Etiket arşivi: miraç

Mirac Gecesini Nasıl Değerlendirebiliriz?

Bu mübarek gecede olduğu gibi bütün kandil gecelerinde yapılabilecek ve yapılması gereken önemli bir takım afv ü mağfirete nail olma, ecr ü sevap kazanma, manevî terakki kaydetme, bela ve musibetlerden kurtulma ve rıza-i İlâhiye ulaşma vesileleri vardır ki, bunlardan bazılarını maddeler hâlinde kısaca ve toplu olarak yeniden hatırlamakta yarar var:

1. Kur’ân–ı Kerim okunmalı; okuyanlar dinlenmeli; uygun mekânlarda Kur’ân ziyafetleri verilmeli; Kelamullah’a olan sevgi, saygı ve bağlılık duyguları yenilenmeli, kuvvetlendirilmeli.

2. Peygamber Efendimiz (sas)’e salât ü selâmlar getirilmeli; O’nun şefaatini ümit edip, ümmetinden olma şuuru tazelenmeli.

3. Kaza, nafile namazlar kılınmalı; varsa o geceye ait nakledilen namazlar, onlar da ayrıca kılınabilir; kandil gecesi, özü itibariyle ibadet ve ibadette ihsan şuuruyla ihya edilmeli.

4. Tefekkürde bulunulmalı; “Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, Allah’ın benden istekleri nelerdir” gibi konular başta olmak üzere hayatî meselelerde derin düşüncelere girmeli.

5. Geçmişin muhasebe ve murakabesi yapılmalı; ve şimdinin ve geleceğin plân ve programı çizilmeli.

6. Günahlara samimi olarak tevbe ve istiğfar edilmeli; idrak edilen geceyi son fırsat bilerek nedamet ve inabede bulunulmalı.

7. Bol bol zikir, evrad ü ezkarda bulunulmalı.

8. Mü’minlerle helalleşilmeli; onlarla irtibatımız cihetinden rızaları alınmalı.

9. Küs ve dargın olanlar barıştırılmalı; gönüller alınmalı; kederli yüzler güldürülmeli.

10. Kişi kendine ve diğer Mü’min kardeşlerine hattâ isim zikrederek dualar etmeli.

11. Üzerimizde hakları olanlar aranıp sorulmalı; vefa ve kadirşinaslık ahlâkı yerine getirilmeli.

12. Yoksul, kimsesiz, öksüz, yetim, hasta, sakat, yaşlı olanlar ziyaret edilip, sevgi, şefkat, hürmet, hediye ve sadakalarla mutlu edilmeli.

13. O gece ile ilgili âyetler, hadîsler ve bunların yorumları ilgili kitaplardan ferden veya cemaaten okunmalı.

14. Dini toplantılar, paneller ve sohbetler düzenlenmeli; va’z ü nasihat dinlenmeli; şiirler okunmalı; ilâhî ve ezgilerle gönüllerde ayrı bir dalgalanma oluşturmalı.

15. Kandil gecesinin akşam, yatsı ve sabah namazları cemaatle ve camilerde kılınmalı.

16. Sahabe, ulema ve evliya türbeleri ziyaret edilmeli; hoşnutlukları alınmalı; ve manevî iklimlerinde vesilelikleriyle Hakk’a niyazda bulunulmalı.

17. Vefat etmiş yakınlarımızın, dostlarımızın ve büyüklerimizin kabirleri ziyaret edilmeli; iman kardeşliğine ait sadakati yerine getirilmeli.

18. Hayattaki manevî büyüklerimizin, üstadlarımızın, anne ve babamızın, dostlarımızın ve diğer yakınlarımızın kandilleri bizzat giderek veya telefon, faks yahut e-mail çekerek tebrik edilmeli; duaları istenmeli.

19. Bu kandil gecelerinin gündüzlerinde mümkün olduğunca oruç tutulmalı.

(“Mübarek gecelerin ihyası ile ilgili hususi bir ibadet mevcut değildir. Namaz, tilavet–i Kur’ân, dua gibi bütün ibadet çeşitleri ile gece ihya edilebilir… Mübarek gecelerde kılınan bazı hususi namazlar sünnette mevcut değildir; muteber bir rivayete de istinad etmezler. Bu, “O gecelerde namaz kılmak mekruhtur” anlamına gelmez. Teheccüd ve nafile namazları teşvik eden rivayetler çoktur. Bunların mübarek gecelerde yapılması elbette daha faziletlidir.” (Canan, Kütüb–ü Sitte, 3/289). Kandil gecelerine ait olduğu kaydedilen namazları da ayrıca kılmakta ise bir beis yoktur; sevaptan hâli değildir.)

Selam ve dua ile…

Sorularla İslamiyet

Mirac hakikatı

Binler selam ile gelen Leyle-i Mirac’ınızı ve üç gün sonra gelecek olan Şaban-ı Şerifinizi bütün ruh-u cânımızla tebrik ediyoruz.

Ve bu mübarek gecede gece ve ayda yapacağınız hizmetlerin, okumaların, kıraatların indi ilahide kabulünü Cenab-ı Erhamurrahiminden niyaz ediyoruz…

Hakikat-ı Mi’rac nedir?

Elcevab: Zât-ı Ahmediyenin (A.S.M.) meratib-i kemalâtta seyr ü sülûkünden ibarettir. Yani, Cenab-ı Hakk’ın tertib-i mahlukatta tecelli ettirdiği ayrı ayrı isim ve ünvanlarla ve saltanat-ı rububiyetinde teşkil ettiği devair-i tedbir ve icadda ve o dairelerde birer arş-ı rububiyet ve birer merkez-i tasarrufa medar olan bir sema tabakasında gösterdiği âsâr-ı rububiyeti, birer birer o abd-i mahsusa göstermekle, o abdi, hem bütün kemalât-ı insaniyeyi câmi’, hem bütün tecelliyat-ı İlahiyeye mazhar, hem bütün tabakat-ı kâinata nâzır ve saltanat-ı rububiyetin dellâlı ve marziyat-ı İlahiyenin mübelliği ve tılsım-ı kâinatın keşşafı yapmak için; Burak’a bindirip, berk gibi semavatı seyrettirip, kat’-ı meratib ettirerek, kamer-vari menzilden menzile, daireden daireye rububiyet-i İlahiyeyi temaşa ettirip, o dairelerin semavatında makamları bulunan ve ihvanı olan enbiyayı birer birer göstererek, tâ Kab-ı Kavseyn makamına çıkarmış, ehadiyet ile kelâmına ve rü’yetine mazhar kılmıştır. Sözler ( 563 )

Hikmet-i Mi’rac nedir?

Elcevab: Mi’racın hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beşer ulaşamıyor. O kadar derindir ki, ona yetişemiyor. O kadar incedir ve latiftir ki, akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat bazı işaretlerle, hakikatları bilinmezse de vücudları bildirilebilir. Şöyle ki:

Şu kâinatın hâlıkı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve tecelli-i ehadiyetini göstermek için, kesret tabakatının müntehasından tâ mebde’-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir Mi’rac ile bir ferd-i mümtazı, bütün mahlukat hesabına, kendine muhatab ittihaz ederek, bütün zîşuur namına, makasıd-ı İlahiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarı ile, âyine-i mahlukatında cemal-i san’atını, kemal-i rububiyetini müşahede etmek ve ettirmektir.

Hem Sâni’-i Âlem’in, âsârın şehadetiyle nihayetsiz cemal ve kemali vardır. Cemal hem kemal, ikisi de mahbub-u lizâtihîdirler. Yani bizzât sevilirler. Öyle ise, o cemal ve kemal sahibinin cemal ve kemaline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnuatında çok tarzlarda tezahür ediyor. Masnuatını sever, çünki masnuatının içinde cemalini, kemalini görür. Masnuat  içinde en sevimli ve en âlî, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âlî, zîşuurdur. Ve zîşuurun içinde câmiiyet itibariyle en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuatta münteşir ve mütecelli kemalâtın nümunelerini gösteren ferd, en sevimlidir.

İşte Sâni’-i Mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecelli-i muhabbetin bütün enva’ını bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva’-ı cemalini, ehadiyet sırrıyla göstermek için; şecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi, o şecerenin hakaik-i esasiyesini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde’-i evvel olan çekirdekten, tâ münteha olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir Mi’rac ile, o ferdin kâinat namına mahbubiyetini göstermek ve huzuruna celbetmek ve rü’yet-i cemaline müşerref etmek ve ondaki halet-i kudsiyeyi başkasına sirayet ettirmek için kelâmıyla taltif edip, fermanıyla tavzif etmektir.

Şu Mi’rac-ı azîm, niçin Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a mahsustur?

              Evvelâ: Tevrat, İncil, Zebur gibi Kütüb-ü Mukaddeseden, pek çok tahrifata maruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyin-i Cisrî gibi bir muhakkik, nübüvvet-i Ahmediyeye (A.S.M.) dair yüzondört işarî beşaretleri çıkarıp “Risale-i Hamîdiye”de göstermiştir.

Sâniyen: Tarihçe sabit, Şıkk ve Satih gibi meşhur iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediyeden (A.S.M.) biraz evvel, nübüvvetine ve âhirzaman peygamberi o olduğuna beyanatları gibi çok beşaretler, sahih bir surette tarihen nakledilmiştir.

Sâlisen: Veladet-i Ahmediye (A.S.M.) gecesinde Kâ’be’deki sanemlerin sukutuyla, Kisra-yı Faris’in saray-ı meşhuresi olan Eyvan’ı inşikak etmesi gibi, irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe meşhurdur.

Râbian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi ve câmide bir cemaat-ı azîme huzurunda, kuru direğin, minberin naklinden dolayı müfarakat-ı Ahmediyeden (A.S.M.) deve gibi enîn ederek ağlaması; وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ nassı ile, Şakk-ı Kamer gibi, muhakkiklerin tahkikatıyla bine baliğ mu’cizatla serfiraz olduğunu tarih ve siyer gösteriyor.

Hâmisen: Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin şahsında en yüksek derecede; ve bütün muamelâtının şehadetiyle secaya-yı sâmiye, vazifesinde ve tebligatında en âlî bir derecede; ve Din-i İslâmdaki mehasin-i ahlâkın şehadetiyle, şeriatında en âlî hisal-ı hamîde, en mükemmel derecede bulunduğuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüd etmez.

Sâdisen: Onuncu Söz’ün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi: Uluhiyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil, en a’zamî bir derecede Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) dinindeki a’zamî ubudiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Hâlık-ı Âlem’in nihayet kemaldeki cemalini bir vasıta ile göstermek, mukteza-yı hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil; en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedahe o zâttır.

Hem Sâni’-i Âlem’in nihayet cemalde olan kemal-i san’atı üzerine enzar-ı dikkati celb etmek, teşhir etmek istemesine mukabil; en yüksek bir sadâ ile dellâllık eden, yine bilmüşahede o zâttır.

Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatında vahdaniyetini ilân etmek istemesine mukabil, -tevhidin en a’zamî bir derecede- bütün meratib-i tevhidi ilân eden yine bizzarure o zâttır.

Hem Sahib-i Âlem’in nihayet derecede âsârındaki cemalin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zâtîsini ve cemalinin mehasinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde mukteza-yı hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil; en şaşaalı bir surette âyinedarlık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren yine bilbedahe o zâttır.

Hem şu saray-ı âlemin Sâni’i, gayet hârika mu’cizeleri ile ve gayet kıymetdar cevahirler ile dolu hazine-i gaybiyelerini izhar ve teşhir istemesi ve onlarla kemalâtını tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en a’zamî bir surette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici yine bilbedahe o zâttır.

Hem şu kâinatın Sâni’i, şu kâinatı enva’-ı acaib ve zînetlerle süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur mahlukatını seyr ü tenezzüh ve ibret ü tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yı hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin manalarını, kıymetlerini, ehl-i temaşa ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil; en a’zamî bir surette cin ve inse, belki ruhanîlere ve melaikelere de Kur’an-ı Hakîm vasıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedahe o zâttır.

Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîm’i, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksad ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlakını ve mevcudatın “Nereden? Nereye? Ve ne oldukları?” olan şu üç sual-i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vâzıh bir surette ve en a’zamî bir derecede hakaik-i Kur’aniye vasıtasıyla o tılsımı açan ve o muammayı halleden, yine bilbedahe o zâttır.

Hem şu âlemin Sâni’-i Zülcelal’i, bütün güzel masnuatıyla kendini zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli nimetlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure onun mukabilinde zîşuur olanlara marziyatı ve arzu-yu İlahiyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en a’lâ ve ekmel bir surette, Kur’an vasıtasıyla o marziyat ve arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedahe o zâttır.

Hem Rabb-ül Âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidad verdiğinden ve bir ubudiyet-i külliyeye müheyya ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya mübtela olduğundan, bir rehber vasıtasıyla, yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil; en a’zamî bir derecede, en eblağ bir surette, Kur’an vasıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedahe o zâttır.

İşte mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiş vezaifi en a’zamî bir derecede, en ekmel bir surette îfa eden zât; elbette o mi’rac-ı azîm ile Kab-ı Kavseyn’e çıkacak, saadet-i ebediye kapısını çalacak, hazine-i rahmetini açacak, imanın hakaik-i gaybiyesini görecek, yine o olacaktır.

Sâbian: Bilmüşahede şu masnuatta gayet güzel tahsinat, nihayet derecede süslü tezyinat vardır. Ve bilbedahe şöyle tahsinat ve tezyinat, onların Sâni’inde gayet şiddetli bir irade-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve irade-i tahsin ve tezyin ise, bizzarure o Sâni’de san’atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsî bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuat içinde en câmi’ ve letaif-i san’atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri “Mâşâallah” deyip istihsan eden, bilbedahe o san’atperver ve san’atını çok seven Sâni’in nazarında en ziyade mahbub, o olacaktır.

İşte masnuatı yaldızlayan mezaya ve mehasine ve mevcudatı ışıklandıran letaif ve kemalâta karşı: “Sübhanallah, Mâşâallah, Allahü Ekber” diyerek semavatı çınlattıran ve Kur’anın nağamatıyla kâinatı velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhir ile, zikir ve tevhid ile, berr ve bahri cezbeye getiren yine bilmüşahede o zâttır.

İşte böyle bir zât ki: اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca bütün ümmetin işlediği hasenatın bir misli, onun kefe-i mizanında bulunan ve umum ümmetinin salavatı, onun manevî kemalâtına imdad veren ve risaletinde gördüğü vezaifin netaicini ve manevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlahiyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zât, elbette  Mi’rac merdiveniyle Cennet’e, Sidret-ül Münteha’ya, Arş’a ve Kab-ı Kavseyn’e kadar gitmek, ayn-ı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir

Mi’racın semeratı ve faydası nedir?

Elcevab: Şu şecere-i tûbâ-i maneviye olan Mi’racın beşyüzden fazla meyvelerinden nümune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz.

Birinci Meyve: Erkân-ı imaniyenin hakaikını göz ile görüp, melaikeyi, Cennet’i, âhireti, hattâ Zât-ı Zülcelal’i göz ile müşahede etmek; kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur, ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki: Şu kâinatı, perişan ve fâni ve karmakarışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile, o kâinatı kudsî mektubat-ı Samedaniye, güzel âyine-i cemal-i Zât-ı Ehadiye vaziyeti olan hakikatını göstermiş. Kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş. Hem o nur ve o meyve ile beşeri müşevveş, perişan, âciz, fakir, hacatı hadsiz, a’dası nihayetsiz ve fâni, bekasız bir vaziyet-i dalaletkâraneden o insanı o nur, o meyve-i kudsiye ile ahsen-i takvimde bir mu’cize-i kudret-i Samedaniyesi ve mektubat-ı Samedaniyenin bir nüsha-i câmiası ve Sultan-ı Ezel ve Ebed’in bir muhatabı, bir abd-i hassı, kemalâtının istihsancısı, halili ve cemalinin hayretkârı, habibi ve Cennet-i bâkiyesine namzed bir misafir-i azizi suret-i hakikîsinde göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürur, hadsiz bir şevk vermiştir.

İkinci Meyve: Sâni’-i Mevcudat ve Sahib-i Kâinat ve Rabb-ül Âlemîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebed’in marziyat-ı Rabbaniyesi olan İslâmiyet’in -başta namaz olarak- esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki; o marziyatı anlamak, o kadar merak-aver ve saadet-averdir ki, tarif edilmez. Çünki herkes, büyükçe bir veliyy-i nimet, yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamağa ne kadar arzukeş ve anlasa ne kadar memnun olur. Temenni eder ki: “Keşki bir vasıta-i muhabere olsa idi doğrudan doğruya o zât ile konuşsa idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse idim.” der. Acaba bütün mevcudat kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcudattaki cemal ve kemalât, onun cemal ve kemaline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına mazhar olan beşer, ne derece onun marziyatını ve arzularını anlamak hususunda hâhişger ve merak-aver olması lâzım olduğunu anlarsın.

İşte Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) yetmiş bin perde arkasında o Sultan-ı Ezel ve Ebed’in marziyatını doğrudan doğruya Mi’rac semeresi olarak hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.

Evet beşer, Kamer’deki hali anlamak için ne kadar merak eder ki: Biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki Kamer, öyle bir Mâlik-ül Mülk’ün memleketinde geziyor ki: Kamer, bir sinek gibi Küre-i Arz’ın etrafında pervaz eder. Küre-i Arz, pervane gibi Şems’in etrafında uçar. Şems, binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki; o Mâlik-ül Mülk-ü Zülcelal’in bir misafirhanesinde mumdarlık eder. İşte Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) öyle bir Zât-ı Zülcelal’in şuunatını ve acaib-i san’atını ve âlem-i bekada hazain-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte beşer, bu zâtı kemal-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilaf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.

Üçüncü Meyve: Saadet-i ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş; cin ve inse hediye etmiştir. Evet Mi’rac vasıtasıyla ve kendi gözüyle Cennet’i görmüş ve Rahman-ı Zülcemal’in rahmetinin bâki cilvelerini müşahede etmiş ve saadet-i ebediyeyi kat’iyyen hakkalyakîn anlamış, saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki: Bîçare cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zeval ve firak içindeki mevcudatı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrat ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşanede oldukları hengâmda; şöyle bir müjde, ne kadar kıymetdar olduğu ve i’dam-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fâni cin ve insin kulağında öyle bir müjde, ne kadar saadet-aver olduğu tarif edilmez. Bir adama, i’dam edileceği anda, onun afvıyla kurb-u şahanede bir saray verilse, ne kadar sürura sebebdir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.

        Dördüncü Meyve: Rü’yet-i cemalullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki, o meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas edebilirsin. Yani: Her kalb sahibi bir insan; zîcemal, zîkemal, zîihsan bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemal ve kemal ve ihsanın derecatına nisbeten tezayüd eder, perestiş derecesine gelir, canını feda eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar. Halbuki bütün mevcudattaki cemal ve kemal ve ihsan, onun cemal ve kemal ve ihsanına nisbeten; küçük birkaç lemaatın, güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü’yete ve nihayetsiz bir iştiyaka elyak bir Zât-ı Zülcelali Velkemal’in saadet-i ebediyede rü’yetine muvaffak olması, ne kadar saadet-aver ve medar-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.

         Beşinci Meyve: İnsan kâinatın kıymetdar bir meyvesi ve Sâni’-i Kâinat’ın nazdar sevgilisi olduğu, Mi’rac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahluk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı, o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki: Kâinatın bütün mevcudatı üstünde bir makam-ı fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mes’udiyetkârane veriyor ki, tasvir edilmez. Çünki âdi bir nefere denilse: “Sen müşir oldun.” Ne kadar memnun olur. Halbuki fâni, âciz bir hayvan-ı nâtık, zeval ve firak sillesini daima yiyen bîçare insana, birden ebedî, bâki bir Cennet’te, Rahîm ve Kerim bir Rahman’ın rahmetinde ve hayal sür’atinde, ruhun vüs’atinde, aklın cevelanında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelana muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rü’yet-i cemaline de muvaffak olursun denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddî bir sevinç ve süruru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin.

Kur’an nasıl miraç olur?

Göreceksin ki, hilkatte cârî olan kavanîn-i amîka-i dakika—ki hurdebîn-i akılla görülmez—hakaik-i şeriat ne derecede mürâat ve muarefet ve münasebette bulunmuşlardır ki, o kavanin-i hilkatin muvazenesini muhafaza etmiştir.

Bu yazı evvelkilerden medet aldığı için önce belki onlar okunmalı. En azından bir öncekisi. Okuyanlar anımsayacaklar: Ene Risalesi’nin ahirine bağlanmış ve bu Risale’nin ahirindeki üç yoldan hareketle mirac hâdisesi ve bütünün dengesi ilgisini konuşmuştuk. Bu yazımda da, eğer becerebilirsem, mezkûr eserde Bediüzzaman’ın, Kur’an ayetlerinin cilvelerine dair yaptığı ‘asansör’ benzetmesinin hikmetini anlamaya/anlatmaya çalışacağım. Bu yazı birşeylerin kesinlikle öyle olduğu iddiasına sahip olmayacak. ‘Acaba’ dedirtmek amaçlı yazılacak. Hadi başlayalım!

Mesnevî-i Nuriye’de rastladığımdan beri kafamı meşgul eden bir kısımdır şurası: Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde kesret fikrini dağıtır. Evham seni havalandırır, enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalb eder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur.

Bu metin yıllarca aydınlatamadığım kara bir nokta gibi kaldı zihnimde. Şöyle sorardım kendime: “Eğer afakî tefekkürü icmalî yapıyor olsaydık hep bu kadar bilim-fen nasıl ortaya çıkardı? Detaya çok fazla inilmeden yapılacak tefekkürlerle eşyanın inceliklerine dair keşifler yapılması mümkün olur muydu?” Öyle ya! Bu metnin ilk izahını şöyle işitmiştim: “Dışındaki âlemi tefekkür ederken özet geçeceksin. Çok ayrıntıya girmeyeceksin. Ayrıntıya girersen kafan/kalbin karışır.”

Yıllar sonra, Zerre Risalesi’ne dair okumaların yapıldığı bir mecliste, bu sorunumu arkadaşlarıma açtım: “Eğer Bediüzzaman ‘âfâkî tefekkürde icmalî gitmek’ ifadesiyle ‘fazla detaya inmemeyi’ kastediyorsa bu Zerre Risalesi de neyin nesidir? Eşyanın en küçük parçasına kadar inmiş bir tefekkür ‘özet geçme’ ile uyuşabilir mi?” O zaman cevap bulamadık. Ancak bu ızdırari “Böyle olamaz!” çıkışı bir süre sonra mürşidimin başka metinlerindeki vurgularını görmemi sağladı. Mesela: Yine Mesnevî-i Nuriye’deki bir ‘icmal’ bahsinde şunları söylüyordu mürşidim:

Kur’ân bütün zamanları tenvir ve bütün insanları irşad eden bir kitaptır. Bu itibarla, irşadın belâgatı icabınca, ekseriyeti, nazarlarında bedihî olan meselelere karşı mükâbereye, mugalâtaya ika ve icbar etmemek lâzımdır. Ve onlarca mahsus, meşhud, mâruf olan birşeyi lüzumsuz yerde tağyir etmemek lâzımdır. Ve keza, vazife-i asliyece ekseriyete lâzım olmayan şeyin ihmal veya icmâli lâzımdır. Mesele, şemsin zâtından, mâhiyetinden bahsetmek değildir. Ancak, âlemi tenvir etmekle hilkatin nizam merkezi ve âleme mihver olması gibi harika şeyleri ihtiva eden vazifesinden bahsetmekle, Hâlıkın azamet-i kudretini efkâr-ı âmmeye ibraz etmektir.

Aynı meseleyi Sözler’de genişçe izah ederken mürşidim, sanki kalbimin müşkülünü işitmiş gibi, şüphemi dillendiriyordu: “Eğer desen: ‘Acaba neden Kur’ân-ı Hakîm, felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor? Bazı mesâili mücmel bırakır; bazısını, nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı tâciz edip yormayacak bir suret-i basitâne-i zahirânede söylüyor.'”

Ve yine 5. Şua’nın bir köşesinde nazar-ı nübüvvetin neye ehemmiyet verdiğini şöyle hatırlatıyordu: “Hakaik-i imaniyeye girmeyen cüz’î hâdisât-ı istikbaliye nazar-ı nübüvvette ehemmiyetsizdir.

Bu kısımları okuyunca ‘icmalî yapmak’ meselesine daha farklı bakmaya başladım. Bence icmalî yapmak ‘detayları özet geçmek’ veya ‘fazla derine inmemek’ değildi. O aslında: ‘Bütünün amacını unutturmamaktı.’

Parça-bütün ilişkisine dair yazdıklarımı okuyanlar hatırlayacaklar. Bediüzzaman’ın “Hayır küllî, şer cüzîdir…”  dediği yerden beridir, ben, bütünün hayra/hakikate daha yakın olduğunu düşünüyorum. Hatta ‘hakikat’ dediğimiz bilginin de, bazılarının sandığı gibi, ancak elitlerimize/üstünlerimize açık bir bilgi değil, umumun görmesine ve anlamasına müsait bir bilgi olduğuna dair kanaatim var.

Bediüzzaman’ın ‘hakikat mesleği’ ile ilgili hassasiyetlerini belirttiği metinlerine dikkat edenler görecekler: Oralarda hep ‘üretilen bilginin umuma gösterilemeyişi’ gerekçe olarak anılıyor. Hatta bazı yerlerde mürşidim diyor: “(…) ben görüyorum, fakat herkese ve umuma gösteremiyorum…” Veya diyor: “Seninle mahz-ı hakikat dersini müzakereye alışmışız. Hayalâtlara karşı kapısı açık olan rüyaları tahkikî bir surette mevzuubahis etmek, tahkik mesleğine tam uygun gelmediğinden…

İşte buralardan da hareketle diyorum ki: Felsefenin (veya oğlu bilimin), Ene Risalesi’nde bahsi geçen birinci ve ikinci yolda olduğu gibi, herşeyin en derinine inmesi, varlığı parçalara, kategorilere, sınıflara, türlere, bilim dallarına ayırması/parçalaması değildi tehlikeli olan. Asıl tehlike: Bunu yaparken bütünün amacını yitiriyor ve kulak verenlere de unutturuyor oluşuydu. Tıpkı Sirenleri Taşa Tutun’da Alan Watts’ın dediği gibi:

Doğa bilimi incelemeleri başladığı zaman önce ayrıntılı bir biçimde türlerin ayrımı işine girişilmişti. (…) Şöyle bir bakacak olursak aklın yapabildiği şey, olsa olsa dünyayı nesnelere ve olaylara bölmekten başka birşey değil. Bu da nesnelerin birbirinden bağımsız ve bağlantısızlığı ve tıpkı bunun gibi bizim de nesnelerden bağımsızlığımız bağlantısızlığımız üzerine abartılı bir vurgu yapmış oluyor. Aklın bundan sonraki görevi böylece bölünmüş olan şeyler arasındaki bölünüp koparılması olanaksız olan bağlantıları ve ilişkileri yeniden keşfedip sayısız parçalara bölünmüş olan evreni bütünlüğe kavuşturmak olmalıdır.

Bilimin bu körleştirici etkisine Kon-Tiki isimli eserinde Thor Heyerdahl da şöyle dikkat çekiyordu:

Uzmanlara saygı duymayı, ama onların yeterlilikleri konusunda uyanık olmayı küçük yaşta öğrenmiştim. Bir insan bir alanda kendisini ne kadar geliştirirse başka alanlarda o kadar bilgisiz demekti. Günümüzde bilim öylesine uzmanlaşmış durumda ki, araştırmacıların konularında derinleşmelerinin bedeli genelde alanın bütününü göremez duruma gelmeleriyle ödeniyor. Bu nedenle uzmanların akılalmaz bilgisizlikler göstermeleri, ortak kuramlar arasında büyük boşluklar oluşması, ama hiç kimsenin onların uzmanlıklarını sorgulayamaması gibi bir durum çıkıyor ortaya.

Şimdi yeniden Ene Risalesi’ne dönelim. Ene Risalesi’nde, ‘bir yeraltı yolculuğu’ olarak tasvir edilen ve “O zemin tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârıyla hakikate yol açmak için açtıkları meslektir…” şeklinde işaret edilen yolda yolcuya çıkışı gösteren nedir?

Gid gide, baktım ki, benim elime iki şey verildi: biri, bir elektrik, o tahtelarz tabiatın zulümatını dağıtır; diğeri bir âlet ile dahi azîm kayalar, dağ-misal taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi ki: ‘Bu elektrikle o âlet Kur’ân’ın hazinesinden size verilmiştir.‘”

Peki, ‘yerin üstünden uzun bir mesafeyi katetmek’ şeklinde tasvir edilen ve “(…) ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, meşâiyyun hükeması gibi yalnız akılla, fikirle hakikatü’l-hakaike ve Vâcibü’l-Vücudun marifetine yol açanların mesleğidir…” cümlesiyle hakikatine işaret edilen ikinci yoldan kurtuluşu veren nedir?

Fakat yine Kur’ân’dan bana verilen bir vasıta-i seyahatimle geçiyordum, galebe çalıyordum. Git gide bakıyordum, her tarafta seyyahların cenazeleri bulunuyor. O seyahati bitirenler, binde ancak birdir.

Peki, ‘uçarak/yükselerek mesafeyi katetmek’ olarak tasvir edilen ve “(…) üçüncü yol ise, sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur’ân’ın cadde-i nuraniyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semâvî ve Rahmânî ve nuranî bir meslektir…” cümlesiyle hakikatine işaret edilen yolda emanı sağlayan nedir?

Baktım ki, o asansörler gibi nuranî menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur’ân’-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir.

Kur’an’ın ilk yoldaki aydınlatıcılığı ve engelleri parçalayıcılığı; ikinci yolda mesafeyi hızlı aldırması, engelleri aştırması; üçüncü yolda ise hiç zahmet çektirmeden (çünkü bizzat ona müracaat ediliyor) götürebilmesi; bütün bunlar Kur’an’ın ‘bütünden/asıl maksaddan’ hiç şaşmamış olmasıyla açıklanamaz mı? Yani: İnsan sair ekollerde ‘bütünün amacını yitirmiş bir şekilde varlıkla boğuşurken’ Kur’an’a teması ölçüsünde ‘bütünün temaşasıyla ulaşılan bir berraklıkta’ hakikati görüyor sayılamaz mı? Kur’an bizi parçalarda boğulmaktan kurtarmaz mı?

Birinci yolda, yol gösteren aydınlatıcı elektrik, ikinci yolda yolu aştıran/hızlı aldıran vasıta, üçüncü yolda ‘Zaten bütün bunlar şunu anlaman için…’ diyerek sana eşyaya bakış öğreten asansör, yukarıdan bakış, yani bütüne bakış, bu aynı zamanda hakikat-i mirac olamaz mı? Ve hakikat-i mirac, bize, bütüncül bakmayı öğütlüyor da olamaz mı?

Âfâkî tefekkürde icmalî gitmek ise, işte, parçalarla girişilen bu akıl yürütmelerde, bütünün manasının hep aklın bir yanında/kalbinde kalması olamaz mı? Yani asıl kastedilen ‘inceliklerine girmemek’ değil ‘inceliklerini düşünürken bütünün maksadını akıldan çıkarmamak’ olamaz mı? Sorularım çok, ama başta söyledim, bu yazı bir ‘acaba dedirtme’ yazısıdır.

Yazıyı biraz daha uzatma pahasına Mesnevî-i Nuriye’den bir alıntıyla bitirelim: “Dördüncüsü ve en birincisi: Belâgat-ı Kur’âniyenin ulvî mertebesini ilân etmekle beraber, cezâlet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mirac-ı Kur’ânîdir.”

Ahmet AY – risalehaber.com

Kudüs

Hz. İbrahim ve Hz. Lut’un Filistin bölgesine gelip yerleşmelerinden itibaren bu bölgenin tümü mübarek kabul edilmiştir.
Bereketli kılınan bu bölgenin mübarek olarak kabul edilmesinin nedeni, Cenab-ı Allah’ın hikmetiyle buradan pek çok peygamberin gelip geçmesi ve burada vefat edip defnedilmesinden ileri gelmektedir.
Hz. Peygamber(sav) “Ziyaretler ancak üç mekâna yapılır. Mekke’deki Mescidu’l-Haram’a, Medine’deki benim bu mescidime ve Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya.” buyurmuştur. 
Resulullah(sav)’ın bu hadisi ile bu üç belde İslam’da kutsal ilan edilmiş ve bunların dışında kutsiyeti olan başka bir dördüncü şehirden söz edilmemiştir. Ancak Şam ve İstanbul da hadislerde zikredildiklerinden bir bakıma kutsiyetlerine işaret edilmiş beldelerdir.
 
En önemli ibadetlerinden biri olan namazın Mescid-i Aksa’ya yönelerek kılınması İslam’ın ilk kıblesinin bulunduğu Kudüs şehrinin önemini açıkça gösterir. Müslümanlar bu ilk kıblenin kutsiyetini idrak ederek tarih boyunca buraya sahip çıkılması gerektiğinin bilinciyle hareket etmiş ve bu mukaddes beldeyi her zaman koruyarak tevhit inancının bayrağı altında bulunması gerektiğine inanmışlardır. Kudüs ebediyen İslam’ın ilk kıblesi olma özelliğini koruyacak ve Müslümanlar buraya sahip çıkmak zorunda olduklarını hep idrak edecek ve bu beldenin Haçlı veya Yahudiler tarafından işgal edilmesi hâlinde tarihte olduğu gibi mutlaka kurtarılması gereğine inanarak çalışacaklardır.
Kudüs Yahudilerin değil, Hz. Âdem’den bu yana gelen tevhidin temsilcisi peygamberlerin mirasıdır.
Cenab-ı Allah bu kutsal toprakların daima salih kimselerin yönetiminde kalmasını irade buyurmuş, fasık ve zorbaların hâkimiyetine geçen bu toprakların tekrar peygamberlerin veya peygamber mirasçılarının eline geçmesini istemiştir. Bunun için de sık sık bu bölgeye peygamberler gönderip onları uyarmıştır. Hz. Musa’dan sonra gelen ve İsrailoğullarına mensup birçok peygamberin (Davud ve ardından Süleyman’ın) bu topraklarda Allah’ın şeriatıyla güçlü bir devlet olarak hükmetmelerinin sebebi budur. Davud öncesinde de Allah İsrailoğullarını tekrar küfre karşı cihat etme hususunda imtihan etmiş ve onlara Talut’u hükümdar olarak belirlemişti. Fakat onlar yine itaat etmeyip isyan ederek bu mukaddes topraklar uğruna savaşmaktan kaçınmışlardı. İşte bütün bu olaylar çerçevesinde, (Davud ve Süleyman’dan sonra) bu kutsal mekân ve toprakların mutlaka mümin ve muvahhidlerin yönetiminde olması gerektiğini anlıyoruz. Kâfir ve müşriklerin bu topraklar üzerinde velayet hakları olmamalıdır. Özellikle daha sonra Zekeriya ve Yahya’yı öldüren kitlenin bu topraklar üzerinde velayet hakkına sahip olamayacakları açıktır.
Yahudiler bu topraklara Hz. Musa zamanında sahip çıkmayıp, “Git, sen ve Rabbin savaşın…” demişler ve bu kutsal mekânları korumaya yanaşmamışlardır. Bu tutumlarının sonucunda da kutsal topraklar ellerinden alınmıştır.
Cenab-ı Allah, salih bir kulu ve habibi olan son peygamber Hz. Muhammed (sav)’e bu kutsal mekânı teslim etmek ve bu yerlerin kıyamete kadar onun ve ümmetinin elinde kalmasını temin etmek için onu İsra ve Miraç vasıtasıyla alıp oraya götürmüştür. İsra olayında bir devir teslim merasimi vardır. Cenab-ı Allah, İsra ve Miraç gecesinde bu mekânı bütün peygamberlerin ruhlarının şahitliğiyle Resulullah (sav)’a teslim etmiş, o da bu mübarek şehri ümmetine bir miras olarak devretmiştir. Burada Cenab-ı Allah’ın bu devir ve teslimden sonra bu mukaddes şehir ve mescidi, peygamberlerini katleden ve yeryüzünü fesada boğan bir milletin elinden alarak Resulullah’a teslim ettiği gayet açıktır.
İşte bundan dolayı biz Müslümanlar inancımız gereği Hz. Peygamber’in İsra ve Miraç mekânı olan bu yere büyük bir kutsiyet izafe edip buranın ebedi kutsiyetine inanırız. 
Bu mirasa sahip çıkmak maksadıyla Kudüs, 638 yılında Hz. Ömer tarafından Bizanslıların elinden alınarak İslam devletinin topraklarına dâhil edilmiştir.
Hz. Peygamberin 23 yıllık peygamberlik süresinde 14 yıl boyunca namazlarını Mescid-i Aksa’ya yönelerek kıldığı bu mukaddes mekânın -etrafı mübarek kılınmış mescit ve kutsal şehir Kudüs’ün- işgal altında olması bütün ümmet için bir zuldür. 
 
Kudüs 1099 yılında  Haçlı ordularınca işgal edilmiş ve 88 yıl  işgal altında kalmıştır.
Selahaddin el-Eyyubi 1187 yılında Kudüs’ü kuşattığında Beytü’l-Makdis’e beslediği sevgi sebebiyle bu mübarek beldeyi savaş felaketinden korumak istemiş.
Kutsal şehrin surlarını yıkmak, binalarını yok etmek ve en ufak bir taarruzla şehre zulüm yapmaktan çekiniyordu. Bu nedenle barış yoluyla şehri teslim almaya çalıştı. Bunun için şehre elçiler gönderip, “Kudüs’ün Allah’ın kutsal saydığı beldelerden biri olduğuna büyük bir inancım vardır. Sizin de kutsallığına inandığınız bu beldeye muhasara ve savaşın gerektirdiği yollarla hücum etmek ve girmek istemiyorum.” dedi.
Kutsal mekânlar, salih kulların sahipliğinde kutsallıklarına paralel olarak korunurlar. Temennimiz, İslam dünyasındaki uyanış ve direniş hareketlerinin güç kazanması, bu kutsal mekânların tekrar Allah’ın kendilerinden razı olduğu salih kulların eline geçmesidir.
Siyonistlerin amaçları, Mescid-i Aksa’yı yıkıp batıl itikatlarınca kutsal sayılan Siyon mabedini diğer adıyla Süleyman heykelini Mescid-i Aksa’nın yerine dikmek istiyorlar.
Eğer Müslümanlar sorumluluklarının gereğini yerine getirmezlerse bu tehdit devam edecek.
Bu dava ,sadece Filistinli Müslümanlara emanet edilmemiştir. Bu Mescid, Allah Rasulü’nden, Hz. Ömer’den ve Selahaddin-i Eyyubi’den bütün Müslümanlara bir emanet olarak bırakılmıştır.
Müslümanların ilk kıblesi Mescid-i Aksa bunca yıldır Siyonist katiller güruhunun elinde tutsak ve mahzun kalmamalı
Artık bütün bir İslam dünyasının sesini yükseltmesinin tam zamanıdır. Bu işgal sona ermeden İslam dünyasının başını dik tutması mümkün değildir!
Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamberine hıyanet etmeyin ve bile bile size emanet edilen şeylere hıyanet 
etmeyin.
Kudüs ya da Mescid-i Aksa davası, sadece bir avuç toprak ya da hükümranlık,egemenlik meselesi değildir. Bu dava, bir inanç, bir akide davasıdır.
Bu sorumluluk, savsaklanabilecek ya da ertelenebilecek bir sorumluluk değildir, mutlaka yerine getirilmesi gereken bir sorumluluktur. Peygamber Efendimizin bir Hadis-i Şerifinde, bir İslam beldesi işgal edilirse, o beldedeki işgali kaldırmak için cihad etmek, her Müslüman’ın üzerine farz-ı ayın olduğunu buyurmaktadır. Bu Hadis-i Şerif de göstermektedir ki, her Müslüman’ın, işgal altında bulunan ve özellikle de Mescid-i Aksa ya da Kudüs’ün işgalden kurtarılması için mücadele etmesi, tıpkı namaz gibi üzerine farz ayn bir görevdir. 
Büyük İslam Kumandanı Selahaddin-i Eyyubi “Kudüs ve Beytü’l-Makdis, Mescid-i Aksa, Haçlıların işgali altında bulunduğu müddetçe ben nasıl olur da gülebilirim, nasıl olur da sevinebilirim ve istediğim gibi nasıl olur da yemek yiyebilirim? Hele hele, gözüme uyku nasıl girebilir?” demiştir.
Ey Rabbimiz! Kudüs’ü küffâr elinden kurtar. Mü’minleri aziz eyle, şu zilletten cümlemizi halâs eyle. Bu necip milletimizi tekrar o mübârek beldelere hadim eyle… Korktuklarımızdan emin eyle, kâfirlerin şerrinden bir an önce insanlarımızı kurtarıp halâs eyle. Sen bizim Mevlâmızsın, kâfirlere karşı bize zaferle yardım eyle. Dinine yardım edenleri muzaffer eyle. Müslümanlara eziyet edenleri perişan eyle.
Amin.
Derleyen: Çetin Kılıç
Kaynaklar:
ALİ KAÇAR
Prof. Dr. Ahmet Ağırakça 
Metin Duymaz

İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları-1

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatı kapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? / Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

 

Birkaç hafta sürecek bu çalışmamızda Bilim’in en temel yöntem ve ayırtedici tanım ve ta’rifini ifade eden “Bilimsel(lik) İnancı”nın yapısını anlatmaya çalışacağız. Böylelikle “akıl mı – inanç ve iman mı, bilim mi – din mi, bilgi mi – inanç mı öncelikli ve asıl?” gibi soruların da yanlış ve eksiklik ve mantıksızlığı görülebilir. Başka vesilelerle önceki haftalarda dediğimiz gibi: Yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz; bu sebepten önce bu yanlış soruları düzeltmek gerekiyor.

 

Konuya bu açıdan bakarsak, öncelikli olarak sorulması gereken doğru soru şu: “Bizi Bilim mi geri bıraktı!?, Zihinsel olarak (hatta alet ve teknoloji olarak) Cahiliyet Asrına gerileyişimizin ana sebebi: Pranga gibi zihnimize vurulan Bilim’in; seküler (yani ateist ve materyalist, determinist ve natüralist) Bilimsel Yöntemi ve Bilimsellik Felsefesi mi!?”

 

Bu sorunun kısa cevabı: Evet. Uzun cevabı aşağıda.

 

bilim_teknolojiÖnceki haftalarda bilgi” (ilim – veri – data – info – information – knowledge) ve bilim”in (science) aynı şeyler olmadığını; dolayısıyle birbirine karıştırılan bu iki kavramın ayrılması, sanki eşanlamlılarmış gibi birbirleri yerine kullanılmaması gerektiğinden bahsetmiştik.

 

Konunun devamında; objektif ve tarafsız, olgusal ve nesnel, inanç ve değer’den bağımsız; yani nötr “bilgi (ilim)” ve nötr “bilim (science)” olamayacağını; bunun en başta mantık ve dil açısından mümkün olmadığını belirtmiş ve birşeyi gözler ve gözlem sonuçlarımızı ifade ederken ya “Rabbi var(mış) ve fâili O(ymuş)” veya “yok(muş)” gibi Araştırma Yöntemi ve İfade Biçimi seçebileceğimizi; bunun ortası veya dışarıdan bakılacak eşit mes’âfeli başka bir orta ve dış noktası yok demiştik.

 

Bir bilgi’nin Bilimsel Yöntemle elde edilip; yani “bilimsel olup olmaması” ayrı şey, “doğru olup olmaması” ayrı şeydir; çünkü “bilim”, “bilgi”ye eşit değildir; olsa olsa ve sadece, kâinattaki mevcut bilgi’nin 5 duyuya daraltılmış ve saptırılmış bir hâlidir “Bilim.”

 

Bilimsel(lik) Felsefe ve Yöntem ve Kriterlerine göre çalışan Bilim; evreni araştırma ve içindeki bilgi’yi keşfetmenin sığ ve dar, eksik ve yanlış bir türü olabilir ancak. Yani evrendeki mevcut “bilgi”nin, “bilimsellik prizma ve filtresi”nden geçmiş hâline “bilim” diyoruz biz.

 

Halbuki çoğumuz, varlık ve mahlûkatın vücud ve mevcudiyetinden bile çok daha önceye dayanan (daha doğrusu ezelî ve ebedî olan) “bilgi / ilim (veri – data – information – knowledge)” ile 1800’lü yıllarda sistemleşip, yöntem ve tanımları şekillenmeye başlayan “bilim (science)”ın aynı şeyler olduğunu; birbirinin müteradifi olduğunu zannediyoruz!

 

Mes’elâ “suyun belli şartlarda hep aynı derecede kaynamaya başlaması” bir bilgi’dir, ölçüm bilgisi’dir; fakat “bilim” değildir. Bu gözlem / ölçüm / ham data / veri; “Bilim”in “Bilimsellik” filtresinden geçip, diğer verilerle harmanlanıp, işlenerek “bilim / bilimsel bilim”e; uygulamada ise “teknoloji”ye dönüşüyor.

 

Evren ve içindeki bilginin Bilimsel Yöntem ve Bilimsellik Kriterleri’ne göre gözlem – ölçüm ve yorumlanması sonucu elde edilmiş “filtreli bilgi”ye; yani bilgi’nin “bilimsellik” prizma ve yorumundan geçerek, ateizm ve materyalizm’e kırılmış hâline “bilim” diyoruz biz! Bu tanımıyla “bilim” ve “bilgi” farklı olup; bu açıdan “bilim”; evrendeki bilgi’nin dar ve eksik, yanlış ve saptırılmış bir türü olabilir ancak.

 

Bu açıdan “Bilimsellik” denilen şey; “ateizm ve materyalizm’e meşruiyet ve onay oluşturma; bu inancın delil – ispatını keşfedip, üretmeye çalışma ve bu inanç ve önvarsayım doğru ve gözlenebiliyormuş gibi” yayın ve ifadelerde bulunmanın aldatıcı ve gizli bir yöntemi olmaktadır! Bu tanımıyla “bilimsellik”; kâinat ve içindeki eşya ve biz insanların, Rabbimizle aramızdaki bağlantı ve münasebetleri, zihin ve hayâl ve vehimde karartıp, örtme veya kopartıp, kesmenin adı olmaktadır!

 

Elhasıl evrenin gözlem, deney ve ölçümü sonucu elde edilen ham veri / bilgi / data, Bilim’in ateist ve materyalist, natüralist ve determinist Bilimsel(lik) Filtreleri’nden geçerek “bilim (science)”e dönüşür. Bu filtreleme ve istihâle neticesinde; eksik ve yanlış ve sahte bir kâinat kurgu ve anlayışı zihne ilka ve inşa edilir. Bu sahte ve sanal kurgu; kâinattaki varlık ve hâdiselere Rabbi’nden bağımsız ve ilgisiz ve kopukmuş; yani “yok(muş!)” gibi bakmaya ve öyle algılama ve anlamlandırmaya zihni yönlendirir ve programlar! Zihnimize yüklenen bu Program neticesinde; çevremizden duyularımıza gelen bilgi / veri / info (data – information – knowledge) ve gözlemlerimiz, güya tarafsız ve olgusal, güya objektif ve nötr “bilimsel” ifadelere dönüşür!

 

Burada sorun; Bilimsel Bilim’in bir yöntem olarak kullandığı gözlem – ölçme / deney ve bunlardan elde ettiği ham veri / data / bilgi’lerde (knowledge) değil. Sorun: Bilim’in bu bilgi parçalarını birleştirip, işlerken, Bilimsel İfadelerini, kendi ateist ve materyalist, natüralist ve determinist felsefesinin, inanç / değer / tarafının rengine boyamasında!

 

Yani gözlem ve ölçüm, isimlendirme ve ifadelerini “Rabbimiz yok(muş), varsa bile kâinattaki varlık ve işleyişine karışmıyor(muş)!” gibi anlamlandırıp, tasvir ve nedenselleyen “bilim (science)” ile “bilgi / ilim (veri – data – information – knowledge)”ı ayırmak ve aralarındaki farkı görmek önemli.

 

Bilgi ve Bilim’in eşanlamlı zannedilmesi örneğinde olduğu gibi, düştüğümüz başka bir zihinsel tuzakta; “bilgi ve inanç”, “epistemoloji ve ontoloji”, “maddî ve manevî”, “fizik ve metafizik” gibi kavram ve ayrım ve sınıflandırmaların da, yapay ve aldatıcı ve zihni çeldirici olduğunu unutmamız oluyor.

 

Önceki haftalarda “Bilgi ve İnanç arasındaki İlişki / Etkileşim: Bilgi ve İnanç arasındaki Ayrım Yapay ve Aldatıcıdır” isimli Yazımızda; “bilgi” ve “inanç” arasındaki ayrımın da yapay ve aldatıcı olduğunu söylemiştik.

 

Doğruluk ve kesinliğinden emin olduğumuz ve aksinden şüphe duymadığımız haber ve veriye “bilgi” isim ve etiketi veriyoruz. Yani işitip – okuyarak öğrendiğimiz herhangi bir veri / haber’i, önvarsayım olarak, bir şekilde doğru ve kesin olduğuna inanmaya meyilliyiz ve inanıyoruz. Bu önvarsayımın sonucu olarak; öğrendiğimiz veri / data’ya, (aksine bir ihtimâl ve delil yoksa) hemen “bilgi / doğru bilgi” etiket  ve değer’i atıyoruz.

 

Mes’elâ “suyun 100 oC’de kaynadığınaklî haber / verisi’nin, “bilgi / doğru bilgi ve ölçüm” olduğuna şüphesiz inanıyor; bu inancımız sebebiyle bu “haber / bilgi”nin kesinlik ve doğruluğunu bizzat test etmeye; yani aynelyakîn görme ve şahid olmaya ihtiyaç duymuyoruz.

 

Bu örnekteki gibi; “doğruluğunu araştırmadan doğruluğundan emin olduğumuz” okuduğumuz veya işittiğimiz her naklî bilgi / haber’de, aslında “görmeden doğruluğuna inanılan” ve “görmeden doğruluğu bilinen” birşeyden bahsediyoruz demektir.

 

Bununla birlikte; “delil – ispat süreciyle doğruluğundan emin olduğumuz” her naklî bilgi / haber’de de, “görmeden doğruluğuna inanılan” veya “görmeden doğruluğu bilinen” birşeyden bahsediyoruz demektir.

 

Yani sadece bizzat tanığı olup, görüp – algıladığımız ve ölçtüğümüz şeylerin “delil – ispat”a ihtiyacı yoktur. Yani “Big Bang’in olduğu” duyumu veya “suyun 100 derecede kaynadığı” haberi ile bizim bizzat algılayıp, şahid olduğumuz “2 kulağımız olduğu” gözlemi arasında, inanç ve bilgi ve derece farkı vardır. Çünkü 2 kulağımız olduğu hakkında delil – ispat gerekmiyor, çünkü olayın bizzat tanığı, hatta yaşayanıyız! Fakat bizim yaşamadığımız geçmiş zamanlarda “Big Bang”in olduğu konusunda; eğer bilimadamıysak “ışığın kızıla kayması, kozmik fon radyasyonu” gibi bir takım delillerden bu sonuca ulaşıyoruz.

 

Eğer bilimadamı değilsek; bilim kitaplarında okudumuz haberlerden, uzmanların “biz bu bilimsel gözlem – deney – ölçümleri yaptık, evrenin Big Bang’le başladığını bulduk” sözlerini delil kabul edip, gerçekten bu bilimsel deney – gözlemlerin yapıldığı ve Big Bang sonucuna ulaşıldığına inanıyoruz. Nitekim aynı gözlem – deneyleri biz de yaparsak, bizim de aynı sonuca ulaşacağımıza inanıyor ve bundan eminiz.

 

Yani “Big Bang, suyun kaynama derecesi” gibi haberlerin “doğru” ve “bilimsel bilgi” olduğuna, aksine bir ihtimâl yoksa, delil aramamayı, uzmanlara güven temeline dayalı, onlara delilsiz (taklîden) inanmayı tercih ediyoruz.

 

Buradan “bilmek” ile “inanmak” arasındaki tanım ve ayrımın yapay ve aldatıcı ve flû olduğu sonucu çıkıyor. Demek bazı naklî (işiterek, okuyarak) öğrendiğimiz “haber(ler)”in doğru olduğuna inanıyor ve bundan eminsek bu haber’e “bilgi / doğru bilgi” ismini veriyoruz; yanlış olduğuna inanıyorsak “yalan / yanlış bilgi” ismi veriyoruz. Yani “bilgi” atomunu mikroskopla büyüttüğümüzde; “veri, haber, yorum ve zan, vehim, şüphe, inanç, kesinlik derecesi” gibi altparçalardan müteşekkil olduğu görülüyor.

 

Buradan “delil ve ispat, bilgi ve inanç” arasındaki bağlantı ve etkileşimlerinden gelmek istediğimiz nokta: Bilimsel Bilim’in delil – ispat süreciyle elde ettiği bilgiler “görmeden inanmaya” (siz isterseniz bu inancınıza “bilmek” deyin farketmez) karşılık gelir.

 

Biz ise o bilimadamının (veya insanının) o yaptığını söylediği ve şöyle şöyle sonuçlar aldığını belirttiği o delil – ispat sürecini ve sonucunu bile görmeden inanıyoruz “bu haberin doğruluğuna” ve “doğru bilgi olduğuna bu haberin!”

 

Yani bu Bilimsel Bilgilerin doğruluk ve kesinliğine görmeden, bizzat gözlemlemeden inanıyoruz. Bilimadamıysak elde ettiğimiz gözlem – delil – deney – ispatlarla; bilimadamı değilsek bu bilimadamının yaptığını söylediği, “bu gözlem – deney – ölçümleri ve delil – ispatları yaptık; sonuç olarak şunu gözledik, bunu bulduk ve ispat ettik” gibi sözlerine inanmamızla “haberdar oluyoruz bu bilgi’den” veya “doğru, kanıtlanmış bilgi olduğuna inanıyoruz bu haberin.

 

Elhasıl görmediğimiz herşey salt “inanç”ın konusuna girmez, aynı zaman da “bilgi”nin de konusudur bu. Daha doğrusu “bilgi” ve “inanç” arasındaki ayrım yapay olup; dışarıda bu kavram ve isimlendirmelere birebir karşılık gelen ve örtüşen bir nesne veya süreç yoktur. Bu, insan zihin ve algısını bozan ve zihnindeki bilgi’yi de manipüle edip, bozan sahte bir ayrım, bir yanılsamadır. Tıpkı “evsahibi – kiracı” ayrım / isimlendirmesinin; evin sahibinin de aslında kalıcı olmayıp “kiracı” olduğunu şuurumuzdan saklayıp, hatırlatmaması gibi…

 

Buraya kadar anlattıklarımızdan çıkan sonuçlardan birincisi: “Bilgi” ve “inanç” arasında mahiyet farkı yoktur; sadece derece farkı vardır; eminlik ve kesinlik derecesi. Ve birşeyin “bilgi / doğru bilgi / haber” olup olmadığına bir takım delil – ispatlarla karar verip, inanma ve emin olmamız gibi; bir “inanç”ın da bilgi / doğru bilgi / haber olup – olmadığına bir takım delil – ispatlarla karar verir ve inanırız. Bu bilgi ve haberin doğruluğundan emin oluruz. Yani doğru veya yanlış her bilgi “inançsız”; doğru veya yanlış her inançta “bilgisiz” olmaz; bilgisiz inanç, inançsız bilgi ol(a)maz.

 

Bu açıdan “bilgi / bilmek” dediğimiz şey, “inanç / inanmak”ın bir alt kümesi olup; “inanç”ın alt parçasını oluşturmaktadır. Neye “doğru ve / veya yanlış bilgi” diyeceğimize, önceki mevcut inançlarımızla karar veriyoruz. Neye inandığımız, neye “bilgi / doğru veya yanlış bilgi” diyeceğimizi belirliyor.

 

Bu açıdan; “Ay’a çıkıldığı haberi” ile “Mi’rac’a çıkıldığı haberi” arasında veya kitaplardan okuduğumuz “hidrojen’deki elektron – proton sayıları haberi” ile gene başka bir Kitap’tan okuduğumuz “7 semânın olduğu haberi” veya “tanımadığımız, hatta diplomasını bile sorgulamadığımız ve görmediğimiz doktorlara ameliyatta bedenimizi emanet etmemiz ve verdiği reçete ve ilâçları gönül rahatlığıyla kullanmamız” ile “Peygamber’e güven” arasında kategorik veya yapısal bir fark olup olmadığı sorulabilir. Direkt veya indirekt yollarla bile deney – gözlem – ölçüm yapılamayan, belki ancak matematikî yöntem veya teorik model / modellemelerle olduğu varsayılan “Paralel Evrenler, Sicim Teorisi, Atomaltı Parçacıklar” gibi Bilim’in bir nev’i metafiziği diyebileceğimiz haberleri ile “Cin, Melek, Arş” gibi haberlerin de zihnimizde karşılıkları sorgulanmalı…

 

Sonuçlardan ikincisi: Yani öyle zannedildiği gibi; “inanç”, “bilgi”den ileriye, bilginin ulaşamadığı ve dolduramadığı alanların boşluğundan karşıya bir atlayış ve sıçrayış değil; “bilgi”nin bizi getirip tam önüne bıraktığı bir kapı ve yol ayrımıdır. Yani “bilgi” ile “inanç” arasında; aklın ayaklarını yerden kesip, sıçramasını gerektirecek bir boşluk yoktur.

 

Bununla birlikte; Hür İrademiz’in inanıp – inanmama serbestiyetini kaybetmemesi ve hiçbir zorlama ve mecburiyet altında kalmadan tercihte bulunmasını sağlamak için; yani Hür İrademiz’in kendi seçim ve tercihiyle adım atabilmesi için “bilgi” ile “inanç” arasında bir adım atma boşluğu, adım atma mes’âfesi bırakıldığı konular da vardır.

 

İrademize inanıp – inanmama konusunda adım atma ortamı sağlayan bu boşluklar sayesinde; bazı konularda inanıp – inanmama yönüne bir adım atması ve tercih yapabilmesi mümkün olabiliyor irademizin.

 

Konuyla bağlantılı olarak; doğru olan bir mes’elede irade ve ihtiyarımızın inanmama yönünde tercihte bulunabilmesi için o konuda cehalet veya yanlış bilgimiz olması yeterlidir. Yani o konuya inanmamak için, o mes’ele hakkında hiçbir şey duymamış olmak yeter. Veya duysak bile; hakkındaki delili bilmemek veya anlamamaktan veya % 0,1 bile ihtimâl olmayan (yani vehmî ve zannî ve hayalî) ihtimâllere ihtimâl verebilme evham ve zülûmatı gibi sebepler ve hissî nedenlerden gene de inanmamayı seçmiş olabiliriz.

 

Yani doğru bir mes’eleye inanmak için hakkında bir duyum ve haber ve yanlış bile olsa bir delil vardır. Ama inanmamak ve kabul etmemek, hatta red ve inkâr etmek için; konu hakkında herhangi bir haber ulaşmamış olmak veya ulaşsa bile doğruluğuna bir delil ulaşmamak veya o delil(ler)i bilmemek veya anlamamak yeterlidir…

 

Bilgi / bilmek ile inanç / inanmak ve objektif bilgi ile subjektif inanç gibi ayrım ve kavramsallaştırmalar yapay ve aldatıcıdır diyorduk. Bilimsel Bilim’in “deneyselleme, tekrarlama” ve “ölçme” dediği Ampirik Bilimsel Yöntem; mes’elâ “Big Bang” ve “Yerçekimi / kütleçekimi” için mümkün değil. “Kızıla Kayma, Kozmik Fon Işıması” gibi delil ve gözlemlerle; zamanın bile olmadığı bir geçmişte olduğu söylenen “Big Bang”in, aynı şartlarda bugün deneysellenip, tekrarlanması mümkün değildir veya zamanda yolculuk yapıp geçmişteki o olayı aynelyakîn gözlemekte mümkün değildir. Yani bu örnekteki gibi, Bilimsel Bilim’in çoğu şeyi nazarî ve teoriktir, şuhudî değil gaybîdir.

 

Yani Bilim’in delil – ispat süreciyle yaptığı keşif ve gözlem, ölçüm ve izahları; nazarî ve teorik olup; bütün bu tasvir ve açıklamaları “görmeden inanma” ve “görmeden bilmeye” denk gelir. Direkt gözlem yapamadığı atomaltı parçalar, hatta atom vs. hep böyle direkt gözlem ve incelemenin yapılamayıp; indirekt yollarla varlık ve özellik ve etkileri anlaşılmaya çalışılmaktadır. Yani Bilim’in % 1’i doğrudan gözlem ve ölçme; kalan % 99’u dolaylı ve indirekt gözlem ve yorum, teori ve modellemedir! Başka bir açıdan; Bilim’in %1’i gözlem ve ölçüm, %99’u yorumlama ve modelleme, isimlendirme ve sınıflandırmadır.

 

Örneğin: “Evrendeki kütlelerin birbirine doğru çekildiği” gözlemini nedensellemek ve nasıllayıp, açıklamak için; “yerçekimi / kütleçekimi” diye bir “kuvvet”in olması gerektiği sonucuna varan Bilim için; eğer böyle bir “kuvvet” varsa (ki mes’elâ Einstein’ın Relâtivite Teorisi’ne göre; kütlelerin birbirine çekilmesinin nedeni “çekim kuvveti” değil, uzay – zaman’ın bükülme ve çökmesidir), ne direkt ve ne de dolaylı yoldan gözlenememekte ve görülmemektedir!

 

Bilgi / bilmek” ile “inanç / inanmak” arasındaki ilişki ve etkileşim ve aralarındaki ayrımın yapay ve aldatıcı olduğu konusundan bahsederken; maddî ve fiziksel duyularımızla müşahede edilemeyen ve algılanamayan anlamında (şuhud’un zıttı) “gayb/p” konusuna girmemek olmaz.

 

Bedî’üzzaman Hazretleri’nin (R.Â.) “gayb” tanım ve ta’rifine göre; “şimdiki ân / mekân” (yani “bu ân / bu yer”) haricinde olan tüm “geçmiş ve gelecek zaman ve yerler” (duyu ve algı, görüş ve şuhud alanımızın dışında olduğundan) “gaybî” olup, “gayb”a dahildir. Buradaki “gayb” tanım ve ta’rifinde; gayb’ın epistemolojik veya ontolojik nedenlerle mutlak veya izafî olup olmamasının herhangi bir farkı yoktur.

 

Elhasıl “Big Bang” gibi geçmişten bahseden “fizik, astronomi” veya eski zamanlardan bahseden “tarih” ve diğer “sosyoloji, psikoloji” vs. disiplinler; hatta “suyun 100’de kaynaması deney – gözlem – ölçümünün sonucunun tümevarımla genelleştirilmesi” gibi; Bilim’in tüm dene(ye)meyip – gözle(ye)mediği tüm zaman – yer ve nesneler hakkındaki bilgi ve haber ve yorumlarıgörmeden inanma ve kabul etme ve bundan emin olmaya”, yani “gayb”a tekabül eder.

 

Yani “tümevarımsal” olarak genelleştirmeler yaptığı tüm deney – gözlem – ölçümler (hatta mantık kuralı olarak “tümevarım”ın kendisi bile) görmeden / gözlem yapmadan “gayba inanç / inanmaya” denk gelir! Çünkü deney – gözlem sayı ve çeşitlerinin arttırılarak hep aynı sonucun bulunması, gelecekteki gözlem – ölçümlerimizde de aynı sonucu bulacağımızı garanti etmez. Yani “tümevarım” denilen genelleştirme mantığı, “doğrulamalar”la ispat edilemez; sadece doğruluğunun delilleri arttırılabilir ve bu da o deney / konu hakkında yakîn ve zannımızı arttırmaya yarar. Olay gene gayb kapsamındadır yani. (“Delil” ve “ispat” arasındaki ayrımı önceki haftalarda yazmıştık.)

 

Zaten suyla yapılan 1000 deneyden çıkan olgusal ve nesnel somut sonuç: “Yapılmış o 1000 deneyde, o suyun 100 derecede kaynadığını tespit ve gözlem ve ölçümü” iken; “aynı şartlarda yapılacak 1001 veya 10000. deneylerde de o suyun ve başka suların gene 100 derecede kaynamaya başladığını görürüz / göreceğiz” gibi; gelecek hakkında yaptığımız tüm öngörü ve tümevarım ve genellemeler nazarî ve teorik ve aklî bir sonuçtur, yani “inançtır!” Gelmemiş gelecek hakkında yaptığımız bu öngörü ve tahmin, vardığımız bu aklî sonuç ve evrenselleştirmeler “görmeden inanma” ve “görmeden bilme” kapsamındadır. Yani “suların gelecekte yapacağımız deneylerde de 100’de kaynadığını göreceğimiz düşüncesi”; ampirik (deneysel) bir bilgi ve gözlem değil; “geçmiş ve şimdi”de yapılmış deney – gözlem ve ölçümlerden, “gelecekte (yani yapılmamış)” deney – gözlemlere aklın bir sıçramasıdır!

 

Bilim Kitaplarında geçen; “o Bilimsel deney, gözlem ve ölçümün yapılıp, hep aynı sonuçların alındığı” haber / bilgi / verisi; o deney – gözlemi şahsen biz de yapmadığımız veya yapılırken şahid olup, görmediğimiz sürece; o kitaplarda geçen ve “bilimsel” ve “doğru” olduğu söylenen haber / bilgiler; biz okuyucular için (o deney – ölçüm ve haber’in doğru veya yanlış olmasından bağımsız olarak;) “taklidî ve naklî bilgi ve haber ve bunun doğruluğuna duyulan inanç ve güven” olmaya devam edecektir.

 

O kitapların yazdığı ve bizim deney yapmadan okuyup – işiterek öğrendiğimiz ve doğru olduğuna inandığımız için, doğruluğundan şüphe ederek aynı deney – gözlemi bizim de yapmaya çalışmamızın saçmalık olduğunu düşündüğümüz o naklî bilgi ve haberler; (onların doğruluk – yanlışlığından bağımsız olarak) bizim için “gayb’a iman / inanç” kapsam ve kategorisindedir. Yani o deney – gözlem – ölçümleri şahsen biz yaparak, doğrulamadığımız veya yapılırken gözlemci ve şahid olmadığımız sürece; o “bilimsel ve doğru bilgi olduğu” söylenen o gözlem ve ölçüm, sonuç ve keşifler, biz okuyucular için “gaybî” ve “metafizik”tir!…

 

Bu açıdan “bilgi” ve “inanç” arasında zıtlık ve uzaklık yok; içiçe geçmiş çift yönlü bir etkileşim ve besleme var. Yani bildiğimiz her bilgiye eşlik eden; bu bilginin doğruluğundan “eminlik” ve “eminlik derecemiz” var. Hatta “inanç”; neye “bilgi” ismi vermeyeceğimizi bile belirleyen bir etki ve öneme sahip bilgi üzerinde! Yani “inanç”, “bilgi ve haber”in doğru veya yanlış olduğunu belirleyen bir değer; hatta gelen malûmatın “bilgi” olup olmadığını tanımlayan, etiketleyen ve sıfatlayan asıl temel olarak; neyin bilgi olup olmadığına karar verdiğimiz bir “ana değer, algoritma ve kod”dur. Bu açıdan; “bilgi’den önce gelir ve bilgi’nin nedenidir ‘inanç” diyebiliriz.

 

İslâmî B/ilim – Bilimsel Bilim Karşılaştırmaları”nın ikinci kısmına haftaya devam edelim inşâallah.

Ayhan Küflüoğlu