Etiket arşivi: mevlana

Mevlana İle Yeniden Buluşmak!

Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmak yolunda en önemli araç ve en geçerli vasıta; Hazreti Muhammed (sav) efendimiz olduğu için, Bediüzzaman’la Mevlana Hazretlerinin buluşma noktası; Allah aşkı, rızası, muhabbeti noktasından başlarken, Hazreti Peygamber ve Onun çizmiş olduğu sünnet-i seniyye çizgisiyle devam eder. Zira Allah’ın razı olacağı tarzın, Hazreti Peygamber Efendimizin çizmiş olduğu rota olduğu, yüce kur’ânın sarih beyanlarıyla ortadadır. Bu iki güzide şahsiyetin ve diğer tüm Allah dostlarının buluşma noktası, Allah’ın rızası ve Hazret-i Muhammed (s.a.v)’e tâbi olmak cihetiyle en mühim buluşma rotasını teşkil etmektedir.

Biz mü’min kulların bu kutlu buluşmayı ve kesişen noktayı dikkatimizden uzak tutma gibi bir lüksümüz elbetteki olamaz.

O zevât-ı kirâm, kur’ân ve Sünnetten aslâ taviz vermemiş, hayatları pahasına cansiperâne müdafaa etmişler, cehd, gayret ve mesailerini bu uğurda sarfetmişlerdir.

Mücedditler, Hz. Peygamber (s.a.v)’in vârisleri, asırların rehberleri ve mânevî önderleridirler.

Allah (c.c), hikmetinin gereği olarak her asra, zamanının şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun, insanların yolunu aydınlatacak rehberler göndermiştir. Her asırda bir mürşid gönderdi ki, insanlık istikametten ayrılmasın, yolunu şaşırmasın…

Asırlara mânevî mührünü vurmuş, Allah’ın kitabına ve Resûlünün Sünnetine hizmeti hayatının en yüce gayesi edinmiş bu mâneviyat erleri, serâpâ nur neşreden şahsiyetleriyle şarktan garba tüm âlemi aydınlatmaktadırlar.

Ömer b. Abdülaziz, İmam-ı Muhammed b. İdris eş-Şafiî, Ebu’l-Hasen Ali el-Eş’ârî, Ebu Hamid el-İsfereyânî, Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazalî, Fahreddin-i Râzî, Mevlâna Celâleddin-i Rumî, Hafız İmam Zeynüddin-i Irakî, Celâleddin-i Suyutî, Müceddid-i Elf-i Sanî İmam-ı Rabbanî (Ahmed Fârukî es-Serhandî), Şah Veliyullah Dehlevî, Mevlâna Hâlid-i Bağdadî, Bediüzzaman Said Nursî…

Hayatları ve davaları, ümmet nazarında birer destan olarak ruh ve gönüllerde makes bulmuştur ve bulmaya da devam etmektedir.

O bahtiyar insanlardan biri de Mevlâna Celâleddîn-i Rûmîdir.

hz. mevlana celaleddin-i rumiO’nun açtığı kur’ân sofrasında insan, sözünü, yüzünü, gönlünü ve ruhunu güzelleştirmektedir..

Onun dergâhı, mânevî estetiğin merkezidir. Sabır, feragat, fedakârlık, nefis ve duyu terbiyesi ve tezkiyesinin okuludur. Bin bir günde Esmâ-i Hüsnânın tecelliyatıyla arınma ve paklanma ameliyesidir.

Kişisel gelişim de (NLP) diyebileceğimiz kıvamda insan unsurunun yetiştirilmesidir.

O, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadeleriyle, âlemi baştan başa akıl ve kalp gözüyle gören bir makamda bulunmaktadır.

Hazret-i Mevlâna, Benlikten sıyrılarak hak kapısının eşiğinde her dem niyazda olan, rıza üzere gözünü ebediyetlere diken, nefsini bilmekle Hakk’ı tarif eden, her tecelliyi Hak’la bilip Hak’la idraka çalışan, Hak yolunun hakkını veren, benlik ve enaniyetten geçip marifet ve Hakka kurbiyyet kapısını açan bir Allah dostudur.

Onun mânevî terbiyesine baş koymuş DERVİŞ ise, kelimenin harflerinde manasını bulan dünya, riya, varlık, yalan ve şehveti terk yolunda azmetmiş bahtiyar erlerdir.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (ra)’nin bir kısım sözleri,maalesef yanlış yorumlanarak Müslümanların zihinlerinde istifhamlar oluşturulmaktadır. Meselâ bir sözünde Mevlâna şöyle der: “Ne olursan ol, yine gel!”. Bu söz doğrudur, ancak Mevlânâ Celâleddin’in murâdı üzere olsa… Yoksa, hevâ ehlinin anladığına göre değil. Mevlânâ’nın hakíkí murâdı/maksadı ise, ancak bir takım esaslara göre anlaşılır. O kasd edilen mâna ise üç noktada toplanır :

Birincisi: Yahûdîler, neseben Yahûdî olmayanları Yahûdî dinine kabûl etmiyorlar. Çünkü, onların inancına göre din, Yahûdî ırkı üzerine kurulmuştur ve millî bir dindir. Hak Din olan İslâmiyete göre ise böyle bir inanç bâtıl ve merdûttur. Yâni, din-i Muhammedî (asm), belli bir kavmin dini değildir. Belki bütün ırklara hitâb eden ve onları mes’ûl tutan bir dindir. “Ne olursan ol, yâni hangi ırk ve dine mensûb olursan ol, din-i Muhammedî (asm)’a gel!” demektir.

İkincisi: Diğer peygamberlerin her biri, belli bir kavme peygamber olarak gelmiştir. Resûl-i Ekrem (asm) ise umûm insânlara peygamber olarak gelmiştir. Buna binâen, “Ne olursan ol, yâni hangi ümmetten olursan ol, ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlullah’ de! Ve Kur’ân’ı kabûl et!” demektir.

Üçüncüsü: Eski şerîatlarda tevbenin kabûlü, ancak kebâiri işleyen kimsenin kendisini öldürmesine bağlı idi. Mücerred tevbe kâfî değildi.

Şerîat-ı Muhammediyye (asm)’da ise nasûh tevbe ile günâhlar afvolur. Onun için “Ne olursan ol, yine gel! Yâni, günâhım çoktur diyerek rahmet-i İlâhiyyeden ümidini kesme! Allah tevbeleri kabûl eder. Gel, günâhından tevbe et!” demektir. Yoksa, “Bulunduğun gayr-i meşrû’ hal üzerine devâm et!” demek veyâ onların günâh olan hallerini hoş görmek demek değildir.

Mevlâna Hazretleri, Kur’ânın koyduğu ölçüleri en iyi bilen ilim erbabından birisiydi. İslâm ulemâsına aykırı bir görüşü ortaya sürmesi düşünülemez.

Bediüzzaman Hazretleri konuya aşağıdaki veciz ifadeleriyle son noktayı koymaktadır:

Âlem-i İslâmın cadde-i kübrâsı, o umûm eimmenin(imamların) caddesidir; muazzam ümmet, cadde-i kübrâda gidebilir. Başka husûsî ve dar caddeye sevk edenler, idlâl ediyorlar.”(Mektûbât, Yirmi Dokuzuncu Mektûb, Yedinci Kısım)

Bir fikre da’vet, cumhûr-i ulemânın kabûlüne vâbestedir. Yoksa, da’vet bid’attır, reddedilir.”(Hakíkat Çekirdekleri)

Makalemizi O gönül sultanının bir sözüyle noktalayalım:

Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.

Mevlâna (r.a) ile yeniden buluşmak temennisiyle.

İsmail Aksoy

Kaynak: www.NurNet.Org

Hz. Mevlana Celaleddin-i Rumi Kimdir? (1207-1273)

Mevlana 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan’ın Belh şehrinde doğmuştur. Mevlana’nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında “Bilginlerin Sultanı” ünvanını almış olan Hüseyin Hatibi oğlu Bahaeddin Veled’tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur.
Sultanü’I-Ulema Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh’den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultanü’I-Ulema 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh’den ayrıldı.
Sultanü’I-Ulema’nın ilk durağı Nişabur olmuştur. Nişabur şehrinde tanınmış mutasavvıf Feridüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlana burada küçük yaşına rağmen Feridüddin Attar’ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.
Sultanü’I Ulema Nişabur’dan Bağdat’a ve daha sonra Kufe yolu ile Ka’be’ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam’a uğradı. Şam’dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Larende’ye (Karaman) geldiler. Karaman’da Subaşı Emir Musa’nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler.
1222 yılında Karaman’a gelen Sultanü’l-Ulema ve ailesi burada yedi yıl kaldılar. Mevlana 1225 yılında Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile Karaman’da evlendi. Bu evlilikten Mevlana’nın Sultan Veled ve Alaeddin çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun’u kaybeden Mevlana bir çocuklu dul olan Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlana’nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Alim çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.
Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti’nin egemenliği altında idi. Konya’da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alaeddin Keykubad idi. Alaeddin Keykubad Sultanü’I-Ulema Bahaeddin Veled’i Karaman’dan Konya’ya davet etti ve Konya’ya yerleşmesini istedi.
Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya’ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alaeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi’ni ikametlerine tahsis ettiler.
Sultanü’l-Ulema 12 Ocak 1231 yılında Konya’da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu Sarayının Gül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlana Dergahı’ndaki bugünkü yerine defnolundu.
Sultanü’I-Ulema ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlana’nın çevresinde toplandılar. Mevlana’yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlana büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi’nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.
Mevlana 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizi ile karşılaştı. Mevlana Şems’de “mutlak kemalin varlığını” cemalinde de “İlahi nurlarını” görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü.
Mevlana, Şems’in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selahaddin Zerkubi ve Hüsameddin çelebi, Şems-i Tebrizi’nin yerini doldurmaya çalıştılar.
Yaşamını “Hamdım, piştim, yandım” sözleri ile özetleyen Mevlana, 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk’ ın rahmetine kavuştu. Mevlana’nın cenaze namazını Mevlana’nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevi kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevi çok sevdiği Mevlana’yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlana’nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı.
Mevlana ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah’ına kavuşacaktı. Onun için Mevlana ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen “Şeb-i Arus” diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.
“ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! / Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir.”
Her türlü kemale erişi aşkta gören Mevlana’nın bütün eserleri aşka dairdir. Zira aşk hayatın aslıdır, özüdür. Kainatın yaratılış sebebi aşktır. ‘Sen olmasaydın bu gökleri yaratmazdım.’ kudsi hadisiyle; varlık alemlerinin yaratılmasındaki yegane maksadın, Cenab-ı Hakk’ın Hazreti Peygambere (asm) duyduğu sevgi olduğu belirtilir. Mademki varlığın mayası aşktır, aşkın en ileri noktası olan Allah aşkı ve muhabbeti her şeyin üzerinde değere sahiptir. Mevlana bu düşünceden hareketle, binlerce beyitte ilahi aşkı söylemiştir. Onun aşka dair düşüncelerini dört grupta toplamak mümkündür. Akıl ve aşk mukayesesi, aşkın üstünlüğü ve değeri, fanilere duyulan aşkın geçersizliği, aşktan nasibi olmayanların zavallılığı …
Mana Padişahı Mevlana’ya göre akıl ve ilim, gayb aleminin gerçeklerini kavramada yetersizdir. Bunlar insanı bir noktaya kadar götürür, ancak hedefe ulaştıramaz. Fakat insan aşktan kanatlara sahipse , ilim ve aşkın hayal edemeyeceği kadar yücelir. Tıpkı Miraç Gecesi olduğu gibi. O kutlu gecede Hazreti Peygamber (asm) ve Cebrail (as) gök katlarında yükselirken, Sidre-i Müntehaya gelince; Cebrail (as) “Bir parmak ucu daha ilerlersem, yanarım.” diyerek kalmış, Hazret-i Peygamber (asm) ise Sidre’yi geçerek Cenab- Hakk’a yakınlığın son derecesine ulaşmıştır. Sidre-i Münteha denen yer; gerek melek gerekse peygamber, bütün varlıkların ulaşabildiği son noktadır. Bir başka deyişle emr-i İlahiden başka her şeyin son bulduğu yerdir. Mutasavvıflar buradan hareketle, Cebrail (as)’i beşer idrakin , ilim ve aklın sembolü, Hazret-i Peygamber (asm)’i ise gönül ve aşkın timsali olarak görürler.
Sorularla İslamiyet

Bilgi yükü taşımayan, varmasın kötülerin yanına!

739. vefat yılı münasebetiyle Hz. Mevlânâ’dan seçerek sunduğum özel ve güzel tefekkür ve tebessüm örneklerini bugün vereceğim bir diyalog örneğiyle tamamlamak istiyorum izin verirseniz.

Hz. Mevlânâ’nın bu diyalog değerlendirmesini okuduktan sonra bir daha anlıyoruz ki, yabancılarla diyaloğu ancak onları aydınlatacak bilgiye sahip olanlar yapacaktır, onların yanlış anlayışlarını verdiği doğru bilgilerle düzeltecek bilgili kimselerin görevidir diyalog.. Bilgisiz kimseler diyalogdan uzak duracak, kötülerin yakınında dahi bulunmayacaklardır.

Bundan dolayı Konya’da vaaz ederken halka yaptığı tembihlerinde hep şöyle uyarıda bulunmaktadır Hz. Mevlânâ:

Sizler iyilerin yakınında kötülerin de uzağında durun! Sakın kötülerle yüz yüze, göz göze gelip de kötülerle beraber olmayın

Ne var ki, halkı böyle kötülere karşı hep mesafeli durmaya çağıran Mevlânâ, kendisi söylediklerinin aksini yapar. Civarda ne kadar kötü bilinen kimse varsa hepsiyle de yüz yüze, göz göze diyaloğa geçip sohbet yapar, kötü bilinenlerle diyalogdan hiç geri kalmaz..

Bir gün yine kötü bilinen bir adamın dükkânında yüz yüze sohbet ettiği bir sırada dışarıdan kendisini gören cemaatten biri, öfkeyle beklemeye başlar. Maksadı, camide söyledikleriyle dışarıda yaptıklarının hesabını sormak.

Nitekim Mevlânâ kötü bilinen adamla konuşmasını tamamladıktan sonra çıkıp da yolda giderken arkasından erişen kızgın adam sorusunu şöyle sorar:

Sen değil miydin kürsüde, iyilerin yanında kötülerin de uzağında durun diyen?

Hz. Mevlânâ beklemeden cevap verir:

-Evet, bendim!

Öfkeli adam:

Öyle ise nedir bu çelişkili halin, der? Kötülerle yüz yüze, göz göze diyalogdan geri kalmamakta, onlarla beraber olmaktasın?

Mevlânâ öfkeli adamı şaşırtan cevabını şöyle verir:

Ben yetmiş iki buçuk milletle beraberim!.

Büsbütün hiddetlenen adam:

-Zaten der, sizin gibileri bizim ahlakımızı bozuyor. Kürsüde öyle konuşuyorsunuz, sokakta da böyle davranıyorsunuz. Sözünüzle özünüz bir olmuyor!.

-Ben bu sözünle de beraberim, diyen Mevlânâ şöyle devam eder:

Doğru olan, sözüyle özü bir olmaktır. Kürsüde ne söylüyorsak sokakta da öyle olmaktır. Yalnız der, benim sözümle özüm birdir. Çelişki yoktur davranışlarımda..

Şöyle açıklar kendi özel durumunu:

Ben, sırtında gül yaprağı taşıyan hamal gibiyim. Vardığım yerlere gül kokusu yayarım. Onların kötü kokularından etkilenmem. Sırtında gülü bulunmayanlar kötü kokulu yerlere varmasınlar. Bastıramadıkları kötü kokuların üzerlerine sinmesine sebep olmasınlar.

Bir benzetme daha yapar:

Bizim gibilerin vardığı karanlık yerlerde bilgi şimşekleri çakar, ilim sohbetleri aydınlatır muhatapların karanlıkta kalan dünyalarını. Vardığı yerdeki insanları aydınlatacak bilgiye sahip olmayanlar, girmesinler kötülerin aydınlatamayacakları karanlık dünyalarına! Konuşmasınlar faydalı olamayacakları kötülerle..

Bu mantıklı açıklamaları büyük bir dikkatle dinleyen itirazcı adam, ayaklarının ucuna bakarak düşünmeye başlar. Neden sonra tasdik makamında başını sallayarak söylendiği duyulur:

-Demek ki der, başında bilgi yükü taşımayanlar varmasınlar kötülerin yanına. Çünkü bilgileri yoktur ki bilgisizlik kokusunu bastırsınlar, ilim, irfan nurları yoktur ki cehalet karanlıklarını aydınlatsınlar…

Değerlendirmesini şöyle sürdürür:

Şimdi anlıyorum ki der, bilgisizlere düşen, kötülerden uzak durmak, bilgi sahiplerine düşen de kötüleri kendi hallerine bırakmayıp doğruyu anlatmak. Zaten der, sorumluluk duygusu taşıyan doktorlar hastalardan uzak kalamazlar, ihtiyaç içinde inleyenleri şifalı ilaçlardan mahrum bırakamazlar..

İtirazcı adam nihayet özürle bitirdiği sözlerini şöyle bağlar:

Kötülerle yaptığınız gül kokulu diyaloğunuza itirazımdan dolayı özür dilerim! Bağışlayın bilgi yükü bulunmayanların doğru bilgi veren diyaloğunuza faydasız itirazlarını.

Ahmed Şahin / Zaman Gazetesi

Hz. Mevlânâ’dan özel ve güzel örnekler!..

Bana öyle geliyor ki, içinde bulunduğumuz 739. vefat yılı münasebetiyle bir daha hatırladığımız bu özel ve güzel örnekleri, tebessümle okurken tefekkürle değerlendirecek, halka mal olması için de sohbetlerimizde zevkle anlatacağız.

Sözü uzatmadan birlikte bir daha okuyoruz bu mesaj yüklü özel ve güzel hatıraları.

*****

1) Güzel sesli bir hafız Kur’an okuyordu. Kulağına gelen bu güzel sesten etkilenen Hz. Mevlânâ da gözyaşıyla dinliyordu hafızı. Bu sırada elini ağzına kapayarak esneyen uykulu adam, Mevlânâ’nın bu gözyaşlarını görünce bir mana veremeyerek sordu:

-Efendi Hazretleri niçin ağlıyorsunuz, ağlanacak bir şey mi var ortada?

Mevlânâ uyuklayan adama anlayacağı dilden cevap verdi:

-Güzel sesli hafızlardan gelen Kur’an sesi bana, cennet kapısının açılış sesi gibi geliyor da onun için ağlıyorum..

Esnemeye devam eden adam da başını sallayarak:

-Bana da öyle cennet kapısının açılış sesi gibi geliyor bu ses, dedi. Mevlânâ küçük bir düzeltme ihtiyacı duydu:

-Aramızda ince bir fark var, dedi. Senin duyduğun ses, cennet kapısının açılış değil kapanış sesi olmalıdır. Çünkü dedi, açılış sesi gözyaşı döktürür, kapanış sesi ise uyku getirir!..

-Ne dersiniz bu da Hz. Mevlânâ’ya mahsus hem tebessüm, hem de tefekkür ettiren özel ve güzel örneklerden biri midir? Bir gaflet ve ihmal ancak bu kadar nezih ve nazik üslupla mı düzeltilir?

*****

2) Bir ara rahatsızlanan Mevlânâ, ‘Artık gitme zamanı geldi galiba.’ diye söyleniyordu. Hanımı Kerra Hatun: ‘Aman efendi ne gitmesi? Ağzını hayra aç! Dileriz Rabb’imiz daha yüzlerce sene ömür versin size.’ deyince sesini yükselten Mevlânâ şöyle ikazda bulundu:

-Hanım ne diyorsun sen? Biz firavun muyuz, Nemrut muyuz ki yüzlerce sene ömür istiyorsun bizim için? Biz şu dünya hapishanesinden Sultan-ı Enbiya’nın meclis-i münevverine davet edilmeyi her an bekliyoruz. Bu mihnet dünyasından müşteki olmayarak bekleyişimiz, karanlıkta kalan bazı gönülleri aydınlatma hizmeti ümidimizdendir. Yoksa burası yüzlerce yıl beklemeye değecek mekan değildir..

*****

3) Bilindiği üzere Hazreti Mevlânâ’yı derin ve anlaşılması güç sözleriyle etkisi altına alan Şems-i Tebrizi’den talebeleri ve halk şikâyetçi olmuş, hatta Mevlânâ’yı kendilerinden koparan yanlış fikir sahibi biri diyerek Şems-i Tebrizi’ye düşmanlık beslemeye dahi başlamışlardı. İşte böyle bir devrede Hazreti Mevlânâ talebeleriyle birlikte yolda giderken, yol kenarında önündeki koca kemiği yiyerek yavrularını emziren bir köpek görünce durur. Yanındaki talebelerine dönerek şöyle bir açıklama yapar:

-Bu yavrular der, şu koca kemiği yemeye kalksalar inci gibi ince dişleri çıtır çıtır kırılır, helak olurlar. Ancak anne güçlü dişleriyle o kocaman kemiği rahatça kırıp un ufak ederek yiyip süte çeviriyor ve yavrularına faydalı bir gıda olarak sunuyor.. İşte der, Şems’in sözleri de bana o kemik gibidir. O sözleri ancak ben hazmederim, sizleri o sözlerle ben beslerim. O halde siz Şems’in kemik gibi sözlerine değil, benim süt gibi yorumlarıma kulak verin, o sözleri benden dinleyin!..

*****

4) Bir sabah Kerra Hatun’a sorar:

-Sabah kahvaltısı hazırlamak için harekete geçmiyorsun neden acaba?

Hanımı kısık sesle cevap vermeye çalışır:

-Henüz kahvaltılık bir şey yoktur evimizde de ondan.. diyebilir.

Bu habere heyecanlanan Mevlânâ sesini yükselterek sorar:

-Hanım neye üzgün söylüyorsun böylesine hayırlı bir haberi? Demek bugün Celaleddin’in evi Peygamber (sas) evine benzemiş.. Öyle ise dur bir şükür secdesi yapayım, evim Resulullah’ın evine benzediği için..

Hemen şükür secdesine kapanan Mevlânâ başını secdeden kaldırdıktan sonra kararını şöyle açıklar:

-Hanım hiç merak etme, ben de bugün Hazreti Resulullah gibi oruca niyet ediyorum. İftara kadar bir şey hazırlaman gerekmez!

Ne dersiniz? Gerçekten de: “Büyüklerin sözleri-sözlerin büyükleri!” mi?

Ahmed Şahin / Zaman

Şarabı o içmiş, sarhoşluğu siz yapıyorsunuz!

739. Vuslat yılında düzenlenen Mevlânâ Haftası münasebetiyle dünyanın her tarafından akın edip gelen ziyaretçilerle dolup taştı yine Konya’mız. Demek ki asırlar geçer ama Mevlânâ sevgisi geçmez.

O tüm hatıralarıyla hayatımızda ve gönlümüzdedir. İşte onun unutulmaz örneklerinden bir demet sizlere. Zannederim siz de benim gibi tekrar sevgi ile okuyacak, takdirle değerlendireceksiniz bu mesaj yüklü misalleri.

1) Hz. Mevlana: Gel gel, diyordu. Putperest olsan da gel; tövbeni yüz kere bozmuş olsan da gel, diyordu. Çünkü gelenler onun meclisinde sıcak ilgi ve saygı görüyordu. Geldiklerine pişman olmuyor, mutluluk duyuyorlardı. Hatta bir daha da geriye dönme gereği de duymuyorlardı. Böylece yanlışlarından kolayca kurtuluyor, doğrularla yüz yüze buluşuyorlardı. Nitekim bir gün Hz. Mevlânâ zikir halkasına katılmış, çevresiyle birlikte zikrediyordu. Tam bu sırada bir sarhoş da dışarıdan halkaya katılıp zikretmeye başladı. Ancak sarhoş dengesini tutamıyor, yalpa yaprak yanındakilere çarpıyordu. Tutup dışarıya atmak istediler. Ama sarhoş zikir halkasından çıkmak istemeyince tartışma çıktı. Mevlânâ sordu:

-Neyi tartışıyorsunuz öyle?.

-Sarhoştur, dediler içimizden çıkarmak istiyoruz, o da çıkmak istemiyor!

Cevabı herkesi düşündürecek şekilde oldu Hz. Mevlânâ’nın:

-Demek dedi, şarabı o içmiş, sarhoşluğu siz yapıyorsunuz!.. Bunun üzerine derin bir sessizlik oldu. Sonra hep bir ağızdan zikir cümlesi oldu bu söz:

-Şarabı o içmiş, sarhoşluğu siz yapıyorsunuz!.

Hz, Mevlânâ konuyu yarım bırakmadı, sözünü şöyle tamamladı:

Düşene herkes tekme atar, bir tekme de siz atmayın!..

Ne dersiniz, bu tarihi cümleyi biz de tekrar edelim mi?

-Düşene herkes tekme atar, bir tekme de biz mi atalım?

2) Konya’da iki kişi yol kenarında ağız dalaşı yaparak tartışıyorlardı. Biri dedi ki:

-Bana bak!.. Ben öyle bir adamım ki, bana bir söylesen bin cevap alırsın!..

Oradan geçmekte olan Hz. Mevlânâ bu sözü söyleyen adamın yanına varıp çenesi altına kadar sokularak şöyle dedi:

Ben de öyle bir adamım ki, bana bin söylesen bir tane dahi cevap alamazsın!..

Bir söze bin cevap vereceğini söyleyen adam, bu defa bir tane dahi cevap veremedi…

3) Bir talebesi evlenmiş, hayata karışmıştı. Ziyaretine geldiğinde kılık kıyafetinden ihtiyaç içinde olduğunu anlamıştı. Fakat halkın içinde mahcup etmeden nasıl yardımcı olabileceğini düşünüyordu. Tam o sırada kalkıp gitmek üzere olan talebesine seslendi:

-Osman! Sen eskiden mütevazı biri idin, kalkıp giderken gelip elimi öperek giderdin!..

Osman mahcubiyetle Hz. Mevlânâ’ya doğru yönelerek yaklaşıp elini öpmek istedi. O sırada avucu içine önceden hazırladığı altınları kimsecikler görmeden Osman’ın avucu içine sıkıştırarak elini kapatan Mevlânâ, şu tembihte bulunmayı da ihmal etmedi:

Osman dedi, ben el öptürmeyi çok severim, sık sık gelip elimi öpmeni istiyorum, anlaşıldı mı?.

Osman avucu içindeki altınları sıkı sıkıya tutarak çıkıp evin yolunu tutarken bir yandan alacağı ihtiyaçlarının sevincini yaşıyor, bir yandan da bu zarif anlayış karşısında gözyaşlarını tutamıyordu..

4) Cübbesindeki düğme sallanıyordu. Hanımı Gevher Hatun, hemen oracıkta ayaküstü düğmeyi dikmek istedi. Halk arasındaki söylentiyi hatırlatarak da:

-Efendi, dedi ağzına bir çöp al da bir uğursuzluğa uğramayasın!..

Mevlânâ bu boş söylentiyi zarif bir cevapla düzeltti:

Hanım sen merak etme. Ben ağzıma çöp yerine Kulhüvellahü’yü aldım. İhlas suresi çöpten iyi korur beni.

5) Bir gün Konya çarşısında yürürken bir papaz kendisini görünce hemen ayağa kalkmış, sonra da yarıya kadar aşağıya eğilerek hürmetle selam vermişti. Bunu gören Mevlânâ ise papazdan daha aşağıya eğilerek selamına mukabele etti. Bu duruma itiraz eden bir Müslüman:

-Bir papaza da bu kadar aşağıya eğilmek olur mu? deyince şu cevabı verdi:

-Tevazuda da papazı geçmemiz gerekirdi! Geçtik elhamdülillah!

Ahmed Şahin