Etiket arşivi: miraç kandili

Maveranın Farklı Merdiveni; “Mirac-ı Nebevi”

Miraç, hakkında konuşulması en güç meselelerdendir. Selefin naklettiği sadece olayın tanrısal ve nebevi akışının hikayesidir. Dellalı Saltanatı İlahi Cenabı Nebi’nın Miraç denen fantastik macerasının durakları anlatılır, Kudus’e gidiş, sonra semaya uruc, sahibi Kainat ile mülakat-ı fevkal beşeri ve idraki aciz eden kudsi kavsin iki ucu gibi telakki ediş, ve kamer vari menzilden menzile bir seyyahatı acibe görülenler, seyredilenler ve eve dönüş. Giderken vakayı acibe ile neler görecek neler, gelirken neler gördü neler tavsifine muhatap olacak bir sahibi şan-ı azim, cenabı ulül azm Hazreti Seyyid ül enam, kafasında muğlak kalan esrar-ı kainatı taharriye giden çok meraklı bir zat, Burakın sırtında arkadaşı ve mihmandarı Cebrail ile birlikte uçtular uçtular, sağda solda insan gözünün görmediği farklı iklimler, semanın merdivenleri , nebiler, farklı sarayları , farklı tefrişleri , onu bekleyen yüzlerce yılın gözleri mutlu mülakatlar mülakatlar..

Bediüzzaman sözün başında bir ihtar çeker okuyucularına, hani insan birine ihtar verir, hukuki bir terimdir yerine göre, Bediüzzaman birçok bahiste konunun uzmanı kendi olduğundan bahsin önemine dikkat çeker, çekmeyi teklif eder. Esmayı sittede daha birçok bahiste. Orada Mirac’ın neden sonra gerektiğini anlatır, imanın bütün rükünlerini kabulden sonra Miraç gelir, imanın rükünlerini anlayan bir adam miracı kolay kabullenir. Sonra Büyük anlatımın esaslarını öne sürer biri Allah, diğeri peygamber, sonra melaikeler, sonra da semavat, çünkü miraç denen bu büyük tanrısal tiyatronun cereyan ettiği mekanlar ve o mekanların lazımları bunlardır. Miraç bunların arasında cereyan etmiştir. Bir ilah yüzyılların tezgahında hazırladığı bir, büyük peygamberini peygamberlik gereği olarak mülküne çağırır mülkünün dikkat çeken öğeleri, hilkatın ve miraç görütüsünün sahibi muhatabı ve seyircileri ve mekanlar zinciri semavat. Bediüzzaman anlatımda iki muhatap seçmiştir, biri şüphedeki mümin diğeri inanmış ve terketmiş mülhiddir.

Bediüzzaman tek boyutlu bakmaz olaya, bir Allah canibinden bir de peygamber canibinden bakar. Bir peygamber bir seyahata çıkmıştır,o seyahatta umumi bir seyir vardır, çünkü alemin maksadı insanın seyridir, ona iki göz verilmiştir bu alemi bütün acaibi ile seyretmek için büyük temaşagerdir o, seyirci peygamberdir, o hem kendi adına hem de ümmeti adına seyreder. Çünkü gördükleri ile hayretini teskin ettiği gibi ümmetini de tatmin etmelidir ve etmiştir, “ben miraçtan daha güzel bir şey görmedim” der. Bu seyrin cazibesinin fevkaladeliğidir. Bir külli uruç semaya oranın şartlarına göre yükselmektir, mümkün alemin bittiği noktaya sınıra son sınıra Sidret ül Müntehaya, ondan ötesi Rabbi ile iki yayın mülakatı gibi bir karabet noktasına gelir, bütün bu seyahat ve yükselmede gözü ve kulağı sanatkarı Zülcelal’in mülkünün arka planında Allah’ın esması ile inşa ettiği sanatlarını görmüştür işitmiştir.Dünyada esma insanın göz ve kulağına ve idrakine göre çizer, boyar gösterir, ama maveranın böyle bir geometrisi yok orada isimlerin cüzi değil sınırlı değil dar değil külli ihatalı tecellileri var onları görür. O onları görmek için hazırlanmıştır fizyolojisi ve manevi iklimleri ona göre şekillenmiştir. Yoksa ne göz görebilir onları ne de akıl anlayabilir, ne de idrak yanaşabilir. Onlar onun mana ve ruh ikliminin sofrasıdır, ona hastır, kurbu huzur ona hastır, bize kalan ise günah ile yastır.

Bir de sahibi kainat, miracın kurgusu kendine ait büyük organizatör bütün vakaların dramaturgu, zemin denen bu büyük tiyatroda sonsuz canlıları ve olayları bir arada tanrısal bir tiyatro gibi oynatan ve seyreden kendine has seyrini yapan bir büyük Allah .Bir kulunu bir seyahatle huzuruna davet eder, ona bir vazife verecektir, o vazife kainatın mahiyetini değiştirecek bir vazifedir, varlığa bakış açısını başkalaştıracaktır. Davet edip diyor davet eden Cebraili göndererek böyle bir seyahata çağırır, onu Mescid-i Haram’dan bütün peygamberlerin bulunduğu Mescid-i Aksaya gönderip, onlarla görüştürüp, fiilen onların dinlerini temsil ettiğini onlara gösterdikten sonra yanına çağırıp , mülkünün gizli açık her tarafında gezdirir. O seyahatinden sonra bütün kainatı alakadar eden bir emanetle geri dönecektir, kainatın rengini değiştiren bir nur ile beraberdir. Onun öncesi kainat gri, renksiz bir toz bulutu gibi manası muhtevası tayin edilmeyen bir renkte idi, o rengi mananın cuşu huruşa getiren rengi ile boyadı. Hem manası yüzyıllardır anlaşılamayan dünya ve mafihanın bütün kapalı anlamlarını açan bir anahtarla geri dönmüştür, muammayı müşkül küşa açılmıştır, onun eli ile. O emanet, o nur ve o anahtarın cihanı kaplayan , bütün kainatı içine alan , bütün canlıları kapsayan bir muhtevası vardır.

Miracın bir sırrı konuşma zorunluğudur. Öyle ya kainatın bütün sırlarını açacak biri kainatın sahibine gereklidir, insan denen kainatın maksadı olan bir canlı bu kadar büyük yaratılışına mukabil bir görev ile tavzif edilecektir, kainatın manasını değiştiren rengini değiştiren bir renk ile alemin rengini değiştiren bir peygamber, alemi yaratan ve onu kendine mukabil görevlendiren bir ilah ile konuşmalıdır. Bütün kainat onun konuşmasıdır, arıya balı öğreten bu mükalemedir, ağaca elma yapmayı öğreten bu esrarlı konuşmaktır, ya insan ile konuşmasın mı temsili konuşan ve konuştuğunu nakleden bir peygamber için konuşmak herkesten daha gerekli bir konuşmadır. Yoksa kainat denen bu büyük mektebin sahibi en büyük öğretmeni ile konuşmasa nasıl olur. Rububiyet görevini peygamberler kanalı ile yapan bir Rab, bütün kainatı yaratan bir yaratıcı ile o peygamberin konuşmaması imkansızdır.

Nasıl bir ressamın sanatı eserine , boyaları kullanmadaki mehareti resmine yansır o eser onun aynası olursa, bir Selimiye mimar Sinan’nın ruhunun yansıması bir ayna ise , insan da EzelEbed Sultanı olan Ehad ve Samed bir Zatın insanın mahiyetine yansımasıdır. Bir ressam ile eseri arasında bir mülakat vaki olduğu gibi insan da ayine mahiyeti ile kabiliyetine ve mertebelerdeki uçmasına ve yürümesine göre kendine yansıyan esma ve sıfat ile mülakata buluşmaya , sohbete gerek duyar işte miraç ayna ile sanatçı arasındaki mülakatın safahatıdır. Peygamber bütün insanlar adına bu Şemsi Ezelinin aynaya yansımasıdır. Bu sır çok harika bir örnek ile ifade edilmiştir. Ancak ve ancak Bediüzzaman’a hastır.

Miracın hakikatı, sırdan daha zahir bir görüntüdür. Tanıtmak, göstermek varlığın temel yaratılış gayelerinden biridir. Bu kainat bir sanayi-i garibe-i sultaniyenin meşheridir. Öyle ifade eder Bediüzzaman, meşher teşhir etme göstermedir, meşher teşhir edilen mekandır. Kainatın ve dünyanın tefrişi döşemesi bir gösterme mantığı ile yapılmıştır. Allah kendi sanat eserlerini teşhir etmek içingüzel yaratmış ve güzelce herşeyi yerli yerine koymuştur. Bütün sanat eserlerini en iyi anlayan dellal ki peygamberdir, o da ilahının bütün sanat eserlerini , esması ile yaptığı bütün eserlerini görmelidir.

Sanat eserlerini görmediği bir sanatkar-ı Zülcelali nasıl anlatsın, nasıl eserlerine dikkat çeksin. Varlıkların yaratılış safahatı öncesi, ve sonrası, yaratılışın daireleri, varlığın atölyeleri, tasarruf merkezleri, semanın her tabakasında gösterdiği faaliyeti bir özel kuluna gösterilmelidir. İşte bu hakikatın bir yönüdür. Cebrail bir tarif memurudur, Allah büyük kulunu bütün ilahi tecellilere ayine, hem bütün kainat tabakalarını gören, Rububiyetin saltanatının dellalı, Allah’ın rızasının tebliğ edicisi , kainatın sırlarının keşfedicisi yapmak için onu bütün mülkünde dolaştırmalıdır. Çünkü nazırlık, mübelliğlik, dellallık ancak bu görme ve düşünme ile mümkündür. Tebliğ ettiği hakikatların arka planını, görmeden nasıl onları ikna edici bir şekildeinsanlara anlatabilir. Görmediği sırlı iklimleri nasıl insanlara anlatsın. Bütün bunlar gösterme görme ve anlatma ve görevlendirme için gerekli miraç hakikatlarıdır. Bunları yapmayı şöyle harika şekilde anlatır. “Buraka bindirip, berk gibi semavatı seyrettirip, mertebeleri kat ederek, kamervari , kamer gibi menzilden menzile , yani ayın hızında dolaşmak , daireden daireye ilahi terbiyeyi temaşa ettirip, o dairelerin reisiolan peygamberler ile görüşüp, ta Kab-ı kavseyn makamına çıkarmış, kelamına ve rüyetine seyrine mazhar ayine etmiştir.” Kainat bir hükümdarın mülküdür, Peygamber bir kumandandır. Kumandanın kumandanı azamın hükümdarının mülkünü ve hükmettiği varlıkları görmesi gerekir , bir hakikat de budur.

Miracın hikmeti, yukarıdan aşağı bir görevlendirmedir. Peygamber, varlık aynalarındaki güzellikleri sanat güzelliklerini , mahlukatı kendi hedeflerine hazırlayan terbiyedeki harikalığını kendi görmek müşahade etmek ve ve kuluna müşahede ettirmek için Miracı kurgulamıştır. Ama o bir mümtaz ferddir bütün bu faaliyetleri görecek niteliklere sahiptir. Yaptığı işde bütün şuur sahiplerinin adına yapılmıştır.Allah’ın nihayetsiz cemali ve kemali vardır. Cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemalini sever, o kemal ve cemali mahlukatta tecelli etmektedir. Bütün masnuatında sanatlı varlıklarında kemal ve cemalini görür, bu masnuat içinde en sevimli olan insandır, bu en sevimli olan insanın en sevimlisi peygamberdir. Bu kemal ve cemalin odağı peygamberdir, bütün kemal ve cemalleri ve en cami yansıyan varlığı görmek ve göstermek için Miraç da onu yanına çağırmıştır. ”Bir sarayı alemi kendi kemalat ve cemal-i manevisini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celil-i Zülcemal , Cemil-i Zülcelal Sani-i Zülkemal’in hikmeti iktiza ediyor ki şu alem-i arzdaki zişuurlara nisbeten abes ve faidesiz olmamak için o sarayın ayetlerinin manasını birisine bildirsin

Miracın beşyüzden fazla meyvesi vardır. Bediüzzaman yalnız beş tanesini anlatır. İman hakikatlerini gözle görüp, melaikeyi, ahireti , hatta Zatı Zülcelali gözle müşahade etmek bu meyvelerden biridir. Bu bilmek ve görmekler öyle bir hazinedir ki insan için yüzyıllarca bunları bilmeyen insanlar pagan dönemlerde her gördüğü büyüklüğe tapmış şaşırmış kalmışlardır, bunların izahı insanlığı karmakarışıklıktan kurtarmış bir noktayı vahdete yöneltmiş ve rahatlatmış ve kainatı anlamlandırmıştır. Çünkü kainatın en önemli hakikatı onu manalandırmaktır. Manalandırmak yüzünden insanlık çok kötü günler yaşamıştır ve yaşamaktadır.

Kainatın bir bir yaratıcısı olduğu bilinmiştirçok zaman ama insandan ne istediği rızası nasıl elde edileceği, alemin sonunun ne olacağı, büyük temaların ahiret ve ölüm gibi çözümü gerekir bu da miraç ile ortaya çıkmıştır. Bu hayatın sonu ebedi bir saadetin definesidir, o defineyi peygamber görmüş ve anahtarı alıp insanlara getirmiştir, o anahtar dinin bütün zaruriyeti ve emirleridir.Kendini yaratan kainatı insan için donatan zatı görmek insan için gayeyi hayaldir, Miraç ile o Cenabi Nebiye müyesser olmuş, insana da müyesser olacaktır. En önemlisi insanın mahiyeti ve önemi Allah’ın ve emirlerinin muhatabı ve kul olduğu miraç ile anlaşılmıştır.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Bir Seyahatin Ardından (Miraç’ın Getirdikleri)

Zübde-i kâinat, kâinat sahibinin onun adına sözcüsü, gözü, kulağı, yorumcusu, şarihi, tercümanı, seyredeni, muallimi, muarrifi daha çok şey.

BÜTÜN ZAMANLARA HİTAB

Bediüzzaman Miraç isimli eserinde kendine gelinceye kadar kimsenin anlatmadığı bir boyutta yorumlamıştır Miraç olayını. İslam’da kelimeler, kelamlar, ayetler, hadisler kıyamete kadar yeni yorumlara açık bir şekilde bekleyeceklerdir. Onların anlamlarını hiç kimse bitiremez, onlar o kadar geniş bir şekilde söylenmiş ve ifade edilmişlerdir. Bütün zamanların ihtiyaçlarına cevap verecek bir boyutta ve azamette söylenmişlerdir.

EN ÇOK KULLANILAN FİİLLER

Bediüzzaman’ın Miraç risalesinde kullanılan fiiller önemlidir. En çok kullanılan fiiller gezmek, gezdirmek, irae etmek, müşahede ve temaşa fiilleridir. Bunlar Miraç olayının odağında manaların santralinde bulunurlar. Peygamberimizin bu seyahati kısaca şöyle anlatılır:

Bu seyahat-ı cüz’iyede bir seyr-i umumi ve uruc-ı külli var ki, ta Sidretü’l-Müntehaya ta Kab-ı Kavseyn’e kadar meratib-i külliye-i esmaiyede gözüne kulağına tesadüf eden ayat-ı Rabbaniyeyi ve acaib–i sanat–ı İlâhiyeyi işitmiş görmüştür.” (Sözler 760) Peygamber umumi bir seyir için, kendine has bir seyir olmakla birlikte ümmeti için yapılan bir seyir, kısmi ve mevzi bir olayı değil, herkesi ilgilendiren bir seyir. Varlığın ve imkân ülkesinin bittiği noktadan, Allah ile karşılıklı iki yay gibi yakın bir düzeye gelmek şeklinde bir büyük seyahat ve seyir. Oraya gidinceye kadar Allah’ın isimlerinin bütün külli tecellilerini görerek, gözüne, kulağına rastlayan Rabbani delilleri ve Allah’ın sanatının görülmemiş olanlarını işitmiş ve görmüştür.

İnsan dünyada beş duyusu ile varlık ve nesneler arasında bir uyum içinde yaşar. Gördükleri ile gören arasında bir şaşırma olmaz, bulut, yağmur, koyun, sinek, bu nesneler ile insanın onları gören ve değerlendiren zekâsı arasında bir sapma olmaz, nesneler ile beş duyu arasında uyum vardır. Ama bu bizim için tanzim edilen sahnenin dışındaki sahnenin dışı ise bizim beş duyumuza göre düzenlenmemiş, oradaki varlıklar bizim beş duyumuzun voltajını çatlatır, dayanamaz. Bu yüzden Resulullah da Cebrail’i ilk gördüğünde heyecanlanmıştır. Eşine “beni ört” diye olayın ilk intibalarını garipsemiştir. Ama vücudunda ve kalbinde yapılan voltaj yükseltme ameliyelerinden sonra semavattaki acaipleri görmeden yıkıcı anlamda etkilenmemiştir. Hz Musa’nın görüntü akabinde yere düşmesi ile Hz Hamza’nın Cebrail’i görürken düşmesi bu nesne ile duyular arasındaki uyumsuzluktan ileri gelmektedir. Resûlullah, “Ben miraçta gördüğümden daha güzel şeyler görmedim” der.

Şimdi bir vezir, hükümdarının saltanatını bilmeden görmeden onun vezirliğini yapamaz, bu yüzden bu büyük vezir-i azam Allah resulü Allah’ın mülkünü tanımak için onun tarafından bir seyahate çağrılmış ve onun adına ümmeti için Allah’ın mülkünde seyahat etmiş ve daha sonra gördüklerini yeri geldiğinde ümmetine anlatmıştır.

ÂLEMİN TEZGÂH VE MEMBALARI

Miraçta görülen şeyleri anlatırken Bediüzzaman acip ve acaib kelimelerini çok kullanır, gördüğüm kadarı ile anahtar noktalarda beş yerde kullanır. İkinci kullanışında şöyle konuşur Üstad: “Madem Sani-i Zülcelâl mülk ve melekûtundaki ayat-ı acibesini göstermek ve şu âlemin tezgâh ve membalarını temaşa ettirmek ve amal-i beşeriyenin netaic-i uhreviyesini irae etmek istemiş” (777) Bu cümle Miracın özeti gibi.

Allah görünen ve görünmeyen âlemdeki alışılmadık varlık delillerini göstermek ve şu âlemin hazırlandığı tezgâhların bulunduğu âlemleri ve bu âlemin kaynaklarını temaşa ettirmek için ve kullarının amellerinin oraya nasıl yansıdığını göstermek için kuluna bunları göstermek istemiş. Temaşa görmekten farklıdır, derinlikli olarak bakmaktır. Peygamberimiz onları temaşa etmeli ta ki Resulü olduğu Allah’ın mülkünü başkalarına anlatsın. Bir peygamber peygamberi olduğu yüce bir mercinin saltanatını eserleri görmese nasıl peygamber olabilir. Büyüklüğü zihninde oluşacak ki başkalarına da anlatsın. Temaşa, acibe, irae kelimeleri Resûlullahın temaşa, garip şeyleri görmek ve göstermek için çağrıldığını ifade eder.

MAHSULÂTIN MAHZENLERİ

Göstermekle acib kelimesi bir başka cümlede kullanılır. “O acib sanatının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulâtın mahzenlerini göstere göstere ta daire-i hususiyesine kadar getirir. Bütün o kemalatın madeni olan mübarek Zatını ona göstermekle ve huzuruyla O’nu müşerref eder. Kasrın hakaikini ve kemalatını ona bildirir.” (783) Göstere göstere getirmek, hususi dairesine getirmek, Zat’ını ona göstermek, huzuru ile müşerref etmek, kasrın hakaikini yani şu âlemin hakikatlarını ve kemalâtlarını ona bildirmek.- Miracın özeti bir cümle. – Resulünü bütün mülkünde dolaştırır, özel dairesine getirir, âlemin hakikatlerini ona gösterir, sonra gönderir.

Şu kâinatı enva-i acaib ile süslemiştir Allah. Bu görülmedik şeylerin Resulü tarafından görülmesi gerekir. Kâinatı hazine-i gaybiyelerle donatmıştır, O hazineleri Resulün görmesi gerekir. İşte Miraç bu yüzden ona mahsustur.

Mirac’ın meyvelerini anlatırken şöyle der: “İşte Zat-ı Ahmediye öyle bir Zat-ı Zülcelal’in şuunatını ve acaib-i sanatını ve âlem-i bekada hazain-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş.” (796)

MİRAÇ RİSALESİ KEŞFEDİLMEYİ BEKLİYOR

Mirac’ın odağında Allah’ın sanatının en görülmediklerini, şu âlemin tezgâhlarını, makinelerini görmek ve gelerek ümmetine anlatmaktır. Bu yüzden Allah Resulu, “Eğer benim bildiğimi bilseydiniz, çok ağlar az gülerdiniz.” der.

Miraç hadisesinin anlatımında Bediüzzaman temaşa, gezmek, gezdirmek, görmek, irae etmek, müşahede kelimeleri ile seyahatin odak noktalarına vurgu yapar. Beş yüz yıldır Shakespeare’in Hamlet’i yorumlanır, birisi onun için, “Hamlet keşfedilmeyi bekliyor” diyor. Miraç risalesi daha büyük nitelikli bir eser, çok keşfedilmeyi bekliyor, Allah kâşifleri artırsın.

Prof. Dr. Himmet Uç

Miraç (Sene 1954)

Sene 1954…

Miraç Kandili…

İmam efendi, miraçla ilgili olayları anlattı, minberden aşağı indi. O sırada bazı sorular, hem kafama hem de kalbime saplandı: “Peygamberimiz neden göğe çıktı? Nasıl çıktı? Ne yaptı?

Düpedüz, (haşa!) miraç ayetinden, imamın anlattıklarından şüphelenmeye başlamıştım. Aynı imam, daha evvel demişti ki, “Kur’an’ın bir tek harfine inanmayan kafir olur.

Beynim patlıyordu

Ben kafir mi oluyordum? Günlerce şehri dolaştım. Kime sorayım? Kim bana yardım eder? Arapça bilen bir hocaya aynı soruyu sordum. Ağladı… Ben de bekliyorum ki bu kadar duygulandığına göre bana da iyi bir cevap verecek. Mendille gözyaşlarını sildi. Ben hâlâ cevap bekliyorum. Yüzüme baktı, “Allah’ın hikmeti, evladım…” dedi. Büyük bir hırsla dönüp oradan uzaklaştım.

Bir arkadaşıma rastladım. Onunla sohbete başladım. Yahu, dedim, geçenlerde bir hoca miracı anlattı. Anlattığı şeyler kafama yatmadı!

Arkadaş beni evine götürdü. Kapıda bekliyorum; “Sözler” isimli kitabı getirdi; 31. Söz’ü açtı. “İşte, senin sorunun cevabı burada. İstersen içeri gir, okuyayım.” “Kendim okurum” dedim. Kitabı ödünç aldım, gittim eve…

Okudum… Bir şeyler söylüyor amma hiçbir şey anlamadım. Hutbeyi okuyan hocayı buldum, “Hocam, bende bir kitap var. Orada miracı anlatıyor. Okudum bir şey anlamadım. Siz okuyup anlatır mısınız?” Kitabı verdim. “Bir hafta sonra gel, konuşalım” dedi. Ondan sonra o hoca, hutbeleri Risale-i Nur’lardan yapmaya başladı.

Ben Miraç hadisesi üzerinde çok durmuşumdur. Onu anlamaya çalışmak için çok inat etmişimdir. Bunu anlayacağım, derdim. Defter, kalem, lügatler… Günlerce hatta gecelerce çalıştım 31. Söz üzerine…

Bir cümlesi beni irşat etti. O cümle şudur: “Miraç, eşyanın mahiyetinde seyr-i sülûktur.

Bu cümleyi de, bir çizgi film aydınlattı. Filmde bir adam, bir başka adamın damarından içeriye girdi. Başladı dolaşmaya. “Bu, alyuvarlardır, gıdaları taşır. Bu da akyuvarlardır, mikroplarla savaşır. Bunlar sinirler, duyguları nakleder. Bu da kemiktir, iskeleti oluşturur. Bunlar kaslardır, iskeleti hareket ettirir, bu gözdür, bu dildir…” diye çizgi filmdeki adam, vücudun mahiyetinde seyr-i sülûk ediyordu.

Buradan gelelim miraca… Allah, çok sıkıntılar çeken Peygamber’ini, kainatta dolaştırıyor. Gezegenler, denizler, bulutlar, ağaçlar, her şeyin mahiyetini gösteriyor. “Ey Resûlüm, işte ben bu kainata böylesine hakimim. Seni koruyan da benim. İtimat et, güven, tebliğe devam…

Evet, benim anladığım miraç, buydu ve böylece miraç ayetini inkardan kurtulmuştum.

Tabiat Risalesi’ni okudum; tabiatçılıktan kurtuldum. Ayet’ül Kübra’yı okudum, kainatı anladım. Risalet-i Ahmediye’yi okudum, Peygamber’imizi anladım. Risale-i Nur’da, benim her soruma cevap vardı… Hiç şüphe yok ki, bu kitaplar bizim imanımızı kurtardı.

Hekimoğlu İsmail / Zaman Gazetesi