Etiket arşivi: Metin Karabaşoğlu

Bediüzzaman’ı Tüketmek

DOĞUNUN ‘DOĞMAK’LA, Batının ‘batmak’la olan ilişkisiyle irtibatı var mıdır, yok mudur bilmem, insanlık tarihine baktığımızda maneviyat adına bütün büyük ‘doğum’ların Doğuda gerçekleştiğini görürüz. İnsanlığa büyük manevî sıçramalar yaşatan gelişmeler hep Doğu kaynaklıdır. Nitekim, ‘Batılı’ bir peygamber yoktur! Doğu maneviyatın beşiğidir, Batı ise maddenin. Doğu mânâyı akla getirirken, Batı maddeyi çağrıştırır. Doğu maddenin de ‘mânâ’sını arar; Batı maneviyatı dahi maddîleştirir. Doğu maddeden mânâ üretir, Batı maneviyatı dahi tüketir.

Meraklısı, ‘din’in Batıda aldığı biçime bakarak rahatlıkla görebilir bunu.

İşte Batıda kiliselerin aldığı hal! Bir ‘para toplama’ (fund-raising) yapısı ve ilişkisi içinde olabildiğine zengin ama bir o kadar da ruhsuz!

İşte Uzak Doğu dinlerinin Batıda aldığı biçim! Pazarlama harikası guru’lar, maneviyat satıcısı Zen üstadları, ‘huzur’ ve ‘sükûn’ tüccarı keşişler! Batının ‘maddeci’ ve ‘tüketici’ ruhu, maddeyi hepten defterden silme dengesizliğinde ‘mânâ’yı vurgulayan Budizmi ve Hinduizmi dahi dönüştürmüş ve ticarîleştirmiş haldedir!

Batı, tüketir. Batı, maneviyattan dahi ‘para kazanmak’ ister. Batı ‘huzur’u da, ‘elem’i de onlardan kâr devşiriyorsa anlamlı bulur.

Sözüm, Batının özüne ilişkindir elbet. ‘Batıda’ doğmuş olduğu halde ‘Batılı’ olmamış, ruhunu ‘saf din’e açık tutmuş, vicdanıyla herşeyi ticarîleştiren bu saf maddeciliğe hep tepki duymuş Batı-doğumlulara değil. Onlar ‘biz’dendir.

Gelin görün ki, Batının, hele Amerika’nın ‘dünyanın kıblesi’ haline geldiği günlerden beri, Doğu ‘iki kıble arasında’ dolaşıyor. Bir yanda yüzü günde beş kez Mekke’ye yöneliyor mü’minlerin; kalan vakitlerde ise ‘New Yorker’ yaşama biçimiyle, Wall Street kafa yapısıyla hemhal olup duruyor.

Böylesi bir ‘sıkışmışlığın,’ böylesi bir ‘kendisi olamama’ halinin karşılığı ise, bizim kimi ‘İslâmcı’ yeniyetmelerin bile Charles Bukowski’ye özendiği bir dünyada Hâfız’a özenip Batı-Doğu Divanı’nı yazan Goethe’nin dediği gibi oluyor: “Başkaları gibi düşünürsek, sonra başkalarına benzeriz.”

Bunun bir tezahürünü İslâmî câmianın yazılı, sözel ve görsel alanda; bir düşünce veya duygunun ‘paylaşımı’na imkân sağlayan her üç alanda giderek akışına kapıldığı ‘light’laşma, içeriksizleşme, ticarîleşme temayülünde görmek mümkün…

İşi kaptık! ‘Bestseller’ kültürü bizi de satın aldı. ‘En çok satan’ olmak yükselen değer ya, buna uygun üretimler yapıyoruz artık.

En sonunda ‘köy tavukları’nın dahi ‘düşman’ ilan edildiği bir dünyadayız ne de olsa. Tavuğun dahi ‘kapitalist çark’ içinde, sermaye birikimi ve banka-kredi-faiz ilişkileri gerektiren devâsâ çiftliklerde üretileni ‘meşru’ artık.

Tavuklarımızın dahi ‘tek-tipleşmesi’nin istendiği böylesi bir ‘kitlesel üretim/kitlesel tüketim’ dünyasında, maneviyat dahi bir ‘bestseller’ zihniyetine, ‘süpermarket’ anlayışına râm ediliyor.

‘Pazarlanabilir’ maneviyat…

Makbul olan bu.

‘Pazarlanabilir maneviyat,’ ne ise o olan bir maneviyat olmayacak. Herkesin ilgisini çekecek, herkese birşeyler söyleyecek, dolayısıyla ‘herkes’in içinden şu veya bu zümreyi rahatsız edecek unsurlardan ayıklanmış olacak. “Müşteri velinimetimizdir” düşüncesiyle kurgulanacak. Şurası şuna dokunuyorsa, burası bunu rahatsız edebilecekse, oralara hiç girilmeyecek. Haykırmayacak, kimseyi yerinde rahatsız etmeyecek, kimseyi uykusundan uyandırmayacak. Mışıl mışıl uyudukları modern/postmodern uykularda güzel bir rüya ve saçlarımıza dokunan şefkatli bir anne eli mesabesinde olacak hayatlarımızla ilişkisi…

Bu sürecin gün geçtikçe nasıl arsızlaştığını; gerek yazılı, gerek işitsel, gerek görsel alanda dönüştürücü işlevini gün geçtikçe nasıl daha da tırmandırdığını afallamış gözlerle izliyoruz.

İhlas Risalesi ‘diliyle’ konuşanlar giderek azalırken, kişisel gelişim ‘ağzıyla’ konuşanlar artıyor sözgelimi.

Risale-i Nur’un hayatlarımızı kökten değiştirmeye muktedir nice yeri keşfedilmemiş, yani ‘açılmamış’ halde dururken, onun kimi bahisleri hayatlarımızın üstüne ekmeğimizin üstüne sürülen bir krema mesabesinde iliştireceğimiz bir kıvama dönüştürülüyor.

‘Zaman-ı Âdem’den kıyamete kadar devam edecek’ dediği iman-küfür mücadelesinin ahir zamandaki en keskin veçhesini ‘Deccal fitnesi’ olarak “Beşinci Şua”da irdeleyen bir Bediüzzaman’dan etliye sütlüye karışmayan bir Dalai Lama, haydi biraz daha fazlasını diyelim, bir Mahatma Gandhi portresi üretilmek isteniyor.

Birisi çıkıp dese ki, “Bediüzzaman da Gandhi gibidir,” kendi çapında iyi bir adam olmakla birlikte ne Risale-i Nur gibi bir eser verebilen, ne de Bediüzzaman gibi bir ‘ontolojik eylemlilik’ sergileyebilen Gandhi ile kıyaslanmak Bediüzzaman için iltifat mıdır, yoksa zül müdür acep diye sorulmayacak.

Birileri çıkıp bunu diyor zaten…

Bediüzzaman adına, bunca yıllık ‘Risale-i Nur tetebbuatı’ hesabına diyor.

Ama Bediüzzaman’ın tek bir naklini, sözünü naklettiği Ebu Bekir es-Sıddık radıyallahu anh’ın da tek bir cümlesini doğru anlama bahtına erişemeden…

“Hesap Günü bedenimi öyle genişlet ki, cehenneme benden başka mü’min girmesin” sözündeki ‘mü’min’ ifadesine asla dikkat etmeden, edemeden…

Sahabilerin emr-i ilâhî karşısında en yumuşak huylusu ama küfür karşısında en keskini Ebu Bekir’den ve Ebu Bekir ruhlu Bediüzzaman’dan Ebu Cehil’leri veya Deccal’leri dahi cennete götürtecek bir dengesizlik bekleyerek, böyle vehmederek, onları böyle ‘büyüttüğünü’ ve ‘sevimlileştirdiğini’ düşünerek…

Maneviyat üretilmez, kurgulanmaz, pazarlanmaz, satılmaz ve satın alınmaz.

Bediüzzaman bir maneviyat adamıdır. Eseri Risale-i Nur ise, bu zamanda hayatın bütününü kuşatan bir ‘Kur’ânî inşa’ sunmaktadır.

O, ‘her nabza şerbet’ kıvamına sokularak, pazarlanarak yalnızca ayağa düşürülmüş olur.

Kendisiyle bir sohbetimizde “Siz Batının vicdanını temsil ediyorsunuz” iltifatıma “Vicdanı olarak dahi Batıyla anılmak istemem” cevabını veren Kanadalı muhtedi Fred A. Reed, Bediüzzaman’ın ‘satın alınamaz’lığına vurguda bulunarak bitiriyordu Anadolu Kavşağıadlı harika kitabını…

Fred Reed’in ‘satın alınamaz’lığını vurguladığı Bediüzzaman’ı bugün biz ‘pazarlama’ derdinde isek, durum bir ‘Bediüzzaman’ı tüketmek’tir.

Oysa Risale-i Nur, ‘tüketilmeyi’ değil, ‘yeniden üretilmeyi’ beklemektedir.

Metin Karabaşoğlu

(Kaynak: www.karakalem.net)

Çocuk ve Risale-i Nur

Bazı ‘Latif Nükteler’i içeren Yirmisekizinci Lem’a’da, Lem’alar’a derc edilmesindeki hikmetin ilk etapta pek kavranamadığı bir mektup vardır. Şefik adındaki bir talebesinin Bediüzzaman’a yazmış olduğu bu mektup, ilk okuyuşta, samimi duygularla yazılmış sıcak ve safiyane bir mektup olmaktan ibaret gözükür insana.

Nitekim, bu mektupla ilgili şahsî tecrübem bu şekilde başlamış, ancak uzun bir zaman sonradır ki, bu mektup anlam ve derinliğini bana açmıştır. Çocuklara Risale-i Nur’u ne şekilde takdim edeceğini bilemeyenler için, bu mektup, manidar ipuçları vermektedir. En ziyade dikkate değer yanı, herhalde budur.

Mektubun bilhassa son paragrafından öğrendiğimize göre, Şefik adlı Nur talebesi ‘üç yaşından sekiz yaşına kadar’ çocukları ile yeğenlerine Risale-i Nur okumuştur. Ama, meselâ “Bunlar Risale-i Nur’dur. Üstad Bediüzzaman Said Nursî bunları yazmıştır” gibi bir girişle değil! Hele hele, “Gelin bakalım. Şimdi size Risale-i Nur okuyayım” diye hiç değil.

Bilakis, kendisi Risale-i Nur okuyorken çocuklar başına toplanıp ne okuduğunu sormuşlar; o da “Elmas, cevher, nur” demiştir. Bu cevapla merakları uyanan çocuklar ‘elmas, cevher, nur’u anlamaya çalışırken, Şefik onları sevmiş, çay vermiş, okumaya devam etmiş, aradaki sorularına “Bu, elmas, cevher, nurdur” şeklindeki merak uyandırıcı cevapla mukabele etmiş, ‘anlayamadıkları’ yerleri ‘onların anlayabileceği şekilde’ izah etmiş ve en sonunda “Nur, bunu okumaktır. Elmas, bu sözleri yazmaktır. Cevher de, bu kitaptan aldığınız imandır” diye bir açıklama getirmiştir.

Mektubun en son paragrafı ise şu şekildedir:

“İşte Elmas, Cevher, Nur budur, dedim. Tasdik ettiler. Hepsi birden bana bakıyorlardı ve ‘Bunu kim yazmış?’ diyorlardı.” Şimdi, bu latif mektuptan alınacak bir dizi ders vardır. Özellikle “Çocuklar(ımız)a Risale-i Nur’u nasıl anlatabiliriz?” sorusuyla hemhal olanlar için!

Birincisi, Şefik’in (r.h.) kendisinin ev ortamında Risale-i Nur okuyor oluşudur. Demek, çocuklarımızın Risale-i Nur okumalarını istiyorsak, evvela onların bizi Risale-i Nur okurken görmeleri gerekmektedir.

İkincisi; babalarının (veya dayılarının) ne okuduğunu merak edip soranlara Şefik’in doğrudan “Risale-i Nur okuyorum. Risale-i Nur ki, asrın tefsiridir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri yazmıştır” türünden bir cevap yerine, çocukların merakını daha da kamçılayıcı latif bir cevabı tercih etmesidir: “Elmas, Cevher, Nur okuyorum.”

Üçüncüsü, bunun üzerine merak edip başına toplanan çocukları Şefik’in sevmesi ve kendilerine ikramda bulunmasıdır. Demek, çocuğumuzun Risale-i Nur’a muhatap olacağı ortam, sevgi gördüğü ve ikrama muhatap kılındığı bir ortam olmalıdır.

Dördüncüsü, Şefik’in “Onuncu Söz” gibi bir risaleyi okurken, çocukların anlayamadıkları noktada sordukları sorulara ‘onların anlayabileceği şekilde izah’ getirmesidir. Demek, Risale-i Nur’u çocuklara anlatmanın en uygun yolu, onu ‘çocukça’ anlatmaktır.

Beşincisi, Şefik’in elmas, cevher ve nuru son derece latif bir biçimde izah ettikten sonra, hâlâ daha müellifin ismini vermemiş olması; bu cevabın, ancak en sonra gelmesidir. Demek, önce Bediüzzaman’ın şahsını nazara verip, “İşte bu onun kitabı. Hadi okuyun” deme şeklinde örneklerini çokça gördüğüm bir tarz değildir doğrusu. Aslolan, muhatabı önce Risale’yle tanıştırmak, ancak bundan sonrasında gelen sorular dahilinde onun müellifini anlatmaktır.

Şefik’in mektubu, sonradan farkına vardığım böylesi fıtrî, hakikatlı ve sımsıcak ölçüler taşıması itibarıyla, sanırım, çocuğuna veya çocuklara Risale-i Nur’u anlatma ve aktarma gayreti taşıyan herkesin dikkatle ele alması gereken bir mektup hükmündedir.

Metin Karabaşoğlu / Sorularla İslamiyet