Etiket arşivi: meyve risalesi

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDAN MEYVE RİSALESİ ENDONEZCE OLARAK BASILDI

MEYVE RÄ°SALESÄ° (ENDONEZCE)RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDAN –  CAHAYA IMAN DARİ BİLİK TAHANAN – MEYVE RİSALESİ  – ENDONEZCE
Risale-i Nur‘un sesi gürleşiyor. Tercüme Risalelere BİR YENİSİ DAHA SÖZLER NEŞRİYAT TARAFINDAN EKLENDİ MEYVE RİSALESİ  – ENDONEZCE OLARAK TERCÜME EDİLDİ
CİLT       : KARTON KAPAK
EBAT     : ÇANTA BOY (13 x 19 cm)
BASKI   : TEK RENK

SAYFA   : 164 SAYFA

KİTAP TEMİNİ: www.Sozler.com.tr 

 

 

 

Meyve Risalesinin Fihristi (Okumak istediğiniz bölüme tıklayınız)

 

Endonezce Kitaplar için tıklayınız 

 

www.NurNet.org

 

Altıncı Mesele

Meyve Risale’si Bediüzzaman’ın Denizli yıllarında yazdığı bir eser. Denizli hapishanesinin bir meyvesi, ağacın  toprağın altında kökleri ile yaptığı tahkikattan sonra, sıkıntılı anların akabinde dalların ucunda meyveler meydana getirmesi gibi, Denizli hapsinin sıkıntılı günleri de Meyve risalesini netice vermiş. Bediüzzaman’ın mahpusları nazara alarak çok sade bir dille üslup  endişesi düşünmeden yazdığı sehlimümteni türü bir eser. Bediüzzaman birçok yerde tevhid konusunu , materyalizmi eleştirir, altıncı mesele bütün bunların sade bir dille özetlendiği kompirme bir risale-i mümtaz.

Bediüzzaman kendisine  “muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar “ denmesine karşılık onlara bir  tevhid penceresinden okuma tarzı salıkverir. Bugün bütün ilimlere her safhada esas olacak bir okuma şeklidir. Ülkemiz bölünmemiş ama huzurun katledildiği bir ülke , devlet bunları fikren, fiilen, dinen, ilmen, kültüren engelleme yıllarını geride bıraktı. Artık anarşinin silahtan başka şeyle önlenmesi mümkün değil. Ülke çapında bir televizyonda birkaç yıl konuştum konuştuğum şeylerin meyvelerini ta İstanbul’da nereye gitsem görüyordum. İstanbul Bayezıt ‘da bir dükkandan bir şey almak istedğimde şahıs beni tanıdığını söyledi, Hatay’da  derste yine öyle. Bir üniversite hastahanesinde bir bayan kan alırken konuşmalarımdan etkilendiğini söylemişti, birkaç kıskanç her nasılsa risale okumuş dedikodularla  o konuşmalara engel oldular. Bizi bitiren bu yerini yalan ve zulümle doldurmuş  adamlar. Hayatımızı kıskançlık ve çekememezlikler bitirdi. Isparta’da Akif hakkında konuşulacak bir tarihçi bir başka üniversiteden bir başka tarihçiyi çağırıyor, al sana Akif anması. Kimlik bunalımı yaptık oldu diyen mantığın sonucu.

Bediüzzaman bir kural söyler öğrencilere “sizin okuduğunuz fenlerden her bir fen kendi lisan-ı mahsusu ile  mütemadiyen Allah’tan bahsedip Halıkı tanıttırır, muallimleri değil onları dinleyiniz” der. İlimin Allah’a açılan kapısı yoksa  ateizme açılan kapıları vardır, bugün müsbet ilimler dediğimiz ilimlerin hepsi ateizme hizmet ediyor. Üniversite ateist nihilisit ve anarşist yetiştiriyor,

Bediüzzaman altıncı meselede tevhidi örnekleri sunar. Eczahane, fabrika, iaşe anbarı, elektirik lamba ve fabrikası, kitap örnekleri ile tevhidi anlatır. Bediüzzaman nebatat ve hayvanatı macun ve tiryaka benzetir. Nasıl macun ve ilaç bir terkiple elde edilirse, her canlının da bitki olsun , hayvan olsun bir terkibi vardır. Eczahanedeki ilaçlar nasıl  belli maddelerin belli oranlarda bir araya getirmesinden oluşturuluyorsa, hayvan ve bitkiler de böyle terkiplerin sonucunda meydana geliyor. O eczacı nasıl varsa bu kainat denilen büyük eczahanenin de bir eczacısı ve sahibi  vardır . Burada kullanılan tıp ilminin  ölçüleridir. Farmakoloji ve tıp ilminin felsefesini yaparak tevhide uygular Bediüzzaman.

Bediüzzaman dünyayı seyyar bir  Rabbani makinaya benzetir. Ondokuzuncu yüzyıl bilimsel felsefesi evreni bir makinaya benzetti. Bediüzzaman bunları biliyor, her ağaç ve canlı bir makine gibi çalışır. Bir ağacın kökleri yerden dalları havadan aldıklarını birleştiriyor, bir yıllık bir çalışma süreci ile meyveyi veriyor, ve onu verdikten sonra, fabrikayı temizliyor ve gelecek yıla hazırlıyor. Tam hassas bir makine .Elbette makine ilminin  ölçüleri ile kainat içinde sayısız fabrika bulunun bir fabrikalar topluluğudur. Ne kadar büyük bir fabrika, ve ne kadar bir büyük fabrika sahibi .

Depo, iaşe anbarı ve dükkan örneğinde de, yüz binler ayrı ayrı erzak isteyen taifeleri içine alan yeryüzü denilen bu Rahmani iaşe anbarı. Hiç kimse iaşesini alamadığı için şikayetçi değil, her şey muntazaman  hazırlanan rızkına ulaşıyor. Gemiye ve trene benzetir dünyayı. Harika bir örnektir. Bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede gezen gemidir. Tasarım ve muhayyile ne kadar zengin, imajın harikalığı ve orjinalliği ortada “Bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede muntazaman seyahat eden ve yüz binler ve ayrı ayrı erzak isteyen taifeleri içine alan  alan ve seyahatiyle mevsimlere uğrayıp , baharı bir büyük vagon gibi binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak  kışta erzakı tükenen  biçare zihayatlara getiren  ve Küre-i Arz denilen bu  Rahmani iaşe anbarı  ve sefine-i sübhaniye ve binbir çeşit cihazatı ve  malları  ve konserve paketleri taşıyan bu depo ve dükkan-ı Rabbani  ne derece o fabrikadan büyük ve mükemmel ise okuduğunuz veya okuyacağınız fenni iaşe mikyasıyla , gıda dağıtım ordusu, o katiyette o derecede  küre-i arz deposunun Sahibini, Mutasarrıfını , Müdebbirini bildirir, tanıttırır, sevdirir.”

Bilmek ve tanımak ve sevmek birbiri ardınca. Sevgi ancak bilmeye ve ondan hareketle tanımaya ve ondan hareketle sevmeye dönüşür. İnsanlar Allah’ın layıkı ile bilmediği ve tanımadığı ve sevmediği için  camiler  ihtiyarlarla dolu. Gençlerin bildikleri tanıdıkları ve sevdikleri başka.

Bütün sevgileri atıp içimden

Varlığımı yalnız ona verdim ben

Diyor şair, Yunus daha ileri ,

Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri

İsteyene sen ver onu bana Seni gerek Seni

Bediüzzaman ilimden hareketle Allah’ı bildiriyor, ilimlerin yorumu ile , sonra bilinen tanınır, tanınan da sevilir. Sevgi de ikinci hakikatte ki gibi ibadetle sevdirir.

Otuz yıldır bir şablon var, terörü karşı uygulanan.

Tebdir yok, önlem yok, törür eylemi gerçekleşiyor, devlet adamları kararlılık ifadeleri kullanıyor, eylemin tahkiki, sonra bir süre pembe günler arkasından yeni bir trajedi. Özal, ben Diyarbakır’da iken akşam kızardı bunlara, sabah on asker öldürülürdü. Yıllar böyle geçti eğitim aynı, müfredat aynı , hocalar öğretmenler idealsiz, ideal katledilir.

Geçi aylar geçti yıllar geçti seneler

Silahlar susmadı susmadı çeneler

Bediüzzaman “mucizekar kumandan” imajını kullanır. Onu tanıtır” Dörtyüzbin millet içinde bulunan ve her milletin istediği erzakı ayrı

Ve istimal ettiği silahı ayrı

Ve giydiği elbisesi ayrı

Ve talimatı ayrı

Ve terhisatı ayrı

O ayrı ayrı milletlerin

Ayrı ayrı erzaklarını

Ve çeşit çeşit eslihalarını ve elbiselerini ve cihazatlarını, hiçbirini unutmayarak  ve şaşırmayarak verdiği o acib ordu  ve ordugah , şüphesiz bedahetle  o  h a r i k a  ku m a n d a n ı gösterir, takdirkarane sevdirir.”

Kumandan imajını kumandan-ı azam , kumandanı akdes imajları ile genişletir. Bu kumandanlar hayretle izlenir, bilinir, sevilir. Burada hayret ve takdisle bildirir. Tahmid ve tesbihle  sevdirir.

Harika şehrin milyonlar elektirik lambalarının yandırılması, dünya sarayının damındaki yıldız lambalarının aydınlatılması ve birbiri içinde idaresi , bunların tanıtılması, tesbihatı , takdisatı , perestişi. Her tevhid dersini sevmek ve perestiş ile bitirir. Bediüzzaman.ilimlerin hedefi de budur  zaten tanıtmak, bildirmek, sevdirmek, pereştiş ettirmek, ibadet. İlimlerimizin anlatımına bak gittiği yere bak.

Bediüzzaman yüzlerce fenni böyle ilahi bir bakış açısı ile yorumlamıştır eserlerinde “İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünundanher bir fen, geniş mikyasıyla  ve hususi aynasıyla ve dürbünlü gözüyle  ve ibretli nazarıyla bu kainatın Halık-ı Zülcelalini  esmasıyla bildirir, sıfatını, kemalatını tanıttırır.” İlimlere dört değişik noktadan bakar.

Geniş mikyas; İlim Allah’ı tanımaya büyük ölçüler verir

Hususi ayna; Her ilmin hususi aynasında Allah fiileri ile görülür

Dürbinli göz; Her ilim ayrıntılı olarak Allah’ı tanıtır

İbretli nazar; Görülen şeyler ibret ile değerlendirilir.

Bediüzzaman nasıl bir fen yorumcusu , ilim ve tevhid  yorumcusu. İlimlerden hareketle gözlemlerle Allah’ı  tanıma ve bilme talimcisi.

Himmet Uç

Risale-i Nur ve Psikoloji

Ümmeti fesada uğratan ahirzaman fitnesinin ruhlarımızda yaptığı tahribatla, Müslümanlarda feryad ü figânların ne denli yükseldiğini az çok biliyorsunuz. Toplumda ve cemiyeti oluşturan sınıflardaki ruhî ıztıraplarla insanlarımızın 12 Eylül ihtilâlinden sonra haricî dinsizler ve dahilî mülhidlerle Türkiye’de yaygınlaştırılan “dinsiz psikolojik destek” kurumlarına maalesef yöneldiklerini birlikte görüyoruz. “Dinsiz psikolojik destek” ibaresi hoşunuza gitmeyebilir.

Daha önceki yazılarımızda belirtiğimiz gibi, aktüel psikolojinin ne İslâmiyetten ve ne de Hıristiyanlıktan hiç, ama hiç destek almadığını, bu kaynaklara hiç müracaat etmediğini bildiğimiz halde. Freud´dan, Jung´dan, Vera Schmidt’ten ve Wilhelm Reich’tan tevarüs ettiğimiz metodlara “dinsiz” demeyeceğiz de, ne diyeceğiz?

Türkiye’mizin ve âlem-i İslâmın ifsadı çabalarında 12 Eylül ihtilâli önemli bir kilometre taşıdır. Ruh ve kalplerimizin sistematik olarak taarruza tâbi tutulduğu ve giderek tahribatın arttırıldığı bu tarihe fıtrî sebepler de ilâve edilebilir. Dünya genelinde görülen ulaşım, komünikasyon ve haberleşme inkılâbının sefih, dinsiz ve insaniyet karşıtı organizeli global güçlerce kullanılması, Müslümanı enfüsî dünyasında binlerce dert ve problemle karşı karşıya getirmiştir.

Bizim en uzağımızda cereyan eden savaş, problem ve felâketleri medya gözümüze ve kulağımıza sokunca, insanlarımız ekseriyetle kalben ve ruhen hastalandı. İslâm âlemine hükmeden istibdat, cehalet ve zaruret; Müslümanların ruhî ve kalbî hastalıklarına çareyi kendi kaynaklarında aramalarına imkân vermeyince de; dinsiz ve sefih felsefenin paketler halindeki psikolojik destek programlarını önümüzde bulduk. Ruhlarındaki ıztırapla dinsiz felsefenin alet ve efkârına sarılan dindarlarımız, denizden kurtulmak için yılana sarıldılar, diyebiliriz.

Halkımızın güzel bir sözüdür: “Derdi veren dermanı da verir. Musîbeti gönderen sabrını da gönderir.”  Önemli olan zamanımızı ve içinde bulunduğumuz şartları tanımaktır. Dermanımız hastalıklarımızın farkına vardığımız yerdedir. Bediüzzaman;

“Ben tahmin ediyorum ki, bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında selâmet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risâle-i Nur’un dairesine sadakatle girenlerdir.

Çünkü bunlar, Risâle-i Nur’dan aldıkları iman-ı tahkikî derslerinin nuruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i İlâhiyenin izini, özünü, yüzünü görüp herşeyde kemal-i hikmetini, cemâl-i adaletini müşahede ettiklerinden, kemal-i teslimiyet ve rızayla, rububiyet-i İlâhiyenin icraatından olan musîbetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlâhiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azap çeksinler” diyerek en doğru bir teşhiste bulunuyor.

Bulunduğumuz zamanda ve gelecek zamanlarda musîbetzede insanlığa Kur’ân´ın eczahânesinden mücerreb ilâçlar sunan Bediüzzaman, meseleyi teori ve iddiada bırakmıyor.

Herşeyden önce psikoloji ilminin ilgilendiği sahayı ve problemleri az çok biliyoruz.

Kabre yaklaştıkça korkuları hastalığa dönüşen insanlarımız ve bilhassa ihtiyarlar, hastalıktan dolayı sıhhat özlemi çeken ve yine ölümden ürperen hastalar, bir-iki dakikalık duygusal mağlûbiyetlerinden dolayı hapishaneye düşmüş mahpuslar, genel ahlâkın çöküşüyle hayattan en fazla tokat yiyen kadınlar ve kanları galeyanda olduğundan serkeşlik edip zayıflara hayatı yaşanmaz hale getiren gençler genellikle modern psikolojinin ilgilendiği sınıflardır.

Devletimizin de “çare” zannettiği ve büyük masraflara mal olan bu Avrupaî tedavi metodunun genellikle neticesiz kaldığını neşredilen istatistikler ortaya koyuyor. İnsanlık; ümit yerine şarlatanlığı, samimiyet yerine riyakârlığı, doğruluk yerine yalancılığı ve iktisat yerine israfı prensip edinmiş bu metoda karşılık “yeni bir çare” arayışına girmiş durumda. Zengin-fakir, tahsilli-avam, kadın-erkek ve hatta din-dil-ırk ayrımı yapmadan derdine derman olacak psikolojik tedavi usullerini arıyor.

Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Sünnetten kaynaklanan Risâle-i Nur eserlerini, müellifin hayatını ve talebelerinin kendisine yazdığı mektupları bir bütün olarak mütalâa edenler, “mu’cizevî psikolojik tedavî çarelerine” rahatça ulaşabilirler.

Serseri ve asi gençleri “Gençlik Rehberiyle,” ümitsiz mahpusları “Meyve Risâlesiyle,” kabre yaklaşırken çocuklaşmış yaşlıları “İhtiyarlar Risâlesiyle,” maddî manevî ıztırap ceken hastaları “Hastalar Risâlesiyle” ve sosyal hayatın en mağdurları olan kadınları da “Hanımlar Rehberi” kitabıyla hem tesellî, hem terbiye ve hem de tedavi eden bir Bediüzzaman´ı görmeyen modern psikolojinin gözlerine Risâle-i Nur Külliyatını sokmak gerekmez mi?

Yukarıdaki ifadeler yalnızca bir iddia değildir. Bediüzzaman’ın kendisine müracaat eden söz konusu sınıfları yüzde yüze yakın bir başarı ile tedavi ettiğine, onları Kur’ân ve Sünnetin yardımıyla eski hallerinden daha sağlıklı bir şekilde cemiyete kazandırdığına on binlerce şahit gösterebiliriz. Nurlarla maddî manevî sıhhatlerine kavuşanların Said Nursî’ye gönderdiği teşekkür mektuplarını dikkatlice okuyanlar, söylediklerimizin serapa hakikat olduğunu göreceklerdir.

Çocukları da yukarıdaki sınıflara dahil edebiliriz. Modern psikolojinin anne babaların ümitlerini istismar edip umutlarını bitirdiği yerde, aile hayatımızın Risâle-i Nur’la yeniden yeşerdiğini göreceklerdir.

Risâle-i Nur’u araştıracak Müslüman psikologlar, Avrupalı meslektaşlarının da istifade edebileceği yep yeni teşhis ve tedavi metodlarını keşfedebilirler.

Şükrü Bulut

Bediüzzaman ve Siyaset (1)

Siyaset, oldukça genel bir ifade.. Devletin ekonomik politikasından, bir şirket müdürünün yönetim biçimine, mürşitlerin ve peygamberlerin (a.s.) irşat metotlarına kadar uzanan çok geniş bir sahayı içine alıyor. Ama gel gör ki, günümüz insanı kısır politik çekişmeleri bir boks maçı gibi seyrede ede, siyaset denilince onun hatırına hemen parti propagandaları ve hükümet programları gelir.

Politikayla bu derece şartlanmış insanlara Üstad Bediüzzaman’ın siyaset anlayışını anlatmak oldukça zor.

Din ve dünya hakkındaki her türlü problemini ancak politikacıların çözeceğine ve ne kadar emelleri, hedefleri varsa hepsinin siyasîlerce yerine getirileceğine inanan ve kendisini siyasete endeksleyen bir insana, Bediüzzaman’ın siyasete bakışını anlatmak ve kavratmak oldukça zor. Yapılabilecek tek şey, Üstadın siyaset hakkındaki beyanlarını bir çiçek buketi gibi takdim etmek ve sadece bir renge takılıp kalmamasını ve tümünü birden seyretmesi gerektiğini söyleyerek onu Nur Külliyatıyla baş başa bırakmaktır.

Bir noktaya kısaca değinmek isterim. Umarım, bizim için bir hareket noktası olur. Üstad, “her risalenin kendi makamında rüçhaniyeti” olduğunu ifade ederek Nur talebelerini bütün külliyatı dikkatle okumaya teşvik etmekle birlikte, iki risale hakkında özel notlar düşer. Bunlardan birincisi, “İhlâs Risalesi”. Bu risale hakkında, “lâakal” yani en azından, “her on beş günde bir defa okunmalı” tavsiyesinde bulunur.

Diğeri ise, “Meyvenin Dördüncü Meselesi”. Bu risale için de “çokça okuyunuz” kaydını düşer.

Bu iki risale üzerinde biraz durmak isterim. İhlâs risalesi sık sık okunmalı, çünkü çirkef içindeki bir içtimaî yapının tesirinde kalınarak ondaki düsturlardan sapma gösterme tehlikesi her zaman söz konusu. Örnek olarak, risaledeki ilk iki düsturu hatırlayalım.

Birinci düstur, “amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı.” İnsan çevresine baka baka, kalbine ve aklına rağmen, toplumun yanlış değer hükümlerine uymaya kendini mecbur hissedebiliyor. Ayıplanma endişesi, menfaat kaygısı, takdir kazanma ve alkış toplama arzusu gibi geçici ve mânâsız hislere kapılıp İlâhî rıza istikametinden sapabiliyor. Üstadın tabiriyle “nâsı, Rabb-ı nâsa şerik” yaparcasına, rızadan uzaklaşıp riyaya sapabiliyor. İşte bu risaleyi hiç olmazsa on beş günde bir okuyan bir Nur Talebesi niyetini tashih eder ve bu vartadan kurtulur.

İkinci düstur, “Bu hizmette bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek.” Çoğu zaman, hizmete zarar veriyor gerekçesiyle, bizim görüşümüze uymayan kardeşlerimizi tenkit yoluna girebiliyoruz. Bu düsturu da sık sık okuyup birlik ve beraberliğimizi, sevgi ve saygımızı yenilemek durumundayız.

“Meyvenin Dördüncü Meselesi”ne gelince, bu risalede insanın, kalp ve mide dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden tâ dünya dairesine kadar iç içe nice dairelerle kuşatılmış olduğu nazara veriliyor. Ve sonunda büyük mesaj geliyor: “Küçük dairede büyük ve daimî vazife var. Büyük dairede ise küçük, ara sıra vazife bulunabilir.”

Bu risalede insanın, içtimaî ve siyasî hadiseler içinde boğulmaması, kalabalıklar içinde kendini kaybetmemesi, kalbini ve ruhunu her zaman ön planda tutması vurgulanıyor. Böyle yapmadığı takdirde ebedî bir Cenneti kaybedeceği ve hüsranının sonsuz olacağı çok güzel bir şekilde işleniyor.

Siyaset konusuna, bu iki risalenin ışığında nazar edersek Üstadı çok daha iyi anlarız.

www.sorularlarisale.com