Etiket arşivi: milliyet

Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş

“Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki parçalayıp onları yutsunlar. Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârane bir lezzet var, şeametli bir kuvvet var.” cümlesini detaylıca izah eder misiniz?

Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki parçalayıp onları yutsunlar. Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârane bir lezzet var, şeametli bir kuvvet var.” (1) ifadelerinde Üstad Bediüzzaman Hazretleri, menfî milliyetin yani ırkçılığın tarifini yapmaktadır. Bu yerin geçtiği yerin başındaki Hucurat Sûresi 13. âyet-i kerîmeye, Müellif Bediüzzaman Hazretleri şu şekilde mânâ vermiştir; “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir!” (2) şeklinde meâl vermiştir. Bu âyet-i kerîme, ırkçılığın ne kadar zararlı olduğunu göstermektedir.

Irkçılık konusu ile ilgili Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’in hadîs-i şerîfleri ile başlayalım.
“Bir kimsenin cahiliye âdetince, kavim ve kabilesine intisap ederek (onlardan yardım talep ettiğini) ve onlarla şereflendiğini duyacak olursanız ona: ‘Babanın bilmem nesini ısır!’ deyiniz. Ve bunu açık açık söyleyiniz. Îmâ ve kinayede de bulunmayın.” (3)
Bu hadîs-i şerîfe dikkat edince Rahmet Peygamberi olan Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz’in başka konularda bu şekil şiddetli ifadeler kullanmadığı halde, ırkçılık konusunda bu şekil ifadeler kullanması konunun ehemmiyetiniz işaret eder.

Bir başka hadîs-i şerîflerinde ise Fahr-i Kâinat Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz şöyle buyurmuşlardır;
“Sizler Hz. Adem’in (as) oğullarısınız. Adem ise topraktandır. Bir kısım insanlar var ki, cehennem kömüründen başka bir şey olmayan adamlarla iftihar ederler, övünürler. İşte bunlar ya bu övünmeden vazgeçerler ya Allah nezdinde pisliği burunlarıyla yuvarlayan gübre böceklerinden daha değersiz olurlar.” (4)
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz burada ırkçılık yapanların bundan vazgeçmemesi sonucu “pisliği burunlarıyla yuvarlayan gübre böceklerinden daha değersiz ol”acağını ifade buyurmuşlardır.

Hoca-i Kâinat Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, ırkçılığı şöyle tarif etmektedir:
Sahabeler sordular ki; “Asabiyet (yani ırkçılık) nedir?” Efendimiz (asm) da şöyle buyurdu; “Asabiyet, zulümde kavmine yardım etmendir.” (5)
Bu hadîsler ve benzeri hadîsler çoktur.

Bu hadîslerden sonra Bediüzzaman Hazretleri’nin “Frenk illeti” olarak nitelendirdiği “ırkçılık hastalığı” ile ilgili Nur Külliyatı’ndan bir ibretlik hadiseyi nakledelim;
«Ben Van’da iken hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyet’e çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim. Dedi: “Ben Müslüman bir Türk’ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.” Bir zaman geçti –Allah rahmet etsin– o talebem, ben esarette iken İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksü’l-amel ile o da Kürtçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürt’ü, salih bir Türk’e tercih ediyorum.” Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki: Türkler, bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.» (6)
Bu ifadelerde bir kavim övülmüyor. Hak ve hakîkat bir anı ile göze görünür hale geliyor. Orada geçen “Türk” kelimesi yerine “Arab”, “Kürd”, “Fars”, “İngiliz”, “Alman”, “Rus” ve saire diğer milletleri de yerine koyabiliriz.

Konumuz ile ilgili önce müsbet milliyetçi olan bazı yazarlardan daha sonra da menfî milliyetçi olan bazı ırkçıların kitaplarından alıntılar ile örnekler vermeye çalışacağız;

Öncelikle muhafazakar milliyetçi bir çizgide olan Osman Yüksel Serdengeçti ile başlayalım.
“Biz Tanrı Dağı kadar Türk,
Hira Dağı kadar Müslümanız!..” (7) der Serdengeçti. Ve bu söze bir de dipnot düşer; “Bu cümleyi ilk defa ben kullandım.” (8)
Serdengeçti’nin milliyetçiliği kendi tarifiyle şöyledir; “Hakka tapan, halkı tutan, yalınkılıç bir milliyetçiliktir.” (9) Ve milliyetçilikten anladığı mânânın; “hususi vagon, bol harcırah, yüksek makam milliyetçiliği” olmadığını da belirtir. (10)

Serdengeçti bir “kültür milliyetçisidir” diyebiliriz. Ona göre “Anadolu’da doğan herkes”, “her etnik unsur”, üst kimlik olan “Türk”e bağlıdır. Ve bu nedenle, ırkçı ve saf ırk nazariyesine karşıdır.

Serdengeçti aynı zamanda Necip Fazıl Kısakürek ve Hüseyin Nihal Atsız ile de dava arkadaşı olup, Atsız’ın saf ırk nazariyesi ile dinsizlik yönüne karşıdır. Necip Fazıl ile Ulucanlar Cezaevi’nde hapis yatmıştır. Kimlerin yolunda olduğunu şu şekilde ifade eder; «Biz “Beşikten mezara kadar ilim”, “Bana bir kelime öğretenin ben bin yıl kölesi olurum” diyenlerin yolundayız.» (11) Buradaki 1. cümle ile Hz. Peygamber’e (asm), 2. cümle ile de Hz. Ali’ye (kv) işaret etmektedir. Yani bu sözleri ile biz Allah Resulü (asm) ve Hz. Ali’nin (kv) yolundayız demek istiyor.

Kendi milliyetçiliğinde ırkçılık olmadığını defaatle kendisi de söylemiştir.
Ve Serdengeçti gençliğe büyük bir sorumluluk yükler ve şöyle der; “Yarının Türkiyesi, Türk kadınlarının yetiştirdiği namuslu, fedakâr vatan çocuklarının omuzlarında yükselecektir.” (12)
İslâm ile Türk’ü “mezcolmuş” Yani birleşmiş bir bütün olarak görür, Serdengeçti. “…Mehmetçiğin ruhu, Anadolu’da bin yıllık mazisi olan Müslüman Türk’ün ruhudur…” (13) der.

Kendisini şöyle tanımlar; “Bana gelince: Heyecanlı, samimî Müslüman bir Türk, bir Anadolu çocuğuyum.” (14)

Serdengeçti ve benzeri milliyetçi fikir adamları, Türklüğe aşırı bağlılıkları nedeniyle bazen ifrata yani aşırıya kaçmaktadırlar. Buna örnek olarak Serdengeçti’nin şiirinde geçen şu ifadeleri örnek verebiliriz;
“Şol Asya’nın ırmakları,
Akar Türklük deyu deyu…” (15)
Bu satırlar konumuza güzel bir örnektir. Derviş Yunus’a ait bir şiire nazire yani benzer bir şiir yazmak istemiştir Merhum Serdengeçti.

Serdengeçti; aynı zamanda ismi ile müsemma birisiydi. İsminin hakkını veriyordu.
Osman Yüksel, eskiden beri Hristiyanların ve Haçlıların gözünde “mücahit ve kahraman” olan “Türk” milletinden hep sitayişle, yani medih ve övgüyle bahseder. Kâfir olan düşmanlarımız hakkında bazen ğaliz, yani ağır ve küfürlü ifadeleri kullanmaktan çekinmez. Meselâ;
“Dedelerimden kalan intikam var kanımda,
Geçmişini s……. Bulgarın, Moskofun da…” (16) diye devam eden bir şiiri vardır. Bunları burada söylememizin amacı, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “Fikr-i milliyet”teki yani milliyetçilik fikrindeki “gafletkârane bir lezzet var” demesinin maksadını anlamak ve kavramak içindir.

Şimdi 1940 yılında Serdengeçti’nin Akseki’de yazmış olduğu şiirinden bir kısmını nazara verelim. Şöyle ki;
“Dehalar şimşeklenir
Cebrailler beklenir
Peygamberler saklanır
Issız dağ başlarında
Issız dağ başlarında” (17)
Burada da İslâmî motifleri görmekteyiz. Buradan anlaşılacağı üzere Serdengeçti’nin milliyetçilik görüşü, bazı noktalarda uç taraflara kaysa da genel olarak “müsbet bir milliyetçilik”tir.

Şimdi diğer bir yazar, şair, mütefekkirimiz olan ve bazı noktalarda milliyetçi tabirleri kullanmış olan Necip Fazıl Kısakürek’e gelelim. Bunlardan birisi şudur;
“İyice bilmek lâzımdır ki; eğer gaye Türklükse, Türk Müslüman oldukça Türk’tür.” (18)
Daha sonra bu tabirlerini biraz daha değiştirerek der ki;
«Tekrar ediyorum ve yavaş yavaş söylüyorum:
“-Eğer gaye Türklükse, mutlaka bilmek lâzımdır ki, Türk Müslüman olduktan sonra Türk’tür.”» (19)

Peki Necip Fazıl’a göre milliyetçilik nedir? İşte cevabı;
«Şimdi milliyetçilik…
İslâm’da milliyetçilik, kovulan, terkedilen bir müessise değildir. “Kişi kavmini sevmekle levmolunamaz” yani ayıplanamaz. Kişi kavmini sevmekle ayıplanamaz; sevebilir, demin de dokunmuştum. Fakat burada kavim, metbu değil tâbidir. Yani bağlıdır. Ruha bağlıdır, ana davaya bağlıdır. Onun içinde kavim sevgisi mübarek bir sevgidir. Ve onun ekolü, mübarek bir ekoldür.” (20)

Necip Fazıl kendi “milliyetçilik” anlayışını şöyle dile getirir;
“…bizim milliyetçiliğimizde gaye İslâmiyet’in her çizgisini en iyi aksettiren, böyle kuyumcu aletiyle kesen biçen, o pırıltıyı en nefis veren saf bir kavim olmak ve o duyguların mizacında toplanmış bir milliyetçilik fikrine bağlanmaktan ibarettir.” (21)

Yine Necip Fazıl şöyle diyor;
“Milliyet kelimesi de haber veriyorum, Arapçadır ve ‘küfür tek bir millettir…’ Nasıl iman aslıysa, bir millet-i vahideyse, küfür de bir millet-i vahidedir. İşte ölçü…
Bunu Ziya Gökalp de kabul eder. Türkçülük isimli kitabının ellinci ve elli birinci sayfalarında der ki: ‘-Bizim milliyet kelimesini kullanmaya hakkımız yoktur. Kelime İslâmîdir. Ama biz bunu (nasyon) mukabili kullanıyoruz.’ ” (22)

Bir de Necip Fazıl “menfî milliyetçilik” olan “ırkçılık” konusunda da şöyle der;
“Ve milliyetçilik… Biri eski Roma nizam ve karakterinde (Faşizm), öbürü üstün ve hâkim ırk gayesi etrafında (Nasyonal Sosyalizm)…” (23)

Bu cümle tam da Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “zevk-i nefsanî”, “gafletkârane bir lezzet” ve “şeametli bir kuvvet” olduğunu belirttiği menfî milliyetçilik tanımı ile bire bir örtüşüyor.
Ve Necip Fazıl, “Din ve İslâm düşmanlığına Ziya Gökalp’in, bizzat eserleri şahitti…” (24)

Bir diğer mufafazakâr-milliyetçi olan Seyyid Ahmed Arvasî ile devam edelim.
İzahlarımıza “Sohbetler” isimli eserindeki “Irkçılık Meselesi” adlı yazı ile başlayabiliriz.
“Bulanık suda balık avlamak isteyen bazı kimseler, kavram kargaşalığından istifade ederek zihinleri allak bullak etmek isterler…” (25) diye söze başlar, Arvasî.
“Bunlardan biri de ‘ırkçılık ve milliyetçilik’ kavramlarının kasten birbiri ile karıştırılması hikayesidir…” (26) diye de devam eder. Ve o hikayeyi şöyle anlatır;
“Geçenlerde, biri böyle bir yazı mı okumuş, beyanat mı dinlemiş bilmem? Türk milletinin ümidi olan mukaddes bir davaya ve onu temsil eden milliyetçi ve ülkücü gençliğine, kendi dar ve cahil idraki içinde ‘ırkçılık’ yakıştırmaya kalkışıyordu. Yolda konuşa konuşa evlerimize geliyorduk. Kendisini aydınlatmak için şöyle konuştum:
‘Renk ırkçılığının ve kafatasçılığının ve üstün ırk anlayışının Türk milliyetçiliği ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Bu akımlar, Avrupa’da sosyolojik olaylara biyologların ve biyolojistlerin gözü ile bakmaktan doğmuştur. Bu hatalı bakış tarzı, 19. yüzyılda Darwin’in biyolojiye getirdiği kavramların sosyolojiye uygulanmasından güç almıştır. Yukarıda sözünü etmiş olduğumuz akımlar, Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da ilim ve politika alanında taraftarlar ve savunucular bulmuştur.
Bu akımların Türk milletine ve dolayısıyla Türk milliyetçilerine yabancılığı açıktır…’ ” (27)

Ahmed Arvasî “Türk-İslâm Sentezcisi” değil, “Türk-İslâm Ülkücüsü” olarak kendini tanımlamaktadır.
Konuyla ilgili Merhum Muhsin Yazıcıoğlu şöyle demiştir;
“Türklük ve İslâmiyet birbirinin tezleri değil ki, buradan bir sentez çıkaralım. Bu itibarla, ‘Türk-İslâm Sentezi’ değil, ‘Türk-İslâm Ülküsü’…” (28)

Türk-İslâm ülküsü endeksli yayın yapan bir dergide şu ifadeler geçmektedir; “Türk-İslâm Ülküsünü basit bir motta olmaktan çıkarıp, fikri çerçevesini en net haliyle çizen ve yaşayan isim; Seyyid Ahmed Arvasî Hoca’mızdır. Şehid Liderimiz Muhsin Yazıcıoğlu’nun deyimiyle; O, davamızın kitabını yazan adamdır.” (29) Muhsin Yazıcıoğlu’nun, Seyyid Ahmed Arvasî için “davamızın kitabını yazan adamdır” demesi ile Arvasî’nin yazdığı 3 ciltlik “Türk-İslâm Ülküsü” serisine telmih vardır.

Yine aynı derginin aynı sayısında şu ifadeler geçmektedir;
“Türk milliyetçiliğini Şamanizmle eşdeğer gören, İslâm’da milliyetçiliğin olmadığını iddia eden ham softa ve kaba yobazlar olmuştur.” (30)

Seyyid Ahmed Arvasî’yi konu alan mezkur derginin sayısında Ahmed Arvasî için şu tabirler geçmektedir;
“Arvasî Hoca, İslâmiyet’in ırk gerçeğini inkar etmediğini ancak bu gerçeğin istismarına da şiddetle karşı çıktığını belirtir. Allah yanında en şerefli olan insanlar, kavimler ve ırklar; takvada yani en samimi manada Allah ve Resul’üne hizmet etmede ileri olanlardır.” (31)

Seyyid Ahmed Arvasî’nin bir yönüne daha aynı dergide bir yazıda şöyle değinilir;
“Merhum Seyyid Ahmed Arvasî Hoca, tasavvufi yönüyle Horasan Mektebi’nden etkilenmiştir. Eserlerinde bariz bir şekilde görmek mümkündür.” (32)

Kendisi aslen Seyyid yani Arap olduğu halde, Türkleri İslâmiyet’e hizmetlerinden dolayı sever ve şöyle der Ahmed Arvasî; “Eshab-ı Kiram’dan sonra cihad bakımından İslâmiyet’e en çok hizmet edenler Türklerdir.” (33)

Bu ifadeleri ışığında bakılırsa Seyyid Ahmed Arvasî, “müsbet milliyetçi” birisidir.
Kendisini de şu şekilde tarif eder Arvasî;
“Ben, İslâm iman ve ahlakına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, büyük Türk milletini iki cihanda aziz ve mesud görmek isteyen ve böylece İslâm’ı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim. İnanıyorum ki, hem Türk hem Müslüman olmak hem de muasır dünyaya öncülük etmek mümkündür.” (34)
Sözlerini şu şekilde tamamlar Ahmed Arvasî;
“Türk milliyetçiliği, politikasını biyolojik ırkçılık üzerine kurmayı reddetmekle beraber, içtimai ırk gerçeğini inkar ve ihmal etmemelidir.” (35)

Arvasî Hoca’nın milliyetçilik görüşüne bir de kendi sözleri çerçevesinde bakalım;
“Benim milliyetçilik anlayışımda asla ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyet şuuruna yer yoktur.” (36)
“Türk milliyetçiliği İslâm, iman ve şuuru içinde yücelmeyi gaye edinen ve Türk’ün mutluluğunu burada arayan bir harekettir.” (37)
Bu gibi cümleleri ele alındığı zaman Seyyid Ahmed Arvasî’nin, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin söylediği “Müsbet Milliyetçilik” tanımına en yakın çizgide olduğu söylenilebilir. Nitekim bu sözlerinde “ırkçılık, kavmiyetçilik, kafatasçılık”tan ziyade “İslâmilik, imanilik, ahlakilik” vardır.

Şiirlerinde de “İslâmi Dava” vurgusu bulunur. Mesela;
“Bu dava özüdür İslâmiyet’in,
Bu dava güneşi mazlum milletin,
Bu dava her şeyden her şeyden çetin,
Bu yolda dert zulüm, gurbet bizimdir…” (38)

Şimdi de şiirlerinde İslâmi motif, vatan sevgisi ve Türklük ile ilgili yerlere geçelim;
“Maddeye tapmayız, ezelden geldik.
Her şeyi kuşatan ebed bizimdir.
Çirkini sevmeyiz, güzelden geldik,
Arkadaş, son zafer elbet bizimdir.” (39)
“O günler, ne günlerdi; o devir, ne devirdi,
Bu dünya küçücüktü, kır atla gezilirdi.
Türklüğün şahlandı imanı denilince,
Kan dalgalarında ürperme sezilirdi.” (40)
“Ben, serhad boylarında Türk’ün uysal evladı.
Lakin yurduma düşman alçakların celladı…
Ben serhad çocuğuyum, vazifem nöbet benim.
Tarihi tarih eden Türk’teki heybet benim.
Ey benim güzel şehrim, ey benim öztürk Van’ım,
Ecdadımın uğrunda olduğu Anadolu!” (41)
1982’de yazdığı bir şiirinde de şöyle demektedir;
“Dünya durdukça bu ruh Türk ve İslâm kalacak.
Diğerleri ya olsun veya olmasın derken.” (42)
Şiirinde geçen bu mısralarda da yine “Türk” ve “İslâm”ı bir ele almıştır.
Bu misaller konumuza yeterlidir.

Şimdi de Arvasî Hoca’nın pek de bilinmeyen ama çarpıcı bir yanına gelelim. O konu da “Türk’ten ayrı” bir “Kürt milletinin” olmadığı konusudur. Dediklerini bir araya toplar isek “Dağda medeniyetten uzak yerlerde yaşayan” ve aslında “Türkmen” olan kişilere “Kürt” denilmiştir. Bunları okurken bir anda şaşırmış olabiliriz. Şimdi de kaynakları ile beraber bu konuyu inceleyip, irdeleyelim.

Şöyle ki;
“Kesin olarak bilinmelidir ki, Doğu ve Güneydoğu Anadolu insanı, ekseriyetle ‘Kürt’ tabirinden hoşlanmamaktadır. Doğu’da yaşayan halkımız, çok büyük bir ekseriyet ile bu kelime ve ithama muhatap olmaktan mustariptir. Öte yandan, ‘Kürtçe’ konuşsun veya konuşmasın, bazıları ‘Ben Kürt’üm’ diyorsa, bunu, Türk’ten ayrı bir kavim şuuru ile değil, ‘Ben doğuluyum’ manasında ve masumca kullanmaktadır. Bunları tanımak kolaydır. Bunlar vatan ve milletin bütünlüğüne bağlı, gönlünde Ay-Yıldızlı Al Bayrağı taşımaktan gurur duyan, Türk tarihine, Türk-İslâm kültür ve medeniyetine bağlı kimselerdir.” (43)
Burada şunu sormak gerekir; Hangi Kürt kardeşimiz Kürt tabirinden hoşlanmamaktadır? Türk nasıl bir millet adı ise Kürt de aynı şekilde bir milletin adıdır. Ve insanların kendi milletinden hoşlanmam durumu da yoktur. Allah öyle yaratmıştır ve bu ızdırari kaderdir. Aynı cinsiyet, aile ve doğduğumuz bölgeyi seçemiyor isek, ırkımızı ve milliyetimizi de biz seçemiyoruz. Kürt kelimesini Doğulu anlamında değil, bir ırk ve millet olarak kullanıldığı herkesin malumu olan bir meseledir.

“Şark’ta, Türk’ten ayrı bir ‘Kürt Milleti’ ihdas etmek isteyen çevreler, daha çok Malazgirt Zaferi’nden önceki müphem tarih sahasında eşinmek istemektedirler. (…) …bu bölgemizde ne ‘Kürdistan’ diye bir coğrafya parçası ne de ‘Kürdistan Devleti’ diye bir devlet vardır.” (44)
Buraya göre ‘Kürt Milleti’ diye bir millet yokmuş da ‘ihdas etmeye’ yani sonradan oluşturmaya çalışan ‘çevreler’ varmış. Ve aslında Kürt denilen halk da ‘Türk’ten ayrı’ bir millet değilmiş. İşte bu tabirler “müsbet milliyetçilik” manası içine dahil edilemez ve te’vil götürmez sehiv görüşlerdir. ‘Kürdistan’ diye bir devletin varlığını yani bu isim ile tarihen gösterilemeyeceği hakikati vardır. Lakin bölgeye Osmanlı zamanında da ‘Kürdistan’ denilmiştir. Ve hatta Cumhuriyet’in ilk yıllarında dahi bu isimle yad olunmuşlardır. Aynen Karadeniz için ‘Lazistan’ denildiği gibi, Doğu Anadolu bölgesinde de Kürt halkının çoğunlukta yaşaması nedeniyle bölgesel isim olarak ‘Kürdistan’ diye isimlendirilmiştir.

“ ‘Kürtleri Menşei’ etrafında çeşitli tezler savunulmuştur. Bunların bir kısmı, Kürtleri ‘Ari ırk’ının bir kolu bazıları da ‘Turani’ olduğunu söylemişlerdir. Fakat, ele geçen müşahhas deliller, esas Kürtlerin Turani olduklarını apaçık ortaya koyacak niteliktedirler. Artık herkes teslim etmektedir ki, ‘Kürt’ sözü ilk defa gerçek manasında Orta Asya’da bulunan Elegeş’te dikili Orhun Yazıtları’nda geçmektedir. ‘Kürt İlhanı Alp Urungu’nun Mezar Taşı’ Göktürk yazısı ile kaleme alınmıştır. Kürtleri, Gutti ve Karduk gibi eski kavimlere bağlamak iddiaları, mesnetsiz birer yakıştırmadan ibaret kalmaktadır.” (45)
Burada da bir görüşü almıştır. Kendi kanaati ve düşüncesi deriz. Ama Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin konuyla ilgili görüşü bizim için esastır. Ve O da şöyledir;
“Ermeniler’in maksadı Kürdleri aldatmaktan başka bir şey olamaz. Çünkü ileride Kürdlerin kemiyyeten hal-i ekseriyette bulunduklarını inkâr edemeseler bile, keyfiyyeten, yani ilmen, irfanen kendilerinden dûn oldukları bahanesiyle, Kürdleri bir millet-i tabi’a haline getirecekleri muhakkaktır. Buna ise, aklı başında olan hiçbir Kürd taraftar değillerdir. Zaten Kürdler bu beyannameye yalnız sözle değil, bilfiil muhalif olduklarını isbat ediyorlar. Kürdlük davası pek mânâsız bir iddiadır.. Çünkü herşeyden evvel Müslümandırlar.. Hem de salabet-i diniyeyi taassub derecesine isal eden hakiki müslümanlardan.. Binaenaleyh, Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi, onları bir dakika bile işgal etmez.
اَ ْلاِسْلَامُ جَبَّ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ
İslâm, uhuvvet-i İslâmiyeye münafi olan kavmiyyet davasını men’ eder.
Esasen bu, tarihe ait bir şeydir.. Kürdlerin asıl ve nesepleri ne olursa olsun, İslâmdan iftiraka vicdan-ı millîleri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürdlerin Arap kavm-i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu hakâik-i tarihiyedendir.” (46)
Buranın baş kısmında Ermenilerin maksadlarının Kürdleri kandırmak olduğundan bahsediliyor. O dönemlerde de bir iddia ortaya atarlar ve “Kürdler ile Ermenilerin aynı ırktan olduğu” söylenir. Buna cevaben de Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle der; “Kürdlük davası pek mânâsız bir iddiadır.. Çünkü herşeyden evvel Müslümandırlar.. Hem de salabet-i diniyeyi taassub derecesine isal eden hakiki müslümanlardan.. Binaenaleyh, Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi, onları bir dakika bile işgal etmez.” İşte hakiki İslâmiyet milliyetine mensup olmak budur. Ve o dönemde gösterilebilecek en münasip tavır da budur.
Daha sonra da “İslâm, cahiliyet asabiyetini ortadan kaldırmıştır.” (47) mealindeki
اَ ْلاِسْلَامُ جَبَّ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ
Hadîs-i Şerîfi hatırlatır Üstad Bediüzzaman. Ve ardından şöyle der; “İslâm, uhuvvet-i İslâmiyeye münafi olan kavmiyyet davasını men’ eder.”
Bunun ardından da “Esasen bu, tarihe ait bir şeydir.. Kürdlerin asıl ve nesepleri ne olursa olsun, İslâmdan iftiraka vicdan-ı millîleri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürdlerin Arap kavm-i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu hakâik-i tarihiyedendir.” demektedir. Yani Kürdler başka bir ırk ile alakadar ise onların İslam’dan ayrılmasına sebeb olacak değildir. Son cümlede ise “Kürdlerin Arap kavm-i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu hakâik-i tarihiyedendir.” diye de ekler Bediüzzaman Hazretleri.
Bu ifadelere bir dipnot olarak Abdülkadir Badıllı Ağabey şunu düşmüştür;

{(*) Kürdlerin, Yemenli Arap kabilelerinden “Kahtan” kabilesinin bir kolundan olduğu, Arap nesebcilerinin icmâ’ı olduğunu; büyük âlim Hama’lı merhum Said Havva “el-Esasü fis-Sünnet” kitabı cilt: 3, sh: 1239’da kaydetmiştir. -Naşir-} (48)
Bu ifadeler ile birlikte düşününce gayet makul ve müdellel olmuş oluyor.

Diğer yerler ile devam edelim.
“…çeşitli açılardan ‘Kürtlerin Türklüğü’ ortaya konmaktadır.” (49)
“Kürtleri Türk olduğu iddiası” üzerinde diğer mülahazaları için kitaplarında çeşitli yerler mevcuttur. (50)

En başta verdiğimiz örneklerde “müsbet milliyetçilik” yapan Seyyid Ahmed Arvasî; bu tavrı ile “Kürt” milliyetini inkar etmiş bulunmaktadır. En son alıntılarımızdan da anlaşılacağı üzere “yekdiğerinize karşı inkar edesiniz diye değil” mealindeki ayetin kapsamına girmektedir. Doğru yönleri olduğu gibi yanlışları da vardır. Bütün yönleriyle ele alıp, delilleri ile sunmaktan başka bir amacımız yoktur.

Türk-İslâm Ülküsü serisinde geçen şu ifadeler ise dikkat çekicidir;
“Türk çocuklarını, birbirleriyle evlenmeye ‘özendirici’ tedbirler alınmalı. Türk içtimai ırkı, ‘kan ve soy birliği’ şuuru ile güçlendirilmelidir.” (51)
Bu yer ise ayetin mealinde geçen “yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir” şeklindeki yerdeki “yabani bak”maya sebep olmaya açık bir ifade kullanılmıştır. Türklerin kendi içlerinde evlendirilmesini özendirmek manasını bunu göz önüne alarak kullanmamış olsa da, maalesef okuyan insanlarda bu intibaları uyandırmaktadır.

Bir diğer ifadesine geçelim;
“Türk-İslâm Ülkücüleri için İslâmiyet, Allah’ın dini; kurtarıcımız ve Kainatın Efendisi Allah’ın Resulü; şanlı Türk Milleti Allah’ın ‘İslâm’a hizmetle şereflendirdiği millet’, Türk Ordusu ‘Allah’ın Ordusu’, Türk bayrağı mukaddes ay ve yıldızı ile yüce İslâm’ın ve al rengi ile Allah için can veren şühedanın kanlarının ifadesidir.” (52)
Burada Türk milletini İslâm’a hizmeti ile şereflendiğinden bahsettiği gibi, İslâmi endeksli bir milliyetçi tutum göstermektedir.

Bir başka sözünde ise şöyle der;
“Tarih diyor ki: Türk milleti yücelmişse, İslâm’da yücelmiş; Türk milleti çökmüşse, İslâm dünyası da perişan olmuştur. Bu sebepten, bütün küfür Türk’e düşmandır.” (53)
Bu sözler Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin “Biz incinir iken, âlem-i İslâm ağlıyor” (54) tabiri ile münasebettardır.

Bir diğer görüşüne yer vermek gerekir ki, o da “Kur’ân’da ismi geçen Zülkarneyn’in Oğuz Han olduğuna” dair kanaatleridir.
“Biz elbette son sözü tarih alimlerimize bırakarak, tıpkı Vanî Mehmed Efendi gibi düşünüyor, onun bundan üç yüz yıl önce ‘Araisü’l-Kur’ân’ adlı kitabının ikinci cilt, 250. yaprağında yazdığı gibi: ‘Türkler, Kur’ân’da bahsi geçen Zülkarneyn’den maksat Oğuz Han olduğunu söylerler ki bu hususta tereddüdü mucip olacak hiçbir nokta yoktur’ diyoruz.” (55)
Bu ifadeler elbette ki kesinlik değil ihtimal ve kanaat belirtmektedir.

Bir diğer sözü ise şudur;
“Türkiye Türk’ündür…” (56)
Bu söz bilindiği üzere milliyetçi kesimin dilinde sloganlaşmış bir ifadedir. Her ne kadar Arvasî Hoca burada “içtimai ırk”ı da kastetse, bu cümle etrafında Türk’ü Kürt, Arap, Laz, Çerkez ve diğer milletler ile bir arada tutamaz.
Bediüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi; “Milliyetimiz de yalnız İslâmiyet’tir. Zîrâ Arab, Türk, Kürd, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatlı revabıt ve milliyetleri, İslâmiyet’ten başka bir şey değildir.” (57)

Ahmed Arvasî, Maide Suresi’nin 54. Ayet-i kerimesi ile ilgili şunları demektedir;
“Müslüman Türk milleti, bu yüce vasıflara sahiptir ve bu ayet-i kerime – Allah doğrusunu bilir – Türk milletini haber vermektedir.” (58)
Üstad Bediüzzaman Hazretleri de Maide Suresi’nin 54. Ayet-i kerimesi için şunları demiştir;
“İşte ey ehl-i Kur’an olan şu vatanın evlatları! Altı yüz sene değil belki Abbasîler zamanından beri bin senedir Kur’an-ı Hakîm’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’an’ı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur’an’a ve İslâmiyet’e kale yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı def’ettiniz, tâ
يَاْتِى اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرٖينَ يُجَاهِدُونَ فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ
âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve Frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!” (59)
Bu konuda da Ahmed Arvasî, Üstad Bediüzzaman Hazretleri ile aynı kanaati paylaşmaktadır.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin mezkur ifadeleri üzerine yaptığımız çalışmaya bakabilirsiniz. (60)

Ahmed Arvasî de aynen Necip Fazıl gibi “kişi kavmini sevmekle suçlanamaz” hadisini kendi milliyetlerini sevmelerine delil getirmektedirler.
Arvasî Hoca şöyle der; “Milliyetçilik, psikolojik olarak ‘mensubiyet duygusu’ temeli üzerine oturur. Bu sebepten olacak, Yüce Peygamberimiz (O’na salat ve selam olsun): ‘kişi kavmini sevmekle suçlanamaz’ diye buyurmuşlardır.” (61)
Bu ifadeler ışığında Seyyid Ahmed Arvasî’nin milliyetçilik anlayışı az da olsa ortaya çıkmış oldu.

Şimdi de Hüseyin Nihal Atsız ile devam edebiliriz. Atsız; Osman Yüksel Serdengeçti, Seyyid Ahmed Arvasî gibi, muhafazakâr-milliyetçi çizgide değildir. Veya Necip Fazıl Kısakürek gibi İslâmî bir çizgide milliyetçiliğe de sahip değildir. Irkçı-Turancı bir çizgiye sahiptir. Şimdi de kitaplarında geçen “menfî milliyetçilik” yani “ırkçılık” ile ilgili sözlerine gelelim.

Şöyle ki;
“Kıralların taçları
Beni bağlar büğü mü?
Orduları açamaz
Gönlümdeki düğümü.
Saraylarda süremem
Dağlarda sürdüğümü.
Bin cihana değişmem
Şu öksüz Türklüğümü…” (62)
Burada geçen son iki satır önemlidir. Irkçı kesimin ağzında slogan olmuştur.

Kendi “ırkçılık” görüşüne ve ülküsüne son derece bağlı olan Atsız, şöyle der;
“Ülkü uğrunda gönüller delidir.
Kişiler ülkü için ölmelidir…” (63)
“Türk ulusunu” yücelten yani “ululayan” sözleri de mevcuttur. Mesela;
“Çıkarıp Ergenekon’dan ulusu
Türk’ü kılsın yine dünya ulusu…” (64)
Bu beyit konumuza ışık tutmaktadır. Bu beyitte; birinci “ulus” tabiri, “millet” anlamında; ikinci mısradaki “ulusu” tabiri ise “ulu/yüce olan” anlamında kullanılmıştır.

“Saf ırk” teorisini kabul eden Atsız, şöyle demektedir;
“Yüzde yüz Türk olduğun gün cihan senindir!..” (65)
Atsız burada muhâli yani imkânsızı talep etmektedir. Çünkü “yüzde yüz Türklük” aklen, mantıken, tarihen imkân dahilinde değildir.

“Kahramanlık” duygusunu da şiirlerinde işleyen Atsız, şöyle demektedir;
“Kahramanlık: Saldırıp bir daha dönmemektir.” (66)

Türklüğü daima öven Atsız, “Türklerin Türküsü” adlı şiirde şunları söyler;
“Dilek yolunda ölmek Türklere olmaz tasa…”
“Türk gücü bir yıldırım, Türk bilgisi bir deniz…”
“Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz…” (67)

Şiirlerinde “kan dökmek”, “savaş”, “hükmetmek” gibi konuları da kesretle yani çoklukla işleyen Atsız, şöyle der;
“Savaş… Bunun tadını ey Türk sen bulamazsın
Ne sevgili yanında, ne baba ocağında…”
“Kan dökmeyi bilenler hükmeder topraklara…” (68)

Kur’ân-ı Kerîm’i, Peygamber-i Zîşan’ı ve Dîn-i Mübîn-i İslâm’ı kabul etmeyen Atsız’a göre bakın “doğru söz” nerede imiş?
“Doğru sözü Kül Tegin kitabesinde ara…” (69)

“Ülkü” ve “bayrak” kelimelerine de şiirlerinde yer veren Atsız, şöyle der;
“Darbeyle gönüllerde yatan ülkü silinmez!
Atsız yere düşmekle bu bayrak yere inmez!” (70)

Buraya kadar şiirlerinden çeşitli alıntılar yaptık. Kahramanlık ve vatan sevgisi gibi müsbet ve İslâm’ın yasaklamadığı, hatta teşvik de ettiği ortak değerleri işlemiştir. Ama aşırı uç bir ırkçı olması ve din muarızı/aleyhtarı olması unutulmamalıdır.

Bir de Atsız’ın İslamiyet ile ilgili görüşlerine bakalım;
“Tanrı insan idrakinin dışındadır. Kur’ân, Muhammed’in talimatıdır.” (71)
Kur’ân-ı Kerîm için “Muhammed’in talimatıdır” demek, İlâhî Vahiy ve Kelamullah/Allah kelâmı olduğunu inkârdır.

“Ey Türk Gençliği, sana soruyorum: Sen Arap Muhammed’in mezarını artık bıraktıktan sonra senin Kâbe’n Çanakkale, Sakarya ve Dumlupınar değil midir?” (72)
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz’i küçük düşürmek adına “Arap Muhammed” diyerek tahkir etmeye çalışıyor. Halbuki Arap, Türk, Kürd veya başka bir milletten olmak kibirlenmek için veya başkalarını yermeye vesile değildir ve olamaz da. Bu sözleri okuyunca insan Risale-i Nur Külliyatı’nda defaatle Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtu Vesselâm” (73) demesinin hikmetini bir kez daha anlıyoruz. Fahr-i Âlem (asm) Arap’tır ve Üstad Bediüzzaman’ın Araplar için kullandığı şu tabirler de dikkat çekicidir; “…ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar! (…) …bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadları, imamları ve mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler.” (74)
Arapları tahkir etmek ile ırkçı kesimin gayesi; başta Resûl-i Kibriya (asm) ve Sahabe-i Güzîn (r.anhüm) olmak üzere ilk İslâm mücahidi olan ulemalarımızı (ra) tahkir etmektir. Arap düşmanlığını da doğrudan İslâm düşmanlığı yapamayanlar gizli bir şekilde bu yola başvurmaktadırlar.

“Bir Sümer masalından çıkan tufan ve Nuh’un gemisi… Hangi Teknik Üniversitesi’nden mezun olduğu belli olmayan, Nuh…” (75)
Burada görüldüğü üzere Hûd Sûresi 25 ve 26. Âyet-i Kerîmelerini ve Kur’ân’da geçen Nuh Tufanı ile Nuh (as) kıssasını inkâr ettiği gibi, istihza/alay şeklinde konuşması da dikkat çekicidir.

“İslâm ırk ve renk tanımazmış. Komünizm de tanımıyor…” (76)
Burada zaten yanlış bilgi veriliyor. İslâmiyet, ırk ve renkleri tanır, kabul eder. Ama ırkçılık ve renkler yüzünden ayrımcılık yapılmasını kabul etmez. Yani İslâmiyet; ırkı değil, ırkçılığı reddeder.

“İslâmiyet, Türkler sayesinde yaşadı ve yükseldi. İslâmiyet Türkleri değil, Türkler İslâmiyeti yüceltti. Biz İslâm olmadan önce de büyüktük.” (77)
Burada da görüldüğü üzere ırkçılık damarı her şeyin önüne geçmiştir. Bu sözün yanlışlığını izah etmeye gerek yoktur. Söylenmesi gereken şudur; “Türkler, bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.” (78) Türkler, İslâmiyet’in bin yıldır bayraktarıdır. Böyle olduğu halde ırkçılık nazar ile bakanlar, işi farklı bir renge büründürmüşlerdir.

“…insanların 6000 yıl önce yaratılan muhayyel bir Adem’le, hayalî bir Havva’dan türemedikleri ispat olunmakta…” (79)
Hz. Adem’i (as) inkâr görülüyor. Bir peygameberi inkâr etmek tüm peygamberleri inkâr gibidir, tıpkı bir âyeti inkâr tüm âyetleri inkâr olduğu gibi.

“İslâm düşüncesinde sömürgecilik vardır.” (80)
İftira atmaktan da geri durmamıştır. İslâm düşmanlığı, onu bu hale büründürmüştür.

“Yahudi krallarını peygamber diye Türk milletine telkin ederek millî mefâhiri unutturmak sûretiyle İsrailiyâtı hayat ve ahlâk sistem, diye öne sürmek millî bir cinayettir.” (81)
Burada da Hz. Dâvûd (as) ve Hz. Süleyman (as) başta olmak üzere İsrailoğulları’na gelen peygamberleri “Yahudi kralları” diye söyleyerek, nübüvvetlerini/peygamberliklerini inkâr etmektedir. Başka bir millete ve topluluğa gelen peygamberler konusunda bile nasıl bir ırkçı tutumda olduğu görülüyor.

“Muhammed’in de peygamber olmadan önce Kureyş putlarına kurban kestiği…” (82)
Burada da azîm/çok büyük bir iftira atılmıştır. Siyer ve tarih ispat eder ki, böyle bir şey vukû bulmamıştır.
İslâmiyet’e saldırmak için İslâm’ı yine Arap milleti ile özdeşleştirip hücûm etme yolunu seçmiştir.

“Müslümanlık, sosyoloji bakımından Arapların millet haline gelme savaşıdır.” (83)
Ve şu sözleri kin ve garazını ortaya dökmektedir:

“İslâm Birliği ve kardeşliği kuruntudur.” (84)
Halbuki Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır: “İnneme’l-mu’minûne ihvetun” (85) yani “Mü’minler ancak kardeştirler” (86) buyurulmaktadır. Ve bir diğer âyette ise Cenâb-ı Hak; “Va’tesimû bihablillâhi cemî’an” (87) yani meâlen; “O hâlde hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın” (88) buyuruyor. Bu âyetlere benzer birçok âyet-i kerîmeler mevcuttur ve mezkûr yani zikredilen söz ile hepsi inkâr edilmektedir.

“Küçük bir kızı sevmek günahsa, son peygamber, Aişe’yi neden sevdi de aldı?” (89) diyecek kadar müfterî olmakta ve kinini dışa yansıtmaktadır. Hz. Aişe (r.anha) validemizin yaşı rüşt ve bulûğa erdikten sonra tezzevvüc ettiği/evlendiği tarihen sabittir.

“…koskoca Türk tarihinde bula bula sapık düşünceli, hasta ruhlu Yunus Emre’yi mi buldular?” (90)
İslâmî bir şahsiyet olan Yunus Emre için bu tabirleri kullanmasının hiçbir mantığı ve te’vîli yoktur.
Son olarak da Hüseyin Nihal Atsız’ı oğlu Yağmur Atsız’dan dinleyelim;

“Atsız, Müslüman olarak tanımlanamazdı. (…) …lâ-dinî olarak tavsîf etmek yerinde olur… ateist de değildi.” (91)
Konuyu toparlayacak olursak; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş…” (92) demesinin hakikatini H.Nihal Atsız’ın yazılarında daha aşikâr görmek mümkün. Hatta başka bir cenâhtan/yönden bakarsak şu mânâda çıkabilir; “fikr-i milliyet çok ileri gitmiş” ve “ırkçılığa dönüşmüş”.

4 yazardan alıntılar ile milliyetçilik bahsini müşahhas delillerle ele almaya çalıştık. Alanında ilk olmaya namzed bu çalışmanın istifadeye medar olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ederim.
Vesselâm.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1-Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 362
2- Hucurat Suresi, 13. Ayet-i Kerimeye verilen mana; Mektubat, s. 361
3- Ahmed bin Hanbel, 5, 136; Şeybani, Şerh-ü Siyeri’l-Kebîr, 1, 90
4- Müsned, 2, 524; Ebû Dâvûd, Edeb, 120, 5116
5- Ravi: Vasile İbnu’l-Eska, Hadîs No: 4800
6- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası 2, s. 224-225
7- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, Bizim Milliyetçiliğimiz, s. 29
8- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 29
9- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 29
10- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 29
11- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 61
12- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 71
13- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 81
14- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 87
15- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir
16- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 89
17- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, 2. Bölüm, s. 294
18- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, 2. Bölüm, İslâm ve Öbürleri, s. 145
19- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 145
20- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 144
21- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 144-145
22- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 129
23- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 128
24- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 80
25- Seyyid Ahmed Arvasî, Sohbetler, s. 31
26- Seyyid Ahmed Arvasî, Sohbetler, s. 31
27- Seyyid Ahmed Arvasî, Sohbetler, s. 30-31
28- Muhsin Yazıcıoğlu, Yeni Bir Dünya İçin Yeni Bir Türkiye, s. 35
29- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, Murat Aslan’ın Yazısından
30- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, Semih Uşaklıoğlu’nun Yazısından
31- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, Semih Uşaklıoğlu’nun Yazısından
32- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 18
33- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 22
34- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 24
35- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 24
36- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 30
37- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 31
38- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 51; Aynı zamanda bkz. Seyyid Ahmed Arvasî, Şiirlerim, s. 28
39- Seyyid Ahmed Arvasî, Şiirlerim, s. 28
40- Seyyid Ahmed Arvasî, Şiirlerim, s. 43
41- Seyyid Ahmed Arvasî, Şiirlerim, s. 67
42- Seyyid Ahmed Arvasî, Şiirlerim, s. 83
43- Seyyid Ahmed Arvasî, Türkiye’de Şark Meselesi ve Alınacak Tedbirler, s. 51
44- Seyyid Ahmed Arvasî, Türkiye’de Şark Meselesi ve Alınacak Tedbirler, s. 23
45- Seyyid Ahmed Arvasî, Türkiye’de Şark Meselesi ve Alınacak Tedbirler, s. 24
46- Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediiye, s. 548-549
47- Müsned: 4/199, 204-205; Müslim, İmare: 53-54; Ebu Davud, Edeb: 111-112; İbn Mâce, Fiten:7
48- Said Havva, el-Esasü fis-Sünnet, c. 3, s. 1239; Âsâr-ı Bediiye, s. 549’dan naklen
49- Seyyid Ahmed Arvasî, Türkiye’de Şark Meselesi ve Alınacak Tedbirler, s. 25
50- Bkz. Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 233
51- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 119
52- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 195
53- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 195
54- Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat Tüluhat İşârat, s. 38
55- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 281
56- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 285
57- Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediiye, s. 520
58- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 319
59- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 364
60- Bkz. http://www.nurnet.org/dunyanin-her-tarafinda-olan-turkler-ise-muslumandir/
61- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-2, s. 239
62- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 33
63- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 34
64- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 35
65- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 41
66- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 42
67- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 44
68- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 56
69- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 57
70- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 58
71- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
72- Hüseyin Nihal Atsız, Çanakkale Savaşı, Atsız Mecmua, 1932, Sayı: 17
73- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 51, 70, 158, 209, 210; Mektubat, s. 123, 133, 187, 188 ve daha nice yerler
74- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 97; Hutbe-i Şamiye s. 58
75- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
76- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
77- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
78- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, 2, s.225
79- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
80- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
81- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
82- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
83- İslâm Birliği Kuruntusu, Ötüken, 17 Nisan 1964, Sayı: 4
84- İslâm Birliği Kuruntusu, Ötüken, 17 Nisan 1964, Sayı: 4
85- Kur’ân-ı Kerîm, Hucûrat Sûresi, 10. Âyet-i Kerîme
86- Kur’ân-ı Kerîm, Hayrat Neşriyat Meâli, Hucûrat Sûresi, 10. Âyet-i Kerîme
87- Kur’ân-ı Kerîm, Âl-i İmran Sûresi, 103. Âyet-i Kerîme Meâli
88- Kur’ân-ı Kerîm, Hayrat Neşriyat Meâli, Âl-i İmran Sûresi, 103. Âyet-i Kerîme Meâli
89- Hüseyin Nihal Atsız, Ruh Adam Romanı’ndan
90- Milleti Ruhlandırmak, Ötüken, 1971, Sayı: 10
91- Yağmur Atsız, Atsız’a Dâir
92- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 362

Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak

“Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak.” cümlesindeki “Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak”tan maksat nedir? Detaylıca izah eder misiniz?

“Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak.” (1) cümlesini önce lügavî olarak ele alalım. Şöyle ki;
“Hem Türk unsurunda…”
Türk kelimesinin lügattaki tanımı şu şekildedir;

«Anavatanı Orta Asya olan, Türkçe’nin değişik lehçeleri ile konuşan millet ve bu millete mensup olan kişilere denir. Türkler, Asya’nın en büyük ve en meşhur milletidir. İki şubeye ayrılırlar: Türkistan’ın doğusunda kalanları “Uygur”, batısında kalanları “Türk” ve “Türkmen” adlarıyla anılmışlardır. Orta Asya’da iken Şamanizm, Tengricilik ve Gök Tanrı inançlarına bağlı idiler. Hicretten 350 yıl sonra Tağ Han neslinden olduğu rivâyet edilen Türkmen Hükümdarlarından, Karahanlı Hakanı Salur veya Saltuk Han; İslâm dinini kabul ederek Kara Han ve Abdülkerim ismini almıştır. Halkının çoğunun da Müslüman olmasını sağlamıştır. Bu şekilde Orta Asya’daki ilk Türk-İslâm Devleti, Karahanlı Devleti olmuştur. Abdülkerim Saltuk Buğra Han, daha sonra da devletin resmi dinini İslâm yapmıştır. Bu dönemde ilk Türk-İslâm eserleri olan geçiş dönemi eserleri verilmiştir. O devirde hilafet merkezleri olan Bağdat’a gidip gelmekle askerî cesaret ve kahramanlıkları ile Abbasî halifelerinin gözdesi olmuşlardır. Askerlik hizmetlerinde istihdam olunmuşlardır. Daha sonraları diğer devlet kademelerinde de görev almışlardır. Kumandanlık ve emirlik seviyesine kadar çıkmışlardır. Bu sebeple İslâm beldelerinde büyük bir şöhret ve nüfuza sahip olmuşlardır. Oradan Anadolu’ya ve Avrupa’ya yayılarak bir çok devlet kurmuşlardır. İslâmiyet’i dünyanın bir çok yerine ulaştırmışlardır. Tarihte 16 büyük devlet kurmuşlardır. Bediüzzaman’ın tâbiriyle “İslâmiyet’in Sancaktarı” olmuşlardır.» (2)

Türklerin masadaki olduğu Âyet-i Kerîme, Hadîs-i Şerîfler ve Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin Türkler ile ilgili tahlilleri için bakabilirsiniz.

http://www.nurnet.org/dunyanin-her-tarafinda-olan-turkler-ise-muslumandir/

“Unsur” kelimesi ise “ırk ve milliyet” anlamında kullanılmıştır.
“…ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde…”
“Ebedî” kelimesi, malum “Sonsuza ve ebediyete ait” (3) demektir. Yani “Daimî olan”. (4)
Ebed kelimesi de “Sonu olmamak” (5) demektir.
Istılahî olarak da; “Ebed, parçalara ayrılmayan zaman diliminden ibarettir. ‘Şu zamanda bu olay oldu’ denir. Fakat ‘Şu ebedde şu olay oldu’ denmez. Bu kelime gelecek vakit için kullanılır. Zıddı olan ezel ise geçmiş zaman için kullanılır.
Ebed, geleceğe nispetle sonsuz olarak takdir olunan zamanlarda varlığın devam etmesine denir.” (6)
Ve bir Esma dersi olarak da; “Ezel; Evvel ismine, Ebed; Âhir ismine bakar.” (7)
Ve “Ezel hadsize, Ebed nihayetsize bakar.” (8)

Devamında da “…kabil-i iltiyam olmamak suretinde…” diyor.
Kabil-i iltiyam; “İyileşebilir. Birleşme ve barışmaya meyilli.” (9) demek. Cümlede bunun olumsuzu söyleniyor, “kabil-i iltiyam olmamak suretinde” deniliyor. Yani asla iyileşemez, birleşme ve barışmaya meyli olmamak şeklinde. Ne olacak peki?

“…bir inşikak çıkacak.” Yani “İkiye ayrılma, çatlama, yarılma ve bölünme” (10) olacak.
Yani Türk ırkında, Türk milleti de sonsuza kadar hiçbir zaman birleşemeyecek, kaynaşamayacak, barışmaya meyli bile olmayacak bir şekilde ikiye ayrılma ve bölünme olacak.

Bu cümleyi birçok farklı şekilde izah edebiliriz. Bunlardan dokuz tanesi ise şunlardır;

Birinci ve kuvvetli olanı; Dikkat edilirse bu, şartlara bağlanmış bir durumdur. Böyle bir şartın meydana gelmesinin sonucunda, ortaya çıkacak belirli bir duruma bağlanmış bir sözdür. Yani ırkçılık illeti devam ederse böyle olur, demektedir. Meselâ, 11. Şua olan Meyve Risalesi’nde şöyle denilmektedir; “Eğer beraber olsa miladî bin dokuz yüz yetmiş bir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa elbette tokatları dehşetli olacak.” (11) Bu cümlede de şarta bağlanmıştır. “şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa” diye kayıt düşülmüştür. Yani “şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa”, bunun sonucunda “tokatları dehşetli olacak”tır.
Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, menfî milliyet ve unsuriyet-perverliğe bakışını şu şekilde dile getirmiştir; “eski zamandan beri menfî milliyet ve unsuriyet-perverliğe, Avrupa’nın bir nevi Frenk illeti olduğundan, bir zehr-i kàtil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o Frenk illetini İslâm içine atmış; tâ tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O Frenk illetine karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar.” (12)
Konuyla ilgili benzer ifadeler de 21. Mektûb’da şöyle geçmektedir; “Fakat tarafgirane ve garazkârane, firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfüruşluk, şöhret-perverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telakisi bulunmaz. Hak namına olmadığı için nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir.” (13)

İkinci olanı; Gelecek noktasında keşfen haber veriyor olabilir. Bunun hakikî mahiyetini biz bilemeyiz. Aynen 1971 muhtırasının ve birçok bizce gaybî olan haberlerin gelecekte vaki olduktan sonra insanların anlayabileceği gibi bir durum da söz konusu olabilir. En doğrusunu ancak Allah bilir.

Üçüncü anlamı da şu olabilir; “Türk Milleti dünyanın her tarafında müslüman olduğundan, onların ırkçılıkları İslâmiyet’le mezcolmuş, kâbil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hatta Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar.” (14)
İslâmiyet ile Türklük iç içe geçmiştir. İslâm’dan ayrılan Türklükten de ayrılıyor. “Nerede Türk taifesi varsa Müslüman’dır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.” (15) hakikatince Türklüğün birlik, beraberlik ve parçalanmaması; İslâmiyet’e sımsıkı sarılmalarına bağlıdır.
Bediüzzaman Hazretleri, bu ifadeleriyle Türk milletinde ebedî birleşmemek üzere bir ayrılık olacağını haber veriyor. Böyle bir ayrılık olursa, bir daha kaynaşma ve birleşme olamayacağını da anlamak mümkündür.

Dördüncü anlamı da şu olabilir; Burada Türk milleti içinde çıkacak bir inşikak yani ayrılma ve bölünmeden bahsedilmiştir. Bunu Türk milleti içinde dindar, muhafazakar kesim ile din aleyhtarı olan muarız kesim olarak da anlayabiliriz. Bu şekilde anlamak isabetlidir. Nitekim bunu zaman da tefsir etmiştir. Yani Türk milleti içerisinde, dinsizlik ve dindarlık olmak üzere iki ayrı akım, cereyan çıkacağı haber veriliyor. Bu ortaya çıkan dalların bir daha birleşmeyeceği de anlaşılıyor. Demek kıyamete kadar bu şekliyle devam edecektir. Fakat bazı zamanlar dindarlık tarafı kuvvet bulup, dinsizlik tarafı da zayıflasa; bazen de tersi bir durum olsa da yine bu iki kesim devam edecektir.

Beşinci olarak; Tedavisi mümkün olmayacak bir bölünme olacağı anlaşılıyor. Bu bölünmeye bir çok örnek verilebilir. Meselâ; 1970’li yıllarda sağcı, solcu çatışmaları veya 1980’li yıllardaki farklı siyasî görüşlü kesimler arası vuku bulan haller örnek verilebilir. Birbirine zıt ırkçı temelli akımlara kapılan gençlerin kavgaları da bu minvalde düşünülebilir.

Altıncı olarak; Bu konuya daha kesin ve mukni bir cevap istersek, Macarlar ve Bulgarlar verilebilir. Bu iki millet, Türk asıllı oldukları halde, İslâm’a gitmediklerinden dolayı Türklükten de çıkmışlardır. Bu iki milletin tekrar eski durumlarına kavuşmaları imkansız görünüyor.

Yedinci olarak; Yine Osmanlı ile birlikte yaşayan kavimler, birer birer Osmanlı’dan koptular ve bir daha eski konumlarına da geri dönemediler. İşte Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu durumun bir daha tekrar etmemesi gerektiğini ifade etmektedir. Zira bu ayrılıkların ve bölünmelerin sebebi; aramıza atılan tefrika-ayrılık tohumlarıdır. Ve bunlar bir oyuna gelinerek ortaya çıkmıştır.

Sekizinci olarak; Net olarak anlaşılan şu ki; Türkler içinde iyileşmesi mümkün olmayan bir inşikak, bölünme olacak. Ve bugün böyle bir bölünme olması için yapılan planlar bilinmektedir. Bu bahsi geçen bölünme; toprak veya vatan bölünmesi değildir. Türk unsuru görüşlerine olan bir bölünmedir.
Meselâ; Ülkemizde vuku bulan terör olayları 30 yılı aşkındır vardır. Bu olaylarda on binlerce sivil insanın zarar görmesi, askerlerimizin şehîd olması ve bir kısmının da gazi olması, birçok insanımızın da memleketlerinden ayrılmasına neden oldu.
Bu terör olaylarının dehşetli sonuçlarıyla birlikte “Türk unsuru”nun parçalanacağını keşfeden Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, “Kitleler mabeynindeki râbıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise şe’ni, müthiş tesâdümdür.” (16) demiştir.
Ayrıca Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, “Evet tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbü ister. Ve vahdet-i itikad dahi vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.” (17) demektedir. İman birliği olması, kalplerin de bir olmasına vesile olur.
“Türk unsuru” arasındaki tedbire yönelik fikri bölünme ve ülkenin inşikakı yani ayrılması fikrine karşı ancak Asrın Müceddidi Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin ürettiği Kur’ânî ve Nebevî reçete olan Risale-i Nur eserlerinin eczaları ile tedavi edilebilir. “Millet, irşad ve tenvir edilmelidir!” (18)

Dokuzuncu olarak; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, “Türk unsuru” içinde ortaya çıkacak bir “inşikak”tan bahseder. Konu ile bağlantılı bir hadîs-i şerîflerinde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’in bahsettiği “yetmiş üç fırka”dan bahseden hadîs-i şerîf akla geliyor. (19)
“İkiye bölünme” ile ilgili şu şekil bir söz vardır; “Ümmet ikiye bölünecektir. Bir kısmı nifaksız (yani iki yüzlülük yapmadan) iman edenlerdir. Bir kısmı da imansız nifak (iki yüzlü münafıklık) yapanlardır.”

Yani “Türk unsuru” içerisinde çıkacak olan “inşikak” bunlar olabilir. Hattâ hepsi de olabilir. Çünkü Kur’ân Tefsîri’nden binler mânâ çıkarılabilir. Ve el-hak hepsinin de hakikat payı vardır.

Vesselâm.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 498
2- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Türk Maddesi, s. 1048
3- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Ebedî Maddesi, s. 222
4- Mehmed Feyzi Pamukçu, Asa-yı Musa Mecmuasındaki Arabî Kelimelerin Kısaca Tercümelerine Dair Bir Lügatçe, Ebedî Maddesi
5- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Ebed Maddesi, s. 221-222
6- Muhlis Körpe, Risale-i Nur Istılahları, s. 43
7- Enfus Lügatı, Ebed Maddesi, s. 54
8- Enfus Lügatı, Ebed Maddesi, s. 54
9- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Kabil-i İltiyam Maddesi, s. 536
10- Bkz. Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, İnşikak Maddesi, s. 497
11- Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 270
12- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 71
13- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 300
14- Risale-i Nur Hakkında Verilen Bir Konferans, s. 169
15- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 364
16- Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, s. 124
17- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 295
18- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 148
19- Tirmizî, İman, 18; İbn-i Mace, Fiten, 17

Irklar Ötesi Dava, Ruhun Irkı Yoktur!!!

Her yatsı namazından sonra okuduğumuz bir aşr-ı şerif var. Bakara suresinin son iki ayeti olan ve Amenerresulü olarak bilinen bu aşr-ı şerifin önemli bir yönü de Mi’raç’dan bize hediye gelmesidir.

Bütün alemlerin Rabbi; o en müstesna, en mükemmel, en ileri kulunu, bütün âlemlerde gezdirdikten sonra, insanlara onunla bazı hediyeler gönderir. İşte bu aşr-ı şerif de o mukaddes hediyelerden. Onu bu nazar ile değerlendirmek, ruha ayrı bir haz, kalbe başka bir inşirah veriyor.

Onu bu nazar ile okumak, ruha ayrı bir haz, kalbe başka bir inşirah veriyor.Hepiniz bilirsiniz. Son kısmı bir dizi dua ile ruhumuza gıda olur, kalbimizi rahatlatır. Duygularımızı ulvî gayelere yöneltir.

Ben son âyet üzerinde biraz durmak isterim.

Ente mevlâna,” (Sahibimiz Sensin) diye başlar ve “Kâfirler kavmine (güruhuna) karşı bize nusret ihsan eyle, bizi galip kıl” diye son bulur.

Her mü’min bu âyeti okudukça; hem sahipsiz, mâliksiz, başıboş olmadığını bir kez daha hatırlar; hem de düşmanlarına karşı kalbinde zafer iştiyakı yeniden yanır.

Burada bütün kâfirler için kullanılan bir tâbir var, bizim için çok, ama çok Önemli: kavim. Biz bu tâbiri ırk mânâsında kullanıyor ve ırkçılığa “kavmiyetçilik” diyoruz.

Ama görüyoruz ki, âyette şu veya bu ırk ayırdedilmeksizin bütün kâfirler bir kavim olarak tavsif ediliyor.

Bizde şu veya bu ırka mensup mü’minler olarak bu duayı birlikte okuyoruz

Müslüman bir İngiliz, hidayete ermiş bir Fransız, aynen bir Arap ile, bir Türk ile, bir Kürt ile, bir Endonezyalı ile ağız birliği etmişçesine aynı duayı okuyorlar.

Biz bir milletiz, kâfirler de ayrı bir millet. Biz bir kavimiz, inanmayanlar da ayrı kavim. Biz bir cepheyiz, onlar da ayrı bir cephe.

Biz imana hizmet ediyoruz, onlar küfre. Biz insanları hidayete davet ediyoruz, onlar dalâlete. Biz Allah’ın kullarını Ona ibadet etmeye çağırıyoruz, onlar ise isyana, fıska. Biz, ahlâktan yanayız, onlar ahlâksızlıktan. Biz namus mefhumunun her âilede hâkim olmasını istiyoruz, onlar hayvanlar gibi karışık bir hayattan yanalar.Ve Allah hepimizin Hâlıkı hepimizin Mâliki. Biz O Rabbimize “Mevlâmız!” diye hitap ediyor ve bu mücadelede rahmetiyle bize sahip çıkmasını diliyoruz.

Bizi muvaffakı kıl, bize nusret ver. Galibiyet bizim için olsun,” diye O Hâlıkımıza, O Mâlikimize, O Rabbimize niyaz ediyoruz.

Bu niyazı, bu duayı bize O öğretti: hem de Mi’raç’tan bir hediye olarak.

Bu âyeti her gün tekrar ede ede, kavim denilince aklımızda hemen “mü’minler” ve “kâfirler” olmak üzere iki ordu canlanır. Böylece ırkçılık yapmaktan her gün men edilmiş, bu büyük fitneye karşı uyarılmış oluruz.

Mü’min Arap, inanmayan Araba karşı; mü’min Türk inanmayan Türke karşı; mü’min Alman, inanmayan Almana karşı aynı duayı okuyor ve Allah’ın nusretini, yardımını diliyor.

Bu ruhun hâkim olduğu kalbe, artık ırkçılık nasıl yol bulup girebilir?

Bu kalp ancak Allah sevgisiyle doludur. Ve takva ile çarpar durur.

Üstünlüğün Ölçüsü

Irkçılığı men eden ve insanların aynı asıldan geldiğini ders veren âyet-i kerimede “Muhakkak ki, Allah indinde en kerim olanınız, takvada en ileri olanınızdır” buyuruluyor.

Demek ki, Allah’tan korkma mefhumu içinde, ırkçılıktan sakınma da dahil.

Allah indinde en makbul olanlar, şu veya bu ırka mensup olanlar değil, hangi ırktan olursa olsun takvada en ileri gidenlerdir.

Takva, Allah’tan korkmak, Onun yasaklarından şiddetle kaçmmak, hassasiyetle uzak durmak mânasına geliyor, ama takva sahiplerinin sıfatlarıyla ilgili âyetlere baktığımızda; takvanın, İslâmı bütünüyle yaşamanın âdeta simgesi, alâmeti olduğunu görürüz.

Al-i İmrân Sûresinde; Rabbimiz bizi, mağfiretine, Cennetine çağırıyor; çağırmaktan da öte; “Koşunuz” diyor. Ve âyetin sonu; bu Cennetin muttakîler için hazırlandığını beyan ile geliyor. Dolayısıyla âyet, Müslümanları takvada yarışmaya davet etmiş olmuyor mu? Takva sahipleri için hazırlanmış Cennete girmek üzere.

Ayetin devamında; takva sahiplerinin sıfatları şöyle sıralanır:

Onlar darda ve genişlikte infâk ederler.

(Nafaka verirler, muhtaçların yardımına koşarlar.)

Kızdıkları zaman, gayzlarını, öfkelerini yutarlar.

İnsanlardan gelen kötülüklere karşı affedici olurlar.

Sonraki âyette de, bu sıfatlar sayılmaya devam edilir.

Onlar bir kötülük yaptıklarında, yahut nefislerine zulmettiklerinde, hemen Allah’ı hatırlarlar da günahları için istifar ederler.

Yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.”

İşte Allah’ın sevdiği kullar bu sıfatları taşıyanlardır. Hangi milletten, hangi tabakadan, hangi makamda ve hangi gelir seviyesinde olursa olsun.

Allah’ın kulu olmanın şuuruna eren ve bunun zevkini tadan her mü’min de Allah’m sevdiklerini sevmekle mükellef değil mi? Allah bu kullarını severken, bir mü’min nasıl olur da, bu sıfatlardan uzak bir ırkdaşını sevebilir?

Fatiha’yı hemen takip eden sûrede de “Kur’ân-ı Kerim’in muttakiler için bir hidayet olduğu“nun beyan edilmesi ve takvaya dikkat çekilmesi ne kadar mânidardır! Bu sûrede muttakinin sıfatları: “gayba iman etmek,” “namaz kılmak,” “Allah’ın ihsan ettiklerinden infâk etmek,” “Kur’ân’a ve daha önce inen kitaplara iman etmek,” “Ahirete şüphesiz inanmak” şeklinde sıralanır.

Bu sûrede de, ırktan, kabileden, âmirden, memurdan, köleden, efendiden söz edilmez.

Bu âyetler sadece iki misâl. Bu nazarla baktığımızda Kur’ân’ın bütün âyetlerinin ırk ayrımını reddettiğini açık açık görürüz.

Bütün emirler ya topyekün insanlara, yahut mü’minleredir.

Hidayete çağıran âyetlerde hitap bütün insanlığa yapılır. Ne ırk, ne kabile ne makam, ne rütbe gözetilme? Bir Arabın hidayete ermesi, bir İngilizin hidayete gelmesinden daha önemli değildir.

İbadete, itaate dair emirlerde ise hitap mü’minleredir. Bu hususta mü’minleri arasında hiçbir ayırım yapılmaz: “Allah’a ibadet edin,” “Ona secde edin,” “Zekâtlarınızı verin,” gibi emirler ve “Faiz yemeyin,” “Zinaya yaklaşmayın,” “Gıybet etmeyin,” gibi nehiyler mü’minlerin tamamınadır. Bu emirlere uymanın ve bu yasakların kaçınmanın fazileti bütün kavimdan için aynı.

Bir de azap âyetleri var-geçmiş kavimlerin başma gelen azaplarla ilgili ikaz âyetleri. Bu âyetlerde; kavimlerin işledikleri cürümlere, isyanlara, tekziplere azgınlıklara ve peygamberlerine karşı yaptıkları eza ve cefalara dikkat çekilir. Azap bu cürümleri için gelmiştir. Yoksa şu veya bu kavimden oldukları için değil.

Onlar, peygamberlerini dinlememenin, onları rencide etmenin cezasını çektiler.

Bu âyetler bizim için büyük bir tehdit. Zira, bizim Peygamberimiz (a.s.m.) âlem-i bekaya teşrif etti, ama her an ümmetiyle alâkadar.

Her isyanımız onun ulvî ruhunu incitiyor. Onun mümtaz kalbine dokunuyor.

Bunları niçin yazıyorum? Irkçılığı reddeden âyet-i kerimenin bulunduğu sûrenin hemen tamamı bu mânâ ile alâkadar da onun için.

“Sizi kabile kabile yarattım,” âyet-i kerimesi “Hucûrât Sûresinde.” Bu sûrenin başında Ashab-ı Kiram, seslerini, Resîılullahın (a.s.m.) sesinden daha fazla yükseltmemeleri hususunda ikaz olunurlar.

O Rahmeten li’l-Alemini incitmekten sakındırmak üzere.

Daha sonra, sûreye ismini veren olay anlatılır. Bir grup bedevinin Resûlullah Efendimizi (a.s.m.) dışarıdan yüksek sesle çağırmaları hâdisesi.

Bu sûre bir bakıma mü’minleri kötülüklerden sakındırmayla dolu. Dolayısıyla da Resûllah Efendimizi (a.s.m.) rahatsız etmeme ihtarlarıyla.

Dokuzuncu âyette, “Mü’minlerden iki topluluk birbirleriyle çarpışacak olurlarsa aralarını düzeltin. Onlardan biri diğerine karşı tecavüzde ısrar ederse, saldıran tarafla, onlar Allah’ın hükmüne dönünceye kadar savaşın” emri verilir ve mü’minler fitne çıkartmaktan şiddetle menedilir.

Bir sonraki âyette, mü’minlerin birbiriyle kardeş oldukları hükmü getirilir ve “Kardeşlerinizin arasını düzeltin” diye emir verilir.

Onu takip eden âyette, mü’minlerin birbirlerini alaya almaları yasaklanır.

Hemen peşindeki âyette, mü’minler diğer mü’min kardeşleri hakkında kötü zan beslemekten ve onların gıybetini yapmaktan sakındırılır.

Ve nihayet bu âyeti takip eden âyet-i kerimede de insanların bir ana ve babadan yaratıldıkları haber verilerek, mü’minler ırkçılıktan menedilir ve “Allah katında en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır” buyurulur.

Bu sûreden tam dersini alan bir mü’min, büyüklerinin yanında sesini yükseltmekten tut, gıybet etmeye, sû-i zan beslemeye ve nihayet ırkçılık gütmeye kadar her kötülükten şiddetle sakınır. Bu hususta Allah’tan korkar. Zaten sûrenin ilk âyeti de “Ey iman edenler! Allah’ın ve Resûlünün önüne geçmeyin, Allah’tan korkun” buyurarak; mü’mini, Kitap ve Sünnete muhalif nefsî ölçüler getirmekten ve o yanlış zanların peşine takılmaktan men etmiyor mu?

Bu İlâhî emri iyi değerlendiren bir mü’min, sûrenin devamında gelen, “Allah katında en şerefliniz, takvaca en üstün olanınızdır” ölçüsüne sımsıkı sarılır ve kavmini ileri sürmekle yeni bir şeref ölçüsü getirmekten şiddetle kaçınır.

İslâmın yasakladığı kötü huylardan bir huy var: ucb. Yani, amele güvenme. İşlediği iyiliklerle, yaptığı güzel amellerle iftihar etme ve kendini Cehennemden uzak zannetme.
Allah korkusuna perde olduğu için bu huy kötü addedilmiş.

Şimdi insafla düşünelim. Kendi irademizle ve Allah’ın emrine uyarak işlediğimiz güzel bir amelle övünmek bizi günaha sokarsa, tamamen irademiz dışında vuku bulan, hiçbir tercih hakkımızın bahis konusu olmadığı ırk mevzuunda, nasıl kendimizi övebilir, kavmiyet ile övünebilir ve yine tamamen kendi iradesi dışında başka bir ırka mensup olmuş kişiyi nasıl aşağılayabiliriz? Onu nasıl kınayabilir ve en kötüsü ona nasıl düşman olabiliriz?

Bunun akılla, ilimle, insafla hiçbir alâkası olmadığını Resûlullah Efendimizin (a.s.m.) ırkçılık hakkındaki şu kelâmı güzelce ortaya koyar: “asabiyyet-i cahiliyye.”

İnsan, ırkından dolayı ne iyi olabilir, ne de kötü. İyinin ve kötünün tarifleri içinde böyle bir unsur yok. Bunu her akıl tasdik ettiği gibi, her vicdan da yakinen bilir. Bir insanın iyiliğinden söz ederken; onun güzel ahlâkını, takvasını, salih amelini, dürüstlüğünü, çalışkanlığını anlatırız. Bunların tamamı onun iradesiyle ilgilidir. Yoksa, falan adam iyidir, çünkü Türktür yahut Kürttür desek, kendimizi maskara ederiz.

Asabiyyet-i cahiliyye. Neresinden bakarsanız bakınız, ırkçılık davası cahiliyyetten başka bir şey değil. 

Ruh Yönünden

Meseleye ruh yönünden nazar etmek gerek. İnsanı yükselten, ona Hak katında değer kazandıran bütün hususiyetler, onun ruhuyla alâkadardır, bedeniyle değil.

Allah katında uzun boylular kısalardan daha şerefli değildir. O mizanda, kilolular zayıflardan daha ağır basmaz. Yine Onun katında siyahlar çirkin de beyazlar güzel değildir. Bunların hepsini yaratan O. İnsan bedenine bu hususiyetleri O yerleştirmiş. Bunlardan dolayı kulunu ne metheder, ne de zemm. Yani kınamaz da, övmez de. O, bizim ne bedenimize, ne malımıza değil, sadece ve sadece kalbimize nazar eder.

Kime inanıyoruz, kimi seviyor, kimden korkuyoruz? Gayemiz, hedefimiz ulvî mi, süflî mi? Günahlara ne derece karşıyız? Sevaplara meylimiz nasıl? Allah’ın dostlarıyla mı dostuz, yoksa düşmanlarıyla mı? Nefse esir mi olmuşuz, yoksa onunla mücadele halinde miyiz? Endişe iklimimizde neler dolaşıyor? Fakirlikten mi korkuyoruz, isyankâr olmaktan, imansız göçmekten mi? İnsan, kâinat ve hayat telâkkilerimiz nasıl? Aklımızdan en fazla neler geçiyor? Hafızamızı nelerle doldurmuşuz? Hayâl âlemimizde neler yazılı? Vehmimiz hangi iklimlerde dolaşıyor? Onun kullarına karşı şefkatli miyiz, zalim mi? Vefa duygumuz ne âlemde? Nîmete şükür etmeyi biliyor muyuz? Nazarımız mahlûkat üzerinde dolaşırken, kalbimize ne gibi mânâlar hâkim oluyor? Hangi sohbetlere can atıyor, hangilerinden kaçıyoruz?

Daha sayılamayacak kadar çok nice manevî icraatlarımız var ki, Allah bize bunlara göre değer veriyor yahut bunlara göre gadap ediyor. Bu saydıklarımızın güzelleri; Kürtte de olsa güzeldir, Lazda da, Çerkezde de. Fenaları da yine her ırkta fenadır, pistir; yüzüne bakılmaz.

Ruhun Irkı

Ruh, beden ülkesinin misafiri. İnsan ana rahminde dört aylık oluncaya kadar bir nevi bitki hayatı yaşıyor. Falan ırktan olan bir babanın sülbünden gelmiş ve yine falan ırktan bir annenin rahminde karar kılmış. Babasmda insan tohumunu halk eden, annesinin rahmini ona karargâh yapan Rabbinin ihsanıyla, o karanlık menzilde büyümesini sürdüyor.

İşte ırk mefhumu, ancak bu menzil için, bu ev için geçerli. Oraya gelen misafir hiçbir ırka mensup değil. Ruhlar âleminden geliyor rahme.

Ruhun ırkı yoktur. Ve insan da kâmil mânâsıyla ruhdan ibarettir. Beden onun elbisesi. İnsan değişik kumaşlardan elbiseler giymekle değişmez.

Geliniz, akılsız çocuklar gibi elbise davâsı gütmekten vazgeçelim.

Geliniz, ruhumuza dönelim. İrfanımızı artıralım. Kalbimizi Mevlâmızın razı olduğu güzel hasletlerle bezeyelim. Onun sevgisini ruh âlemimize sultan yapalım. Diğer bütün sevgiler Ona tâbi olsun. Onun marifetini aklımıza gaye kılalım. Bütün bilgiler Ona hizmet ettikçe güzelleşsin. Kendimize şu veya bu ideolojinin sapık liderlerini değil, Allah Resûlünü rehber edelim. 

Gerçek Rehber

O, Arap milliyeti ile ortaya atılmadı. O, sadece Araplara değil, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Arap âlemi bu âlemlerden ancak birisi olabilirdi.

O tevhid dâvâsıyla ortaya çıktı. Karşısında, her nev’iyle şirk vardı. İnsanları putların köleliğinden, nefsin esaretinden, bâtıl inançların tahakkümünden kurtarıp Allah’a kul etmek, Onun dergâhında boyun büktürmek istiyordu.

Zulmün yerine adaleti ikame edecek, her türlü yanlış telâkkiyi vahiy nuruyla ortadan kaldıracaktı. Kötü ahlâkın her çeşidini, Kur’ân ahlâkıyla değiştirecekti. Onun bu dâvâsı kabileler ötesi, ırklar ötesi, hatta kâinat ötesiydi.

Yaratıcısına inanmayan kul, nasıl üstün olabilir? Öyleyse o, işe imandan başlayacaktı. Nitekim öyle yaptı.

Rabbine isyan eden kul nasıl faziletli olabilirdi? O halde o, insanları ibadet etrafında halelendirecekti. Nitekim öyle yaptı. Ona kendi kavmi karşı çıktı. Kendi akrabaları karşı çıktı. Öz amcası karşı çıktı.

Asr-ı Saadette, Sahabelerin, inanmayan yakınları ile harb etmeleri ne kadar mânidardır! O harplerde kopan her küffar başıyla birlikte hem putperestlik, hem de ırkçılık yere yıkılıyordu. Ashab, hiçbir nesebî karabetleri olmayan mü’min kardeşleriyle omuz omuza veriyor ve kendi babalarını, kardeşlerini öldürüyorlardı.

O dökülen kanla şirk ve ırkçılık birlikte akıp mâziye karışıyordu şeytanın göz yaşlarıyla beraber.

Aradan bin dört yüz sene geçti. Ama şeytan yine aynı şeytandı. Belki de mâziye göre hayli tecrübe kazanmıştı. Bu gün, İslâm âlemini ırkçılığın parçaladığını ve bunun altında, en fazla İngiliz parmağının olduğunu bilmeyenimiz yok, ama ben işi İngilizden de öteye, götürecek ve şeytana bağlayacağım. Ingiliz şeytanın oyuncağı olmuş, ona kapılanlar da İngilizin oyuncağı olmuştu. Ve en büyük düşmanımızın icraatını perdeli olarak yürütmeyi başarmıştı.

Aradan yıllar geçti, şimdi şeytanın vazifesini Almanlar yüklenmeye kalkışıyorlar-Türkiye’yi bölmek hususunda hain emeller beslemek suretiyle. İngilizi, Almanı suclamanın bize bir fayda vereceğini zannetmiyorum. Geliniz, “O (şeytan), sizin apaçık düşmanınızdır” âyetine kulak verilim. Babamızı Cennetten çıkaranın peşine takılıp Cehenneme gitmeyelim.

Kan dâvâsının asıl yeri bence burası.

İmtihan Oluyoruz

Irk meselesi sair birçok hâdise gibi, bir yönüyle de, insanın imtihanına bakıyor. Bu dünya imtihanında sualler çok çeşitli. Fakirin suali başka, zenginin suali başka. Amirinki başka, memurun ki başka.

Her hastalık, her musibet, her fitne, her bâtıl ideoloji, ortalıkta dolaşan her hurafe bir imtihan suali. Bunlardan biri de kavmiyet dâvâsı.

Dünya âhiretin tarlası olduğuna göre, bu dünyadaki her hâdisenin; mutlaka o âleme bakan bir yönü mevcut. İnsan simasına bakalım. Gözümüz, kulağımız, ağzımız ayrı birer cihaz. Hepsi yerli yerine konmuş. Birlik ve beraberlik içinde bize hizmet ediyorlar. Bunun yanında bu organların herbirisiyle de ayrı bir imtihana tâbi tutuluyoruz.

Kabile kabile yaratılmamız da öyle. Kur’ân-ı Kerim’in bildirdiği gibi, bunun hikmeti yardımlaşmak, tanışmak, içtimaî hayatta münasebetlerimizi bilmek. Bir de bu hadisenin imtihan yönü var.

Kim bu farklı yaratılışı Kur’ân’ın öğrettiği mânâda değerlendirecek? Ve kim, ırk üstünlüğü taslayacak, kavmiyetçilik yapacak, Müslümanları parça parça edecek?.

Kur’ân-ı Kerim’de Calut’la harbetmek üzere yola çıkan Talut’un, askerlerine şöyle hitap ettiği nakledilir:

“Allah sizi bir nehirle imtihan edecek. Kim o nehirden içerse benden değildir.”

Biz de nice nehirlerle imtihan olmuyor muyuz? Sefahat bir nehir. Siyaset ayrı bir nehir. Servet başka, makam başka nehirler. Bunların herbirinin sarhoşları var. Ama bunlar içerisinde birisi var ki, bugün için en tehlikelisi: ırkçılık.

Çok insanlar ondan içmekle sarhoş oluyorlar. Ölçüyü kaybediyorlar. Üstünlük telâkkileri değişiyor. Kalbin iki temel gıdası olan “Allah için sevmek” ve “Allah için buğzetmek”ten mahrum kalıyorlar. Kendi ırklarından olanı seviyor, olmayana düşman kesiliyorlar.

Bu büyük bir imtihandır. Bu imtihanı kaybedenler, ilk olarak kibir âfetine ve gıybet belâsına tutulurlar. İş bu noktada kalmaz. Irk taassubu kavgaya dönüştü mü, zâlim olurlar. Bu cürümlerine ceza olarak kendi ırkdaşları olan fâsıkları, hatta kâfirleri methedecek kadar alçalır, ruh ve kalb âlemlerini perişan ederler.

Nur’larda “Bir sinek kanadı, göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez” buyurulur. Irk taassubu da idraklerin özünde bırakılmış kalın ve kaba bir sinek kanadı. Başka ırktan olan müm’inleri, ârifleri, âlimleri velîleri nazardan saklıyor. İslâmî kardeşliğin en büyük hasmı.

Her şey gibi, bu imtihanımız da geçici.

İmtihan süresi dolduktan sonra ırklar toprağa gömülüyor. Ceset dağılıyor. Ne pazıdan, ne bilekten, ne renkten bir eser kalıyor. Bu hâl, imtihan kâğıdının imha edilmesi gibi bir şey. Biz, bu bedendeki misafirliğimiz süresince, ruhumuza neler işliyorsak onlar bâkî kalıyor. Ruhumuz ona göre şu veya bu renge giriyor, şu veya bu makama namzet oluyor.

Mahşere çıkıldığında, her peygamber kendi ümmeti etrafında toplanacak. Orada peygamber sancakları dalgalanacak, saltanat bayrakları değil. Her sancağın altında, bilhassa Resûlullah Efendimizin (a.s.m.) sancağı altında, her milletten, her ırktan, her kabileden fertler bulunacak. Mesele, o günde, o sancağın altında olabilmek.

Bize o günü, o ulvî şerefi kaybettirebilecek her dâvâyı, bugün ayağımızın altına almaya mecburuz.

Dâvâ ona derler ki…

Irkçılık, zaten bir davâ olmaktan çok uzak.

Şu veya bu ırktan olmamız nasıl irademiz dışında ise, ırk değiştirmekten mahrum olduğumuz da bir gerçek. O halde, insan ırk dâvâsı güttüğü ve onun reklâmını yaptığı zaman ne demek istiyor?. Bir adam ortaya atılıp, “Benim gibi boylu var mı?” diye bir dâvâ gütse, maskara olmaz mı? Herkes ona der ki, “Arkadaşım, annenle baban seni çekip uzatarak uzun yapmadılar. Kısa boyluyu da, kimse mengenede sıkıştırmadı. Senin dâvân tamamen yersiz. Ben seni takdir etsem bile senin gibi olmak elimde mi? Öyle ise neyin dâvâsını güdüyorsun?”

Soy dâvâsı gütmek de buna benzemiyor mu? Türk olan, Kürt olan, Arap olan zaten olmuştur. Bundan çıkmaları mümkün değil. Olmayanlar da olmamışlardır. Buna girmeleri mümkün değil.

Dâvâ ona derler ki, insan, onu kabullendiğinde intisap edebilsin. Irkçılıkta bu mümkün mü

Bir zamanlar, birtakım kimseler Türkçülük namına bu milletin İslâm âleminden kopmasına yardım ediyor ve onları bizden ayrımaya çalışan İngiliz ajanlarının işini kolaşlaştırıyorlardı. Bu sırada bu milletin bağrından çıkan büyük Ustad Bediüzzaman’ın şöyle haykırdığını işitiyoruz:
 

“Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyet ile imtizaç etmiş, ondan kabil-i tefrik değil, tefrik etsen mahvsın! Bütün senin mâzideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş; bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desîseleriyle o mefâhiri kalbinden silme!”

O günkü fitnenin bir başkası şimdi sahneleniyor. O halde aynı ikazı Türk yerine Kürt kelimesini koyarak şarktaki din kardeşimize, mâzideki silâh arkadaşlarımıza, Osmanlının önemli bir rüknü olmakla Garbı titreten kahraman vatandaşlarımıza yine Üstadın dilinden okumamız gerekmiyor mu?

Gerekiyor. Hem de mazidekinden kat kat fazla vurgulayarak.

Irkçılık dendi mi hemen akla iki millet gelir: Yahudi ve Alman. Üstün ırk safsatasma kendini en fazla kaptıran Yahudiler, diğer milletleri hayvandan da aşağı görürken, hatta onlara zulmetmeyi, haksızlık etmeyi sevap sayarken, Almanlar da Hitler’in bayraklaştırdığı Alman ırkçılığın sarhoşluğuyla cihana hâkim olma hayâline kapıldılar ve dünyanın huzurunu altüst ettiler. Ne gariptir ki, bugün memleketimizi parçalamaya dönük faaliyetlerin arkasında, bu iki ırkçı milletin desiseleri, entrikaları, propagandaları ilk sıraları alıyor.

Irkçılığın bu iki temsilcisinden daha ön sırada biri var. Bu felsefe, temelde ona dayanıyor: şeytan

Aslıyla övünmeyi, başka asıldan gelenleri hor görmeyi o başlatmıştı.

“Onu topraktan yarattm, beni ise ateşten,” diyerek Hz. Adem’e (a.s.) secde etmemişti. “Ateş topraktan üstün. Öyle ise ben kendimden daha aşağı birine nasıl secde edebilirim,” diyerek isyanını müdaafaya kalkışmıştı.

Şimdi ise, hepsi topraktan yaratılanlar arasında yine aynı şeytan mantığının hüküm sürdüğünü görüyor ve üzülüyoruz. Bu ters mantık, bu yanlış değerlendirme, sahibini ancak şeytanın yanına götürür. Zira, bu düşüncenin mûcidi odur, patenti ona âittir.

Geliniz, ne Yahudiyi dinleyelim, ne İngilizi, ne Fransızı, ne Almanı, ne de Şeytanı.

Kur’ânı dinleyelim, Resûlullahı (a.s.m.) dinleyelim. Ve bu asırda, bu yaramızın büyük çilesini olanca ağırlığıyla çeken Bediüzzaman’ı dinleyelim.
 

Allah Kelâmı’ndan

Hucûrât Sûresinde ezelî hüküm ve İlâhî emir:

“Ancak mü’minler birbirinin kardeşidirler. Öyle ise, kardeşlerinizin aralarını ıslâh edin.”

Allah ne Türkleri, ne Kürtleri, ancak mü’minleri birbiriyle kardeş ediyor. Mü’min olmayan bir insan, mü’min babasına vâris olamıyor. İman gidince, maddî, uzvî ve ırkî bağlılık bir işe yaramıyor.

“Kendi nefsi için istediğini mü’min kardeşi için de istemeyen (kâmil) mü’min olamaz,” buyuran Allah Resûlü (a.s.m.) bu âyetin amel ve his âlemimize nasıl aksedeceği hususunda yol gösteriyor bize.

Mü’minler birbirlerini böylesine sevmeleri gerektiği halde şu veya bu sebeple aralarına kin ve husumet girerse, bu takdirde ne yapılacaktır?.

Ayet-i kerimenin devamı bunu âmir:

“Kardeşlerinizin arasını ıslâh edin.” Onları sulha, sükûna kavuşturun. Düşmanlıklarını dostluğa, muhabbete, uhuvvete çevirin.

Evet Kur’ân’ın hükmüne göre mü’minler kardeş. Hepsi bir tek âile, tek cephe. Onların arasına nifak sokanlar ise bilerek veya bilmeyerek karşı cephe nâmına çalışmış olmuyorlar mı?

Zaten tatbikat da böyle. Aramıza tefrika sokmak isteyenler tarihî hasımlarımız: Haçlı zihniyeti, küfür örgütleri, nifak locaları…

Onlar vazifelerini yapıyorlar tıpkı şeytan gibi. Ateşin vazifesi yakmaktır, ama elimizi korumak da bize düşüyor.

Bugün aramıza sokulmak istenen bu fitneye karşı çıkmak ve mü’minler arasındaki muhabbet bağlarını arttırmak büyük bir cihat. Bizi, düşman kardeşler haline getirmek isteyenlerin heveslerini kursaklarında koymak hepimiz içirı en ileri bir vecibe.

Hûd Sûresinden ulvî bir ders:

Nûh (a.s.), “Ey Rabbim! Şüphesiz, oğlum da benim âilemdendir (Benim ehlimdendir)” diye tufan hâdisesinden onun kurtulmasını istediğinde, İlâhi cevap şöyle gelir: “Ey Nûh, o senin âilenden (ehlinden) değildir” ve Nûh (a.s.) oğlunu gemiye almaktan menedilir. Demek ki; insanın inanmayan, isyan eden oğlu onun ehli sayılmıyor. Öyle ise inanmayan arkadaşı da onun dostu, kardeşi olamaz.

Bu hakikatı hiçbir tevile imkân vermeyecek kadar net biçimde ortaya koyan bir Allah kelâmı:

“Ey iman edenler, babalarınızı ve kardeşlerinizi, eğer küfrü imana tercih etmişlerse, dost edinmeyin! Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar, zâlimlerin tâ kendisidir.” (Tevbe Sûresi, 23.)

“Ancak mü’minler birbirinin kardeşidirler,” âyet-i kerimesinde ders verilen ince ruhun, derin şuurun bir başka ifadesi. İnanmayan babanız sizin dostunuz değil. Ve onları dost edinmek zâlimlik. Onları dost edinen insan, hakikatı çiğnemiş, zulmetmiştir. Allah’ın ona bir ihsanı olan sevgi hissini yanlış yerde kullanmış, zulmetmiştir. Yanlış bir tercihle kendisini Cehennem’e sokmaya sebep olmuş, nefsine zulmetmiştir. Onun sevgi hanesinde küffar, mü’mine ağır basmış ve o adam bu büyük adaletsizliği işlemekle zâlim olmustur.

Mahşer, mutlak aziz olan Allah’ın huzurunda herkesin zilletini ilân ettiği müstesna meydan. Mâlik-i Yevmiddin olan Allah haber veriyor:
 

“O gün ne mal, ne evlât bir fayda vermez. Allah’a kalb-i selim ile gelenler müstesna.” (Şuarâ Sûresi, 88-89.)

Irk yakınlığının en birinci basamağı, en ileri seviyesi evlâtla baba arasındaki münasebet değil midir? Bu âyet, bu yakınlığın o meydanda para etmeyeceğini haber veriyor bize. Artık hangi ırkçılıktan bahsediyoruz. O gün kimsenin ne malına, ne mülküne, ne de kazandığı evlât sayısına bakılmayacak.

O gün tek geçer akçe var: kalb-i selim.

Allah’a teslim olmuş, Onun her emrine râm olmuş, temiz ve hâlis bir kalb. Ondan başkasına bağlanmamış bir gönül. Bu gönül kimde bulunursa bulunsun; Arapta olsun, Acemde olsun makbûldür.

Ve Cennet, kalb-i selim sahiplerinin varacağı mükâfat menzili. Orada her mü’mine, ihlâsına, ameline, ahlâkına, gayretine, himmetine göre makam verilecek. Ondaki bütün tabakalar bu esaslara göre. Orada her ırkın ayrı bir makamı yok.

Irkçılığı men eden âyet-i kerimeyi bir kez daha hatırlayalım:

“Ey insanlar! Muhakkak ki Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve sizi millet millet, kabile kabile yaptık ki, tanışıp kaynaşasınız. Allah katında en şerefliniz Ondan en çok korkanınızdır.” (Hucûrât Sûresi,l3.)

Allah Resûlünden (a.s.m.)

Şimdi de Allah Resûlünü dinleyelim: İns ve cinnin o yegâne rehberi, ırkçılık hakkında, “asabiyyet-i cahiliyye” tabirini kullanmış ve onu İslâm öncesi, Asr-ı Saadet öncesi cehalet devrinden, fetret devrinden kalma çirkin bir dâva olarak görmüş ve göstermiştir. Bu vadide pekçok hadis-i şerifleri mevcut. Bunlardan birisi şöyle:

“Ümmetimin helâk olması üç şeyden ileri gelecektir: Kaderiye (Kişi kendi fiilinin yaratıcısıdır, cümlesinde ifadesini bulan, kaderi inkâr dâvâsı.); unsuriyet dâvâsı (ırkçılık) ve dînî meselelerde gevşeklik etmek.” (Taberanî, Mu’cemü’s-Sağir,158.)

Bir diğer hadîs-i şerif: “Asabiyet dâvâsına kalkışan, onu yaymaya çalışan, bu dâvâ uğrunda mücadele eden kimse bizden değildir.” (Ebu Davud, Edeb,121.)

Efendimizin bir başka hadisleri:

“Kim hevâsına uyarak bâtıl yolda cenk eder, kavmiyetçiliğe çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa, cahiliye ölümü üzere ölür.” (İbni Mâce, Fiten, 7.)

Bu son hâdis-i şerifi iyi değerlendirdiğimizde kavmini sevmekle kavmiyetçilik dâvâsı gütmenin ayrı şeyler olduğunu anlarız. İslâmın yasakladığı, Allah Resûlünün şiddetle men ettiği, “kavmiyetçilik dâvâsında bulunmak,” diğer Müslümanlara hor bakmak, İslâmı bölüp parçalamak ve takvanın dışında bir başka fazilet ve üstünlük ölçüsü getirmekle İslâmın ruhuna ters düşmektir. Yoksa, her insan akrabasını sever, onlara iyilikte bulunur. Yani sıla-i rahim yapar. Bu hususta Allah fermanında nice teşvikler vardır. İnsanın içinde şayadığı milletini sevmesi, onlara acıması, onların hatasını düzeltmeye çalışması ecdadının mâzideki iftihar verici hallerini hatırlayıp onlara lâyık bir evlât olmak için gayret göstermesi, ırkçılıktan tamamen ayrıdır.

İslâm ırkı reddetmez, ırkçılığı men eder.

Buna bir misâl olarak cinsiyeti verebiliriz. Kur’ân-ı Kerim, bizim kabile kabile yaratıldığımızı da haber veriyor, erkekli dişili yaratıldığımızı da.

Biz ne ırkları inkâr ediyoruz, ne de cinsiyeti. Erkeklerin ve kadınların ayrı birer cephe kurarak mücadeleye girmeleri halinde nasıl âile kökünden yıkılırsa, ırk dâvâsı güderek parçalanmak da millet mefhumunu, devlet mefhumunu yaralar ve bizi düşmanlarımız karşısında zayıf düşürmekten başka bir şeye yaramaz.

Allah Resûlünün ırkçılık hakkındaki beyanlarını Vedâ Hutbesi ile noktalayalım.

Resûlullah Efendimiz (a.s.m.), 23 senelik tebliğ ve irşad hayatını tamamlamaya yakın olduğu günlerde son haccını, vedâ haccını yapar ve oradan îrâd ettiği eşsiz hutbesiyle Müslümanlarm dikkatini ana meselelerde bir kez daha yoğunlaştırır. Irkçılık âfetine de bu hutbede dikkat çekilmesi ayrıca bir önem arz eder.

Hutbenin bu bölümünde şöyle buyrulur:

“Ey İnsanlar! Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır.”

Bediüzzaman’dan

Şimde de, Yücelerden Yüce Peygamberimizin (a.s.m.) devrimizdeki büyük vârisini dinleyelim.

Lütuf ve merhamet sahibi Rabbimizin her asra ettiği ayrı ayrı ihsanlardan şu dehşetli asrımıza düşen büyük hisse.

“Âlem-i İslâma indirilen darbelerin en evvel kalbime indirildiğini hissediyorum” diyen, büyük bir iman, gayret ve himmet çağlayanı: Bediüzzaman.

İngiliz meclis-i meb’usanmda, müstemlekât nazırının, elindeki Kur’ân-ı Kerim’i göstererek, “Bu Kur’ân Müslümanlarm elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Bu Kur’ân’ı onların elinden kaldırmalıyız” dediğini haber aldığında, gayreti imaniyesi şiddetle feverana gelen; “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim” diyen eşsiz ve yılmaz mücâhid.

Gençlerin kalbinde imanı, Kur’ân’ı hâkim kılmak için kaleme aldığı risaleler sebebiyle sürgünden sürgüne gönderilen, hapishane hapishane dolaştırılan, böylece çile yönüyle de tam bir Peygamber vârisi olduğunu fiilen isbat eden bir sabır kahramanı.

Bu müstesna zat, Müslümanlara musallat olabilecek her türlü maddî ve manevî hastalıklara karşı reçete yazmakla ömür geçirmiş-imansızlıktan ahlâksızlığa, ihtiyarlıktan hastalığa kadar. Bu hamiyetine, bu himmetine, bu gayretine karşılık kendisine, “Seksen küsûr senelik hayatımda dünya zevki nâmına bir şey bilmiyorum” dedirten en çirkin muamelelere muhatap olmuş. İşte bu İslâm kahramanı, müminlerin arasında kardeşliğin tesisi için harika bir risale kaleme almış: Uhuvvet Risalesi. Ve yine bu uhuvvetin en büyük düşmanı, bu birlik ve beraberliğin öldürücü zehiri olan ırkçılığa, Mektûbat adlı eserinde özel bir “mebhas” ayırmış.

Bu “mebhas’ta, ırkçılık hakkındaki âyet-i kerimeyi harika bir misâlle izah ettikten sonra şöyle buyurur:

“Hey’eti içtimaiyye-i İslâmiyye, büyük bir ordudur. Kabâil ve tavâife inkısam edilmiş. Fakat binbir birler adedince cihet-i vahdetleri var. Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir, bir bir bir… binler kadar bir bir.

İşte bu kadar bir birler, uhuvveti, muhabbeti, vahdeti iktizâ ediyorlar. Demek kabâil ve tavâife inkisam, şu âyetin ilân ettiği gibi teârüf içindir, teâvün içindir; tenâkür için değil, tehasüm için değildir.”

İslâm kardeşliğin mükemmel bir şekilde işlendiği bu mebhas, şu dua ile son bulur:

“Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünki, Cenab-ı Hak bin seneden bire Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tâyin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatını, muvakkat ârızalarla, inşaallah, perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idâme ettirir.”

Üstadın ırkçılık hakkında yazdıkları, bu mebhasa münhasır değil. Birçok lâhika mektuplarında ve mahkeme müdâfaatında bu büyük âfeti yer yer nazara verir.

İşte bunların birisi:

“Câmiü’l-Ezher, Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gbi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise daha büyük bir darü’l-fünûn, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri menfî ırkçılık ifsâd etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile “inneme’l mü’nimûne ihvetün,” Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişâfına mazhar olsun.” (Emirdağ Lâhikası II. s. 195.)

Dinî ilimlerle fennî ilimlerin birlikte okutulacağı bir üniversitenin şarkta açılması için büyük gayret gösteren Üstad, yukarıda bir kısmını naklettiğimiz mektubunun bir yerinde, “Elli beş senedir Risali-i Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım” buyurur.

Yukarıdaki satırlar devrin Reis-i Cumhuruna ve Başvekiline yazdığı bir mektuptan alınmıştır. Mektubun girişi de çok enteresandır:

“Kabir kapısında ve seksen küsür yaşında, bir kaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir bîçare garip ihtiyar der ki….”

O halinde bile vatan ve milletin birlik ve beraberliğini, âlem-i İslâmın ittihadını, kavmiyetçiliğe kapılmamasını dert edinmiş ve devlet erkânını bu vadide ikazdan geri durmamış.

Aynı mektuptan ibretli bir bölüm:

Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” Dedi: “Ben Müslüman bir Türkü fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü, tam imana hizmet ediyorlar.” Bir zaman geçti; (Allah rahmet etsin) o talebem ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksül’amel ile, o da Kürtçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü, sâlih bir Türke tercih ediyorum.” Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.
Bu ifadelerden hepimizin çıkaracağı dersler vardır.

Gerçekten de Türk milletini samimi olarak sevenler, bu milletin İslâma hizmetlerini tam takdir edenlerdir.

Mektupta Türkçülük akımının aksül’amel olarak Kürtçülüğe hizmet ettiğine dikkat çekiyor. Bu noktada çok ihtiyat ve temkin gerek. Biz ecdadımızı kuru bir ırkçılık namına değil, Bediüzzaman’ın tabiriyle, İslâmiyetin bayraktarı olmaları cihetiyle sevebiliriz. Yoksa, dedemizin âlim olması, bizi cehaletten kurtarmadığı gibi, ecdadımızın İslâma yaptığı hizmetler de bizim tembelliğimize gevşekliğimize, gayretsizliğimize kefaret olmaz.

Çare

Bugün şarkta uyandırılmak istenen fitneyi önlemenin tek yolu, Bediüzzaman’a kulak vererek bu milletin fertlerini İslâm kardeşliği ile birbirine rabtetmekten geçer.

“Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı iman ve Kur’ân’dır,” hakikatını bütün ruhlara zerketmekten geçer.

“Şarkı intibaha getirecek din ve kalptir. Akıl ve felsefe değil,” ihbarına hakkıyle kulak vermekten geçer.

“Şarkın fıtratına muvafık bir cereyan veriniz, yoksa sa’yiniz ya hebaen gider veya muvakkat sathî kalır,” emrine râm olmaktan geçer.

“Bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terk edip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir müslim dalâlet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez,” tehdidini, geç kalınmış da olsa, büyük bir hassasiyetle ciddiye almaktan geçer.

“Asabiyyet-i cahiliye, birbirine tesanüd edip yardım eden, gaflet, dalâlet, riya ve zulmetten mürekkep bir macundur,” teşhisini iyi anlayıp, bu zehirli macuna sırt çevirmekten geçer.

Hamiyet-i İslâmiye ise, nur-u imandan in’ikas edip dalgalanan bir ziyâdır ” hakikatına gönül verip bu ziyanın bütün kalplere hâkim olması için sabır ve cehd ile gayret etmekten geçer.

Bu vesileyle, İstiklâl Marşı şairimiz merhum Mehmed Âkif’i de anmadan geçemeyeceğim.

Şu coşkun, coşkun olduğu kadar sitem dolu ve sitem dolu olduğu kadar da ızdırap yüklü ifadeler, o büyük şairimizin ırkçılık âfetinden ne kadar dertli olduğunu en güzel şekilde ifade etmiyor mu?
 

Hani milliyetin İslâm idi, kavmiyet ne?
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine!
Arnavutluk ne demek, var mı şeriatta yeri?
Küfr olur başka değil, kavmini sürmek ileri
Arabın Türke, Lazın Çerkeze yahut Kürde
Acemin Çinliye rüçhanı mı varmış, nerde?
İslâmiyette anasır mı olurmuş, ne gezer?
Fikr-i milliyeti tel’in ediyor Peygamber
En büyük düşmanı: Ruh-u Nebî, tefrikanın
Adı batsın onu İslâma sokan kaltabanın.
Geliniz bu duaya birlikte âmin diyelim.
 

Uhuvvet Risalesi’nden
(Bediüzzaman)

Yazarın, konu içinde kısaca temas ettiği ve Bediüzzaman Hazretlerinin Uhuvvet Risalesi’nden alman bazı bölümleri aynen takdim ediyoruz.

Sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostane bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan arkadaşâne bir alâka telâkki edirsin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla uhuvvetkârâne bir münâsebet hissedersin. Halbuki, imânın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği Esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münâsebetleri var.

Meselâ: Her ikinizin; Hâlikınız bir, mâlikiniz bir, Mâbûdunuz bir, Râzıkınız bir. Bir bir, bine kadar bir bir… Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, Kıbleniz bir. Bir bir, yüze kadar bir bir… Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir. Ona kadar bir bir… Bu kadar bir birler vahdet ve tevhîdi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği; ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları halde; şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren öremcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münâsebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın.

***

Cây-ı teessüf bir hâlet-i içtimâiye ve kalb-i islâmı ağlatacak müthiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî:

“Hâricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dahilî adâvetleri unutmak ve bırakmak,” olan bir maslahat-ı içtimâiyeyi en bedevî kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemâat-ı İslâmiyeye hizmet dâva edenlere ne olmuş ki; birbiri arkasında tehâcüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’i adâvetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazırlıyorlar. Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hiyanettir.

***

Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız! İhtilâfınızdan istifade eden zâlimlere karşı “İnneme’l mü’minûne ihvetün” kal’a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk, ikisini de döğebilir. Bir mîzanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunursa, bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte ey ehl-i îman! İhtiraslarınızdan ve husûmetkârâne tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. (Mektûbat, s. 262.)

Sorularlaİslamiyet

Havz-ı Kevser Olmak

Nefrin, hezârân nefrin, cehlin yüzüne..[1]

Fikr-i milliyet ile, milletin cevfinde havz-ı kevser gibi bir havz-ı marifet ve muhabbet yapınız. Altındaki suyunu çeken delikleri, maarif ile kapatınız. İçine su akıtan yukarıdaki mecraları, fazilet-i İslâmiye ile açınız. Büyük bir çeşme var, şimdiye kadar sû’-i istimal ile şûristana dağılıp bazı seele ve acezeye neşv ü nema verdi. Bu çeşmeye güzel bir mecra yapınız, mesaî-yi şer’iye ile şu havuza dökünüz. Sonra da bostan-ı kemalâtınıza su veriniz. Bu, hiç bitmez ve tükenmez bir menba’dır.[2]

Milliyetçilik fikri iki ağzı olan bir bıçak gibidir. Bu bir menbadan çıkan su 2 ark’a şubeye ayrılmaktadır. Bu arktan gelenlerin birisini menfi birini de müsbet bir cereyan kullanmaktadır.

Menfi olan geniş dairede menfi fikr-i milliyet olan ırkçılıktır. Dar dairede meşrebciliktir.

Bunun üzerinde biraz duracak olursak. Bu menfi olan şeyi devletler milletler mabeyninde meyvesi ırkçılıktır. Çekirdeği ise meşrebciliktir.

Bu meşrebcilik aslen geçiş kısmını da teşkil  edebilir. Mesela hamiyet çekirdek bundan çıkan filiz ve ağaçtan 2 ye inkısam eden dalından birisi menfi milliyet birisi müsbettir. Kök itibariyle aynıdır. Bir hamiyetten yani bir şeyi muhafaza etmekten neş’et eden bir gayrettir.

Müsbet olan kısmı malumdur ki: Din-i Mübin-i İslamı muhafaza etmektir. Buna denecek bir şey yoktur. Lakin bunu yanlış anlayan kimselere çok diyecek şey var.

Bulunulan islami hareketi islamiyetin tek mümessili veya hamisi veya bulunduğu yeri ayn-ı İslamiyet zanneden kimseler başkalarını tekfir, gıybet, zemm, butlan… vs şeyleri söylemektedir.

Asr-ı ahirin müceddidi olan Bediüzzaman Said Nursi kendi telifatı olan Risalelere bile “Dava Değil, Dava İçinde Bürhandır. [3]” yani birisi nurcu olmakla Müslüman olmaz veya nurculuktan çıksa kafir, mürted olur dememiştir. Nurculuk islamiyeti anlama ve yaşama anlayışıdır.

Nurcu olmayan kimseler Müslüman değildir veya dinden çıkar gibi nasezâ sözler doğru değildir. Bunu başka islami anlayışlara da uyarlayalım. Mesela aynı sözleri gelenekten olan Nakşilik veya Kadirilik veya Rufailik.. söylese gene hata ederler.

Bu gelenek anlayışlarından birisi olan Nakşilik içerisinde olan bir grubu – yani meşrebi – dese ki: Nakşiliği sadece biz temsil ediyoruz gerisi dalalet üzerinde gibi bir tabir kullansa yanlış eder.

Bunu tüm mesleklere ve meşreplere tatbik edebiliriz. Mesela Nurcu olmak hasebiyle a meşrebi sadece nurcu biziz gerisi istikametsiz dese.. aynını b,c,d,e meşrebleri dese hamiyet-i milliyeye girilmiş olur.

Ortada bir hamiyet gayret var ama bu hamiyeti mesleğine revaç yerine meşrebine revaca sevk etse hata eder.

Eğer herkes kendi meşrebine revaç verse mesleğine dolaylı olarak asgari revaç vermiş olur.

Okulunda var olan b meşrebli kardeşiyle ittifak ve ittihad etmezse hem meslek kuvvet bulmaz hem de mesleken zararı yanında manen de kendisini yalnız hisseder.

Dese ki en güzel meşreb benimkidir. Bir problem olmaz. Amma tek güzel ve doğru olan meşreb benimki dese orada halt eder. Bunu kavlen sözle söylemese de meslektaşlarıyla bir olmaması fiili ve hal’i olarak bunu söylemektedir.

Bir meslekten veya meşrebden çıkıp ayrılmakla dalalete düşülmez. “Hülâsa; tarîkat, şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarîkattan düşen şeriata düşer, fakat -maazallah- şeriattan düşen ebedî hüsranda kalır.[4]” bu söz tüm meseleyi hülasaten halletmektedir.

Biri dese ki

– Benim abim, hocam, şeyhim, pirim, vakfım.. mehdidir müceddiddir.

Hidayetine vesile kimse o kimse için mehdi ve müceddid vasfına sahiptir.       Lakin asrın müceddidinden ders aldıktan sonra insanlar istediği meslekte ve meşrebde olmasında bir sıkıntı yoktur.

Bu müceddidiyet lafa değil icraata bakar. Yoksa taassubla kuru kuruya o sözleri sarfetmek cahilliktir. Mesela haşirden, nübüvvetten, miracdan, eneden.. ders okuyacak hangi meslekte olursa olsun Risale-i Nurdan bu hakikatleri okuyup anlayıp onunla ders okumalı bulunduğu yerde. Yoksa asrın anlayışına müceddidine tabi olunmazsa eski anlayışlarla izahta bulunursa hata edilir.

Fabrikasyon sisteme geçilmişken kısmi ferdi gayretle bir şey yapılmaya çalışmaya benzemektedir.

Herkes Risale-i Nur Okuyarak bulunduğu yerde müceddidiyet sistemiyle hareket etmelidir. Nitekim zaman ve zemin ortada hadisat şahittir ki Bediüzzaman müceddiddir. Lakin hadiste çalışan, akaidde, hafızlıkta çalışan kimse bu davanın bir ucundan tutup hizmet ettiği kesindir amma müceddide tabi olup aklında ki şühpe ve sualleri izale etmeden ketebe, keteba, ketebu demesi bir işe yaramıyor. Çünkü Arapça bilen gayr-i Müslümler hadsizdir. Demekki nasara, nasaru ile iş bitmiyor. Onlar ilim tahsil etmek içindir.

Ahirzamanda zaman kısıtlı ve değerlidir. Zamanın ihtiyacına göre teknolojiyi Allah ihsan eder. Risale-i Nur da ahirzamanın ihtiyacına cevap veren ve uzun zamanda tahsil edilecek ilimleri sinesine toplamış şefkatli bir anne gibidir. Ahirzamanın evledı bu annenin sinesine sığınıp harici tecavüzattan ve saldırılardan kendisini sakınmak zorundadır. Zor ve meşkuk olan yolu değil neticeye ulaştıran kısa yolu tercih etmek aklın şeni gereğidir.

Tabiri caizse İslamiyet bir havuzdur menbadır. Meslek ve meşrebler ise o menbadan hasıl olan minicik bahçelerdir. Menba olmazsa o bahçecikte olamaz.

Müsbet Fikr-i milliyet olan İslamiyet şemsiyesi altında toplanıp beraber hareket etmekle, milletin manevi hayatındaki boşlukları ve çukurları Rasulü Ekrem’in (A.S.V.) havz-ı kevser gibi tüm ümmet-i Muhammedi kucaklayan bir havz-ı marifet ve muhabbet yapınız. Ta ki Hamiyet-i İslamiye cari olsun.

 

Altındaki suyunu çeken delikleri, maarif ile ilim ve irfanla kapatınız. İçine su akıtan yukarıdaki mecraları, fazilet-i İslâmiye ile açınız. Büyük bir çeşme var ki o çeşme ittihad-ı islamın ruhu olan hamiyettir. Şimdiye kadar sû’-i istimal ile Hamiyet-i milliye olarak menfi ve ifsad namına kullanıldı. Çöl gibi yerlere dağılıp bazı dilenci ve yanlış anlayışlara neşv ü nema verdi filizlendirdi.

 

Bu Hamiyet çeşmesine güzel bir mecra yapınız, mesaî-yi şer’iye ile şu havuza dökünüz. Sonra da bostan-ı kemalâtınıza ilim ve irfan ile ve ittihad ile su veriniz. Bu, hiç bitmez ve tükenmez bir menba’dır.

 

Bizler elimizde mesleğimizde var olan hamiyet-i davamız olan Kur’an ve islam davasına sarfetmeliyiz ki muhabbet-i İslamiye tesis edilsin.

Selam ve Dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

İslam Batıl Olan Hareketi Kaldırır

Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslamlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, ta ki parçalayıp onları yutsunlar.

Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsani var, gafletkarane bir lezzet var, şeametli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara “Fikr-i milliyeti bırakınız” denilmez.

Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır: Bir kısmı menfidir, şeametlidir, zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adavetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhasamet ve keşmekeşe sebeptir. Onun içindir ki, hadis-i şerifte ferman etmiş: El-İslamiyyetü cebbeti’l-asabiyyete’l-cahiliyyete. ‘İslam dini kendinden önceki batıl olan fiil, hareket, adet ve inanışları keser, kaldırır.’ (Buhari, Ahkam: 4)] Ve Kur’an da ferman etmiş: “Kafirler, kalblerine cahiliyet taassubundan ibaret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resulünün ve mü’minlerin üzerine sükunet ve emniyetini indirdi ve onlara takvada ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zaten onlar buna layık ve ehil kimselerdi. Allah ise herşeyi hakkıyla bilir.” (Fetih Suresi, 48:26.)

İşte şu hadis-i şerif, şu ayet-i kerime, kati bir surette menfi bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü müsbet ve mukaddes İslamiyet milliyeti ona ihtiyaç bırakmıyor.
Evet, acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslamiyet yerine o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedi kardeşleri kazandırsın?

Evet, menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları görülmüş. Ezcümle, Emeviler, bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem alem-i İslamı küstürdüler, hem kendileri de çok felaketler çektiler.
Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeametli ebedi adavetlerinden başka, Harb-i Umumideki hadisat-ı müthişe dahi, menfi milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi.

Hem bizde, iptida-yı Hürriyette, Babil Kalesinin harabiyeti zamanında “tebelbül-ü akvam” tabir edilen teşaub-u akvam ve o teşaub sebebiyle dağılmaları gibi, menfi milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pek çok kulüpler namında sebeb-i tefrika-i kulub, muhtelif mülteciler cemiyetleri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar ecnebilerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfi milliyetin zararını gösterdi.

Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebi tahakkümü altında ezilen anasır ve kabail-i İslamiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabani bakmak ve birbirini düşman telakki etmek öyle bir felakettir ki, tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki manen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilayetlerindeki vatandaşlara veya cenup tarafındaki dindaşlara adavet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehalikiyle beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın.

Cenuptan gelen Kur’an nuru var; İslamiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adavet ise, dolayısıyla İslamiyete, Kur’an’a dokunur. İslamiyet ve Kur’an’a karşı adavet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adavettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamakattir!

Bediüzzaman Said Nursi – Risale-i Nur – Mektubat, 26. Mektub, 3. Mebhas

Risale Ajans