gelmiyor ve gelemezde. Bu hadiselere ise bazıları “Belki surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesaili takliden kabul ederler.” [6] bu şekilde taklitçilik ise müstebitlere davetiye çıkartır. Çünkü “bir millet cehaletle hukukunu bilmezse ehli hamiyeti dahi müstebid eder.”[7] Hal böyle olunca istibdad, dayatma, baskıcı bir şey tezahür eder. “İstibdad, zulüm ve tahakkümdür..”[8]bizler ise meşveret namı altında ki rey-i vahidleri tanımayacağız ve tanımayız. Çünkü “tarafgirane ve garazkârane, firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfüruşluk, şöhretperverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor.” [9] sözde hakkı bulmak veya tavsiye etmek için yapılması gereken ve hakikatin tezahür zemini olması gereken meşveretten kin, nefret, öfke, gayz adeta irin çıkıyor. Enaniyet hesabıba kararlar alınmasını bunu tevlid ediyor.. “Bir ince tel gibi her tarafa heva ve hevesin tehyici ile çevrilmeğe müstaid olan rey’-i vâhid-i istibdadı; lâyetezelzel bir Timur direk gibi lâyetefellel bir elmas kılınç gibi olan efkâr-ı ammeye tebdil eder. Siz de Sefîne-i Nûh gibi emniyet ediniz. Herkesi birer pâdişah hükmüne getiri­yor. Siz de hürriyetperverlikle pâdişah olmağa gayret ediniz. Esas-ı insa­niyet olan cüz-ü ihtiyarî te’ min eder, âzâd eder. Siz de câmid olmaya razı olmayınız.”[10] Heva ve hevese göre hareketler rey-i vahidi – yani istibdadı – netice veriyor. İslamiyetin verdiği hürriyet ise insanı köle değil adeta padişah yapıyor ki herkesin rey’i vardır. Bizler de hak ve hukukumuzu ve kendimizi idare edip yönetmeyi bilmeliyiz ki müstebitlere yani istibdada meyilli olanları kendimize celb etmeyelim. Malumdur ki “Aç olan canavara karşı tahabbüb etsen; merhametini değil, iştihasını açar.

Sonra döner, geliyor; tırnağının, hem dişinin kirasını senden ister.” [11]

Hakiki olmayan meşveretlerin bir fayda sağlamayacağını ve dini bir değer taşımayacağını Üstad Hazretleri şu ifadelerle belirtir.

“Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o Şûrâ-yı Hakikiyeyi yapmamasıdır. » [12]

Bu hakikattaki meşveretler yapılmazsa ihtilafların bitmeyeceği ve şahsi garazların devam edeceği aşikârdır. Demek ki şer’i meşveret hakiki olmalıdır.

Meşveret adı altında yapılan müessese toplantıları veya rakiplerini tasfiye etmek toplantılarına meşveret demek dini bir tabir olan meşveret manasına hakarettir. Meşveret gibi kutsi bir mefhumu makamından tenzil edip indirmek ve meşverete olan itimadı kırmaktır.

Meşveretin bir hususiyeti ise: “Uykusuzluk asabiyet verir; akıl, fikir yerine his konuşur.” Saat 24.00’den sonra; istişare yapmayın, müdavele-i efkara girişmeyin, Risale-i Nur’dan bir bahis dahi sormayın[13]

Ümmetin itimad edeceği bir meşveretin meclis-i ilmiye olmasını lüzumlu gören üstadımız Bediüzzaman Hazretleri şu ehemmiyetli hususları nazara verir: «Müfessir-i azîm olan zamanın taht-ı riyasetinde, herbiri bir fende mütehassıs, muhakkikîn-i ulemadan müntehap bir meclis-i meb’usan-ı ilmiye teşkiliyle, meşveretle bir tefsiri telif etmekle sair tefasirdeki münkasım olan mehasin ve kemâlâtı mühezzebe ve müzehhebe olarak cem etmelidirler.

Evet, meşrutiyettir Her Şeyde Meşveret Hükümfermâdır. Efkâr-ı umumiye dahi didebandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti buna hüccettir. » [14] hakiki meşveretler insanlara huzur ve eminlik verirken sözde meşveretler insanlara kin aşılıyor.

Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri gelecekteki cemahir-i müttefika-i İslâmiyyenin siyaset ehline, şûrâ’nın ehemmiyet ve lüzûmunu beyan eden yazısının bir kısmında şu hususa dikkat çeker: “Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevîdir ki, şûrâlar o ruhu temsil eder.”[15]

Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri şurâ’ya verdiği aynı ehemmiyeti, Risale-i Nur dairesindeki hizmet faaliyetinde de meşverete ihtiyaç duyduğunu söyler. Mesela der ki:

“Bu mektupta bir ince meseleyi Meşveret Suretiyle reyinizi almak için gönderdik. Münasib midir?”[16]

“Hâfız Ali’nin mektubunda, medrese-i Nuriyenin üstadı olan Hacı Hâfız ile gayet Samimâne veUhuvvetkârâne Görüşmeleri ve Meşveretleri bizleri çok mesrur eyledi.” [17]

“Risale-i Nur dairesindeki şakirdler, İstişare Suretinde, tab etmek gibi çok ehemmiyetli işleri görmeye başlamalarıdır.” [18] Risale-i Nurun dairesinde Hakiki Meşveret çok ehemmiyetlidir. Yoksa hareketler ferdi kalır istenen maksada ulaşılması müşkilleşir.

HAS TALEBELERLE MEŞVERET ETMEK GEREKLİLİĞİ

Üstad Hazretleri Nur Talebelerinde istişare etmeyi “has şakirdler, haslar” gibi tabirlerle yapılmasını ifade eder.

“Asıl fikir sahibi, sizler ve Risale-i Nur’un has şakirdleri ve müdakkik nâşirleri, meşveretle, hususan Ispartadakilerle, maslahat ne ise yaparsınız.” [19]

“Bundan sonra her meselemizde emir, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini temsil eden has şakirdlerin ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim var.” [20]

“Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir.” [21]

“Hizmet-i Kur’âniyeye kemal-i tesanüdle çalışmak lâzımdır.

Sakın! Dikkat ediniz! ihtilâf-ı meşrebinizden ve zayıf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalâlet istifade edip, birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iyeyle reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlâs Risalesinin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risale-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.”[22]

Dini hizmetler yapanlar arasında zaman zaman aykırı düşünceler olabilir. Bu durumda bu farklılıkları görüşerek birliği beraberliği korumak gerekmektedir. Yoksa madem benim gibi düşünmüyor o halde aramızda yeri yoktur deyip bir rakip gibi görüp onu elemeye çalışmak ise Risale-i Nurun hiçbir yerine uymaz, kitabın bir yerinde yazmaz. Yazdığı yer ise insanın heva-i nefsidir.

Bir de on beş günde okunması hususunda tavsiye/emir bulunan İhlas Risalesinin mana anlaşılsın anlaşılmasın vird gibi de olsa okunmasına dikkat gayret lazımdır ki sırr-ı ihlas ve sırr-ı uhuvvet insanın ruhunda rasihleşsin. Yoksa ezbere ihlas ve Uhuvvet Risalelerini okuyupta birbirini ezen kimselere rastlanması nadir olmaz.

“Kardeşlerin, ziyade hüsn-ü zanlarına binaen, senden maddî ve mânevî ders ve yardım ve himmet bekliyorlar. Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil ettin, Erkânların Meşveretlerine bıraktın ve isabet ettin. Aynen öyle de, uhrevî ve Kur’ânî ve imanî ve ilmî işlerinde dahi Risale-i Nur’u ve şakirdlerinin şahs-ı mânevîlerini tevkil ile o hâlis, muhlis hasların şahs-ı mânevîleri senden çok mükemmel o vazifeni kendi vazifeleriyle beraber yaparlar.”[23]

“Şakirdlerin Tensibiyle ve Meşveretiyle İntihap Edilecek bir yeni kahraman bulununcaya kadar o vazifeleri taksimü’l-a’mâl suretinde herbir şakird bir vazifesini yapmaya başlasın.”[24]

Buraya kadar belirtilen kısımlar çerçevesinde meşveret hizmet ehlinin olmazsa olmaz özelliğidir. Fakat bu meşveretler, görüşerek ve müzakere ile hizmeti ifâ ve icrâ etmenin mukaddemesi mânâsında olan meşveret, istişâre ve şûrâ, mezkûr beyanat ve tavsiyelerin neticesi olarak bir esas olduğu zâhir oluyor.

Meşveretlerden önce bir araya gelip nelerin konuşulacağı konuşulmayağı nasıl kim kime destek vereceği gibi şeyleri bir nevi tiyatroları tertip edip bir gün sonra bu tiyatroyu sergileyip buna da meşveret ettik demekle bir nevi danışık dövüşme gibi şeye meşveret denmez!

Zaten böyle bir tiyatrodan veya nam salmış kimselerin fikirlerinin meşveret kararı diye sunmak ve bunu milleti dayatmak hizmet erine yakışmaz. Tabi başka maksatlarla hulul edip ağalık sistemini kurmak istemiyorsa.. (Fatebiru)

S- Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.

C- Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız.”[25]

Bizler de ağalık kurmak isteyenleri ve kendisi adeta cennet ırmaklarında yıkanıp kusursuz adeta bir nevi peygamber gibi ismet sıfatına sahipmiş gibi ve her sözü ayet gibi anlaşılıp hemen tatbik edilmesini isteyen ve nefsi nemrudlaşmış, firavunane tavırlar sergileyenleri çocuk hükmünde görüp ne sözünü ne de kendisini büyük biliriz.

“vahşetâbâd sahralarında hayme-nişin taassub ve taklid; veyahut cehlistan ülkesinde menzil-nişin müzahrefat ve istibdad olanlara, Şeriat-ı Garra’nın galebe-i mutlak ve istilâ-i tammına sed ve mani olan sekiz emir, üç hakikat ile zîr ü zeber olmuşlardır ve oluyorlar. O maniler ise: Ecnebilerdetaklid ve cehalet ve taassub ve kıssîslerin riyaseti. Ve bizdeki mani ise; istibdad-ı mütenevvi ve ahlâksızlık ve müşevveşiyet-i ahval ve ataleti intac eden ye’stir ki, şems-i İslâmiyetin küsufa yüz tutmasına sebeb olmuşlardır.”[26]

Bu manalara bakalım.

Gayr-i Müslümlerde: cahillik, kendisinin elindeki şeylere tek doğru budur deyip başkalarını kabul etmeyip dediğim dedik havasında olmasına neden olan papazların başı çekip her şeyde söz sahibi olması avrupanın terakkiyatına mani oldu

Biz islam coğrafyasında ise: muhtelif baskılar istibdadlar, istibdad içinde istibdadlar ve bu istibdad envaının neticesinde hasıl olan ortaya çıkan tembellik ve bütün maddi ve manevi mağlubiyete sebep olan yeis yani ümitsizlik islamiyetin hakikatının inkişafına mani olan sebeplerdir. Bunlar islam güneşinin tam bir surette görülüp yayılmasının önünde müteselsil sıradağlar gibi engellerdir.

Maddi istibdadlar yıkılır yıkılmaya yüz tutar. Lakin manevi istibdatlar ise o kadar kolay olmaz. Çünkü ön yargı hakimdir. “Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan zordur!”[27] Benimle konuşurken uhuvvet, muhabbet kelimeleri kullanıp, arkamdan iş çevirenler ve hased edip bu hasedine de hizmete sadakat namı veren aldanmış veya aldatanlardan da habersiz değilim.

“Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin!. Şûra kuvvet bulsun!. Bütün levm ve itab ve nefret, heva ve hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüda’ya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmîn…”[28]

Yazımızda kurum ve şahıs isimleri olmadığı için attığım taş kimin kafasına denk gelirse..

Selam ve dua ile


[1] Zübeyir Gündüzalp / Bir Dava Adamından Notlar ( 118 )

[2] Zübeyir Gündüzalp / Bir Dava Adamından Notlar ( 24 )

[3] Asar-ı Bediyye ( 305, 306, 309 )

[4] Münazarat /Asar-ı Bediyye ( 305 )

[5] Hucurat Sûresi, 49:13

[6] Mektubat ( 370 )

[7] Asar-ı Bediyye ( 308 )

[8] Asar-ı Bediyye ( 419 )

[9] Mektubat ( 268 )

[10] Asar-ı Bediyye ( 306 )

[11] Sözler ( 707 )

[12] Hutbe-i Şamiye ( 60 )

[13] Zübeyir Gündüzalp / Bir Dava Adamından Notlar ( 117 )

[14] Muhakemat ( 22 )

[15] Sünuhat Tuluat İşarat ( 37 )

[16] Emirdağ Lahikası-ll  ( 104 )

[17] Kastamonu Lâhikası ( 199 )

[18] Kastamonu Lâhikası ( 129 )

[19] Emirdağ Lâhikası-l ( 109 )

[20]  Emirdağ Lâhikası-l ( 223 )

[21]  Kastamonu Lâhikası ( 234 )

[22] Kastamonu Lâhikası ( 236 )

[23] Şualar ( 492 )

[24] Emirdağ Lâhikası-l ( 189 )

[25] Tarihçe-i Hayat ( 82 )

[26] Muhakemat ( 10 )

[27] Einstein

[28]Hutbe-i Şamiye ( 62 )

 

www.NurNet.Org

Meşveret ve şûrânın enfüsî mütalâası

İçtimaî konuların tanziminde, âyetten alınan en mühim ders meşverettir.

Allah’ın emri olma noktasından da meşveret bir ibadettir. Resul-i Ekrem’in (asm) hayatı pahasına tatbik ettiği sağlam bir sünnetidir. Üstadımın da, âyet ve hadise dayanarak ısrarla vurguladığı, hizmetin selâmeti noktasından olmazsa olmazı anlamında ehemmiyet verdiği bir esastır.

Rahmetli Zübeyir Ağabeyin Üstadımızdan tevarüsle, hizmetin tanziminde en esaslı karar organı, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevisini temsil eden ve amir makam olan meşveret heyeti ve şûrâdır.

Meşveret hür bir zeminde yapılmalıdır. Her müşavir, fikrini serbestçe, ama müşavere kurallarına uygun olmak kaydıyla söyleyebilmelidir. Âyetin ve hadisin emri gereği meşverete ehil, görüşülecek konuya muhatap kişilerle hakkı verilerek meşveret edilmelidir. Meşveret heyeti bir takım grup ve kanaatlerin tasdik makamı olmaktan azade olarak her bir üyenin fikir ve kanaatini çekinmeden ifade edeceği kalitede olmalıdır. Şûrânın üyeleri, hizmetin her bir meselesi ile alâkadar, tenkide müheyya, hatayı kabul etmez, yalanı çok çirkin görür bir heyet olmalıdır. Bu hakikatler ile meşveret adam harcama yeri olmamalı, yerinde adam istihdam etme makamı olmalıdır.

Nur Talebesi, hayatı ve içerisindekileri, maharet ve salâhat zaviyesinden değerlendirdiği için meşverette de salâhat önemli olmakla beraber Nur Risalelerinin meslek ve meşrebinin doğru idrakî ve yorumu da kesinlikle ehemmiyetlidir. İşte bu noktadan meşverete seçilecek kişinin ehl-i takva olmasıyla beraber meslek ve meşrep prensiplerinin yorumu ve uygulamasında mahir olmasına dikkat edilmelidir.

Meşveret edilecek insanın şahsiyeti çok önemlidir. Bu noktadan meşverete dâvet edilen kişi, Risale-i Nur prensiplerinin imbiğinden süzülmüş ölçü ve vasıfları kişiliğine, karakterine sindirebilmiş, yerleştirebilmiş olmalıdır. Hayatın içerisindeki hadiseleri, şahıs ve vesilelerin değil, hizmetin selâmeti açısından değerlendirecek kapasitede olmalıdır. Heyet ve kurula seçilmeyi genel seçim havasıyla karıştırmadan, kendisinin değil de gerçekten ehil kardeşlerinin tensip edilmesinin daha doğru olacağı kanaatinde samimî olarak, menfaatini ve kendisini geri, ehil kardeşini ileri tutabilmelidir. Ama seçilerek meşverete gitme görevini de bir hizmet bilerek o şuurla kabullenmelidir.

Özgeçmişi, kişiliği, özgüveni, idarecilik ve müdebbiriyette yeterliliği, ileri görüşlülüğü, başkalarının etkisinde kalmaması, kararlı olması, alınan kararlara uyması, malî ve ailevî konularda mümkünse probleminin olmaması, mütevazı kişiliğe sahip özellikleri olan kişiler seçilmelidir. İşin özü meşvereti hakkıyla yapacak kişi seçilmelidir.

Meşveret, her meselemize hâkim olmalıdır. Dolayısıyla hadiselerin ve alınan kararların üzerinde kaderin de kararı ve hükmünün olduğu unutulmamalıdır. İmtihan dünyasında bitmeyecek olan ihtilâf ve fitnenin en az zararla atlatılması istikametinde feraset ve belâgatle hareket edilmelidir. Tarihin sürekli tekerrür ettiği gerçeğinden hareketle bazı hadiseler yaşanmadan ders alınamayacağı da unutulmamalıdır.

Her ne yaşanırsa yaşansın cemaatin uhuvveti, tesanüdü esastır. Fikir ve kalbe danışılarak, münakaşasız şekilde yapılan meşveretler her zaman ehemmiyetle muhafaza edilmelidir. Bu noktadan her meşveret heyeti adayı ve üyesi Ümmet-i Muhammedi (asm) sahil-i selâmete çıkaran geminin hademesi olduğunu katiyen unutmadan, meşveret heyetine veya yönetim kuruluna seçilmeyi bir hizmet makamı bilip, nefsine de makam sahibi olmadığını aksine hizmetkâr olduğunu kabul ettirmelidir. Bu cümleden hareketle cemaat içerisinde “Yönetim kurulu üyesi ağabeyimiz” şeklindeki takdimler, kişiyi uçurmaya değil sorumluluk altına girmeye ve daha fazla şuurlu olmaya hazırlamalıdır. Bu nev’î takdimlerde cemaat de dikkatli ve hikmetli olmalıdır.

Sistem dışı çare aramak,  tahribattır. Sistem içi çözüme odaklı olmak dâvâ adamının şiarıdır. Eski halin artık muhal, yeni halin ise izmihlâl değil, aksine şûrâ olduğunu, bedellerini ödeyerek dersimizi aldık. Haklı şûrâmız bütün kuvvetini, haktan, tesanütten ve ihlâstan almaktadır.

Mehmet ÇETİN

Sadâkat ve meşveret

Sadâkat ve Meşveret

“Ruhsatla amele kendini mecbur bilen ve sıkıntının verdiği evham ve me’yusiyet cihetiyle zâhirî inkâr ve çekinmekle azimet ve sadâkate muhalif hareket eden kardeşlerimiz o duâlardan mahrum kalmasınlar” diye bir duâsındaki “sâdıkine” kelimesini kaldırdığını söylüyor Üstad Hazretleri.

Bu ifadelerden anlaşılıyor ki; ruhsatı değil, takvayı esas tutmak, bid’aya girmemek ve evhama kapılıp kimliğini -Nurculuğunu- inkâr etmemek ve çekinmemek, sâdık bir Nur Talebesi olmanın şartlarıdır. Dünyevî bir takım faydaları elde etmek ve kaybetmemek adına, bu zamanın arzî olan içtihadlarına istinaden sadâkate münafi hareket etmek, kişinin daire içerisindeki pozisyonunu belirlemede önemlidir. Ayrıca dünyevî ve uhrevî hiçbir makâmata alet edilemeyen Risale-i Nur’ları sadeleştirmek sûretiyle tahrif etmek, siyasî bir zümrenin tekeline almasına çalışmak ya da bunu hoş görmek; sadâkatin bir başka gereği olan ‘kendi malı bilmek ve neşrine- muhafazasına çalışmak’ esasına bütün bütün zıt bir harekettir.

Takvayı esas tutup; Risale-i Nur’u bir bütün olarak kabul eden ve ondaki hakikatleri müştaklara ulaştırmayı vazife bilen, güneşi bırakıp mumu tercih etmeyerek; hariçte medet aramayan, korkmadan ve çekinmeden her türlü sıkıntıya göğüs geren ve bu kudsî hizmetteki en küçük vazifeyi manevî feyizlere tercih eden, elbette hususî bir iltifata mazhar olacaktır. İşte Üstadımız buna sadâkat diyor.

Üstadımızın ifadelerine göre; Risale-i Nur’a muhalif bir cereyana taraftar olmayan ve zıt bir mesleğe girmeyen ve hatta kalben taraftar olmadığı taktirde bid’a ile amel edenler, dost ya da talebe olabilir. Ehemmiyetli ve esrarlı meselelere teşrik edilmediği taktirde onları daire dışına atmak ve neticesinde düşman sınıfına iltihak etmeye sebep olmak son derece yanlıştır.

Risale-i Nur’da çok defa meşverete vurgu yapılıyor. “Esrarlı meselelere teşrik etmeyiniz” ifadelerinden de meşvereti anlamak mümkündür. Zıt bir mesleğe girmeyen ve Risale-i Nur’a muhalif bir cereyana taraftar olmayan her kişi meşverete katılabilecek kişidir. Daire içerisinde olanlara karşı üstünlük olarak telâkki edilebilecek türden kriterler, faydadan ziyade zarar getirir. Cemiyeti andıracak şekilde ölçüler belirlemek de o kabildendir. İstidatlara göre istişare zeminleri tesis etmek bu tür problemleri ortadan kaldırabilir. Taksimu’l-â’mal, meşverette “taksimu’l-istidat” olabilir. Eğitim alanında istidatları inkişaf etmiş birisine ille de neşriyatta ya da sosyal alanda da bulunacaksın ısrarı hikmete pek uygun düşmese gerek.

Cemaatin umumuna taalluk eden bir takım meselelerin istişaresini yapmak için her alandan biri ya da birileri ile “Meşveret” adı altında toplanılabilir. Bunu yaparken evvelâ gönüllü olanlar belirlendikten sonra kur’a çekilebilir. Böylelikle siyasî partileri andıracak tarzda seçimlere lüzum kalmaz. Meşveretler arası hiyerarşik bir sistem manâsında diğerleri üzerinde bir hâkimiyet kurmadan da bunu yapmak mümkündür. “Çok sıkı tutmayınız, herkes bir meşrebte olmaz” ifadelerini de fiiliyata dökmek önemlidir.

Şimdi Üstad Hazretleri’nin “sâdıkine” kelimesini kaldırmak meselesine tekrar dönelim.

Risale-i Nur mesleğindeki şefkat, bu zamanda her meseleden daha büyük olan iman kurtarmak vazifesine baktığı cihetledir. Her türlü kusur, iman kurtarmak mesleğinde çakıl taşları hükmündedir. Bu sebeple Üstad Hazretleri bir duâsındaki “sâdıkane” kelimesini kaldırıyor ki; hem onlar bu küllî duâların şümulüne dahil olsunlar ve hem de “acaba bizim bunda hissemiz yok mudur” şeklinde bir me’yusiyete kapılmasınlar. “Milletimin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içerisinde yanmaya razıyım” dedirten de bu şefkat sırrıdır.

“Sâdıkine kelimesini kaldırdım” ifadesi Üstadın bir duâsı için geçerlidir. Bu duâyı da tesbihata dahil etmiş. Her sabah ve ikindi namazlarında ism-i âzamdan sonra okuduğumuz ‘subhaneke ahiyyen şerahiyyen’ ile başlayan duâ, bu duâdır. Elimizdeki mevcud tesbihatlarda bu duâ haricindeki bütün duâlarda “sâdıkine” kelimesi geçiyor ve elbette okumak lâzımdır.

Tesbihata dair kanaatlerimize bir başka yazıda değinmek ümidi ve duâsıyla..

Cenâb-ı Hak bizleri sâdık Nur Talebelerinden eylesin.

Süleyman YAPRAK
www.NurNet.Org