Etiket arşivi: Metin Karabaşoğlu

Adaletsiz takvâ mümkün müdür?

Din ile hayatı birbirinden ayrı düşünmenin sekülerlere mahsus bir tutum olduğu zannedilir. Halbuki, aynı şeyi yapan garip ve epeyce yaygın bir ‘dindarlık’ türü de mevcut. Bu garip dindarlık tasavvuru ‘ibadetler’e dönük bir vurguyla öne çıkarken, bu ibadetlerle gündelik hayat arasında bir tutarlığın izini sürmeyi ihmal eder, dolayısıyla gündelik hayatı sözümona kendi akışına bırakır. Namazını kıldığı halde yalan söyleyebilen, namazını aksatmadığı halde faizle sınanabilen, oruç tuttuğu halde işçisinin hakkından kısabilen, orucunu tuttuğu halde dilini tutamayan, yemeğini sağ elle yediği halde haram da yiyebilen, suyu çömelerek üç yudumda içtiği halde gözünü kırpmadan cana kıyabilen.. diye uzayıp giden her türden arızalı ‘dindar’ figürü, din ile hayatı, ibadetin vakti ile vaktin bütününü ayrı düşünebilen işte bu zeminde büyür, beslenir.

Oysa Kur’ân’ın en başta peygamberler örneğinde bize verdiği en önemli derslerden biri, dinin hayatın bir alanına dair olmadığı, bilakis tamamını kuşattığıdır.

Şuayb aleyhisselam, harikulâde bir örneğidir bunun. O, ölçüde, tartıda hile yapan, hak yemeyi, adaleti gözetmemeyi itiyad edinmiş kavmi Medyen’i hakka davetle emrolunmuş, “Ey kavmim! Ölçerken ve tartarken adaleti yerine getirin. Halkın malına densizlik etmeyin ve yeryüzünde fesatçılık yaparak fenalık yapmayın” (Hûd, 11:85) cümlelerini de içeren davetine karşılık kavmini temerrüd halinde bulmuştur. Kavmi bildiği şekilde hak yiyerek yaşamakta kararlıdır. Şuayb aleyhisselama ise sorarlar: “Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını terketmemizi ve mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?” (Hûd, 11:87)

Kavminin Şuayb aleyhisselama yönelik bu tepkisi, iki şeyi birden gösterir. Hz. Şuayb’ın namazı, namazın vakti dışındaki zamanları da Allah’ın emrine uygun şekilde, hakkâniyet ve adaleti gözeterek yaşama idrakini ona nasip etmektedir; ve kavmi de, onun namazı ile bu tutumu arasındaki birebir ilişkinin farkındadır. Kendi ifadeleriyle ‘yumuşak huylu ve aklı başında’ bildikleri Şuayb’ı kendilerini haksızlıkları karşısında net biçimde uyarma cesareti veren sırrı, onun namazında bulmuşlardır.

Şuayb aleyhisselamdan hakikat dersi almış Hz. Musa’nın, Medyen topraklarından Mısır’a dönerken Tuvâ vadisinde peygamberlik görevi kendisine verildiğinde aldığı sorumluluk da bu çift boyutluluğu içerir. Firavun, kavmine kendisini ‘Ben sizin en yüksek rabbiniz değil miyim?’ diye sunacak kadar azmış biridir ve Hz. Musa gidip Rabbü’l-âlemîn adına ona iki şeyi birden tebliğ edecektir: (1) Uluhiyet iddiandan vazgeç, Rabbini tanı ve kulluğunu kabul et; (2) Kula kulluğa izin verme, köleleştirdiğin Benî İsrail’i serbest bırak. Burada da, imanın en merkezî esası olarak tevhid davetine, adalet ve hürriyet daveti eşlik etmektedir. İkincisi, birincisinin hem tamamlayıcısı, hem sınanması niteliğindedir.

Bütün kıssalarda bu dersin izleri olduğu gibi, aynı bütünlük Beled sûresinde ‘sarp yokuş’ tarifi üzerinden çıkar karşımıza. Sarp yokuşu aşabilenlerin sûredeki sıralamayla üçüncü vasfı iman edenlerden olmak ise, birinci vasfı boyunduruğu kırmak (köleyi özgürlüğüne kavuşturmak, kula kulluğa son vermek), ikincisi ise salgın bir açlık gününde yetimi ve yoksulu doyurmaktır. Burada da, iman ile gündelik hayatın siyasete ve ekonomiye bakan veçhelerine dair tutumlar arasında bir bağ çıkar karşımıza.

Bu örneklerin de gösterdiği üzere, iman, kalbde başlayıp sadece orada kalan birşey olmadığı gibi, din de hayatın içinde alanlardan bir alan değildir; hayatın tamamını kuşatır ve içerir.

Bu çerçevede, ibadetler, esasen hayatın bütün alanlarının bir ubudiyet şuuruyla yaşanması içindir. Her bir ibadetten bir ubudiyet şuurunun hâsıl olması beklenir. Meselâ namazın gün içinde beş vakte hapsolması değil, beş sembol vakit üzerinden günün tamamını namazın kuşatması ve yönetmesi beklenir. Orucun yıl içinde bir ayda hapsolması değil, bütün yılı biçimlendirmesi beklenir.

Gelin görün ki, sözkonusu ettiğimiz garip ‘dindarlık’ tasavvurları içinde, namaz vardır, ama ‘Şuayb’ın namazı’nda mânâ ve ruhun bir hayli uzağındadır. Sarp yokuşu aşmada iman ve ibadetin vazgeçilmezliğini görür, ama onların siyasî veya iktisadî düzlemdeki adaletsizliklere karşı tavır koyup sorumluluk almakla irtibatını veyahut sûrenin devamındaki merhamet çağrısıyla da irtibatını gözardı eder.

Aynı durumu, ‘takvâ’ algısında da görürüz. Takvâ, bu anlayış dahilinde, farzların yanısıra kılınan nâfile namazlar, farz olan Ramazan orucu dışında tutulan nafile oruçlar, okunan cüz, edilen zikr ekseninde anlaşılır genellikle. Bütün bunlar, takvâ tanımının elbette dışında değildir, ama ne takvâ onlara indirgenebilir, ne de onlar hayatın bütün alanlarına dair tazammun ve derslerinden olarak görülebilir. Ne var ki, kılınan nafile namaz veya tutulan nafile oruç miktarıyla takvâ ölçen dindarlığımız, meselâ adaletle takva ölçmeyi neredeyse hep ihmal eder.

Oysa Maide sûresinin mü’minlere tekrar ve tekrar adaleti emreden meşhur âyeti, bu emre riayeti takvânın bir teyidi olarak da resmeder: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan adil şahitler olun. Sakın bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adil olun, bu takvâya en yakın olan şeydir. Allah karşısında takvâ üzere olun. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Mâide, 5:8)

Bu âyet-i kübrâda âlemlerin Rabbi, bizi hakkı ayakta tutan adil şahitler olmaya davet ederken, bu halden bizi alıkoyan en büyük tehlike olarak ‘bir topluluğa yönelik kinimiz’e karşı uyarır ve bir kez daha “Adil olun!” diye açık ve kesin biçimde emreder. Sosyal hayata dair hükümler içermekle birlikte tekrar tekrar takvâya dair vurguda bulunan Hucurât sûresinin bildirdiği üzere insanların Allah katında en değerlisi ‘en ziyade takvâ üzere olanı’dır ve Allah katında en değerli olabilmesi için kulun ‘takvâya en yakın olan şey’i yapması, yani adil olması, adaletten sapmaması gerekmektedir. Adalet, takvânın tanım kümesi içindeki vazgeçilemez, ihmal edilemez, görmezden gelinemez bir değerdir; ve âlemler Rabbinin takvâ üzere olun emri, adil olun emrini kesin biçimde içermektedir.

Büyük müfessir Fahreddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr olarak da bilinen Mefâtîhu’l-Gayb’ında bu âyeti tefsir ederken söz âyetin “Adil olun, bu takvâya en yakın olan şeydir” mealindeki cümlesine geldiğinde şöyle der: “Bu ifadede, Allah düşmanı kâfirlere karşı adaletle davranmanın vacip olduğu hususunda önemli bir uyarı vardır. “Binaenaleyh, Allah dostu ve sevgilisi mü’minlere karşı adaletle davranmanın vacip oluşunun derecesi artık buna kıyas edilmelidir.”

Demek ki, zihnimize yerleştirmemiz gereken bir ders var. Madem ki adil olmak takvâya en yakın şeydir; kişinin takvâsını, adaletinden anlarsınız. Kıldığı namazların sayısından değil, kıldığı namazların Şuayb-misali onu adalet timsali kılmasından anlarsınız. Okuduğu cüzlerin sayısından veya işittirdiği Kur’ân kıraatinden değil, okuduğu Kur’ân’ın adalet davetine ne derece riayet ettiğinden anlarsınız.

O halde, en başta nefsimize bir büyük ders olmak üzere, dikkat gerek…

Metin KARABAŞOĞLU – Risale Haber

‘Müsbet Hareket’ nedir, ne değildir? (3)

—Karşılaştırmalı bir analiz

Bu esaslar dahilinde, ‘müsbet hareket’in tazammunları ise şöyle özetlenebilir:

1. Risale-i Nur’da yegâne hedef iman hizmetidir. Bu hizmet, başka bir hedefin öncülü veya basamağı değildir. Önce imanı anlatıp, sonra kadrolaşmak, oradan bürokrasiye-siyasete nüfuz etmek gibi bir stratejiye Risale-i Nur’un iman hizmetindeki ihlas ölçüleri asla müsaade etmemektedir. Kim bu iman hizmetine böyle bir stratejiyi dahil etmeye kalkışırsa, Risale-i Nur mesleğinin dışına çıkmış olur.

Konuşan Yalnız Hakikattır:

“Rıza-yı İlâhîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi. Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında imanı kurtaracak ve muannidlere kat’î kanaat verecek bir tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur’ân dersi vermek lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın, herkese kat’î kanaat verebilsin. Bu kanaat de bu zamanda, bu şerait dahi­linde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve mânevî bir şeye âlet edil­mediğini bilmekle husule gelebilir.

Yoksa komitecilik ve cemiyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsi­yet‑i mâneviyesine karşı çıkan bir şahıs, en büyük mânevî bir mertebede bulun­sa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünkü imana girmek isteyen mu­an­nidin nefsi ve enesi diyebilir ki: “O şahıs, dehâsıyla, harika makamıyla bizi kan­dırdı.” Böyle der ve içinde şüphesi kalır.

Allah’a binlerce şükürler olsun ki, yirmi sekiz senedir dini siyasete âlet ittiha­mı altında, kader-i İlâhî, ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zâlimâne eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor; “Sa­kın” diyor, “iman hakikatini kendi şahsına âlet yapma-tâ ki, imana muhtaç olan­lar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desise­leri kal­masın, sussun.”

İşte, Nur Risalelerinin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur, baş­ka bir şey değildir. Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlim­ler, yüz binlerce kitaplar daha belîğane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı dur­du­ramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risa­le-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur. Sa­id’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imani­ye­dir.”

2. İman hizmetinin gayesi ve neticesi ve ödülü, iman hizmetinin kendisidir. Bundan başka maddî veya manevî bir ödül aranamaz ve istenemez. İman hizmetinden umulan rıza-yı ilâhîdir; uhrevî sevap hırsı bile hoş görülmez. Risale-i Nur’dan dünyevî bir hedef ve menfaat gözetilemez.

Ondördüncü Şua:

Nurcular cemiyet memiyet, hususan siyasî ve dünyevî ve menfî ve şahsî ve cemaatî menfaat için teşekkül eden cemiyet ve ko­mite değiller ve olamazlar.” (Şualar, 14. Şua)

Dolayısıyla, hiçbir kişi veya grup Risale-i Nur adına bir siyasî parti kuramaz. Bürokratik veya iktisadî güç temerküzüyle, siyasetle vesayet veya ortaklık ilişkisine veya pazarlığına giremez. ‘Şirket-i maneviye-i uhreviye’ olan şu iman hizmetini, ‘şirket-i maddiye-i dünyeviye’lere, meselâ holdinglere dönüştüremez. Kim bunları yaparsa, ‘müsbet hareket’ ilkesini çiğnemiş, Risale-i Nur mesleğinin dışına çıkmış olur.

3. Müsbet hareket, hareketsizlik değildir. Bediüzzaman hiçbir zaman zulme ve küfre teslim olmamış, ama onların öfke ve nefreti harekete geçererek iç dünyasını yönetmelerine de müsaade etmemiştir. Onun da takipçisi olduğu Ehl-i Sünnet’in sabır çizgisi, eylemsizlik ve teslimiyet değildir; bilakis, hem dıştan gelen tazyike, hem nefsin iç dünyada ürettiği negatif duygulara karşı çift-kutuplu, güçlü ve aktif bir direniştir.

Emirdağ Lâhikası, I, 21. Mektup:

“Elhasıl: Ehl-i dalâlet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölü­me karşı nur-u Kur’ân ile cidaldeyiz. Onların en büyük meselesi—muvakkat ol­duğu için—bizim meselemizin en küçüğüne—bekaya baktığı için—mukabil gel­miyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenez­zül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük me­sele­lerini merakla takip ediyoruz?

Bu ayet [1] لَا يَضُرُّكُــمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ ve usul-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu olan اَلرَّاض۪ى بِالضَّرَرِ لَايُنْظَرُ لَهُ yani, “Başkasının dalâleti sizin hida­yetinize zarar etmez; sizler, lüzumsuz onların dalâletleriyle meşgul olmayası­nız”; düsturun mânâsı: “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.”

Madem bu âyet ve bu düstur, bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri mâlâyani bilip, vaktimizi zayi etmemeliyiz. Çünkü elimizde nur var, topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edil­se, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nurânî müdafaadır.

Son ders:

“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâ­hî­ye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Biz­ler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkın­tıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz. (…)

Meselâ, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hâdise­lerle sabit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfîde idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile kar­şıladım.”

4. Müsbet hareket, tadlîl değil, tadil edici olmayı ve tekfirci bir dilden mutlak surette kaçınmayı gerektirir.

Sünuhat:

“Bazı âyât ve ehâdis vardır ki, mutlakadır; külliye telâkki edilmiş. Hem öyleler vardır ki, münteşire-i muvakkatedir; daime zannedilmiş. Hem mukayyed var; âmm hesap edilmiş.

Meselâ, demiş, “Bu şey küfürdür.” Yani, o sıfat imandan neş’et etmemiş; o sı­fat kâfiredir. O haysiyetle, o zât küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise, mâsume ve imandan neş’et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka ev­sa­fa malik olduğundan, o zât kâfirdir, denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et etti­ği, yakînen biline… Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var; imanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tek­fire çabuk cüret edenler düşünsünler!

Hata-Savab Cetveli:

“Said’i bilenler bilirler ki, mümkün ol­duğu kadar tekfirden çeki­nir. Hattâ sarih küfrü bir adamdan görse de, yine te’vile çalışır, onu tekfir etmez.”

5. Müsbet hareket, manevî/dinî hizmetlerdeki farklılığı organizmadaki farklılık gibi, işlev farklarını da bir manevî işbölümü olarak okumayı içerir. Kendisini veya aidiyetini ümmetin üstünde görmek; diğer mü’minlere karşı hegemonik bir dil ve ilişki biçimi inşa etmek, asla kabul edilemez.

Sünuhat:

“Bence, Tahtîeci, hubb-u nefisten neş’et eden inhisar zihniyeti illetiyle malûldür. Ve Kur’ân’ın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes’uldür.

Hem Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İs­lâmda lâzım olan tesanüd-ü ervâh, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Hâlbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz.”

6. Müsbet hareket, nefsini geri çekmeyi, tabiiyeti metbuiyete tercih etmeyi gerektirir.

Birinci İhlas Risalesi:

“Evet, dünyevî ve hazır lezzet ve menfaat etrafında aşağı, kalbsiz nefisperestler samimî ittifak ve ittihad ediyorlar. Ehl-i hidayet, âhirete ait ve ileriye müteallik semerât-ı uhreviyeye ve kemâlâta, kalb ve aklın yüksek düsturlarıyla mütevec­cih oldukları için, esaslı bir istikamet ve tam bir ihlâs ve gayet fedakârâne bir it­tihad ve ittifak olabilirken, enâniyetten tecerrüd edemedikleri için, ifrat ve tefrit yüzünden, ulvî bir menba-ı kuvvet olan ittifakı kaybedip, ihlâs da kırılır. Ve va­zife-i uhreviye de zedelenir. Kolayca rıza-yı İlâhî de elde edilmez.

Bu mühim marazın merhemi ve ilâcı, “El-hubbu fillâh” sırrıyla, tarik-i hakta gidenlere refakatle iftihar etmek; ve arkalarından gitmek; ve imamlık şerefini on­lara bırakmak; ve o hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi ol­du­ğu­­nun ihtimaliyle enâniyetinden vazgeçip ihlâsı kazanmak; ve ihlâsla bir dir­hem amel, ihlâssız batmanlarla amellere râcih olduğunu bilmekle ve tâbiiyeti da­hi, sebeb-i mes’uliyet ve hatarlı olan metbûiyete tercih etmekle o marazdan kur­tu­lur ve ihlâsı kazanır, vazife-i uhreviyesini hakkıyla yapabilir.”

7. Müsbet hareket, sonuçtan değil, süreçten sorumlu olduğumuz bilmeyi, neticenin Cenab-ı Hakka ait olduğu idrakiyle hareket etmeyi, dolayısıyla ‘sayı’ ve ‘başarı’ üzerinden bir değerlendirmeden uzak durmayı gerektirir.

Birinci İhlas Risalesi:

“Ehl-i hidayeti, ulüvv-ü himmetten sû-i istimale ve dolayısıyla ihtilâfa ve reka­bete sevk eden, âhiret nokta-i nazarında bir haslet-i memdûha sayılan hırs-ı se­vap ve vazife-i uhreviyede kanaatsizlik cihetinden ileri geliyor. Yani, “Bu seva­bı ben kazanayım, bu insanları ben irşad edeyim, benim sözümü dinlesinler” di­ye, karşısındaki hakikî kardeşi ve cidden muhabbet ve muavenetine ve uhuv­ve­­tine ve yardımına muhtaç bir zâta karşı rekabetkârâne vaziyet alır. “Şakirtle­rim niçin onun yanına gidiyorlar? Niçin onun kadar şakirtlerim bulunmuyor?” di­ye, enâniyeti oradan fırsat bulup, mezmûm bir haslet olan hubb-u câha te­ma­yül etti­rir, ihlâsı kaçırır, riyâ kapısını açar.

İşte bu hatanın ve bu yaranın ve bu müthiş maraz-ı ruhanînin ilâcı şudur ki:

Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır; kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffaki­yet­le değildir. Çünkü onlar, vazife-i İlâhiyeye ait olduğu için, istenilmez, belki ba­zan verilir. Evet, bazan birtek kelime sebeb-i necat ve medar-ı rıza olur. Ke­mmi­yetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünkü bazan bir tek ada­mın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-yı İlâhîye medar olur.

Hem ihlâs ve hakperestlik ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa ol­sun istifadelerine taraftar olmaktır. Yoksa, “Benden ders alıp sevap kazandır­sın­lar” düşüncesi, nefsin ve enâniyetin bir hilesidir.

Ey sevaba hırslı ve a’mâl-i uhreviyeye kanaatsiz insan! Bazı peygamberler gelmişler ki, mahdut birkaç kişiden başka ittibâ edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kes­ret-i etbâ’ ile değildir. Belki hüner, rıza-yı İlâhîyi kazanmakladır.

Son ders:

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâ­hî­ye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Biz­ler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkın­tıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek için­dir. (…) Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düstu­ruyla va­zifemiz, dahildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslâmda âsâyişi ihlâl edici dahilî muharebat ancak binde bir ol­muştur. O da aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı mâ­ne­vi­ye­nin en bü­yük şartı da vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hiz­mettir; netice Ce­nâb-ı Hakka aittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mü­kel­lefiz.”

Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; mu­vaffak etmek veya etmemek Cenâb-ı Hakkın vazifesidir” deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur’ân’dan ders almışım.”

Müsbet hareketin bu esas ve tazammunları şunu net biçimde gösteriyor:

Risale-i Nur hareketi, bir siyasî hareket değildir, iktidara değil talip olmak, teklif dahi edilse kabul edemez. Siyasî zeminde adalet ve hikmet ölçüleri dahilinde bir tavrı ve tercihi olur; ama bizatihi siyasete dahil ve müdahil olamaz.

Aynı şekilde, Risale-i Nur hareketi, DAEŞ ve el-Kâide gibi hareketlerin şiddet eğilimine de, en net biçimde onlarda görülen tekfirci yaklaşıma da kesinlikle mesafelidir.

Buna karşılık, şartlara göre, bazan Risale-i Nur hareketi ile ilgileri olmadığına dair beyanda bulunan, bazan da açtığı çığır ve oluşturduğu çizginin Risale-i Nur’un ölçüleriyle izahı gayrıkâbil de olsa Risale-i Nur’a referansla kendisine meşruiyet arayan bir yapıyla da yüz yüzeyiz.

Dilerdim ki, bu sunum Said Nursî’nin “Değil mübareze, belki başkaları düşünmeye de mesleğimiz müsaade etmiyor” ve “Biz, kudsî hizmetimizde daima müsbet hareket ediyoruz” sözleri çerçevesinde neticelensin.

Bu son sözünün devamında, “Fakat, maatteessüf, her bir emr-i hayırda bulunan mânileri def etmek vazifesi, bizi bazan menfi harekete sevk ediyor. İşte, bunun içindir ki, ehl-i nifakın hilekârâne propagandasına kar­şı, kardeşlerimi sabık üç nokta ile ikaz ediyorum, onlara gelen hücumu def’e ça­lışıyorum” sözlerine dayanarak, yine onun ifadesiyle ‘tedafüî’ bir surette (EL-I, 63: “Biz, müsbet hareket ettiğimiz için, mecburiyet olduğu zaman tedâfüî vaziyetinde idik”), Risale-i Nur mesleğinin hukukunu, izzetini ve ölçülerini savunmak ve muhafaza etmek adına, bir ayrıştırmayla bitirmek istiyorum.

Fetullah Gülen’in kişi kültü etrafında oluşan ve kendisini Gülen grubu, Hizmet hareketi, Gönüllüler gibi farklı isimlerle tarif eden oluşumun, gerek duyduğu yerde kendisini Risale-i Nur’a üzerinden tarif ediyor da olsa, yukarıda zikrettiğimiz ölçülere aykırı ayrı bir yol, farklı ve problemli bir çığır olduğunu ifade etmem gerekiyor.

Kur’ân ve hadis karşısında DAEŞ, Risale-i Nur karşısında Fetullahçılık gibi tecrübeler bize şu gerçeği öğretiyor:

Kaynağın sahihliği kadar, kaynakla kendisi üzerinden temas kurduğumuz ‘metodoloji’nin ve bizi harekete geçiren ‘niyet’in de sıhhatli olması gerekir. Aksi durumda yaşanacak olan şey, Bediüzzaman’ın Tuluat’ta dile getirdiği şu gerçektir: “Arı su içer, bal akıtır; yılan su içer, zehir döker.”

[1] Mâide Sûresi, 5:105.

Metin KARABAŞOĞLU

‘Müsbet Hareket’ nedir, ne değildir? (1)

—Karşılaştırmalı bir analiz

Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatını ve eserini anlamanın en önemli anahtarlarından biri, Eski Said’den Yeni Said’e dönüşümünün kodlarını çözmek ve sebeplerini anlamaktır.

Bu dönüşüm hangi tarih aralığında gerçekleşmiştir ve dinamikleri nelerdir?

Haricî sebeplerin mi ürünüdür?

Yoksa Bediüzzaman’ın kendi iç dünyasında yaşadığı bir değişimden mi ibarettir?

Eski Said ile Yeni Said hangi noktalarda buluşur ve aynılaşır, hangi noktalarda değişir ve ayrışır?

Said Nursî’nin ‘Yeni Said’ olarak yazdığı Risale-i Nur’u ve ‘müsbet iman hizmeti’ veya ‘müsbet hareket’ diye formüle ettiği Risale-i Nur mesleğini sıhhatli ve derinlikli biçimde anlamanın yolu, bu sorulara verilen cevapların isabetinden geçmektedir.

Said Nursî hakkında yapılan çalışmaların önemli bir kısmında, bu dönüşümün ağırlıklı olarak haricî sebepler çerçevesinde açıklandığı görülür. Buna bağlı olarak, söylenen tarih de 1923’ten sonrasıdır. Bu yaklaşıma göre, şartlar değiştiği için Bediüzzaman tavrını ve tarzını değiştirmiştir.

Halbuki, bizatihi Bediüzzaman’ın risale ve mektuplarında yer alan otobiyografik notlar Yeni Said’e dönüşümü değişen haricî şartlara indirgeyen bir yaklaşıma izin vermemektedir. Bu metinlerin gösterdiği üzere, Bediüzzaman’ın yaşadığı dönüşüm, bir ‘taktik’ ve ‘strateji’ değişimi değildir. Bilakis, fikrî ve ruhanî/manevî bir dönüşümdür. Başından geçen olaylar ile hariçte yaşanan gelişmelerin, bu dönüşümde ancak ‘tetikleyici’ veya ‘hızlandırıcı’ bir rolünden söz edilebilir.

Meşrutiyet ve hürriyet fikrini benimsemiş genç bir âlim olarak 1907-1909’da  İstanbul’un fırtınalı siyasî ortamında Said Nursî’nin yaşadıkları ve gözlemleri sonraki bütün hayatını etkilemiş; ‘müsbet hareket’ mesleğine giden yolunun ilk basamaklarını teşkil etmiştir. Bunu, Bediüzzaman’ın risale ve mektuplarından yapılacak çok sayıda atıfla güçlü bir şekilde ortaya koymak zor değildir.

İstanbul’da yaşadığı bu tecrübe içerisinde Said Nursî’nin öncelikli olarak gözlemlediği şey, siyaset ile takva, siyaset ile ihlas ve siyaset ile adalet arasındaki tezat ve gerilimdir. İlaveten, Birinci Dünya Savaşı’nda cephede ve sonra esaret sürecinde modern dönemlerin topyekün savaş doktrini içindeki şiddet kullanımının yol açtığı merhametsiz ve zalim sonuçları bizzat görmüştür.[1] Bu savaşların doğrudan savaşın tarafı olmayan masumlar üzerindeki tahribatını, Kur’ân’ın adalet ilkesiyle telifi imkânsızdır. Modern savaş stratejileri içinde ‘adil’ ve ‘haklı kalınan’ bir savaş mümkün değildir.

Dışa dönük bu tecrübeye paralel biçimde, Said Nursî manevî bir dönüşüm yaşamıştır. 24. Söz’ün 2. Dal’ı, bu dönüşümün en temel parametrelerini katre-reşha sembolizmi içinde anlatır. Risaleleri arasında en kapsamlı otobiyografik notları içinde barındıran eser olan 26. Lem’a’da da bu manevî dönüşüme dair güçlü ipuçları mevcuttur. Bu manevî-fikrî yolculuğun anahtar kavramlarından biri “sırr-ı ehadiyet”tir. Kur’ân’ın yol göstericiliğinde girdiği bu kapıdan, ‘hayat’ hakikati daha bir kıymetli görünmektedir:

“Vücudun kemâli, hayat iledir. Belki vücudun hakikî vücudu, hayat iledir. Ha­yat, vücudun nurudur. (…) Hayat herşeyin başıdır ve esa­sı­dır. Hayat, herşeyi, herbir zîhayat olan şeye mal eder; birşeyi bütün eşyaya mâlik hükmüne geçirir. Hayat ile, bir şey-i zîhayat diyebilir ki, ‘Şu bütün eşya ma­lım­­dır. Dünya hanemdir. Kâinat, Mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür.’ Nasıl ki ziya, ecsâmın görülmesine sebeptir ve renklerin—bir kavle göre—se­beb-i vücududur. Öyle de, hayat dahi mevcudatın keşşafıdır. Keyfiyâtın tahak­ku­kuna sebeptir. Hem cüz’î bir cüz’ü, küll ve küllî hükmüne getirir. Ve küllî şey­le­ri bir cüz’e sığıştırmaya sebeptir. Ve hadsiz eşyayı iştirak ve ittihad ettirip bir vah­dete medar, bir ruha mazhar yapmak gibi, kemâlât-ı vücudun umumuna se­beptir. Hattâ hayat, kesret tabakatında bir çeşit tecellî-i vahdettir ve kesrette eha­diyetin bir âyinesidir. (Yirmidokuzuncu Söz)

Dolayısıyla, 1918’de yeniden İstanbul’a gelen Said, fikren de, kalben de, hadisata bakış itibarıyla da, 1907’deki Said değildir. Bilakis 1918’de yüzü Yeni Said’e dönmüş bir halde İstanbul’a gelmiştir. Yeni Said’e yolculuğun 1923’te başladığı söylenemez; ancak, 1923’te tamamlandığı söylenebilir. Nitekim, Eylül 1919’da yazdığı “Rüyada Bir Hitabe” bu dönüşüme dair bir dizi ipucu içermektedir.

Bu ipuçlarının en önemlisini, onu İstanbul’da on yıl önceden tanıyan dostlarının sordukları soruya Bediüzzaman’ın verdiği cevap temin etmektedir:

Dediler: “Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?”
Dedim: “Eûzu billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseh/ Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.”

Aynı dönemde, bizatihi kendi ifadesiyle ‘her iki Said’in iştirakiyle’ yazdığı “Lemeât”ta ise şöyle demektedir: “Siyaset, efkârın âleminde bir şeytandır; istiâze edilmeli.”

Onun Lemeât’ta bu başlığın altında söyledikleri, ‘sırr-ı ehadiyet’in inkişafıyla iç dünyasında yaşadığı fikrî ve manevî dönüşümün güncel siyasî hadisata bakışını nasıl etkilediğini de göstermektedir:

“Siyaset-i medenî, ekserin rahatına feda eder ekalli. Belki ekall-i zalim, kendi­ne kurban eder ekserîn-i avâmı.

Adalet-i Kur’ânî, tek mâsumun hayatı, kanı heder göremez, onu feda edemez, değil ekseriyete, hattâ nev’in umumu.

Âyet-i [2] مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ iki sırr-ı azîmi vaz ediyor nazara. Biri mahz‑ı adalet. Bu düstur-u azîmi ki

Fert ile cemaat, şahıs ile nev-i beşer, kudret nasıl bir görür; adalet-i İlâhî ikisi­ne bir bakar. Bir sünnet-i daimî.

Şahs-ı vahid hakkını kendi feda ediyor; lâkin feda edilmez, hattâ umum insa­na. Onun iptal-i hakkı, hem iraka-i demi,

Hem zevâl-i ismeti; iptal-i hakk-ı nev’in, hem ismet-i beşerin mislidir, hem na­ziri. İkinci sırrı budur: Hodgâmî bir âdemî

Hırs ve heves yolunda bir mâsumu öldürse, eğer elinden gelse, hevesine mâni ise harap eder dünyayı, imhâ eder benî Âdemi.”

“Rüyada Bir Hitabe”deki izah ise, aynı adalet ilkesinin yanında, meselenin ahlâkî boyutuna da işaret etmektedir:

“Dediler: “Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.”

Dedim: “Evet, lâzımdır. Fakat kat’î bir şart ile ki, muharrik, aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya taraf­girlik ise, tehlikedir. Birincisi hatâ da etse, belki ma’fuvdur. İkincisi isabet de et­se, mes’uldür.”

Denildi: “Nasıl anlarız?”

Dedim: “Kim fasık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, sû-i zan bahanele­riyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mâl-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, ka­vî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.

“Evet, dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar et­mekle dine hizmet olur. Yoksa “Dinsizsiniz” dese, onları tecavüze sevk et­mek­tir. Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zât, menfi si­ya­set namına istifade edildi zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz.

“İnat, bazan müfrit fırka müteassıplarına, dalâl ve batılı iltizam ettirir. Şeytan birisine yardım etse, melek der, rahmet okutur. Ötekinde melek görse, libasını değiştirmiştir der, lânet eder. Sû-i zan ve hüsn-ü zan nazarıyla, dürbünün iki ta­rafı gibi leh, aleyhtar… Vâhi emareyi burhan, burhanı vâhi emare görür.

“İşte şu zulümdür [3] إِنَّ الْاِنْسَانَ لَظَلُومٌ sırrını gösterir. Zira, hayvanın aksine ola­rak, kuvâ ve meyilleri fıtraten tahdit edilmemiş; meyl-i zulüm hadsizdir. Lâ­siy­yemâ, ene’nin eşkâl-i habisesi olan hodgâmlık, hodfikirlik, hodbinlik, hoden­diş­lik, gurur ve inat o meyle inzimam etse, öyle ekberü’l-kebâiri icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.

“Meselâ, birisinin bir sıfatından darılsa, mecma-ı evsaf-ı mâsume olan şah­sı­na, hatta ehibbâsına, hatta meslektaşına zulmünü teşmil eder.

[4] وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرٰى ’ya karşı temerrüd eder.”

Bediüzzaman’ın Yeni Said’e dönüştüğü yoldaki tutumu, son tahlilde, Hz. Hasan’ın hilâfetten feragatine benzetilebilir. Nitekim, daha ileri tarihte yazmış olduğu bir mektupta, kendisi de buna benzetir:

“Ezcümle: Hazret-i Hasan Radıyalla­hu Anhın altı aylık hilâfetiyle beraber Risale-i Nur’un Cevşenü’l-Kebîrden ve Celcelûtiyeden aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilâfetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-i imaniye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın kı­sa­cık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla ba­ka­bi­li­riz. Çünkü, adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes’ud edebilir bir istidatta bulunan, Risale-i Nur’dur ve onun şahs-ı mânevîsi, Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın bir muavini, bir mütemmimi, bir mânevî veledi hükmündedir.”

Bu atıflar da, ilgili süreçte haricî hadiselerin tetiklediği bir manevî/fikrî inkılab yaşadığını; bu inkılabın Kur’ân’dan edindiği, ‘sırr-ı ehadiyet’in ve ‘adalet-i mahzâ’nın merkezde olduğu yeni bir metodoloji ve paradigma ile İslâm tarihini de yeni bir gözle okumak suretiyle, Hz. Hasan’ı feragate sevkeden haricî ve enfüsî gerekçelerin siyaset karşısında şimdi ve kendisi için de geçerli olduğunu gördüğünü göstermektedir.

Bu anlamda, anlaşılması bakımından 1909’daki Bediüzzaman ile 1919’dan sonraki Bediüzzaman arasında fark şu sembolik atıflarla açıklanabilir:

Eski Said akla ve ‘irade’ye vurgusuyla daha ziyade Mâturidî, Yeni Said vahye ve ‘takdir’e vurgusuyla daha ziyade Eş’arî’dir.

Eski Said’in ‘Hüseynî’liğine mukabil, Yeni Said Hasanî’dir.

Eski Said öncelikle harice, Yeni Said öncelikle ‘nefsine’ konuşmaktadır.

Eski Said’de ‘Müslümanlar’a yönelik vurgunun yerinde, Yeni Said’de vurgu ‘İslâmiyet’e, temel ilkeleredir.

Bu çerçevede Yeni Said’in siyaseti başkaları için de, mutlak surette, kategorik olarak reddettiği söylenemez. Ama, İslâm tarihinin şahitliği bir yana, özellikle yaşanan bu zeminde siyasetin içinde kalarak ‘takva,’ ‘ihlas’ ve ‘adalet-i mahzâ’ ilkelerini korumak mümkün değildir. Dolayısıyla, siyasetin talipleri zaten çok iken, takva ve adalet ilkesini korumak ve onlara tekraren hatırlatıp uyarmak için siyasetten istiaze ve içtinap gerekir. Söylenen sözün kıymetten düşürmemek, yapılan uhrevî hizmetin tesirini bozmamak için de, bu dinî/ilmî/imanî/uhrevî hizmetin dünyevî/maddî/siyasî hiçbir makam, menfaat, endişe ve iktidara bağlı veya bağımlı olmaması gerekmektedir.

Bu süreçte Bediüzzaman, 1909’da ‘bu zamanın en büyük farz vazifesi’ diye tanımladığı ve hayatı boyunca koruduğu ittihad-ı İslâm’ın temini için de, siyasî bir süreçten önce, fikrî ve ahlâkî bir eşiğin aşılmasına dikkat çeker haldedir. Bu sebeple, özellikle Tuluat, Sünuhat, Rumuz ittihad-ı İslâm’ın temini için ihtilaf ahlâkının tesise yönelik dersler içermektedir.

Buna göre, farklılık bir imkândır, ibtilâ değildir. Yok edilmesi değil, yönetilmesi gerekir. İttihad-ı İslâm tektipleşme ile değil, ihtilaf ahlâkıyla ‘farklılık içinde beraberliği’ başarmamız sayesinde gerçekleşecektir. Bunun için de inhisarcı bir tutumdan ve tekfirci bir dilden uzak durmak; Müslümanlar arasındaki yorum ve yaklaşım farklarına Muhattıa’nın yerine Musavvibe’nin gözüyle bakmak gerekmektedir.

Bu çerçevede bakıldığında, Bediüzzaman’ın 1923’te şartlar karşısında Yeni Said’e dönüşüp ‘müsbet hareket metodu’na yöneldiğinden söz etmek doğru ve isabetli değildir. Zira 1919-1923 arasında yazdıkları ile, ‘müsbet hareket metodolojisi’nin anahatlarını zaten ifşa ve ifade etmektedir. Nitekim, müsbet hareketin en temel metinleri olarak Uhuvvet ve İhlas risalelerindeki bazı temel ölçüler, ilk olarak bu risalelerde dile getirilmiştir.

Risale-i Nur’un telif sürecinde karşımıza çıkan manzara ise şudur:

– ‘Müsbet hareket’in itikadî/ontolojik temelleri: “Yirmidördüncü Söz” başta olmak üzere, Sözler.

– ‘Müsbet hareket’in zihniyet, ahlâk ve davranış düzlemindeki temel ilkeleri:

Uhuvvet Risalesi (Mektubat), İhlas Risaleleri (Lem’alar)[5]

– Bu risalelerde formüle edilen uygulamalı dersleri olarak lâhikalar…

İlk olarak Uhuvvet Risalesi’nde geçen bu kavramlaştırmanın Risale-i Nur’un tamamında on kez geçiyor olmasına karşılık, bunlardan beşinin vefatından önce Bediüzzaman’ın talebelerine verdiği son derste geçiyor olması, bu ilkenin bir anlamda onun ‘vasiyeti’ olduğunun da ifadesidir.

[1] “Mel’un mimsiz medeniyet öyle zalimane bir silâh, şu harb-i vahşiyaneye vermiştir ki, o silâhın karşısında dayanmak, onun naziriyle mukabele etmek lâzım gelir. (…) İşte o silâh, o düstur ki, medeniyet harbin eline vermiştir; ben de kendi gözümle Grandük Nikolaviç’in namına iki emri gördüm.

Der: “Askerimize bir köyden bir tüfenk açılsa, çoluk çocuğu ile imha edilecektir.”

İkinci emri de: “Bir cemaatte bir adam, cephe zararına bize hıyanet etse, çoluk çocuğu ile imha edilecektir.”

İşte böyle azlam bir düstur ile (İ.G.Z.) Anadolu’ya hücum ediyor.” (Hutuvat-ı Sitte)

[2]  “Kim bir cana kıymamış bir kimseyi öldürürse…” Mâide Sûresi, 5:32.

[3] “İnsan ise, şüphesiz ki, çok zâlimdir.” İbrahim Sûresi, 14:34.

[4] “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sû­re­si, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7.

[5] Hemen belirtelim ki, 22. Mektubun birinci kısmı, ikinci kısım hırsa/ihtirasa, hâtimesi ise gıybete dairdir.

20. ve 21. Lem’a olarak iki İhlas risalesinden önce, 19. Lem’a olarak İktisad Risalesi gelmektedir.

Metin KARABAŞOĞLU – risalehaber.com

Peygamberin bir günü (2)

Sonra, birçok gününde, gündüz vakti Ebu Talha’nın güzel sular ve çiçeklerle süslü hurmalığına uzanıyor. Hurma ağaçlarının geniş yaprakları altında, tenezzühe çekiliyor; Rabbini tefekkür ve tezekkür ediyor. Mescidde yahut başka bir yerde, ashabıyla Rabbini konuşuyor. Yakınlarından, kendine yazık ederek küfürde kalmış birisinin cenazesi geçiyor.

Soruyorlar: “Buna da ayağa kalkacak mıyız?” Cevaben, “Evet” diyor, “kâfir cenazesine de kalkınız. Çünkü siz o kâfir cenazesine kalkmıyorsunuz. Belki beşerin ruhlarını kabzeden Cenab-ı Hakka tazim ederek kalkıyorsunuz.” Belki de, az bir süre sonra yağmur başlıyor. İhramını sıyırıp, göğsünü yağmura açıyor.

Soruyorlar: “Ya Rasulallah, bunu niçin yaptın?” “Her an, lâilaheillallah diyerek, imanınızı yenileyin” sözünün sahibi bir elçi olarak cevaplıyor: “Bu, Rabbimizin henüz yarattığı birşeydir de onun için.” Bir diğer yağmur esnasında, yağmura karşı iki ayrı bakış açısını ders veriyor. Bize “mânâ-yı ismî” ve “mânâ-ı harfî”yi öğretiyor: “… Her kim Allah’ın fazl ve rahmeti ile üzerimize yağmur yağdı dedi ise…” “…Her kim de falan ve falanın nev’i ile üzerimize yağmur yağdı dedi ise…” Rüzgâr esmeye başlıyor. Rüzgâra, “mânâ-yı harfî” ile, onu Yaratan adına bakmanın en güzel dersini veriyor. “Rüzgâr,” diyor, “Allah’ın verdiği bir rahatlıktır. Gâh rahmet getirir, gâh azab.” O halde ne yapmalı? “Koptuğunu görünce, getirdiği hayrı Allah’tan dileyin. Getirdiği şerden de Allah’a sığının.”

Ve secdeye kapanıyor. Ubudiyetin belki en pürüzsüz tezahürü olan ve Resul-i Ekrem’in çoğu kez ashabına “Uyudu mu acaba?” dedirtecek denli uzun süre kaldığı secdede, kimi zaman, şu güzelim kelimeleri fısıldıyor: “Yüzüm, kendisini yaratıp şekillendirene, kulağını ve gözünü açana secdededir. Ahsenü’l-hâlıkîn olan Allah’ın şanı ne yücedir!”

Her bir anında görünen, her bir haline yansıyan, her bir sözüyle taşınan bir iman ve ubudiyet örneği sunuyor sevgili Resul. Kendi hayatıyla, getirdiği nurun bir hayatı nasıl nurla doldurduğuna delil oluyor. O nura muhatap olunca hayatın ve kâinatın nasıl da değişiverdiğinin en mükemmel örneğini arzediyor. Onun hayatına bakarken, yanıbaşındaki ashabının onun getirdiği nurla hayatlanmış hayatlarına bakarken, “Zât-ı Ahmediye’nin (asm) nuruyla âlemin şekli değişti” sözünün daha bir farkına varıyorum.

Meselâ, “dünyanın üç yüzü”nü, onun getirdiği nurla görüyorum. Çünkü o hem dünyanın, eğer Rabbine nisbet edilmezse ne kadar fani, geçici, faydasız ve aldatıcı olduğunu öğretiyor; hem Rabbi adına bakılırsa, “âhiretin tarlası” olduğunu öğretiyor; hem de onda cilvesi görünen fiillerle Rabbimizin isim ve sıfatlarını öğretiyor.

Onun “dünya” haberlerinin özünü, ancak bu üç yüzle birlikte kavrıyorum. Aslında ben tek yüzlü sayılırım. Nefsim ve ona bağımlı duygularım tek bir yüzde takılmış. Hep dünyanın fani yüzüne baktırıyor. O yüzde şartlandırıyor. Sonunda, sanki dünya bu yüzden ibaretmiş gibime geliyor. O kadar ki, sevgili peygamberimin sözlerine de bu “yüz”den anlamlar biçiyorum. Kendi telâkkimi onun dersiyle tadil ve tashih edeceğim yerde, onun sözünü kendi kafama uyduruyorum. Sözgelimi, para-pul peşinde durmaksızın koşturmamın mazereti olarak, “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışın” hadisini anıyorum. Evet, öyle diyor sevgili Resul. Ama benim anladığımı demiyor. Âhiret için çalışmayı tavsiye ederken, “Hiç ölmeyecekmiş gibi” diyor. Çünkü, onun nazarıyla bakınca biliyorum: Dünyanın âhirete ve esma-i hüsnaya bakan yüzünde, ölüm zaten yok. Fena da, zeval de yok. Dünyaya dünya namına muhatap olup, âhirete ve Rabbimin isimlerine ayna oluşundan gaflet ettiğimde ise, “yarın ölecekmişim gibi”yi hatırlamam gerekiyor. Tâ ki, ölümü hatırlayıp, beka yerinin burası olmadığını düşüneyim. Bekayı istiyorsam, Bâkî-i Hakikî’nin yolunda, onun beka yurdu olan âhirete göre yaşamam gerektiğini düşüneyim. Şu dünyada iken Rabbimin bâki ve sonsuz isimlerine götürecek izlere erişeyim.

“Dünyada ya bir yabancı veya bir yolcu gibi ol” derken, yine bu imtihan dünyasından gelip geçişi ders veriyor. “Benimle bu dünyanın misali, sıcak bir yaz gününde bir ağaç altında gölgelenip, sonra bırakıp giden kimsenin misali gibidir”i de bu anlamda söylüyor. Belki yine bu yüzden, “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” diyor. Bu yüzden, arasıra kabristanı ziyaret ediyor. Bu yüzden “Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz, harab olmak için binalar yaparsınız” haberini veriyor.

Onun getirdiği nur, dünyanın hem bu fani yüzünü apaçık gösteriyor, hem de şu fani dünyada Onun esmasının tecellilerini görüp baki bir âleme liyakat kazanmanın yolunu öğretiyor. Bu uğurda, gerçi ne atom-altı parçacıklardan söz ediyor, ne de Satürn’deki halelerin mahiyetinden. Onun nuruyla, kâinat, maddesi itibarıyla değil, taşıdığı mânâ itibarıyla değişip genişliyor. O nurla bakılınca, mahlukata artık mahlukat hesabına bakılmıyor. Kesret artık vahdeti bildiriyor. Çokluk Bir’e bakıyor. Esbab kendini tesirden azlediyor. Yerini Esma-ı Hüsnaya bırakıyor. Tabiat istifa ve ıstıfa ediyor, “âdetullah”a dönüşüyor.

Çünkü, getirdiği nur, sebep olunan şey, yani müsebbeb ile sebebin arasını açıyor. Uzaktan bakınca göğü dağa bitişik zanneden bir gözün sahibiyim. Akıl gözüm, aynı şekilde, onun gibi, sonucu sebebe bağlı zannediyor. Sebeple sonucun beraberce yaratılışını göremeyip, sonucu sebebin yaptığına hükmediyor.

Oysa onun getirdiği nur ile, “esbab”ın sultanı olan insana zor sorular sunuluyor:

“Söyleyin bakalım! Ektiğiniz ekini siz mi bitiriyorsunuz? Yoksa Biz miyiz bitiren? İsteseydik…”

“Söyleyin bakalım! İçtiğiniz suyu buluttan siz mi indiriyorsunuz? Yoksa Biz miyiz indiren? İsteseydik…”

“Söyleyin bakalım! Tutuşturduğunuz ateşin ağacını siz mi var ediyorsunuz? Yoksa Biz miyiz var eden?…”

Böylesi ikazlar eşliğinde, şartlanmaları aşıyorum. Sonucu sebebin elinden alıyorum. İkisini birden Rabbimin esmasına teslim ediyorum.

Nasıl etmem ki? Mahlukatın en şereflisi olan Resul-i Ekrem, o kadar sık “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki…” dedikten sonra? Bütün nefisler Onun kudret elinde. O “ol” demeden, şu yazı bile doğamıyor.

“Tarih ve siyer gemisi”yle Asr-ı Saadeti gezerken, onun hayatından, “sebebin tesirden azl”ine dair mükemmel örnekler buluyorum. Ap açık mucizelere muhatap oluyorum. Meselâ, ordunun su arar hale geldiği zorlu bir seferde, Rabbinin izniyle, parmaklarından musluk gibi sular akıyor. Sonra, “Haydi, temiz ve mübarek suya geliniz” diyor. Ve ekliyor: “Suyun artışı ise Allah’tandır.” Bir başka seferde, yine susuzluk çekiliyor. Bir kuyudaki az bir suyu alıp götürmekte olan bir kadının kırbasından su alınıyor. Bir kaba koyuyor. Bereketle dua ediyor. Tekrar kırbaya boşaltıyor. Tüm ordu, bereketlenen o az suyla tüm kap-kacağını dolduruyor. O ise, kadına hitaben, “Biz” diyor, “senin suyundan almadık. Belki Cenab-ı Hak bize hazinesinden su içirdi.”

Bu sırrı bir daha ders vermek için, “Nalın tasması gibi en adi birşeye bile muhtaç olduğunuzda, onu Allah’tan isteyin” diyor. Bunu kendi hayatıyla belgeliyor. Diğer tüm mahlukların hayatını da şahit gösteriyor. Meselâ, kuşları delil getiriyor. “Eğer Allah’a hakkıyla tevekkül etseydiniz, kuşu rızıklandırdığı gibi, sizi de rızıklandırırdı” diyor. “Kuş sabah aç gider, akşam tok döner.”

Diğer bir kuş, başka bir dersin vesilesi oluyor. Bir seferde, bir sahabi, elinde bir yavru kuşla yanına geliyor. Anne kuş da, ansızın gelip, kendini yavrusunu tutan ellere atıyor. Yavrusunu kurtarmaya çabalıyor. Herkes hayret içindeyken, o, “Bu kuşa mı hayret ediyorsunuz?” buyuruyor. “Onun yavrusunu aldınız, o da, merhametinden kendisini sizin ellerinize, yavrusunun yanına attı. Allah’a yemin ederim ki, Rabbiniz size bu kuşun yavrusuna gösterdiği merhametten daha fazla merhamet eder.”

Bu örneğin ışığında, kendimde ve sair mahluklarda görünen cüz’i numunecikler ile de Rabbimin esmasını tanıma dersi alıyorum. Sözgelimi, az önceki olayda, Rabbimin Rahîm ismine şahit oluyorum. Onun gibi, nerede cüz’î bir ilim alâmeti görsem, onun Alîm ismine gidiyorum. Bana verilmiş cüz’î irademle Mürid ismini, cüz’î iktidarımla Kadîr ismini, cüz’î malikiyetimle Mâlik ve Melik ismini tanıyorum.

Bundan da öte, muazzam bir sırrın daha farkına varıyorum. Anlıyorum ki, o “acziyeti içinde sultan”dı. Âcizliğini en azamî derecede hisseden kul oydu. O yüzdendir ki, her daim, Kadîr-i Mutlak’ın dergâhından yardım talep ediyor. Fakrını doruk noktada hissediyor. O yüzden Ganiyy-i Mutlak’ın mutlak ve hudutsuz hazinesi önüne açılıyor. Bir ümmi olarak, hiçbir bilgiyi kendine mal etmiyor. Ve en derin sırlar, ona bildiriliyor.

Bu acz ve fakr tavrı, hayatının her adımında gözümüze görünüyor. Meselâ, devesi kayboluyor. Ehl-i nifak söylenmeye başlıyor: “Tuhaf şey, peygamber olduğunu iddia eder, gökten haber verir. Halbuki devesinin nerede olduğunu bilmiyor. “ Kızmıyor, kızarmıyor, üzülmüyor. “Aslında iyi bilirim ama” kabilinden, ancak bizim gibi aczini anlamaktan aciz insanlara yakışan izahlara girişmiyor. Kulluğundan, ve bir kul olarak acizliğinden emin, “Ben bilmem” diyor rahatlıkla. “Vallahi, ben Allah bana ne bildirirse, ancak onu bilirim.” Ve bu teslimiyete mukabil, Alîm olan Allah ona o anda devenin yerini ilham edince, ekliyor: “Allah bana bildirdi ki…”

Diğer bir devesini, bir seferde bir bedevi geçiyor. Ashab üzülüyor. Onun devesi hep en önde olsun istiyorlar. O ise, “Allah’ın ileri götürdüğünü geri bırakacak yok” diyor. “Geri bıraktığını da ileri götürecek yok. Vermediğini verecek yok. Verdiğine mani olacak yok.” Başka bir vesileyle, “Allah’ım, Senin gücün yeter, halbuki benim yetmez. Sen bilirsin, halbuki ben bilmem” buyuruyor. Güçsüzlüğünü Kadîr-i Mutlak’ı tanımanın; bilmeyişini Alîm-i Mutlak’ı bilmenin vasıtası kılıyor. Yağmur dilerken “Gani Sensin, fakir ise bizleriz. Üzerimize rahmeti yağdır” buyuruyor. Yağmur geldiğinde ise, yine Ona yöneliyor: “Allah’ın herşeye kâdir olduğuna, kendimin de Onun kulu ve resülü olduğuna şehadet ederim.” Keza, “Sen Rabbimsin, ben ise kulunum” diyor. Her daim acz ve fakr ile Ona ilticanın usulünü veriyor. Getirdiği nuru göremeyenler tarafından Taif’te taşlanıyor. Rabbine dönüyor. “Allah’ım, insanlar karşısındaki zayıflığımı, güçsüzlüğümü ve çaresizliğimi sana söylüyorum. Ey erhamürrahimîn, sen zayıfların Rabbisin. Ve sen benim Rabbimsin” diyor. “Tüm karanlıkları aydınlatan, ve bu dünyayı da, ahireti de düzene sokan Nuruna sığınıyorum. Dilediğine yardım etmek Senin elindedir. Senden başka Kadîr ve Kaviyyü’l-metîn yoktur.”

Kendi aczini, kendisi gibi her bir insanın aczini, ve de tüm mahlukatın aczini bildiği için, her daim yalnız Ona dayanıyor kısacası. Ondan istiyor. Ona dua ediyor.

İnsana verilmiş acz, zaaf, fakr gibi vasıfların getirdiği nurla nasıl da nurlandığını görmem, bu sayede, hiç de zor olmuyor. Gerçi, akıl ve kalbimin önünde, onu perdeleyen engeller yine de var. Ne ki, “siyer gemisi”ne bindikten sonra, istediğim kadar perdeli olayım, bunu rahatça görüyorum. Çünkü, güneş gibi, ap açık ortada duruyor. O zaafını, aczini ve fakrını en azami mertebede biliyor; ve zaaf, acz ve fakrdan münezzeh Rabbine, tüm isimleri ile yöneliyor. En ziyade muhtacımız, en çok isteyenimiz de o. Gördüğü tüm güzelliklerin perdesiz devamını, yani bekasını istiyor. Kendine ve ümmetine, başlayıp da bitmeyen ebedî bir saadet istiyor. Beka istiyor. Cennet istiyor. Ve, tüm mevcutların aynalarında güzelliklerini gösteren bütün ilahî isimler ile beraber istiyor. O esmadan şefaat talep ediyor. Bu sırrı görünce, “Ubudiyet-i Ahmediyenin ruhu duadır”ı da anlıyorum. Onun muazzam duası ile, acz ve fakrımız, zaaf ve ihtiyacımız nurlanıyor. Kalb ve akıl nurlanıyor. O nurlanmanın içerdiği dua ve niyaz ile, insan nazlı bir sultan, nazenin bir halife halini alıyor.”O nur olmazsa, kâinat da, insan da, hatta herşey dahi hiçe iner”di zaten.

Üç ayrı “yüz”de, Rabbini esmasıyla tanıyıp tanıtıyor, sevip sevdiriyor sevgili Resul. Ona her bir ismiyle yöneliyor. Her bir isme de, tüm kainatı arkasına alarak, yani tüm kainatın o isme ettiği şahitliği özümseyip Rabbine sunarak muhatap oluyor. Sonuçta, “Allah’ım” diyor, “Sana esmanın hepsiyle niyaz ederim.” Cevşen’inde bunu öğretiyor.Her günkü tesbihatında, her bir anında bunu öğretiyor. Meselâ, teheccüde kalkıyor. Namazını kılıyor, dua ediyor. Duası içinde hamd ve niyaz ediyor. Bütün güzel isimlerin, bütün kemal sıfatların sahibi olarak, Halikını övüyor. “Ya Rab” diyor. “Her hamd Senin içindir. Sen, göklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Müdebbirisin.” Devam ediyor: “Yine her hamd Senin içindir. Sen, göklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Nurusun.” Hamd ve niyazını sürdürüyor: “Yine her hamd Senin içindir. Sen göklerin ve her yerin ve bunlardaki herşeyin Malikisin.”

Yahut, “İlahi” diyor, “yalnız Sana hamdolsun ki, göklerin ve yerin Nuru Sensin. Yalnız sana hamdolsun ki, gökleri, yerleri görüp gözetmekten gafil olmayan Kayyum Sensin. Yalnız Sana hamdolsun ki, göklerin, yerlerin ve içlerinde olanların Rabbi yalnız Sensin.”

Bu sırdandır ki, ondan aldığı dersle Hz. Âişe, Rabbine şöyle yöneliyor: “Rabbim, Esma-i Hüsnandan bizim bildiğimiz, bilmediğimiz bütün isimlerinle Sana münacat ederim. Her vechiyle büyüklerin büyüğü olan isminle Sana dua ederim. Her kim Sana bu isimlerinle dua ederse, icabet edersin Rabbim.” Ve Resul-i Ekrem, gaybî bir hazineden geldiği için hiç eksilmeyen tebessümüyle, “İsabet ettin, isabet ettin” buyuruyor.

Her haliyle dua ediyor sevgili Resul. Meselâ, kalblerin iman ve ubudiyete açılmasına mani perdeleri fethedip açmak üzere bir gazveye çıkıyor. İlgili yere vardığında, “Allah’ım” diyor, “göklerin ve gölgeledikleri şeylerin Rabbi; yerlerin ve yüklendikleri şeylerin Rabbi; şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi; rüzgarların ve savurdukları şeylerin Rabbi! Senden bu köyün hayrını, halkının hayrını ve içinde bulunanların hayrını isteriz. Köyün şerrinden, halkının şerrinden ve içinde bulunanların şerrinden Sana sığınırız.” Sefer dönüşünde ise, bu kez zaferin hakiki sahibine şükrederek, “Bir tek olan Allah’tan başka ilah yoktur, onun ortağı yoktur” diyor. “Mülk Onundur, hamd Onadır, O herşeye kadirdir. Biz dönenleriz, tevbe edenleriz, kulluk ve secde edenleriz, Rabbimize hamdedenleriz.”

Mağfireti için, affı için yalnız Rabbine yöneliyor. “Çünkü Gaffâr ve Rahîm sensin.” Hem, “Melik Sensin. Senden başka hak mabud yoktur.” Hem “Sen benim Rabbimsin, ben Senin kulunum… günahlarımı toptan mağfiret et. Zira Senden başka günahları mağfiret edecek yoktur. Bir de beni en güzel ahlâka sevket, bana en güzel ahlâkı gösterecek senden başkası yoktur. Beni ahlâkın kötülerinden geçir. Beni kötü ahlâktan geçirecek Senden başkası yoktur…”

Geleceğe dair bir mesele zuhur ediyor. Yine Rabbine yöneliyor. Onun Alîm ismini bilip zevk etmenin huzuruyla, “Ya Rab, hakkımda hayırlısını bildiğin için, Senden hayırlısını dilerim” diyor. Yine Rabbinin Kadîr ismine sığınıyor. “Ve Senin kudretin yetiştiğinden, Senden beni kudretlendirmeni dilerim.”

Böylesi binler dua ve niyaz ile, bize de yolumuzu öğretiyor. “Ahlâk-ı ilahiye ile ahlâklanınız” nebevî düsturunu yaşamanın yolunu hayatıyla gösteriyor. Böylece anlıyorum; “ahlâklanma”nın özü, onun çok kez ifade buyurduğu şu bir cümleye bağlı: “Sen benim Rabbimsin, ben Senin kulunum.” Bu sırrın talimiyle anlıyorum; ahlâklanmanın özü, kendi nihayetsiz aczimi görüp, Kadîr-i Mutlak’ın nihayetsiz kudretine sığınmamda saklı. Fakrımı bilip, onun sonsuz rahmetine sığınmamda saklı. Kusurumu görüp, Cemil-i Zülkemal’in cemal ve kemaline sığınmamda saklı.

Çünkü sevgili Peygamberim öyle yapıyor. Sonsuz bir acz, zaaf, fakr ve ihtiyaçla yoğrulmuş insanlığımı, bütün isimler kendisinin olan Allah’a kulluğun temeli ve harcı yapıyor. Sonra “Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş” diyor. Bunca yolculuğun ardından, ben de buna şehadet ediyorum. Hakikaten, Rabbimiz, sevgili Peygamberi en güzel surette edeblendirmiş. Zira, benim çoğu kez yaptığımın aksini yapıyor. Bana, âcizliğimi iyice gördüğü anlarda Rabbime dönüp, isteğim yerine gelince “Ben becerdim” dememin yanlışlığını gösteriyor. “Ben edeblendim” demiyor. “Rabbim beni edeblendirdi.” Said Nursî de şahidi bunun: “Edebin envaını, Cenab-ı Hak, Habibinde cem’etmiştir.”

Fiil, hal ve sözleri, ondaki edebin gerçekten Rabbinden geldiğinin delilleri. Meselâ, dağınık haldeki saçını düzeltiyor. Soruyorlar: “Ya Rasulallah, niçin?” Cevaplıyor: “Allah Cemîldir, cemali sever.” Her bir işini tek sayılar ile bitirmeyi seviyor. Suyu üç yudumda içiyor. Tesbihatını otuzüç kez tekrarlıyor. Bir eve girmeden üç kez sesleniyor. Rüku ve secdede Rabbini üç, beş, yedi yahut dokuz kez tazim ediyor. Neden? “Allah Birdir, bir’i sever.” Gününü vitrle, yani tek rekatlı bir namazla bitiriyor. Neden? “Allah Tektir, tek’i sever.” Hem “hediyeleşiniz” diyor; hediye vermenin en eşsiz örneğini hayatıyla arzediyor. Çünkü “Allah Muhsindir, ihsanı sever.” Hem, “Temizlik imandandır” buyuruyor. Böylece Allah’ın Kuddüs olduğunu bilip bildiriyor. Kendisine karşı işlenmiş kusurları affediyor. Allah Gafurdur çünkü, affetmeyi sever. Adaletle hükmediyor. Allah Âdildir, adaleti sever. Kendisine kılıç çeken Mekke’nin fakirlerini doyurup giydirecek kadar merhamet gösteriyor. Allah Rahîm ve Rahmandır, merhameti sever. Hannândır, şefkati sever.

Bu ölçüyü anlamamla birlikte, onun Sünnet-i Seniyyesinin kendi hayatım için önemini kavrar gibi oluyorum. İlk okuduğumda abartılı gelen bir hükmün hikmetini de şimdi bir nebze anlıyorum. Beni Resulullah hakkındaki peşin hükümlerimden kurtaran, bana onu tanıtıp sevdiren Risale-i Nur, Esma-i Hüsna’nın cilvelerinin “şeriat ve sünnet-i seniyyenin ahkamları içinde intişar” edip göründüğünü yazıyordu. Şimdi şimdi gerçekten öyle olduğunu anlıyorum. Anlıyorum ki, onun her fiilinde Ona giden bir yol var. Her hali Onun bir ismini ders veriyor. Her sözü, Onun esmasına ulaşarak sonlanıyor.

Sünneti ile, kâinat cümlesine “nokta” oluyor Resûl-i Ekrem. Onun sünneti olmayınca, cümle eksik kalıyor. Tamamlanmıyor. Dahası, bir cümle ancak tamamlanınca cümle haline geldiğine göre, anlamsızlaşıyor.

Tüm bunları gördüm ya, onun sünnetine revan olayım istiyorum artık. Onun sünnetine göre yaşayıp, Rabbimi onunla tanımak istiyorum. Onun kendisini Ona sevdirdiği Rabbinin sevgisine ben de muhatap olmak istiyorum. Bunun için, onun da seveceği bir hayat yaşamak istiyorum. “Mahbubiyet derecesine çıkan bir ubudiyet”le ona ve Ona kavuşmak istiyorum.

İstiyorum; çünkü o da istemişti. Ve isteyene, istediği verilmişti. (10.05.2004 Karakalem)

Metin KARABAŞOĞLU 

Risale Haber

Peygamberin bir günü (1)

O bir kul ve peygamber idi. Ben de bir kulum. O kul olduğunu biliyordu. Benim nefsim kabullenmiyor. O bir güldü; şebnemlerinde, bize rahmetle gülen bir kâinat sundu, ve ardında güller bırakıp Rabbine döndü. Biliyor, ama hâlâ zakkumlar peşinde koşuyorum. Onun dünyama getirdiği güzelliğin de, tüm bu güzelliğin onun elçiliği ile geldiğinin de farkındayım. Zaten bu yüzden onu anlatmak istiyorum. Fakat sürekli gel-gitler ve kaç-göçler yaşanan; kâh onunla minare başına çıkan, kâh onsuz kuyu dibine inen bulanık hayatımla, anlatamamaktan korkuyorum. Bu istek ve bu korkudur ki, hem onu yazma çabamı, hem de hâlâ hiçbir şey yazamayışım sonucunu getiriyor. Senelerdir düşlüyor, aylardır düşünüyor, dokuz haftadır yazmaya çalışıyorum. Artık ümitsizim. Ne onu yazabileceğimden umutluyum; ne de, yazmış bile olsam, anlatmış olabileceğimden. İçin için “Onu ben nasıl anlatabilirim?”i soruyorum. İçimden çoğu kez “Anlatamazsın” cevabı yükseliyor. Ama yine de onu anlatmak istiyorum. Ona ayna olmak istiyorum; gölge olmaktan korkuyorum. Pencere olmak istiyorum; perde haline gelmekten korkuyorum.

Onunla aramdaki engelleri görür gibiyim.

Aramızda, sözgelimi, sıra sıra dizilmiş asırlar var. Akıl gözümü, onun uzağındaki on dört asrın dünyama getirdiği tozlar, tortular, sisler ve karanlıklar perdeliyor. Gerçi, o asırlar üstü bir haberin elçisiydi; ama benim her frekansa açık kulağım, bu haberi pek iyi seçemiyor. Onun nuru tüm âlemi aydınlığa bürümüştü; ne var ki, perdelenmiş gözümle, ben alacakaranlık kuşağını yaşıyorum.

O çok yakınımdayken, ben uzağındayım onun. Çalıştığım şu masayı dahi ışık elleriyle kucaklayan güneşe ne denli uzak isem, o kadar uzağındayım. Oysa, o bana güneşten bile yakın. İçimi ışıtıyor. Karanlıkta kalmış duygularım, onun getirdiği hakikatın nuruyla nurlanıyor. Biliyorum ki, “nurlu akıl”ların, “münevver kalb”lerin, “nurlanmış acz”lerin sırrı onun nurunda gizli. Ama “sebepler gecesi”ndeyim. “Celb-i rızk” için, “geçim” için, “kendini kanıtlamak” için, şunun-bunun için toprağa eğilmiş nefsimin gözü, o semavî kandili göremiyor. Bir gece adamıyım. Nefsim karanlığın getirdiği evham ve hayaller ile beslenirken, gecede daralan ruhum sabah hasreti duyuyor. Gece gurbetinden çıkıp, arasıra, sabah buluşmaları yaşamıyor değilim. Zaman zaman onun nuru şöyle bir dünyama uğruyor. Ne ki, karanlığa alışmış gözüm, gündüz güneşiyle kamaşıp yumuluyor. Gözlüksüzüm de. Gecenin bir vaktinde, narin bir dalın yahut bir çiçeğin taçyaprağının ucuna tutunan; güneş doğar doğmaz “nâr-ı aşk” ile yanıp ışık merdiveniyle sevgili güneşine koşan bir reşha-misal değilim. Onun getirdiği nurun önüne çöküp latif, şeffaf ve nuranî olmak vardı. Ama hâlâ karanlık dehlizlerde iz sürüyorum. Sönük kafa fenerim önümü görmeye yetmiyor lâkin. Sağa-sola yalpalayıp, aklî ve kalbî yaralar alıyorum.

“Saadet asrı”nı yaşıyor değilim kısacası. Yaralıyım. Onu yanıbaşında hissedenler; her daim onun sohbetiyle yaşayanlar, “saadet”i yudumlamışlardı her keresinde. Ben elemi de yudumladım. Onu yanıbaşında hissedenlerin asrıydı Asr-ı Saadet. Oysa ben, o saadet güneşine perde çeken asırların en karanlığının ucundayım. “Helaket-felaket asrı” dedikleri çağın çocuğuyum. Ruhum yine de onu arıyor. Kafa fenerim ruhumu çelmeliyor. Hazır zamanın gözden ırak olanı gönülden de ırak kılan medeni engizisyonu, kıskacını aklımdan bırakmıyor. Tüm anlayışım ustaca gizlenmiş bir engizisyonla şekilleniyor. O yüzden, onunla aynı kelimeleri konuşsam bile, çok farklı şeyler kavrıyorum.

O bir dünyadan söz açmıştı; benim dünyam galiba o dünya değil. Dünyası dünya-ötesini de içine alıyordu; ben ötesizim. Hayatı ölümden sonrasını da kapsıyordu; ben sonrasızım. Gördüğü tüm zahirî şeylerin bir de iç yüzü vardı; ben yüzsüzüm. Duyguları yedi kat semada kanat çırpmıştı; ben dünyaya mıhlanmışım. O “ayağa can Veren”i konuşmuştu; ben “ayak”ı konuşuyorum. O güzelim hilali Yaratanı anlatmıştı; ben hilale takılı yaşıyorum. Ne de olsa, helâket-felâket asrının çocuğuyum. Benim asrımın adı, “Asr-ı Saadet” değil.

Asrımın parıltılı ve karanlık, yoğun ve boş, süslü ve kof sahilinde, mimsiz medeniyetin ruhuma biçtiği elbiseyle dolaşıyorum. Elbise ruhuma dar geliyor. Sahil içimi daraltıyor. Çünkü ben sonsuzu özlüyorum; o ölümü ve elemi öğretiyor. Aklım öteleri arıyor; o “zaman” ve “tarih”e hapsediyor. Ya da rakamlar peşinde koşturuyor —ama “bir”den başlayıp, “sonsuz”a ulaşmadan.

Çokluk içinde dağılmış bir zihnin sahibiyim. Kalbim bölük-pörçük. Nefsim geniş, ruhum dar. Çünkü bu asrın çocuğuyum. Seneler boyu onun dersini aldım. O dersle gerçeğin tersini aldım.

Öyleyken, ben o sevgili Resul’ü anlatamam. İstesem de anlatamam. Olsa olsa, onu anlayamadığımı anlatırım. Yahut, tüm perdelere ve engellere, tüm yetersizliğime ve sığlığıma rağmen, ne kadar anlayabildiğimi anlatırım. Hepsi bu.

Biliyorum, o da insandı. Onun içtiği su, bizim içtiğimiz H2O’ydu. Kokladığı gül, soluduğu hava, seyrettiği güneş, yediği hurma, okşadığı kuzu, içtiği süt, bindiği deve, avuçladığı kum, seyre daldığı yıldızlı ve yaldızlı gökyüzü bizimkinin aynıydı. Ona, bize verilmeyen birşey verilmiş değildi. Şeffaftı zaten, kendisine verilen semavî hediyeyi aynıyla bize aktarmıştı. Ona verilen bizden alınmış değildi yani. Ona gelen vahiy hediyesi aynıyla duruyordu; dünyamıza girmiyorsa, bizim meselemizdi bu. Hem, ona da kalb, ruh, akıl, binlerce duygu, el, göz, kulak ve dudak verilmişti. O da bizim gibi âciz, zayıf, muhtaç, ümmî, fakir ve çaresiz idi. Onu farklı kılan ne başka bir kâinatta yaşamış oluşuydu; ne de verilmiş imkânların farklılığı.

O da bizim içtiğimiz suyu içmişti. Ama bizim boğulduğumuz sulara asla dalmaksızın. Bizim baktığımız manzaraları seyretmişti. Ama bizim gördüğümüzün ötesine ulaşarak. Bizim sorduğumuz soruları sordu. Ama ona bizim erişemediğimiz cevaplar geldi. Onun da “gelecek” meselesi vardı; ne ki, onun için gelecek ölüm anında bitmiyordu. O da çalışıp yorulmuştu; ama ne için, ne adına ve nereye doğru olduğu bilinen bir çalışmaydı bu. Ona da hayat verilmişti; ama onun için hayat “ölü olmanın tersi”nden ibaret değildi. Keza, ölümün de onun için ap ayrı bir anlamı vardı.

Sözün kısası, onun yaşadığı dünyadayız. Ona verilmiş kabiliyetlerle yaşıyoruz. Yine de, “dünya”mız onunki ile örtüşmüyor. O üç yüzlü bir dünyadan haber vermişken, biz kuru, sığ ve kof tek yüzlü tanımlara takılıp kalıyoruz. O dünyada bir yolcu veya bir misafir gibi olmanın yolunu öğretmişken, biz “dünyanın oluşumu”na dair, “kozmik fırtına”lı, “merkezkaç kuvvet”li, “magma”lı tanımlarla oynaşıyoruz. O güneşi Rabbimizin semavî bir kandili olarak bildirirken, biz “Çekim alanında dokuz mu, on mu gezegen var?” sorusunda dolanıp duruyoruz.

O yağmuru “Rahmet”ten bekliyordu, biz buluttan. Onun ekmeği Rezzak’tan gelen bir “rızık” idi, bize göre “besin maddesi”. Nice şey onun için “nimet”ti, bizim için “mal”.

Onunla aramda, gizlisiyle ve açığıyla, işte böylesi engeller bulunuyor.

Gerçi Muhammed ismini duymadım değil. Hem de çok duydum. Ama, her bir mevcuda yamadığımız “mânâ-yı ismî” elbisesini ona da biçerek duydum. Kim miydi? “571’de doğmuş, 632’de ölmüş.” Sonra? “Darmadağınık haldeki Arapları, getirdiği dinle bir bayrak altında toplayıp, büyük bir uygarlığın kurucusu yapmış.” Sonra? “Dünya tarihinde önemli bir yeri olan çok büyük bir lider?” Sonra?

Asrımın dimağı, çoğu kez “sonrasız” kalıyor. Çünkü, zamanı düz bir çizgi halinde görünce, her yeni asrı bir öncekinden ileride sanıyorum. O yüzden, onu, ne kadar büyük de görsem, 1400 sene öncesinde görüyorum. Yanısıra, kendimi ve yaşadığım çağı ondan 1400 sene ileride görüyorum. O semadan haber getirmiş olsa dahi, kendi dünyevî nazarımla, onu da bir “dünyalı” gibi görüyorum.

Oysa, zaman düz bir çizgiden ibaret değilse eğer; bu âleme diğer bir âlemden göçerek geliyor ve buradan göçünce diğer bir âleme gidiyor isek, o bizim hayli önümüzde. Bizim henüz gidemediğimiz yere, o 1400 yıl önce gitti. Orada, on dört asırdır bizi bekliyor. Günler geçtikçe ondan daha bir kopmuyoruz, biraz daha ona yaklaşıyoruz.

Ne var ki, aklım kavrasa bile, nefsim bunu kavramıyor. O hep ardımdaymış gibi yaşıyorum. Neticede, çoğu kez dünyama girmiyor bile. Girse de, bin yıllık sislerin ardında, belli-belirsiz görünüyor. Kendi dar zihnimin ve dünyalı asrımın şablonuyla yorumladığım birisi olarak beliriyor.

Galiba, birçok çağdaşım da bu hali paylaşıyor.

Bu hali yaşadığım için, seneler boyu, deyim yerindeyse, biraz şaşakalmış durumdayım. Bilhassa o güzelim “risale”yi okuduğum zamanlar, yoğun bir şaşırma süreci yaşıyorum. Çünkü, çağdaşım olan “bir insan,” sevgili Resul’ü bana beklemediğim bir tasvirle anlatıyor. Yazdığı her bir güzel risaleyi, “Kur’ân’ın nuru ve Resul-i Ekrem’in dersi”nin meyvesi olarak sunarken, bana kendi uzaklığım içinde ona yakın olmanın sırrını da veriyor. Onu okurken, bu çağda yaşıyor olmanın bir mazeret olmadığını anlıyorum. Dilerse, bu asırda bile olsa, insanın onun yolunu yol edinebileceğini kavrıyorum.

Ama bir şartı da var: asrının mahkumu olmamak. Nitekim, “risalet-i Ahmediye”yi anlatırken, “İstersen gel, Asr-ı Saadete, Ceziretü’l-Araba gideriz” diye söze giriyor Said Nursî. Neden? “Hayalen olsun, onu vazife başında görüp ziyaret ederiz.” Vazife başında. Yani, doğrudan doğruya. Perdesiz. Bunun için ise, bazı hazırlıklar gerekiyor: “Mimsiz medeniyetin giydirdiği libastan soyun.” “Zamanın denizine gir.” “Tarih ve siyer sefinesine bin.”

Senelerdir, böylesi yolculukları özlüyorum. Gerçi ne mimsiz medeniyetin giydirdiği dar ve boğucu elbiseden tam olarak sıyrıldım; ne de tam anlamıyla tarih ve siyer gemisine bindim. Yine de, “risale” kılavuzluğunda yapılan kısa kısa yolculuklar dahi, “onunla kâinat” ile “onsuz kâinat” arasındaki farkı anlamama yetiyor. Böylesi yolculuklarla anlıyorum: sevgili Peygamber, kâinatın gözbebeği sanki. Herşey onun bakışıyla anlam kazanıyor. Geçmiş ve gelecek onun getirdiği nur ile aydınlığa kavuşuyor. Onsuz âlem ise, tam bir karanlık; gri değil, alaca değil, zifirî bir karanlık.

Delili mi?

İslâmdan önce Ömer, İslâmdan sonra Ömer… Ebu Bekir ile Ebu Cehil… Cahiliyye ile Asr-ı Saadet…

Benim asrım ise alacakaranlığı temsil ediyor. O yüzden, bu fark, kendi asrımda o denli belirmiyor. Gece ile gündüz arasındayım. İşime geldiği zaman gecenin karasına sığınıyor, işime geldiği zaman “Henüz gündüz” diye avunuyorum. Zira “ülfet”im var. Resul-i Ekrem gelmiş. Tüm kâinata Rabbi adına bakmış. Tüm kâinata Rabbinin nurunu yaymış. Bize her fiilden Ona giden bir yol bırakmış. Binlerce sahabinin, milyonlarca evliyanın ve asfiyanın önderi, imamı olmuş. Onlar, getirdiği nuru, herşeye rağmen bugünlere taşımışlar. Bu halin rahatlığı içinde, bu nurun kıymeti nazarımda tam belirmiyor.

Tıpkı, güneşin doğuşuna ülfet edip alışmam gibi. Güneş her gün doğuyor, gün boyu bana konuşuyor, ve gidiyor. Sonra tekrar doğuyor. Her bir doğuşu ayrı bir haber, her bir dolanışı ayrı bir harika, her bir batışı ayrı bir güzellik sunduğu halde, ülfetim çoğu kez güneşe hiç baktırmıyor. “Güneş zaten doğar ve batar” diyorum. Sanki hiçbir hikmet, hiçbir harika, hiçbir rahmet yokmuş gibi, sanki sıradan birşeymiş gibi muhatap oluyorum. Ona muhtaç yaratılmamışım, o olmasa da yaşarmışım gibi geliyor.

Herhalde, Resul-i Ekrem’e ve getirdiği vahye de öyle nazar ediyorum. Örülen tüm duvarlara, çekilen tüm perdelere, taşınan tüm sis bulutlarına rağmen büs bütün karanlığı yaşamıyorsam; belli-belirsiz de olsa hâlâ birşeylerin farkına varabiliyorsam, bunun, onun getirdiği hediye sayesinde olduğunu görmezden geliyorum. Sanki, o olmasa da ben Rabbime inanırdım gibime geliyor. O olmasa da, çiçeğe “Ne güzel yapılmış” diye bakardım gibime geliyor. Oysa, bugün bir hakikati görüyorsam, aslında onun elçiliğiyle görüyorum. Bir sırrı anlıyorsam, risaleti sayesinde anlıyorum. “Lâilaheillallah”ı, o “Muhammedün resulullah” olduğu için diyebiliyorum. Yoksa, onun ubudiyeti ve risaleti olmasaydı, hiçbiri olamazdı. Kendi hayatım da, kâinatın vücudu da anlamsız ve abes kalırdı.

Çünkü Rabbimiz kâinatı yaratmış, sonra, şu kâinata bakan her akıl mutlaka onun Rabbimizin eseri olduğuna hükmetmiş değil. Her bir akıl sahibi, kâinatta görünen nakışlarla bir Nakkaş’ı, güzelliklerle bir Cemîl’i, sanatlı yapılışlarla bir Sânii, intizam ve düzenle bir Munazzım’ı görmüş; kendiliğinden, kâinatı Rabbi’nin isim ve sıfatlarının aynası bilmiş değil. Öyle olsaydı, bu sırrı en ziyade, her biri birer deha olan filozoflar bulurdu. Ne ki, onların maddede boğulmuş, her biri diğerini çürüten, yine her biri kendi içinde çelişen tabloları, gerçeğin öyle olmadığını gösteriyor. Ben, herşeye rağmen, kâinata bakıp “ne güzel yapılmış” diyebiliyorsam, kâinata muhatap olmanın usulünü bildiren bir muallim sayesinde diyorum. Bir Resul-i Ekrem —ve diğer tüm peygamberler— sayesinde diyorum. Onun irşadı, rehberliği, tarifi, talimi, teşrifi, elçi ve dellal ve gösterici oluşu sayesinde diyorum. Kâinata bakan; ve içindeki en küçük sineğin bile çok hikmetler ve vazifeler kanadına takılarak, ince bir nakışla işgördüğünü gören aklım, “Bunda büyük bir iş var. Bu boşuna böyle olamaz” demekle kalmıyorsa; ardından ondaki büyük sırrı görebiliyorsa, o öğretici ve gösterici sayesinde görebiliyor.

Sözgelimi, onunla gelen “Göklerdeki ve yerdeki herşey Allah’ı tesbih ederler” mealindeki âyetle birlikte olduğu gibi. Bu âyetten, şu halimle, ne habersizim, ne de haberdar. Habersiz değilim; çünkü böyle bir âyeti biliyor ve mânâsına itiraz etmiyorum. Haberli de değilim; çünkü kendi kafamdaki “yer,” “gökler,” “uluhiyet” ve “tesbih” anlayışını tartmadan, üstünkörü kabullenip geçiyorum. Halbuki, onun getirdiği böylesi manidar haberlerin gerçek kıymetini anlamak için, Said Nursî beni 1400 yılı aşan bir yolculuğa çağırıyor. Gidiyorum. Kendimi Cahiliyet asrında tasavvur ediyorum. Gökte güneş yok. Hattâ ay bile yok. Çok uzaklarda belli-belirsiz bir-iki yıldız var sadece. Herkes şu dünyadan gelip gittiğini ap açık görüyor; ama nereden gelip nereye gittiğini göremiyor. Her bir çiçeğin nakşını görüyor; o nakışların ne anlama geldiğini göremiyor. Dahası, üç günde solan birşeyin bu denli güzel oluşuna bir anlam veremiyor. Herşey cehalet ve gaflet perdesi altında. Herşey kör tabiata ve serseri tesadüfe emanet edilmiş. Hiçbir şey bize konuşmuyor. Veya konuşuyor da, işitilmiyor. Hiçbir şey imdadımıza yetişmiyor. Geliyor, ve istemeye istemeye gidiyoruz. Sanki karanlıktan gelip, karanlıkta kalmış sırlarıyla, yine karanlığa dönüyor herşey.

İşte öylesi bir karanlığın ortasına, aydınlık yüzlü bir elçi, bir haber getiriyor: “Göklerdeki ve yerdeki herşey Allah’ı tesbih eder.”

O haberlerle birlikte, sanki düğmeye basılmış gibi, herşey aydınlanıyor. Geçmiş ve geleceği, aydınlık kuşatıyor. Ölmüş veya yatmış mevcutlar “Tüsebbihu” yahut “Sebbeha” sadasıyla, işitenlerin zihninde diriliyor. Ayağa kalkıp zikre başlıyor. Küçücük çiçekler Onun adını fısıldar, koca küreler Onun adını haykırır bir hal alıyorlar. Kuşlar dilleniyor, ağaçlar dilleniyor, zerreler ve yıldızlar dilleniyor. “Tüsebbihu” sadasıyla, âdeta, işitenin nazarında, gökyüzü bir ağız ve bütün yıldızlar birer hikmetli kelime, birer hakikatli nur sûretini bürünüyor. Yeryüzü bir baş, denizler ve karalar birer dil, bütün hayvanlar ve bitkiler birer tesbih kelimesi sûretini alıyor.

Kur’ân’a muhatap olduğumda, Resulullah’a bildirilen böylesi nice hakikatin farkına varıyorum. Onun getirdiği Kur’ân’ın nuruyla bakarak “varlık” diyegeldiğim şeyleri birer mevcut ve mahluk ve de masnu olarak görür hale geliyorum. Herşey Onu bildiriyor: güneş ve doğuşu, ay ve güneşin ışığını yansıtışı, gece ve üstümüze yorgan oluşu, gündüz ve hayatımıza beşik oluşu, gökyüzü ve üstümüzde duruşu, dağlar ve hazineli direkler gibi dikilişi… Yahut yerde biten ekinler, gökte uçuşan kuşlar, denizde yüzen balıklar… Yahut deve, inek, örümcek, sivrisinek, arı, karınca… Yahut düşen bir yaprak, çatlayan bir taş… Yahut incir ve zeytin… Hepsi de, onun getirdiği nur ile, benim için karanlığını ve katılığını yitiriyor. Her biri süslü, hikmetli, doğrudan Onu bildiren birer mektuba dönüşüyor. Dünyamın o nurla ne denli aydınlandığını , o nurun olmadığı bir dünyanın ise ne denli karanlıklı olduğunu böylece daha bir anlıyorum. Said Nursî, “…getirdiği nur ve hediye ile, benim bu dünyamı tenvir ettiği gibi, herkesin dünyalarını tenvir ediyor, nimetlendiriyor” diye boşuna demiyormuş meğer.

Çünkü, o sevgili Resul, getirdiği vahiy nuruyla, aksi halde asla kavrayamayacağım bir âlemden işaretler sunuyor. Kendisine vücud verilmiş âciz, zayıf, fani biriyim ben. Yaratılmışım. Neyim varsa verilmiş; hiçbiri mutlak değil. İradem cüz’î. İktidarım kısıtlı. Gözümün görmesi, kulağımın duyması, aklımın kavraması, bir yere kadar. Öteleri, şu kâinatın dışını kavrayamıyor. Şu kâinatı bile tamı tamına kavrayamıyor. Ama Kur’ân, beni ve kâinatı yaratan Rabbimin kelamı olarak, bana kâinatın ardında, işgören bir Fail’i bildiriyor. Mülk âlemine nazar eden akıl gözüme, melekûtu bildiriyor. Şehadet âleminden, gayb âlemini haber veren şahitler getiriyor. Gölgeden asıla, perdeden pencereye sevkediyor. Çünkü, kâinatı yorumlayışı o kadar açık, o kadar net ve tutarlı ki… Âdeta “Kur’an’ın içinde öyle bir göz var ki, bütün kâinatı görür, ihata eder ve bir kitabın sahifeleri gibi kâinatı göz önünde tutar, tabakatını ve âlemlerini beyan eder. Bir saatin sanatkârı nasıl saatini çevirir, açar, gösterir, tarif eder. Kur’ân dahi, elinde kâinatı tutmuş, öyle yapıyor.”

Ve ben, Resul-i Ekrem’le gelen ve bana benden ve kâinatımdan haber veren Rabbimin kelamının rehberliğinde baktığımda, kâinatın rengi değişiyor. Lekeler temizleniyor. Karanlık görünen yerlerde bile aydınlık izler buluyorum. Kesif şeyler saydamlaşıyor. Mikroptan kuyrukluyıldıza, sanki beni altetmeye hazır halde bekliyor gördüğüm tüm mevcutlar birer kardeş, birer dost halini alıyor. Onlarla enis oluyorum. Her biri, kendi zikir ve tesbihini bana dinlettiriyor. İç dünyalarını bana açıyorlar. Süslü zarflarını açıp, birer mektup olarak dünyama geliyorlar. Tüm âlemlerin Rabbi olan Rabbimin rahmetine, hikmetine, kudretine.. elçi oluyorlar.

Sanırım, herşey, onun nuru ile bu yüzden alâkadar. Çünkü o, Rabbinin nurunu görüyor ve gösteriyor. Anlıyor ve anlatıyor. Tanıyor ve tanıtıyor. Seviyor ve sevdiriyor. Rabbinin gönderdiği nura ayna olduğu gibi, mahlukların ettiği zikir, dua ve tesbihlerin de aynası oluyor. Tüm kâinatı barındıran kalb gözbebeği ile, bütün yaratılmışların ibadetlerini, kendi namına, celâl ve cemal sahibi Mabud-u Zülcelâle takdim ediyor. Rabbinin vekili olup, bütün mevcutları kendi hesabına söylettiriyor.

Duasında ve tesbihatında, bunu açıkça görüyorum. Bütün hayatında, ve hayatının bütün anlarında buna dair deliller görüyorum. Meselâ, bir günün bitiminde “gözü uyur, kalbi uyumaz” halde yatağa uzanırken, “Allah’ım” diye sesleniyor: “Gökleri ve yeri idare eden, Arş-ı Azîme malik olan, bizi ve herşeyi kumanda eden, daneyi ve çekirdeği yarıp patlatan, Tevrat’ı, İncil’i ve Kur’ân’ı indiren Sensin. Evvel Sensin, Âhir Sensin, Zahir Sensin, Bâtın Sensin.” Bir süre sonra uyanıyor. Her uyanışı küçük bir haşir örneği olarak sunarcasına, “Öldükten sonra bizi dirilten Allah’a hamdolsun” diyor. Yatağından kalkıyor. Kuddüs olan Rabbine ibadet etmek üzere, abdest alıp temizleniyor. Âlemlerin Rabbinin huzuruna pâk bir yüzle çıkmanın zeminini hazırlıyor. Ardından, dışarı çıkıyor. Gecenin ıssızlığında, göğün kandilli yüzünü seyrediyor. O seyr ile mest iken, tefekkür halinde, Kur’ân’ı terennüm ediyor. “Gerçekten göklerin ve yerin yaratılmasında ve günün ve gecenin ard arda gelişinde akıl sahipleri için âyetler vardır” mealindeki âyetleri okuyor. “Onlar ayakta iken, otururken ve yan uzanıyorken, Allah’ı zikredip göklerin ve yerin yaratılışı üzerine düşünerek, ’Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın’ derler.” Teheccüde duruyor. Ağlıyor. Hz. Bilal sabah namazına çağırmak üzere geliyor. Görünce, “Ya Rasulallah, niçin ağlıyorsun?” diyor. O cevaplıyor: “Allah bana şu âyeti indirdikten sonra, artık nasıl ağlamam?”

-devam edecek

Metin KARABAŞOĞLU – Karakalem – 2004

Risale Haber