Etiket arşivi: Metin Karabaşoğlu

İyilik ‘Ben’den, Kötülük ‘Gen’den!

“Ben nefsimi temize çıkarmam, nefis bütün kötülükleri emreder, Rabbimin korudukları müstesna.”

Kur’ân’da bu sözler, onun durumundaki hemen herkesin istisnasız kapılacağı çok kuvvetli bir ‘günaha çağrı’ durumunda hayır diyebilmiş Hz. Yusuf’un sözleri olarak bildirilir.

Şiddeti gittikçe artan, hatta zor kullanma düzeyine kadar ulaşan bir günah çağrısı karşısında genç Yusuf sonuna kadar direnmiştir oysa. Başkalarının koşarak icabet edeceği o davetten ısrarla uzak durmuş, bu çağrının çekim alanından kaçmak için verdiği mücadelenin bir delili olarak da gömleği arkadan yırtılmıştır. Arkadan yırtılan gömlek gibi masumiyetine dair apaçık bir delilin de varlığına rağmen, nefsini temize çıkarmaz Hz. Yusuf. Bilakis onun ‘bütün kötülükleri emreden’ niteliğine dikkat çeker ve “Rabbimin korudukları müstesna” diyerek, kendisi o ağır sınanmadan yüzünün akıyla çıkmışsa bunun O’nun yardımıyla olduğunu bildirir. Çünkü Yusuf sûresinin ilgili âyetlerinden anlaşıldığına göre, insanın içindeki böyle bir çağrıya kapılma potansiyelini hissetmiştir: “Yusuf da ona özenip gitmişti, eğer Rabbinin burhanını görmese idi…” (Yûsuf, 12:24).

İşte bu sebeple, sonucu kendine yazmak yerine, insanlık durumuna dikkat çeker Hz. Yusuf. Her insan nefis taşıdığına ve nefis de insanı daima kötülüklere davet ettiğine göre, insana düşen içindeki bu yönelime karşı daima teyakkuzda olmaktır, kötülüğe daveti ‘sadece dışarıdan gelen’ bir çağrı olarak almamaktır, içteki bu potansiyelin de farkında olmaktır.

Bu örnek, kötülüğü ‘nerede’ ve ‘nereden’ gördüğümüzün ondan uzak durabilmenin önemli bir şartı olduğunu da bize gösterir. Kişi, kötülüğü nerede görmektedir? Topluluklar kötünün ve kötülüğün adresini nasıl tarif etmektedir? Kötülük ‘ben’den ve ‘biz’den ötede birşey olarak mı görülmektedir? O, apaçık içeride gözüktüğü durumda bile başkalarının üstüne süpürülen birşey midir? Yoksa kişi kendi içinde kötülüğe açık bir damarın varlığını kabul ederek, teyakkuz halinde ve bir özeleştiri gayreti içerisinde midir?

Yusuf kıssası, “Ben nefsimi temize çıkarmam” diyen Hz. Yusuf örneği üzerinden, bize şu mesajı verir: Kişi, paradoksal biçimde, ancak nefsini/kendisini/aidiyetini temize çıkarmamak suretiyle temiz kalabilir veya temizlenebilir. Buna karşılık, nefsini/kendisini/aidiyetini kirden azade görme ve gösterme çabası bizzat kirli bir haldir ve böylesi bir çaba devamlılığı ölçüsünde daha da ağır bir kirlenme haline bizi yöneltir. Yusuf peygamberin söylediği gibi her nefis kötülüğü emreder; ama ancak kendisindeki bu potansiyeli görüp bilip kabul ederek özeleştiri yapabilen, yanlışta sorumluluğunu kabul edebilenler bu duruma karşı korunabilir.

Bu sebeptendir ki, çok ağır bir çağrının çekimine düşmemiş olduğu halde “Ben nefsimi temize çıkarmam, nefis daima kötülüğü emreder” sözüyle Hz. Yusuf’u bize örnek gösteren Kur’ân’da, diğer taraftan, “Andolsun” diyerek, ‘kendini ayıplayan nefse’ yani ‘kusurunu görebilen nefse’ yemin edilmektedir (bkz. Kıyâme, 75:2). Nefsine toz kondurmayan kişinin ise, nefsinde/kendinde/aidiyetinde kusur görmesi, dolayısıyla özeleştiri denilen imkândan istifade ile kötülükten uzak durma yahut arınma çabası içinde olabilmesi mümkün değildir.

Kişiler için geçerli olan bu durum, topluluklar için de geçerlidir. Bir topluluk da kötülüğü hep dışarıya süpürüyorsa; kendi içinde ve kendi eliyle gerçekleştiği aşikâr durumlarda dahi, irtikap edilmiş kötülüğü kendisine yakıştırmayıp ‘dış güçler’den ‘soy-sop karışıklığı’na, ‘sütü bozuk’luktan ‘içimizdeki hainler’e kadar bir dizi açıklama modeliyle meselesini ‘çözüyor’sa, o topluluğun da yaşanandan ders çıkarma ve aynı hatayı tekrarlamama imkânı ellerinden kayıp gidiyor demektir.

Değil mi ama: Zaten temize çıkarılan bir nefis, niye gerçekten arınmaya çalışsın? Kendine asla kötülük yakıştırmayan bir topluluk, neden aynı kötülüğü bir daha işlememek üzere çözüm arama gayreti içine girsin?

Açık ve dürüst olalım: Kendine bırakılırsa nefsin razı olacağı ‘temizlik’ türü, içeride arınma değil, dışarıya süpürmedir.

Ve her nefis, bunu kendisi için yaptığı gibi, ait olduğu kollektif kimlik için de yapar.

Nice kişinin, aynı şeyi kendi çocuğu yaptığında farklı, başkasının çocuğu yaptığında farklı tepki vermesi bu sebeptendir. Başkasının takip ettiği lider söylediğinde ‘hazmedilemez’ bulduğu söz kendi liderinin ağzından çıktığında bütün hazım ilaçlarını denemesi; tuttuğu takımın oyuncusu yaptığında ‘sarı kartlık bile değil’ dediği hareketin aynısı için karşı takımın oyuncusuna ‘kırmızı kart’ istemesi de…

Şehir veya bölge asabiyetine duçar olmuş birinin bulunduğu şehirdeki asayiş ve ahlâk problemini ‘dışarıdan gelenler’de araması; etnik milliyetçi bir edebiyatçının hikâye ve romanlarında ‘iyi’ karakterlerin onun milliyetinden, kötü karakterlerin ise başka etnisitelerden olması; teritoryal milliyetçinin ise ‘içeride’ vuku bulan her kötülüğe ‘dışarıdan gelenler’ üzerinden açıklama bulması; ‘bizim’ denilen devlet veya milletin hiçbir hatasına rastlanmayan bir tarihyazımında kötülüklerin hep ‘başkalarından’ ve ‘bize karşı’ olması; karşı taraftan ‘biri’ kötü bir şey yaptığında bunu ‘bunlar hep böyledir’ diye başlayan özcü zalim genellemelerin gerekçesi kılarken, bizim kamptan ‘birileri’nin yaptığı yanlış şeylerin—o da artık açığa çıktığında—‘münferit’ kelimesine hapsedilmesi; yapan kişi başka aidiyetten ise ‘terörist’ diye tanımlanırken aynı renkten ve ırktan biri ise ‘bunalıma girmiş yalnız kurt’ tasvirinin devreye girmesi.

Aile, soy, şehir, milliyet, ülke, takım, sınıf, ideoloji, inanç, mezhep, yaş, cinsiyet… Aidiyetimiz ile ‘ötekiler’e dair tutum ve açıklama farklılığına dair liste, öylece uzar gider.

Bu gerçek, bir ahlâkî ölçü koyar önümüze: Kötülüğü nerede gördüğü sorusu ve nefsine/aidiyetine yakıştırıp yakıştıramadığı hususu, her insan ve her topluluk için gerçek bir insanî gelişmişlik kriteridir.

Gelin görün ki, ne nefislerin ne de kollektif kimliklerin bu sınanmadan azade kılındığı şu diyarda, giderek yükselen bir eğilim dahilinde, nefse en kolay gelen şey tercih ediliyor. Kişisel veya kollektif bir özeleştiri ne kelime, bilakis kötülük hep dışarıya süpürülüyor. Başkasının günahına abanıp kolayca zalim genellemelere yönelenler, kendisinin veya kendi aidiyetinden birinin günahını görmezden geliyor, görse de göstermemeye çalışıyor, herkesçe görüldüğü durumda ise kabullenmemenin farklı yöntemlerine başvuruyor. Her hâlükârda, ‘içeriden’ bir özeleştiri gereken durumlarda dahi temize çıkmanın yolunu arıyor benliklerimiz ve kollektif kimliklerimiz. Böyle yapıldığında ise kimse nefsine ve aidiyetine dair ne bir ders çıkarıyor, ne bir özeleştiri yapıyor, ne de sorumluluk alıyor. Bütün sorumluluk, içinde bizim olmadığımız bir adrese iteleniyor.

İyilikler benden, kötülükler ‘gen’den veya senden.

İyilikleri biz yaptık, kötülük başkalarından.

İyi şeyleri biz düşünmüşüz, kötü şeyler bize düşündürülmüş.

İyi şeylere karar verirken aklımız başımızdaydı, kötü şeylerde ise muhakkak kandırıldık.

Bu süpürücülük, bu nefsine ve aidiyetine toz kondurmama gayretkeşliği, bu özeleştiriden kaçma aceleciliği; kendi tarafından biri yaptığında görmezden gelinen bir kötülüğü ‘karşı taraf’tan biri yapmışsa insafsız genellemelerle üzerine abanma iştihası, bu özeleştirisiz eleştiri gayretkeşliği, bir kollektif riya ve yalan tablosu olarak gözüküyor gözüme. Ve inanın midem bulanıyor.

Yusuf peygamberin “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum, nefis daima kötülüğü emreder” sözündeki ahlâk, bize de lâzım.

Bu olmazsa ne mi olur peki?

Bu özeleştiri ahlâkı olmazsa, kötülük asla eksik olmaz semtimizden. El çabukluğuyla temize çıkalım derken, kirden, pisten ve daha da ötesinden asla kurtulmaz hayatlarımız…

Özeleştirisiz eleştiri kolay; lâkin başkasının kötülüğü bizi iyi kılmıyor ve iyileştirmiyor. Kendisine ve aidiyetine kusursuzluk atfetmek de kolay ama iyileştirici değil. Bilakis, her iki tutum da bizi kötülüğe karşı iç denetim imkânlarından mahrum bırakarak zemini kötülüğün kök salması için müsait hale getiriyor.

Velhasıl, özeleştirinin kalitesi nisbetindedir iyileşmemiz…

İşin ‘öz’ü bu.

Metin Karabaşoğlu – serbestiyet.com

Başkasının Mutsuzluğunda Mutluluk Aramak

Okul yıllarında, siyasî tarih dersinde hocamız Almanlar ile Fransızlar arasındaki birbirini takip eden savaşları ve karşılıklı işgalleri anlatırken, Avrupa Birliği’nin kurulmasını da bu kadim çatışmayı sona erdirme çabasıyla açıklamıştı. Yarı şaka yarı ciddi bir üslupla söylediği bu indirgeme ne kadar doğrudur bilmiyorum, ama Avrupa Birliği fikri ve uygulaması en azından Avrupa içinde çatışmadan uzlaşmaya bir eksen değişimini gerçekten simgeliyor. Birbiriyle çatışan prensliklerin kurduğu devletler arasında gerçekleşen büyük savaşların ardından, dün birbiriyle savaşan bu devletlerin kurduğu bir birlik olarak AB, aksayan yönlerine rağmen, hepimize ulus-devletler çağında ulus-devlet ötesi bir paradigma oluşturmanın imkânını gösteriyor.

Dünyanın Batı tarafında gerçekleşen bu birlik, dünyanın içinde yaşadığımız bölümü için de ilham verici bir nitelik taşıyor esasında. Bilhassa, başkasının kaybında kazanç, başkasının mutsuzluğunda mutluluk aramak yerine, beraberce kazanca ve mutluluğa ulaşma yolunda bir çaba ve bir deneme olarak…

Çeyrek asır arayla iki dünya savaşının en ölümlü meydanı olmuş bir kıtada birbirine on milyonlarla ifade edilen can kayıpları verdirmiş ülkelerin bir sonraki çeyrek asırda böyle bir çözüm için biraraya gelmeleri, çatışan bütün devletler ve husumetli bütün toplumlar için başka bir yolun mümkün olduğunu söylüyor. Ama böyle bir tecrübeye rağmen içinde bulunduğumuz coğrafyadaki hâkim psikolojiyi, başkasının kaybında kazanç aramak, başkasının mutsuzluğundan mutluluk devşirmeye çalışmak diye özetlemek mümkün. Nitekim, İkinci Meşrutiyetin çok kısa süren ve ‘çalınan’ baharı dışında, Osmanlının dağılma, ulus-devletlerin ise oluşma sürecinde karşılıklı olarak hep bu saik çıkıyor karşımıza.

Meselâ ulus-devlet ideolojisini benimsemiş bir Türkün zihniyet dünyası, Arapların, Kürtlerin, Rumların ve Ermenilerin beraberce mutlu olabildiği bir paradigma inşa edemiyor. Bilakis, bu zihniyet dünyasında Arapların Araplar, Kürtlerin Kürtler, Ermenilerin Ermeniler olarak mutlu olması mümkün değil. Mutluluk tek parti döneminin ‘adalet’ bakanlarından Mahmud Esat Bozkurt gibi “Türküm diyebilene” mahsus. Mustafa Kemal’in buna nisbeten yumuşatılmış söylemiyle, başkaları için de mutluluk imkânı var, ama eğer “Türküm diyen”ler arasına katılırsa… Bu söyleme karşılık, hayatın önümüze koyduğu bir gerçek var: Türküm diyenin de, demeyenin de gözü Avrupa kapısında. Türk, Kürt, Arap, Afgan, Acem ayırmaksızın, farklı ulus-devletlerin kimlik belgesine sahip farklı etnisiteden milyonlarca insan, doğudan ve güneyden göçüp Batıya ulaşmanın ve oraya yerleşmenin yolunu arıyor.

Çünkü bu coğrafyada imparatorluklar dağılınca ulus-devletler, yanısıra devletimsi kimi yapılar kurulmuş olmasına karşılık, ulus-devlet paradigmasını aşan ve herkes için adalet, hukuk, eşitlik, refah, insanlık onuru ve mutluluk vaad eden bir yol bulunmuş, bir zihniyet inşa edilmiş değil. Bu halklar asırlar boyu bir ortak yaşam örgüsü içinde varolmuş, hayatları hep birbirine değmiş, birinin kaybından diğeri de zarar görmüş topluluklar olduğu halde hem de… Onun yerine bugün, kendini haklılaştırmanın, kusursuzlaştırmanın, başarısızlıklara maruz kalınan yerde ise suçu hep başkalarına atmanın şâhikasını oluşturan bir müfredatın eşliğinde, giderek içe kapanan, içe kapandıkça hayata dair gerçekçi bir okuma yapma ve sıhhatli formüller geliştirme kapasitesini giderek yitiren toplumlar ve topluluklar çıkıyor karşımıza.

Dünün kusursuz olmadığı gerçeğine rağmen, dünü aratır sığ, dar, tahammülsüz ve ufuksuz bir bugünün içinde olduğumuzu, sadece İstanbul’un dünü ve bugünü arasındaki fark üzerinden anlamak mümkün. En başta İstanbul’un ‘adıyla’ ilgili bir daralma ve tek-tipleşme görüyoruz meselâ. Çok değil yüz yıl önce zarfta İstanbul, Dersaadet, Kostantiniye yahut Constantinople yazsın farketmez bir mektup adresine ulaşırken, bugün özellikle sonuncusu yazılı olsa adrese postacıdan ve mektuptan önce başkalarının ulaşması ve adresteki ismin bir müddet başka bir adreste ‘misafir edilmesi’ kuvvetle muhtemel. Dün de bugünün daralmış ufkuyla yaşansa, Bağdat Caddesi’nin adı yine öyle mi olurdu? Çok değil birbuçuk asır öncesinde İstanbul’un yaklaşık yarısını gayrimüslim ahali teşkil ediyorken, Tehcir’in, Varlık Vergisi’nin, 6-7 Eylül’ün gölgesi karabasan gibi çökmüş halde, günden güne renklerini ve farklılığa tahammülünü kaybeden, farklı inançların, etnisitelerin ve dillerin varlığından tehdit algısı devşiren bir durum manzarası karşımızda beliriyor artık.

Ama ders kitapları öyle yazıyor. Ama öyle söyleyen tarihçiler, gazeteciler, akademisyenler ve siyasetçiler var: Başkaları kötü. Öteki güvenilmez. Dört tarafımız düşmanla çevrili. İçimizde de hep hainler var. Bizi hep arkadan vurdular.

Peki o ‘biz’in yaptığı bir hata, işlediği bir cürüm olup olmadığını sorsanız, duyacağınız cevap ya hayır olacak, yahut daha da ötesi: “Evet, bir hatamız var. Çok hoşgörülü davrandık. Merhametten maraz doğar. Bunların işini daha önceden halletmemiz gerekirdi.”

Oysa çok değil yüz on yıl önce Bediüzzaman Said Nursî gibi bir Müslüman âlimin “Şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir” gibi bir cümleyi rahatlıkla kurabildiği bir ülkeydi burası (Maamafih, bu sözü söylediğinde Said-i Kürdî olarak meşhurdu o da. Ama ‘Türk’ten başka kimlik ifadesini ‘bölücülük’ olarak tanımlayan sonraki zaman aralığında, doğduğu köyün ismine nisbetle anılmayı tercihe mecbur hissetmişti kendisini). Bu sözün ilk muhatabı, istibdadın kötülüğünü, meşrutiyete neden ve nasıl sahip çıkılması gerektiğini anlattığı Kürt aşiretleri idi. Ermenileri müttefik ve dost görmek yerine düşman görmenin dehşetli sonuçları yaşandı bu söze itibar edilmemesinden sadece dört-beş sene sonra. Ama Ermeninin ızdırabından Kürde de, Türke de saadet hissesi düşmedi. Bu acı ve açık tecrübeye rağmen, bırakın aynı topraklarda farklı dinlerden olarak saadetini ve selametini birbirine bağlı görmeye dair bir ders devşirmeyi, artık aynı dinden olanlar içinde dahi ‘ulusal kimlik’ üzerinden ayrışmalar yaşanıyor ve bir ulusun mensubu kendi ulusu için hak olarak gördüğünü öteki ulus için ‘cürüm’ olarak görebiliyor. Vatandaş Türkçe konuşsun, onun anadilinde eğitim olmasın, Kürtçe ve Arapça tabela bölücülük muamelesi görsün; Rum, Ermeni veya Yahudi zaten burada hiç barınamasın…

Peki sonuç?

Dört tarafı ‘düşmanla çevrili’ görmenin, dahilde ve hariçte hep ‘bedhâhlar’ bulan gözlere sahip olmanın kazandırdığı ne oldu? Kürde, Ruma, Araba, Ermeniye mutluluk getirmediği aşikâr olan bu bakış, Türke olsun getirdi mi peki? Kelimelerin yerini değiştirerek, bu soruyu tekrar tekrar sormak mümkün. Ama hepsinin cevabı aynı. Bir ortak yaşam örgüsü içinde yaşayagelmiş bu toplulukların yekdiğerini düşman olarak gördüğü, ötekinin kaybında kazanç aradığı bir sürecin kazananı yok. Herkes kayıpta, hepsi sorunlar yumağı içinde mahpus, hepsi birden mutsuz.

Beraberce kayıpta ve birlikte mutsuz olmaları bile esasen birşey söylüyor anlayana. Bu coğrafyada hiçbir topluluk, ötekinin kaybından kazanç, başkasının mutsuzluğundan mutluluk, diğerinin can sıkıntısından huzur bulmayacak. Gayrimüslimin zarar gördüğü bir durum, Müslümana da yaramıyor, yaramayacak. Müslümanın bedbahtlığından gayrimüslime saadet çıkmayacak. Müslüman, Hıristiyan, Yahudi; Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Rum; Alevî, Sünnî; dindar, laik; sağ, sol; hangi ayrımlarla bakarsak bakalım, sadece kendi ‘aidiyeti’ için saadet, adalet, hukuk, kazanç aramanın bedeli her defasında herkes için bu değerlerin yokluğu ve mutsuzluk suretinde ödenecek.

O sebeple, içe kapanan, hâfızası ve ufku beraberce küçülen, giderek kendinden ibaret bir dünya kurup başkalarının haklarına karşı körleşen bir söylem ve eylem çizgisinden avdet edip, ülke içinde ve çevre coğrafyada ortak refah ve ortak mutluluğun izini süren bir zihniyetin inşası gerekiyor.

Başkasının rağmına mutluluk…

Başkasının kaybıyla gelecek bir kazanç.

Bu mümkün ve kalıcı değil, böyle düşünmekle yüz küsur yıldır bu coğrafyadaki hiçbir ulus, hiçbir devlet, hiçbir topluluk kazanmadı. Onların böyle düşünmelerinden bir tek silah tüccarları kazanç sağladı belki. Bir de, ulusları çatıştırmakla küresel veya yerel düzlemde iktidarlarını veya menfaatlerini tahkim edenler… Ama Türkler, Kürtler, Rumlar, Ermeniler, Araplar; dindarlar, sekülerler; Sünnîler, Alevîler; sağcılar, solcular… hiçbiri kazanmadı.

Sonuçta bu coğrafyada her kesimden, her eğilimden, her dinden, her etnisiteden, her ulus-devletten genç, aynı şekilde, yüzünü Batıya döndürmüş halde. Hepsi de, çeyrek asır arayla birbiriyle ölesiye savaşmasına rağmen bir ortaklık oluşturabilmiş Avrupa’da hayatını sürdürmenin hayalini kuruyor. Başkasının kaybında kazanç aramanın bu topraklardaki karşılığı ise kırılgan bir toplum, kaosa ve hatta şiddete açık bir siyaset, ekonomik açıdan geride kalmışlık çünkü… Gerçek sorunlara çözüm bulmadaki beceriksizlikleri, dahası her türden usulsüzlük ve yolsuzluğu gözardı etmeyi mümkün kıldığı için devletlûları mutlu eden çatışma zemini onları ise ülkesi ve bölgesi hakkında ümitsizliğe itiyor çünkü. ‘Muhayyel’ kimlikleri çatıştırma politikalarından hep ‘gerçek’ kişiler zarar görüyor çünkü.

Başkası için mutsuzluk ararken birileri, herkes mutsuz. Başkasının kaybından kazanç umulurken, herkes kayıpta.

Yüz küsur yıl bize şunu öğretmiş olmalıydı ve olmalı oysa:

“Türkün Türkten başka dostu yok” diyenler, Türkün de dostu değildir. Onlara Türklerin kaybında mutluluk vaad edenler Kürde, Araba, Ermeniye veya Ruma iyilik yapıyor değildir.

Başka bir yol mümkün.

Ahlâkın birinci ilkesinin ‘kendisi için istediğini başkası için de istemek’ olduğunu hatırlayarak bu yola koyulabiliriz.

İdeolojilerin, resmî söylemin veya ‘millî eğitim’ müfredatının önümüze koyduğu hazır cevaplara sorular sormak da ikinci adımımız olabilir.

Bu iki adım atılsın, gerisi zaten gelecektir…

Metin Karabaşoğlu – sebestiyet.com

Peygamberimiz, dindarlığımız ve ahlakımız

Yüzünde namaz izi gözüken bir insanın dünyalık işindeki üç kuruşluk bir menfaat için yalan söylemesi, dindarlığıyla tanınan bir insanın israfın bin türlüsüyle yüklü şatafatlı düğünlere yeltenmesi, başörtülü bir hanımın otobüsün ortasında çocuğunu eşek sudan gelircesine dövmesi, dindarâne bir görüntü içindeki bir âilenin fertlerinin yol ortasında birbirlerine kaba kelimelerle hitap edip kavgaya girişmesi.. bunlar ve benzerleri, dindar insanların hepsine teşmil edilmesi mümkün olmayan tablolardı elbette. Dahası, çoğuna, hatta birazına teşmil edilmesi bile mümkün olmayan, ancak azın da azının sergilediği tablolardı. Ne var ki, böylesi tabloların ‘algının seçiciliği’ne kötü niyet bulayanların barış dinini savaş, aydınlık bir medeniyeti karanlık, incelikler Peygamberini a.s.m.kabalık ile anmaları için birer malzeme teşkil ettiği de aşikârdı.
                                * * *
Peygamber Aleyhisselamdan alınmış nice incelik dersine sırtını dönüp yalnızca böylesi malzemeleri devşirenler de masum değildiler elbette. Değildiler ve olamazlardı. Çünkü, iki müthiş haksızlığı ihtiyar ediyorlardı. Haksızlığın ilk veçhesi, yalnızca ‘kötü örnekler’ üzerinde durup, iyi örnekleri gözardı etme alışkanlıklarıyla ilgiliydi. Fakülte yıllarında, ‘para politikası’ dersinde iş ‘faizler’e geldiğinde yüzümdeki tebessümden bir anlam çıkarıp benim şahsımda sınıfa ‘bizim sokakta bir market var, sahibi hacı ama, bir görseniz adamı…” faslına başlayan, sonra hepimizin belki bin milyon kez duyduğu sözleri bir kez daha tekrarlayan bir hocama o vesileyle söylediğim bir sözü, hayatım boyu hatırlamama sebep olan bir durumdu bu. “Bu özellikte hacıların var olabildiğini ben de biliyorum hocam” demiştim kendisine. “Fakat merak ediyorum: Neden size hep böyle hacılar rast geliyor?”

Elbette, yalnızca böylesi örnekler rast gelmiyordu. Hatta, böylesi örnekler, çoğunlukta değil, azınlıktaydı. Öteki türlüsünü, daha fazlasını görmeyenler, bu bakımdan, masum değillerdi. Ama, sergiledikleri birtakım davranışlar yüzünden temsil ettikleri bu güzelim dinin güzelliğine ve safiyetine leke getiren insanların da bu sonuçta ciddi katkıları vardı.

Bu durumdaki kişilerin yanlışlarını, temsil ettikleri dinin doğrularına saldırı için bahane edinenler, bir haksızlığı da işte bu şekilde gerçekleştirmiş oluyorlardı. Kötü örneklerden hareketle iyi örnekleri lekelemek bir büyük haksızlık olduğu gibi, iyi örneklerin iyiliğinde pay sahibi olduğu halde kötü örneklerin kötülüğünde payı olmayan bir dini suçlu makamına oturtmak feci bir haksızlık, dehşetli bir vicdansızlık, yürek sızlatan bir insafsızlıktı.
                                        * * *
Öyle ya da böyle, tablo ortadaydı: bir yanda o güzelim dinin güzel Peygamberi a.s.m. ve o Peygamberi a.s.m. örnek alıp işini ve hayatını güzel eyleyen güzel insanlar, beri yanda o Peygamberi a.s.m. güzelce örnek alamayıp kabalık ve yanlışlıklar sergileyen insanlar, karşı tarafta ise o insanların kabalığını güzel insanlara güzellikler öğreten güzel Peygamberin a.s.m tebliğ ettiği güzelim dine sırtını çevirme, hatta bu dine hücum etme gerekçesi kılanlar…

Bu tablo içerisinde, herşeye rağmen, bir çıkış yolu vardı. Üstelik öyle kolay bir yoldu ki bu, iyi niyet taşıyan hiçbir kimse uygulamakta asla zorlanmazdı.

Bu yolda, bir kere, İslâm adına yapılan ama asla İslâm’ın malı olmayan kabalıkları İslâm’a yakıştıranlar, dindar insanların İslâm adına yaptıkları ama İslâm’ın malı olmayan yanlışlar üzerinden İslâm’a küsmek veya hatta saldırmak yerine, onlara İslâm’ın doğrularını hatırlatma durumundaydı. Meselâ, yalan söyleyen bir dindarın bu yanlışından dolayı yalanı yasaklayan İslâm’a küsmek veya saldırmak yerine, “Yalan söylemeyi yasaklayan bir dine mensup olduğun halde yalan söylüyor olman sana yakışmıyor” diyebilmeli; dindar bir kişiden kaba bir davranış gördüklerinde, o insana mensup olduğu dinin Peygamberinin a.s.m. inceliğini hatırlatabilmeliydiler.

Böyle yapmaya daha ehil ve daha mecbur olanlar ise, bu dini güzelce yaşamaya çalışan kişiler idi. Onlar da, İslâm adına İslâm’ın malı olmayan kabalıklar sergileyen iman kardeşlerine İslâm’ın malı olan incelikleri bildirmeli; hem, bu inceliklerden yalnızca onları değil, kendisini İslâm’ın dışında gören kişileri de haberdar etmeliydiler.

İslâm adına İslâm’ın malı olmayan kabalıkları sergileyenlerin ise, ciddi bir özeleştiriye; “Dindar bir kişi olarak yaptığım bu hareket gerçekten dinimin özüne uyuyor mu?” sorusunun izini sürmeye ihtiyaçları vardı. Bunun da yanısıra, dini yorumlama ve uygulama biçimlerini sünnetin ve hikmetin ışığında bir daha tartıp değerlendirmeleri şarttı.

Bütün bunların her kesimden insan tarafından başarılması için ise, öncelikle, bir bilgilenme hamlesi ve gayreti gerekiyordu. İslâm’ın malı olan ile olmayanı, keza İslâm’a ait doğru bir ölçü ile o ölçünün yanlış yorumunu, dahası doğru bir ölçünün doğru yorumu ile o yorumun yanlış uygulamasını ayırma, ve bunun da beraberinde, hangi doğrunun hangi yerde hangi şekilde uygulanacağını bilme imkânı veren bir bilgilenme…

Bu bilgilenmenin merkezinde ise, görebildiğim kadarıyla, Kur’ân’ın ‘en güzel örnek’ diye gösterdiği; yine Kur’ân’ın tarifiyle, ‘kendi hevasından konuşmayan,’ ‘âlemler için rahmet,’ ‘insanları Allah yoluna çağırıcı,’ ‘ışık saçan bir kandil’ olarak Hz. Peygamberin a.s.m. hayatı ve şahsiyeti vardı. O ki, onun için, “Allah’ın sizi sevmesini istiyorsanız, O’nun Habibine uyun ki, Allah da sizi sevsin” ölçüsünü getiriyordu Kur’ân.

                                        * *

Bu bilgilenme sürecinde benim dikkatimi en ziyade çeken husus, Hz. Peygamberin a.s.m. şahsında insaniyet-İslâmiyet denkliğini keşfetmem idi. Yakın zamanda yaşamış bir büyük düşünürün, İslâmiyeti neden ‘insaniyet-i kübra’ olarak tarif ettiğini, Hz. Peygamberin a.s.m. şahsında, net bir biçimde kavrama imkânı buluyordunuz. O, kelimenin tam anlamıyla ‘insan’dı. Bir insan nasıl olur, insan insanlığını nasıl gerçekleştirir, insan insan olarak ona verilmiş yetenek ve özellikleri nerede nasıl kullanır ve ne şekilde geliştirir gibi soruların cevabı onun hayatında, özünde, sözünde apaçık vardı.

Onun hayatını ve sözlerini okurken, kişinin islâmiyeti onun insaniyetinin gelişmişliği nisbetinde gelişir dersini almıştım açıkçası… Kaba bir insan ama mükemmel bir müslüman olmak; insaniyeti geri, İslâmiyeti ileri olmak, anladığım kadarıyla, mümkün değildi. Bizatihî Peygamberin a.s.m. “Sizin Cahiliye döneminde en hayırlılarınız, hakkı kabul ve teslim ettikten sonra, İslâm döneminde de en hayırlılarınızdır” derken dikkat çektiği üzere, ‘islâm’ olarak en hayırlı olabilme potansiyeli, ‘insan’ olarak en hayırlı olana aitti.

Onun “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez” hadisi de, kişinin insaniyetinin gelişmişliği nisbetinin islâmiyetinin gelişme kaydedeceğine dair bir hatırlatma hükmündeydi. “Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semada bulunanlar da size rahmet etsinler” hadisi, bir başka örneğiydi bunun. “Allah yumuşaklıkla muamele edendir, yumuşak huyluluğu sever ve yumuşak huyluluğa karşılık olarak verdiğini başka hiçbir şeyle vermez” hadisi de…

Aynı şekilde, “Allahu Teâlâ güzeldir, güzel olanı sever; temizdir, temizliği sever; kerîmdir, keremi sever; cömerttir, cömertliği sever” gibi, “İnsanlara merhamet etmeyene Allah rahmette bulunmaz” gibi hadisler de, insaniyet-İslâmiyet denkliğine dikkat çekmekteydi. Hem, zamane insanların asla yetişemediği bir diş temizliğini hayatı boyu sergilemiş Hz. Peygamberin a.s.m. bu iş için kullandığı misvağı herkesin gözü önünde dişlerimizi göstere göstere ağzımızda gezdirirken, ‘diş temizliği’ gibi bir Peygamber a.s.m. inceliğini milletin önünde dişini gösterme kabalığıyla birleştirmiş olmuyor muyduk? Hz. Peygamberin a.s.m. yolunu yol edindiğimizi gösterir bir alâmeti, bir izi, bir şeâiri üzerimizde taşır halde dolaşıp, aynı zamanda o kudsî Peygamberin a.s.m. zıddına gerine gerine yürümek, sümkürüp yere tükürmek, yüksek sesle ve kaba kelimelerle konuşmak, olmaması gerektiği halde olagelen şeyler değil miydi?

Metin Karabaşoğlu’nun yazısı

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

İncelikler Peygamberi A.S.M.

Feleğin tersine döndüğünü düşündüren tablolardı. Ateşe su, suya ateş diyenler; aydınlığı karanlık, karanlığı aydınlık diye tarif edenler vardı. Kök anlamı ‘barış’ ve ‘esenlik’le kardeş olan bir din, nicedir savaşla ve hatta terörle eşanlamlı olarak anılır haldeydi artık. Kız çocuğunu diri diri gömen insanları durduk yerde karıncaya basmaktan, haksız yere en küçük bir cana kıymaktan çekinir hale getiren bir din, kadına düşmanlık, cana düşmanlık, hayata düşmanlık simgesine dönüşmüştü kimi zihinlerde. Cahiliye içindeki bir toplumu alıp kendini bilmenin, haddini bilmenin, Rabbini bilmenin zirvesine ulaştıran; kız çocuğunu diri diri gömen Ömer’i alıp eleğinden geçirip Dicle kenarında ayağı incinen kuzunun dahi tasasını çeker hale dönüştüren; bedevî bir topluluğu medenî bir ümmet haline getiren; ilk şehri Medine’yi bir medeniyet evreni kılan bir dindi o. Ama ne yazık ki, milyonlarca kez yazık ki, gerilik, haksızlık, cahillik ve kabalıkla beraber anılır haldeydi artık.

Böylesi bir zaman, feleğin gerçekten tersine döndüğü bir zaman değilse, neydi? Gördüklerimiz, feleğin tersine döndüğünü düşündüren tablolardı.

Bu tabloların ortasında, yüreğim yanıyordu. Barış dini İslâm’a barış adına savaş açanların; Eski Dünyanın yarısını kuşatmış bir medeniyetin dinini medeniyet adına redde kalkanların; Çin Seddinin inşasına sebep olmuş bir ırkı terbiye edip görkemli bir medeniyetin sancaktarı kılmış bir dinden kopuşu sözüm ona medenî milletler hanesine yazılmak adına savunanların arasında, üzgün, çok üzgün, had safhada üzgündüm. Yüreğim yanıyordu.

Yüreğimdeki hüznü ve yangını daha da büyüten bir ilave husus ise, bu güzelim dinle birlikte, onun elçisi, rehberi, peygamberi hakkında söylendiğini duyduğum lâflardı. Bir aslanı üç çemberden geçirmeyi başardı diye bir aslan terbiyecisini dakikalarca ayakta alkışlayan insanlar, bir aslanın bile yapmadığı şeyi yapıp öz evladını diri diri toprağa gömen insanları bütün çağların gördüğü en benzersiz terbiyenin eşliğinde adalet, nezaket, medeniyet ve insaniyet timsali kılan bir Peygambere a.s.m. kabalık, gerilik ve şiddet yakıştırıyorlardı.

Duydukça, insanın ruhunu daraltan şeylerdi bunlar. Zaman oluyor, meydanlara koşup tepelere çıkarak haykırmak; “Hayır! Peygamber a.s.m. sizin bildiğiniz gibi değildi hiçbir zaman! Kesinlikle hayır!” diye gücüm yettiğince bağırmak istiyordum. Hayatını okudukça inceleştiğim, sözlerini anladıkça derinleştiğim, bana beni öğreten, bana benliğimi eritmeyi öğreten, nefsimi eritip inceleştiren o güzelim peygamberin sünnetini ‘çöl âdeti’ diye elinin tersiyle itmeye kalkışan insanlarla bir yüzleşme yaşamam şarttı. Onlar, barış dinine savaş, aydınlık bir medeniyete karanlık, incelikler Peygamberine a.s.m.kabalık yakıştıran insanlardı.

                                                * * *
Gelin görün ki, ortadaki manzaraya yalnız bu açıdan da bakamazdım. Bilmeyenin öğrenmeme, görmeyenin bakmama, anlamayanın düşünmeme kabahati vardı, tamam. Önyargısıyla hareket edenin şartlanmışlığı aşamaması, kötü niyetli yaklaşanın iyi niyetli olamaması da bir hataydı elbette. Ama tablonun öte tarafında, bu yanlışlığı üreten, besleyen, yahut büyüten tutum, tavır ve yaklaşımlar da vardı. Biliyordum; bunlar hiç olmasa bile, birileri kalblerini ve akıllarını bu dine kapalı tutmayı sürdüreceklerdi. Ama şunu da biliyordum; bunlar, kalbini bu dine kapatanların sığınacakları bir mazeret değilse bile, kalbini bu dine açmaya açık nice insanın önünde birer engeldi. İncelikler Peygamberine a.s.ma kabalık yakıştıranlar kesinlikle haksızdılar, ama incelikler peygamberinin a.s.m. adını dilinden düşürmediği halde kabalık sergileyenler de haklı veya mazur sayılamazlardı.

O yüzdendir ki, yıllar önce, en yüce hislerin içinde karşılık bulduğu nuranî bir saray olarak tarif ettiği İslâmiyetin ‘matem tutmuş bir siyah çadır gibi, bir kısım fukaraya ve bedevîlere ve mürtecilere has olduğunu tahayyül edenler’e serzenişte bulunan, “Ey insafsızlar! Umum âlemi birleştirecek, besleyecek, ziyalandıracak bir istidatta olan hakikat-ı İslâmiyeti nasıl dar buldunuz ki, fukaraya ve mutaassıp bir kısım hocalara tahsis edip, İslâmiyetin yarı ehlini dışarıya atmak istiyorsunuz?” diye haykıran; bu güzelim dini lekelemeye dönük teşebbüslerde bu dinin müntesiplerinin onun özüne uymadığı halde onun adına yaptıkları yanlışların da hissesi olduğunu belirtip, “Şimdiye kadar yalnız düşmanın tarafına bakıp eldeki elmas kılınçla onların tefritlerini kırardım; fakat şimdi mecburum: Öyle dostların terbiyeleri için, onların avamperestane ve ifratkârâne olan hayalâtlarına o kılıncı bir derece iliştireceğim” diyen Bediüzzaman’ın duyduğu ızdırabın bir benzerini, nicedir içimde taşıyordum.

Zira, yazık ki, barış dini İslâm’ın müntesipleri arasında, onu savaşla özdeş görenler vardı. Yazık ki, incelikler Peygamberinin a.s.m adını anarak kabalık edenler vardı. Yazık ki, o kudsî nebînin güzelim sünneti adına o sünnetin güzelliğine uymayan yaklaşımlar sergileyen insanlar vardı. Yolda beride, kitaplar arasında, gazete sütunlarında, televizyon ekranlarında, şu veya bu ortamda gördüğüm öyle tablolar vardı ki, İslâm’ın gereği olmadığı halde İslâm adına yapılıyor, İslâm adına yapıldığı için de birilerini İslâm’a karşı mesafeli kılıyordu. Öyle şeyler vardı ki, Peygamberin a.s.m. hayatından alınmadığı halde peygamber a.s.m. adına yapılıyor, Peygamber a.s.m. adına yapıldığı için de itiraz oklarının Peygamberi a.s.m. hedef seçmesine sebep oluyordu.

Bunun o derece çok örneği vardı ki…

Meselâ, üzerine çiş yapan torununu onun kucağından alıp da “Sen nasıl Resûlullah’ın üstüne çiş yaparsın?” diye pataklamaya kalkışan Ümmü Fadl’ı durdurup “Çocuk bu, yapar” yumuşaklığında bir itirazla torununun fiske yemesine engel olan bir Peygamberin a.s.m. ümmetinden olup, ikide bir çocuk pataklamayı sünnet sanan insan sayısı az mıydı sahi?

Kucağında torunları olduğu halde namaza duran, o secdede iken torunu sırtına bindiği için secdesini uzatan, çocuğa müdahale edenlere ise, namazını bitirdikten sonra “Bırakın, çocuk hevesini almış olsun” rahatlığında yaklaşan bir Peygamberin a.s.m. ümmeti olarak, küçük çocuklarımızla camilere gittiğimizde hep duyageldiğimiz azar işitme tedirginliği nedendi? Neden birileri, biz Peygamberin a.s.m çocuklardan esirgemediği bir hal içinde namaz kılarken namazımızın selameti adına çocuklarımızı ellerimizden almaya, ürkütücü seslerle onlara ‘ın aşağı’ uyarıları yapmaya, ‘dur-sus!’ ikazlarıyla ortalıkta dolaşmaya mecbur biliyorlardı kendilerini?

Kaynak: ZAFER DERGİSİNDE  Metin KARABAŞOĞLU

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Kadınlar yapmaz fakat yaptırır

Evlerde olandan da daha hazini, dışarıda yaşanıyor. Bir yanda, kadının para için çalışma hayatına atılması gibi bir olaya tesettürlü hanımların da tam bir arzu ile boyun eğmesinin beraberinde gelen arızalar mevcut.

George Gilder gibi iktisatçıların hesaba vurarak ortaya koyduğu ve herkesin de fiilen tecrübe ettiği üzere, çalışan kadın, ‘aile bütçesine katkı’dan daha ziyade, kapitalizmin ‘KÂR maksimizasyonu’ çarkına katkıda bulunuyor.

Bu vesileyle, elbiseden deodoranta, ayakkabıdan kreş ve yuvalara bir dizi ‘harcama’ kalemi ortaya çıkıyor meselâ. Ama, asıl, iş hayatında kadınlar erkekleşiyor; ve bu erkekleşme, evde kocasına karşı asileşen KADIN şeklinde belli ediyor – dışarıda çalışmıyor bile olsa – sırf feminizmden aldığı cesaretle, aynı ‘ERKEKLEŞMEYİ’yi sergileyen ev hanımları cabası!

Feminizmden doğrudan veya dolaylı etkilenmeler ile gelen bir husus ise, kadınları erkekleştirip erkekleri kadınlaştıran ve böylece birbirini tamamlayan iki karşı cinsi, birbirinin benzeri bir ‘tek cins’e dönüşme gibi gayr-i fıtrî bir yöne zorlayan bu gelişme paralelinde, kadınların erkeklerle münasebet ve muhatabiyette sergilediği rahatlık.

Birçok ehl-i dinde dahi, bu rahatlığın lâubâlîlik ve lâçkalık boyutlarına uzanan tezahürlerini ‘İslâmî radyo’ ları arayan kadınların – ve bilhassa genç kızların – önemli kısmının sergilediği fütursuzlukta, keza işyerlerinde ve yolda-beride gördüğümüz şakalaşmalarda apaçık görebiliyoruz.

Hele hele, bir ucundan şöhret edinmiş birçok mü’minin eşlerinden, bu fütursuzluğun aile hayatının vazgeçilmez lâzımı olan SADAKAT ve EMNİYETİ sarsan tezahürleri dahi olduğunu öğreniyoruz. Bir mü’mine hanımla da çözebileceği sıradan konuları şöhretli bir mü’min erkeğe yöneltme; hatta bunu evini telefonla arayarak gerçekleştirme.. gibi.

Metin Karabaşoğlu