Etiket arşivi: Molla Gürani

Öğretmende “hikmet” varsa öğrencide “basiret” olur

Hazret-i Peygamber’in müjdelediği “Mutlu Asker”, “Mutlu Emir”in serdarlığında Bizans kördüğümünü kesip yüzyıllar süren hasreti dindirmişti.

Bu öyle bir büyük hâdisedir ki, yalnız dünya coğrafyasını değiştirmekle kalmamış, Avrupa’ya Rönesans’ı ilham etmek suretiyle Ortaçağ’ı da delmiş, dünyaya ilmin ve adâletin ışığını saçmıştır.

Bu başarıyı yalnızca Fatih Sultan Mehmed’e mal etmek nasıl haksızlık olursa, Fatih’siz bir fethi düşünmek de öyle haksızlık olur. Doğrusu fetih mefkûresinin etrafında kenetlenen şuurun, yüzyıllar boyu İstanbul’u “Mukaddes Hedef” olarak tespit ettiğini, Müslüman fatihlerin bilhassa Osmanlı padişahlarının hamle üzerine hamleye kalktığını, ama son kesin darbeyi Sultan II. Mehmed’in indirdiğini kabul etmektir. 

Her muhasaranın, her tazyikin, hattâ bazı münferit ve cezbevî teşebbüslerin Bizans’ı en azından yıprattığını, en azından fethe hazırladığını kimse inkâr edemez. Hadis-i Şerif söylendiği andan başlanarak, fethe kadar geçen zaman içinde İslâm askerinin en büyük gayesi fethi gerekleştirmekti. 

Bu yolda atılmış her adımı minnetle yâd etmek ve fethi hazırlayıcı unsurların başında saymak hakperestlik gereğidir.

Ancak mutlaka Fatih’in hakkı Fatih’e verilmeli, bunun bir nasip meselesi, bir mazhariyet olduğu da düşünülmelidir.

Nasip ve mazhariyet, evet. Çünkü öylesine mükemmel bir vasat meydana gelmiş ki, beşer takatinin ve kudretinin çok üstündedir. İşin içinde ister istemez İlâhi takdiri aratmaktadır.

İnsan, Ak Şemseddin’siz bir fetih düşünemiyor. Uzayan kuşatmanın ümitsizlik demlerinde, genç Padişah, Ak Hoca’dan (Molla Ak Şemsüddin) destek görmeseydi, her bıkkınlığı, “Bugüm, şol kal’anın (kalenin) Fatih’i sen olasun deyü âlem-i şehzadelikte sana tebşir ettük=İstanbul’u feth edeceğini sana şehzadeliğinde söylemiştim” şeklinde yaptığı hatırlatmayla gayrete dönmeseydi, nihayet en huzursuz gününde, Hocasından, “Yarın sabah şol kapudan(Topkapı’yı göstermiştir) hisara yörüyüş ola; izn-i Hûdâ ile bâb-ı zafer feth olub ezan sadâsı ile sûrun içi dola, gün doğmadan gaziler sabah namazın hisar içre kıla.” (Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, Osman Turan, I. II., s.373) müjdesini almasaydı, acaba fetih mümkün olabilir miydi?

Ak Veli yalnız fetih müddetince değil, fetih sonrası imar ve inşa demlerinde de talebesini yalnız bırakmamış, uzlet (yalnızlaşma) maksadıyla köşesine çekileceği sıralarda genç Padişaha hayat boyu istikamet verecek unsurları ihtiva eden bir mektupla—doğrusu talimatnameyle—İstanbul’un âdeta yeniden inşasında da hisse sahibi olmuştur.

Meşhur kıssadır, Padişah, fetih aşkına Arap yarımadasından kopup gelen Hazret-i Muhammed’in (s.a.v) bayraktarı Ebû Eyyûb el-Ensari’nin (r.a.) kabrinin bulunmasını Ak Şemseddin’den ister. Fatih’in isteğini kabul eden Hoca, riyazete çekilir. Geceler boyu süren ibadet ve duadan sonra, Hazret-i Ebû Eyyûb’un kabri rüyasına girer. Padişaha durumu anlatır. Onu rüyada gördüğü yere götürür. Âsâsını yere diker: “Kazınız” der, “Aradığınız buradadır. Önce üstü yazılı mermer bir levha çıkacaktır. Levhanın altında Ebû Eyyûb el-Ensari hazretlerinin aziz nâşı vardır.”

Toprak kazılınca üstü yazılı mermer levha ortaya çıkar. Büyük sahabinin kabri bulunmuştur. Padişah çok güzel bir türbe ile yanına bir cami inşa ettirir ve bölge o günden sonra “Eyüb Sultan” adıyla anılır (hazin ki, “Sultan”ını unuttuk, geriye “Eyüp” kaldı)…

Fetih tümüyle kaderin tecellisidir. Yalnız “hoca cephesi” değil, tüm cepheler “ikram-ı İlâhî”lerle doludur. Ak Şemseddin ne kadar “ikram-ı İlâhî” ise Ulubatlı Hasan, hattâ top dökümcüsü Macar asıllı Urban Usta o kadar “ikram-ı İlâhî”dir.

Bu yeni terkipte Fatih devleti, Ak Şemseddin hikmeti, Molla Gürani ile Molla Hüsrev milleti, Ulubatlı Hasan izzeti, Urban Usta ise himmetitemsil etmiştir.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Mânânın Avucundaki Şehir İSTANBUL

Mana aleminde, mutlu bir zaman dilimine yaklaşmanın heyecanı vardı. Bu heyecan dünyaya yansırken, toprakları coşturan ve ağaçları tomurcuklandıran bir bahar rüzgârı gibi yeryüzüne iniverdi. Yeni kurulan Osmanlı Devleti Marmara’ya yerleşmiş, Balkanlar’a çelik yumruğunu koymuştu bile. Ancak mânâ coşkusunun ve onun yeryüzüne dalga dalga hayat veren rüzgârının özünde ayrı bir güzellik daha vardı. Ve bu güzellik, Allah sevgilisi Fahr-i Kâinat Efendimizin “Belde-i Tayyibe” (Güzel şehir) diye isimlendirdiği İstanbul’un, İslâm nuru ile tanışmasıydı.
Mânâ kahramanları için böyle bir güzelliği düşünmek bile akıl almaz bir haz veriyordu. Kısa bir süre sonra Hazar’ın batısındaki iklimlerden fışkıran ve Allah sevgisiyle dolu olan bir velîler ordusu, ışık ışık yola çıkarak Osmanlının ana evi olan Bursa’da toplanmaya başladılar. Bu nur ordusunun bazı fertleri ise, kalb gözü açık strateji ustaları tarafından çok esrarlı yerlere yerleştirildiler. Emir Sultan, Bursa’nın yeşil penceresinden İstanbul ufuklarını seyrederken, orada bambaşka bir hayat coşkusu olduğunu, âdeta taşına toprağına manevî bir zemzemin sindiğini hissediyor, zamanın ötelerine açılan gözleriyle asırlardan beri İstanbul’a ulaşmak için hayatını veren şehitlerin nefesini duyuyordu.
Emir Sultan, mânâ âleminin büyük strateji plânında Fatih’e perde perde hazırlanan dekorun en hassas bölgesinde vazife alan velîlerin hangi saat, hangi dakika Hz. Fatih’e ulaşacaklarını ve ışıklarını hangi köşeden yakacaklarını plânlayan bir mimardı. Somuncu Baba‘yı Aksaray’a yolcu ederken, İstanbul’un şifresini ona vermeyi unutmadı. İstanbul’un fethi ile ilgili İlâhî senaryonun en önemli noktalarından biri olan Ankara’da da Hacı Bayram Velî Hazretleri oturacaktı.
Emir Sultan, Hacı Bayram Velî Hazretleriyle sürdürdüğü gönül telgrafında, Aksaraylı Hamidüddin’i görevlendirmişti. Tâ Mısır’dan kalkıp gelen Eşref-i Rumî de, Hz. Emir Sultan’ın mânâ sofrasında sergilenen şifreleri ilk çözenlerden ve Hacı Bayram’a ulaştıranlardandı. Hacı Bayram Velî Hazretleri, Sultan Fatih’e ve ordusuna gerekli olan mânevî teçhizatını hazırlamakla görevliydi. Fatih’in hocası olan Akşemseddin ise, bir yandan kadirî ustası Eşref-i Rumî’den gelen mânâ cereyanını alırken, bir yandan da Hacı Bayram Velî Hazretlerinden Fatih’e destek plânının ayrıntılarını öğreniyordu.
Bu manevî rüzgârların hayat verdiği zaman diliminde daha nice yüceler ve dervişler sahneye çıkmıştı. Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Efendimizin İstanbul’un fethine işaret buyurulan hadîsindeki methe lâyık olabilmek için var güçleriyle çalışıyorlardı. Bu coşkulu bekleyişin ve hazırlığın ilk ışığı, Hacı Bayram Velî Hazretlerinin II. Murat’ı ziyaret ettiği bir günde yandı. Ve bu yüce velî bütün İslâm kumandanlarının ortak rüyası olan İstanbul’un fethi düşüncesini Sultan’a arz etti. Zaman dilimindeki inceliğe bakın ki, o sırada âniden hastalanan ve henüz 1 yaşında olan Fatih, dua kapmak için annesinin kucağında huzura geliverdi. Hacı Bayram Velî Hazretleri, gözlerinin derin ışığını İstanbul’u fethetme aşkıyla tutuşan Sultan Murat’a çevirerek: “O fetih size müyesser değil sultanım,” dedi. “İstanbul’un fethi bu yavruya nasiptir.”
fetih istanbulİstanbul’un Fethi, nizâm-ı âleme giden nurlu yolu açacak büyük bir fetihti ve hazırlıkları içinde en ufak bir eksiklik olsun istenmiyordu. Bundan dolayı müjdeli fethi gerçekleştirecek olan kişinin kimliği, Hacı Bayram Velî tarafından çok önceden açıklanmıştı. Nitekim Sultan Murat, 10 yaşından itibaren Fatih’e devlet işlerini öğretecek, 12 yaşında da onu padişahlık mevkiine getirerek o yüce velînin sözlerine olan itimadını ispat edecektir.
Sultan Murat, fevkalâde dirayetli bir padişahtı. Gençti, kılıcının önünde kimse duramazdı. Fakat bu meziyetleri kadar, Allah’a olan sonsuz imânı ve kadere teslimiyeti ile tanınıyordu. Düne kadar İstanbul’un fethi rüyasıyla yaşarken, şimdi artık o plânın bir parçasına hizmet etmek şerefine rıza göstermişti. Niçin İstanbul böylesine önemliydi? Fahri Kâinat Efendimizin (s.a.v.) İstanbul’u beğenmesi ve onu zaptedecek kumandan ve askerlere iltifat etmesindeki hikmet neydi? Acaba Efendimiz (s.a.v.) İstanbul’a dünyanın çok hoş bir yerinde bulunması ve güzelliği için mi iltifat etmişti? Yoksa İstanbul, yüzlerce yıl İslâm güneşini parlatacağı ve mânâ ehlinin toplanacağı bir yer olduğu için mi methedilmişti?
Allah’ın binbir güzellikle yarattığı bu beldeyi Efendimizin (s.a.v.) sevmesi, Miraç’ta seyrettiği zaman dilimleri içinde İstanbul’a özel bir iltifat göstermesi ve mübarek nazarlarını o şehir üzerine lütfetmesi sebebiyledir. Dolayısıyla nazar-ı Muhammedî’ye (s.a.v.) uğramak şerefi, kader çizgisine bir emr-i İlâhî hâlinde işlenivermiştir. Hz. Fatih velîler sofrasında yetiştirilirken, Fahr-i Kâinat Efendimize (s.a.v.) olan sevgi cereyanlarından fazlasıyla nasiplendi. İçiyle, dışıyla Fahr-i Kâinat Efendimize (s.a.v.) hizmetten başka bir düşüncesi yoktu. Daha 20 yaşındayken namaza karşı gösterdiği saygı ve onun icrâsındaki titizlik, Akşemseddin’i bile hayran bırakıyordu. İstanbul’u fethedeceğinin manevî işaretleri kendisine verilmişti. Ancak, Akşemseddin Hazretlerinden bir işaret gelmedikçe, madde plânına geçmek istemiyordu. Bu işaretlerden ilki, kulaktan kulağa fısıldanan bir parola gibi yüzyıldan beri konuşulur olmuştu.
Somuncu Baba, Molla Gürânî’den aldığı fetih tarihini Hacı Bayram’a mukaddes bir emanet gibi iletmişti. Çünkü Kur’anımızın İstanbul hakkında buyurduğu ”Beldetün tayyibetün” kelimeleri ebced hesabı ile 857’yi gösteriyordu. Ve bu sayı, Milâdî hesapla 1453 tarihiydi. İşte Hacı Bayram Velî ve Emir Sultan Hazretlerinin önceden bildikleri ve kendi zaman dilimlerine rastlamadığı halde, küçük Fatih’i bebekken tanımalarındaki hikmet buydu.
Yüce Fatih, fetih ve gençlik ateşinin tesiriyle âdeta yanıp tutuşuyordu. Bir gün Akşemseddin’in huzuruna gelerek yalvaran bakışlarla: ”Bana bir diyeceğiniz olacak mı?” diye sorduğu zaman, Akşemseddin: ”Karşı yakaya bir sur yap,” dedi. “Öyle bir sur olsun ki, dünyanın bu yöresine bir yüzük taşı gibi Muhammed (s.a.v.) imzası atılsın.” Akşemseddin’in emrettiği Rumeli Hisarına ait taşları temin etmek dahi, İstanbul’un fethinde sembolleşen madde ve mânâ kaynaşmasının harika bir tablosuydu. Gerekli olan malzeme için araştırma yapıldığında, Karadeniz Ereğlisinden daha yakın bir yerden taş temin etmenin imkânsızlığı ortaya çıktı. Fakat o taşların kesilip hazırlanarak boğaza sevk edilmesi, o günkü şartlarla seneler sürecek bir işti. Ama, Efendimizin ismini gösteren Rumeli Hisarı, 120 gün gibi akıl almaz bir sürede tamamlanıverdi. Yüce Fatih, böyle bir imzayı atarken, binlerce askeriyle birlikte sırtında taş taşıma şerefinden vazgeçmemişti.
Fatih’in Edirne’de ordusunu hazırlamaya başladığı sırada gerek Molla Gürânî, gerekse Akşemseddin Hazretleri askerlere manevî destek veriyordu. Şubat ayından itibaren başlayan savaş hazırlıkları, bizzat Fatih’in geceyi gündüze katan moral gücü, askerî ve teknik bilgisi ile birleşince, uzay çağı gibi makineleşiverdi. Onun Haliç’e karadan indirdiği donanması, olmazı olur yapacağının bir işaretiydi. Günümüzün imkânlarıyla sırf film çevirmek ve macera hevesiyle dahi bir küçük geminin karadan Haliç’e inmesi imkânsızken, bir donanmayı göz açıp kapayana kadar Haliç’e indirmek, aklı başında olan Bizans kumandanlarına bu işin çoktan bittiğine dair bir işaret gibi sunulmuştu.
Nisan’ın ilk haftasına gelindiğinde maddenin, mânânın, dağların, taşların ve meleklerin beklediği harekât başlamıştı. Şehit olacağı âna kadar abdestsiz yere basmayan ve namaz vakitlerini geciktirmeyen 10.000 has mü’min, Efendimizi (s.a.v.) mutlu etmek savaşına yıldızlar gibi akıyordu. Ancak bir tarihin açılıp kapanması, sanıldığı gibi kolay olmuyordu. Çünkü Bizans, Topkapı’yı çift sur emniyeti içine almıştı. Dıştaki surdan seyyar merdivenlerle yaklaşan kahramanların üzerine kaynar zeytinyağı dökülürken, buradan mucizevî şekilde kurtulanları da 50 metre içerdeki surlarda mevzilenen okçular bekliyordu.
Yüzlerce mücahidin şehid düşmesine ve aradan 50 gün geçmesine rağmen bir türlü düşürülemeyen surlar, bütün metanetine rağmen Fatih’i bile endişelendiriyordu. Akşemseddin ise çadırında bir yandan duasını ediyor, bir yandan da Fatih’le birlikte yetiştirdiği diğer dervişlere son derslerini veriyordu. Bu dervişlerin arasında Ulubatlı Hasan ve bilâhare Kadı Hızır diye alınacak olan Hızır Bey de bulunuyordu.
Akşemseddin Hazretleri, bizzat Fatih’in bile tırmanmak için sabırsızlandığı surlara baktıktan sonra Ulubatlı’ya dönerek: “Sıran geldi Hasan” dedi. “Haydi göreyim seni.” Ulubatlı, hocasının sözleri daha bitmeden surlara tırmanmaya başlamıştı bile. Üzerine dökülen kızgın yağların acısını, Peygamber (s.a.v) aşkı ile hissetmiyor, vücuduna saplanan 8-10 oka rağmen şehadet yolculuğuna devam ediyordu. Bizans askerleri, gördükleri manzara karşısında korku ve panik içinde ne yapacaklarını şaşırırken, İslâm mücahitleri çoktan surları aşmaya başlamıştı. O sırada Ulubatlı yere düştü, şehadet gülleri açan çehresindeki neşe ile son nefesini vermek üzere bir kez daha Fatih’e bakarak: “Meraklanma sultanım, Resulullah (s.a.v.) surlarda” diyerek bir başka sırrı daha açıklayıverdi.
Ertesi gün Ayasofya’da cuma namazı kılınırken, gerçekten Batıya ait bir çağın kapandığı apaçık sergileniyordu. İstanbul’da kılınan ilk cuma namazından sonra, peri masallarında bile görülmeyen bir sürat ve estetikle, çürümüş Bizans imparatorluğu tasfiye edildi ve yerine, Efendimizin teftişine ve nazarına hazır bir Belde-i tayyibe kuruldu. Fatih, İstanbul’un harika tabiatını koruyan ilk kanunları ile birlikte koskoca şehri su ve yol şebekesi ile bir anda modernize etti. Kiliselerini bile temizletip tamir ettirdi. Hatta papazların maaşını, kiliselerin vaftiz kazanlarını temizleyen özel memurların ücretini ve bu sırada kullanılan gülsularının parasını bile devlet hazinesinden ödedi. Kur’an emirlerine uyarak, Efendimizin (s.a.v.) emirleri istikametinde diğer dinlere karşı öylesine bir hürriyet ve müsamaha sistemi geliştirdi ki, aklı başında her Batılı bilgin Fatih’e hayran oldu. Kendi köhnemiş fikir taassuplarıyla bir yere varılamayacağını, Fatih’in ilme ve insana karşı olan saygısını taklit etmenin kaçınılmaz olduğunu anladılar.
İstanbul’un fethinden sonra en önemli olay olan Rönesans, böylece Fatih’in avuçlarında doğdu. Fatih’in İstanbul’da yaptığı icraat ve getirdiği harika prensiplerin korunması için unutulmaz bir bedduası vardır: “Bu şehre getirdiğim her güzellik, vasiyet ettiğim her güzel kaide Kur’an’a ve Efendimize (s.a.v.) bağlılığımdan doğmuştur. Bunları kim değiştirirse, Allah’ın, Resulünün ve meleklerin lâneti onun üzerine olsun.”
Fatih, eksiksiz bir lider olmanın yanısıra Efendimizin (s.a.v.) iltifatına mazhar olmuş büyük bir velîdir. Ve onda yalan veya yanlış aramak yalnız gafletin değil, büyük bir ihanetin eseridir. Fatih’in bize ve Dünya Milletlerine getirdiği güzellikleri anlamamakta niçin inat edildiğini bilmek zordur. 7 lisânı bilen ve o lisân üzerinden şiir yazacak kadar bilgisi olan Fatih, şiirde de çok üst seviyelerde eser veren, devlet adamlığı ve sorumluluğu açısından çağımızın ulaşamayacağı bir insanlık ve hürriyet fikriyatçısı idi. Ülkesindeki çeşitli kavimlere yaşama ve istediği mahkemede yargılanma hakkını veren, çağımız hürriyet mefhumlarının çok ötesinde yaşamış bir kişidir. Bütün bunlara rağmen onu, başka türlü görmeye ve göstermeye çalışanların gönülleri zaten kurumuştur. İnşaallah dilleri ve kalemleri de kuruyacaktır.
BELDET’ÜN TAYYİBETÜN Kur’an-ı Kerim’de 34. sure olan Sebe Suresi’nin 15. âyetinde geçen “BELDET’ÜN TAYYİBETÜN” ifadesi hakkında, Elmalılı Hamdi Yazır Efendi, şöyle demektedir: “İttifakatı bedihiyadandır ki, “beldetün tayyibetün” lafzı, ebced hesabıyla İstanbul’un fethine tarih düşmüştür. (Hicri 857) Molla Cami merhumun bir hediyesi olmak üzere maruftur.”
Tahsin Emiroğlu da Esbab-ı Nüzul adlı eserinde şunları söyler: “Beldetün Tayyibetün lafz-ı celilî Sebe” kıssasında, Sebe kavminin beldesini vasıf için irad buyurulmakla beraber, bu terkibin İstanbul şehrine ve bu şehrin mü’minler tarafından fethedileceğine işaret olduğu da, bazı tefsir kitaplarında beyan edilmiştir.
Ez cümle, meşhur âlim Molla Cami, Ebced harflerini hece usulü ile hesap etmiş ve bunların toplamının İstanbul’un fetih yılına tevafuk ettiğini bulmuştur. Bunda ittifak vardır. Molla Cami bunu fetihten evvel hesaplayarak 857 bulmuş ve bu tarihte de İstanbul feth edilmiştir. Bu buluşta ayetteki ‘Belde-i Tayyibe’nin İstanbul şehri olduğuna işaret vardır. Doğrusunu Allah bilir…
Silinmeyen Mühür Fatih Sultan Mehmed’in, stratejik bir tedbir olarak 4 ay gibi bir sürede Rumeli Hisarı’nı inşa ettirmesi, bugünün imkânlarıyla dahi olağanüstü bir başarıdır. O hisar ki, kufi hat ile ‘Muhammed’ ismini resmetmekte ve Bizans’ın sinesinde silinmez bir mühür olarak bulunmaktadır. Hisarın inşaatı, Peygamber Efendimiz’in doğduğu ay olan Rebiülevvel (m. Nisan) ayında başlatıldı. 5000 usta ve 10.000 işçinin çalışması ile tam 132 gün sonra, Regaip kandili günü tamamlandı. 132 ‘Muhammed’ isminin ebced değeridir.
Halûk Nurbaki / Zafer Dergisi

Asrımızın Manevi Dinamikleri – Dünya Üniversitesi!

Selçuklu ve Osmanlı devletinin temeli,  Şeyh Edebali, Dursun Fakih, Mevlana, Yunus Emre, Ahmet Yesevi Hızır Çelebi, Molla Gürani, Akşemsettin, Kemal Paşazade ve Zenbilli Ali Efendi gibi nice büyük alimlerin ve manevi sultanların rehberliğinde aşk ile iman, insaf ile adalet ve akıl ile mantık esasları üzerine bina edilmiş; yine bu manevi otoritelerin rehberliğinde mantıklı, sağlam ve intizamlı bir şekilde yürütülmüştü. Cumhuriyet devrinin manevi dinamiği ve mimarı ise Bediüzzaman Hazretleri ve onun bir marifet ve fazilet hazinesi olan eseri Risale-i Nur olmuştur.

Evet, medrese ve tekkeler kapatılınca Cenab-ı Hak lütuf ve kereminden Risale-i Nur gibi bir eser nasip etti. Eskiden Arapça, Kur’an, hadis, kelam ve fıkıh gibi dersler müderrisler tarafından okutulurdu. Burada tedrisat görenler ise on beş yıl okutulduktan sonra ancak alî ilimlere çıkılabilirdi. Zaten o medreselerde herkes de okuyamazdı. İşte kapatılan o medrese ve tekkelere bedel, Risale-i Nur öyle bir mektep ve medrese oldu ki, her kesimden, her meslek grubundan talebesi var. Bu hizmet sadece belli bir yaş grubuna münhasır değildir. Çocuklar, gençler, ihtiyarlar, hanımlar, mütefekkirler, araştırmacılar, ilim adamları bu mektebin birer talebesidirler. Bu eserleri okuyan herkes istidat ve kabiliyeti nispetinde ondan hisse alır, kalbine ve ruhuna nakşeder ve imanını inkişaf ettirir.

Üstad Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:

Evet Risale-i Nur on beş senede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikîyi, on beş haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmi bin zât tecrübeleriyle şehadet ederler.”[1]

Tevfik-i İlahî refiki olan adam, tarîkat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet Kur’andan, hakikat-ı tarîkatı -tarîkatsız- feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-u bizzât olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın îsal edici bir yol buldum.”[2]

Bu hizmet bir mekâna, belirli bir merkeze ve bir şahsa bağlı değildir. Bu hizmet bütün dünyayı içine alacak şekilde çok geniştir. Bu dersleri okuyanların hepsi talebe ve şakirttir. Bu talebelik ise bir ömür boyu devam etmektedir.

Evet, dünyanın hiçbir yerinde yaşları, meslekleri, branşları ayrı olan milyonlarca insanı bir araya toplayan, birbiri ile kaynaştıran, onları bir akraba haline getiren, kalplere Allah korkusunu ve muhabbetini yerleştiren, insan sevgisinin ve uhuvvetin ehemmiyetini ortaya koyan, onlara bir hedef gösteren bir başka ekol yoktur. Bu bakımdan Risale-i Nur, bir cihan üniversitesidir. Üstad Hazretleri Münâzarat adlı eserinde şöyle buyurur:

İslâmiyet hariçte temessül etse; bir menzili mekteb, bir hücresi medrese, bir köşesi zâviye, salonu dahi mecmaü’l,küll, biri diğerinini noksanını tekmil için bir meclis-i şûra olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî timsalinde arz-ı dîdar edecektir. Âyine kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z Zehrâ dahi o kasr-ı İlâhîyi haricen temsil edecektir.”[3]

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin harika bir şekil de izah ettiği bu hizmeti, bu asırda Risale-i Nur hakkıyla ifa ve temsil etmektedir.

Risale-i Nur’daki bütün hakikatler bu asırdaki insanların fıtratına uygun, fevkalade orijinal ve mükemmeldir. Risale-i Nur’un mevzuları gibi, o mevzuları meydana getiren cümleler ve kelimeler de gayet mükemmel ve orijinaldir. Onlar hiçbir kitaptan alınmamış ve doğrudan doğruya Üstadın kalbine Kur’an’dan ilham edilmiştir.

Nitekim Üstadımız da bu hakikatı şöyle ifade etmektedir:

Risalet-ün-Nur sair te’lifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Te’lif olduğu vakit hiçbir kitab müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’ânîden ve âyâtının nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.”[4]

Bunun içindir ki, insanların aklına, ruhuna, kalbine ve tüm hislerine hitap eden bu harika eserler raflarda durmuyor, büyük bir şevkle tekrar tekrar okunuyor, okuyucunun elinde ve cebinde dolaşıyor.

Osman Yüksel Serdengeçti’nin ifadesiyle ; “Yıllardır mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, îmana susayanlar; onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstadın Nur risaleleri elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç – ihtiyar, cahil – münevver, sekizinden seksenine kadar herkes ondan bir şey aldı, onun nuruyla nurlandı.”[5]

Kur’an’ın manevi bir tefsiri olan Risale-i Nurdaki ulvi hakikatler, îman, marifet, ahlak, edep ve irfan sahasında büyük fütuhat yapmış, başta Arapça ve İngilizce olmak üzere kırktan fazla dile çevrilmiş ve hamiyetli ve gayretli insanlar tarafından Avrupa, Amerika, Afrika ve Asya kıtalarına kadar ulaştırılmıştır.

Helaket ve felaket esrında her türlü menfi cereyanlar, imansızlık ve sefahet ateşi her tarafı kasıp kavurmakta idi. Üstad bu manzarayı şöyle dile getirir. “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde evlâdım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, îmanımı kurtarmağa koşuyorum.” [6]

Evet, Kur’an nurunu söndürmeye çalışanlar zulümlerini bütün şiddetiyle icra ediyorlardı. Başta Bediüzzaman olmak üzere Kur’an’a ve imana hizmet eden ilim ve irfan erbabı her türlü zulüm, istibdat, hapis ve sürgün gibi eza ve cefalara maruz kalıyorlardı. Bediüzzaman’ın ifadesiyle;

Zulüm, başına adalet külâhını geçirmiş; hıyanet, hamiyet libasını giymiş; cihada bagy ismi takılmış, esarete hürriyet namı verilmiş. Ezdad, suretlerini mübadele etmişler.” [7]

Dolayısıyla, fazilete, rezalet; rezalete fazilet denilen dehşetli bir asır yaşanıyordu. Himmet erbabı, hiçbir tarihte, onun zamanındaki gibi eza ve cefaya maruz kalmamıştı.

Cenab-ı Hak, lütuf ve kereminden ahır zamanda Bediüzzaman gibi büyük bir mürşidi insanlığın imdadına gönderdi. Onun yazmış olduğu insanlığın manevi reçetesi olan bu eserlerin ekserisi, tekke ve zaviyelerin kapatıldığı, her türlü dini tedrisatın yasak edilip Kur’an’ı okuyan ve okutanların takibat altına alındığı, batı kaynaklı her türlü menfi cereyanların ortaya çıkıp revaç gördüğü, bu necip milletin imanına, ahlakına, mukaddesatına, ezanına ve ubudiyetine hücum edildiği, gençliğimizin tarihine ve öz kültürüne yabacılaştırıldığı, dini ve milli seciyelerini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya bırakıldığı ve milletimizin manen sarsılıp, ruhen çökertildiği dehşetli bir zamanda hem de hapishanelerde ve tecritlerde yazılmıştır.

Bediüzzaman Hazretleri bu dehşetli durumu şöyle ifade eder: “Onların zamanlarında imanın esasatına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu has mü’minlere ve ferdlere hitab ederler, bu zamanın dehşetli taarruzunu def’edemiyorlar.”[8]

Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi kolaydır. Fakat dalalet, fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünki öyleler kendilerini beğeniyorlar; hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.”[9]

Evet bu asrın dehşetine karşı taklidî olan îtikadın istinad kal’aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan her mü’min tek başıyla dalâletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir îman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin.”[10]

Bunun içindir ki, Üstad Bediüzzaman Hazretleri asırlarını feyizleriyle nurlandıran o büyük tarikat kahramanları da bu zamanda gelseydiler bütün himmet ve gayretlerini iman hizmetine sarf edeceklerini ifade etmektedir:

Bu da şüphe ve tereddütlerin izalesi, akılların tatmini ve kalplerin tenvir edilmesiyle iman hakikatlerinin sarsılmaz delil ve burhanlarla insanların ruhuna, aklına, vicdanına ve bütün hissiyatlarına nakşedilmesiyle olabilir. Risale-i Nur bu hizmeti hakkıyla ifa etmiştir. Üstadımız, “Tesadüf, şirk ve tabiat”tan teşekkül eden fesad şebekesinin âlem-i İslâm’dan nefiy ve ihracına, Risale-i Nur’ca verilen karar infaz edilmiştir.”[11] buyurarak bunu ifade etmiştir.

Madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet’e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet’e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayt kalmak, elbette kâr-ı akıl değil…”[12]

Üstadımızın; “Zaman tarikat zamanı değil, hakikat zamanıdır” buyurması da bu nokta-i nazardandır. Yoksa onun, hâşâ tarikata karşı olması demek değildir. Nitekim üstadımız “Telvihat-ı Tis’a” adıyla yazmış olduğu çok ehemmiyetli ve çok harika eserinde tasavvufun sayısız faydalarını, güzelliklerini, hikmetlerini, hakikatlerini, ehemmiyetini ve dindeki yerini izah etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri bu harika eserinde tarikata intisap eden bazı ehliyetsiz fertlerin hatalarını nazara vererek tarikata hücum edenlere karşı, tarikatın maksadını, gayesini ve ehemmiyetini fevkalade bir vukufla ortaya koymuş, tarikata hücum eden din düşmanlarına şiddetli ve dehşetli tokatlar vurmuş, herkesin kendi köşesine çekildi o dehşetli dönemde kaleme aldığı bu eser ile mülhitleri ilzam etmiş, müminleri, özellikle de tarikat erbabını memnun ve mesrur etmiştir.

 Mehmed Kırkıncı

Kaynakça;

[1] Nursî B. S Kastamonu Lahikası

[2]Nursî B.S Mesnevi-i Nuriye

[3] Münazarat

[4] Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, Birinci Şuâ

[5] Nursî, B.S Tarihçe-i Hayat (Tahliller)

[6] Tarihçe-i Hayat

[7] Mektubat

[8] Nursi B. S Kastamonu Lahikası

[9] Nursî, B. S. Mektubat (5. Mektup)

[10] Nursî, B. S Sikke-i Tasdîk-i Gaybî,

[11] Mesnevi-i Nuriye

[12] Nursî, B.S Mektubat (5. Mektup)

Akşemseddin Hz. Kimdir? Akşemseddin’i Rahmetle Anıyoruz (15 Ocak 1459)

Akşemsettin Kimdir ?

Fatih Sultan Mehmed’in hocası, ünlü İslam büyüğü Akşemseddin 1390 yılında Şam’da doğdu. Küçük yaşlardan itibaren ilme ve sanata karşı ilgi duydu. Medrese tahsilini tamamladıktan sonra seçkin alimler arasında yerini aldı. Üstün zekası ve anlayışı, yılmak bilmeyen çalışma gücüyle kendini kitaplara adamış, başta İslami ilimler olmak üzere tıp, astronomi, biyoloji ve matematikte zamanın ünlülerinden olmuştur. Uzun yıllar Osmanlı medreselerinde çalışarak yüzlerce öğrenci yetiştirmiş, tıp alanında önemli çalışmalar yapmıştır.

Şemseddin Muhammed bin Hamza, yani Fatih’in hocası, âlim ve mutasavvıf Akşemseddin, 15 Ocak 1459 tarihinde vefat etmiştir. “Akşeyh” adıyla şöhret kazanmış olan Akşemseddin, Hacı Bayram Veli‘ye intisab etmiş ve bir süre Hacıbayram Camii’nin çilehânesinde çile çıkarmıştır.

Akşemseddin, halkın teveccüh ve nazarından uzak durması, şöhret ve şan belâsından sürekli kaçınmasıyla, bir sembol şahsiyet olarak bayraklaşmıştır. Onun çile hayatı, tevâzu ve mahfiyet iklimine ayak bastığı ilk tecrübesidir. Halkın ilgisinden çekinerek, şeyhinden ayrılma pahasına Beypazar’a giden Akşeyh, burada bir mescid ve değirmen inşâ etmiştir. Ancak burada da halkın teveccühünden rahatsız olmuş ve Çorum’un İskilip kazasına bağlı Evlek köyüne göç etmiştir. Bir süre sonra Bolu’nun Göynük kazasına yerleşen Akşemseddin, burada da bir mescitle bir değirmen yaptırmıştır.

Akşemseddin, şeyhi Hacı Bayram Veli’nin vefâtıyla irşad makamına geçmiştir. İstanbul’un fethi sırasında Fatih Sultan Mehmed’in yanında fethin manevî cephesini temsil eden büyük veli, muhasaranın en sıkıntılı zamanında ordunun maneviyatını diri tutmuştur. Akşemseddin, fethin en önemli simgesi olan Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi sırasında burada ilk Cuma namazı hutbesini okumuştur. O, İstanbul’un asırlar süren fetih rüyasını gören bahtiyarlardandır. Akşemseddin, hem fethe katılmış ve hem de fethin gerçekleştiğini görmüş, asırlarca birçok İslâm ordusunun muhasaraya aldığı, ama belki de vakti gelmediği için bir türlü fethetmeye muvaffak olamadığı İstanbul’un, artık bir İslâm beldesi olmasında önemli rol oynamıştır. Fetih’ten hemen sonra padişahın isteği ile, İslâm ordularının İstanbul’u fethi sırasında şehit düşen büyük sahâbi Ebû Eyyüb el-Ensârî (ra)’nin kabrini de keşfeden bu büyük mürşid, bir süre müderrislik de yapmıştır.

Akşemseddin; tevâzu, alçakgönüllülük ve ferâgatin zirve ismidir. O, herşeye sahip iken bırakmasını bilen; hükümranlığı ve dünya saltanatını, mahfiyet ve tecrîd makamına tercih etmeyen bir mürşîdi kâmildir. Maddî varlık ve dünyevî arzulardan el-etek çeken bu büyük zât, bedenî isteklerden büsbütün sıyrılmayı başarmış ve mâsivâdan yüz çevirmiştir. O, bu mânâda bir “ehli tecrid”dir. Fuzûlî’nin :

“Mesleki tecrîddir ferâgat evi
Terki mâl ile hânümândan geç”

çağrısıyla tarif ettiği bu makam, elbette ki kalp gözü açık bahtiyarların, varlık ve eşyanın mahiyetini keşfederek “asıl olanı” bulmasıyla kazanacağı bir mertebedir. Yunus‘un, “ballar balını bulduğu” bu makam, herşeyden feragat etmeyi gerektiren bir “bulma hali”nin eseridir. O’nu bulmak, O’na yönelmek ve O’na ulaşmak, herşeyi bırakmanın da yeri ve zamanıdır. Nitekim fetihten sonra Akşemseddin, padişahın tacını ve tahtını bırakarak kendisine bağlanma isteğini engellemeye çalışmış ve bu cihan sultanını durduramayacağını anlayınca da Gelibolu üzerinden Göynük‘e dönerek inzivâya çekilmiştir.

Akşemseddin’in hangi ruh hâliyle padişahı durdurmak istediği ve taht merkezinden ayrılarak iltifat ve ilgiden neden rahatsız olduğu konusunda pek çok şey söylenebilir. Ancak Fatih’in Göynük’e gönderdiği hediyeleri almak istememesi ve Göynük’e yaptırmak istediği tekke ve cami için rıza göstermemesi, devletin devamı ve bekâsının teminatı olan hükümdarlık makamının zedelenmemesi icâbıdır. Nitekim “sultâna sultânlık ve gedâya da gedâlık yakışır“. Fatih’in birçok ihsanından sadece Göynük’e bir çeşme yapmasına izin veren Akşemseddin, şeyhi Hacı Bayramı Veli’nin yolundan gitmiş ve tekkenin devlet üzerindeki tahakkümüne yol açacak bir tavrı şiddetle reddetmiştir. Bize göre, Osmanlı Devleti’nin din ve devlet işlerinin sağlıklı gelişmesinde, Akşemseddin’in bu tavrı büyük bir önem taşımaktadır.

Cihan padişahı Fatih Sultan Mehmed’in derviş olma talebini geri çeviren Akşemseddin’in, sultanın kırılması karşısında verdiği cevap çok önemlidir: “Dervişlikte bir hâlet vardır ki, eğer lezzet alınırsa, saltanat işlerinden kesin olarak el çekmek lâzım gelir. Memleketin işleri ihtilâl bulur. O takdirde, hem siz ve hem de biz vebâle gireriz…” (Solakzâde Tarihi, c. I, s. 273) Şeyhin bu sözleri karşısında teselli bulan Fatih, ikibin altın göndererek onu taltif etmek ister. Fakat Akşemseddin bu parayı kabul etmez ve geri gönderir.

Rivayete göre, padişah bir gün Akşemseddin’in çadırına girmiş, ancak şeyh hiç kımıldamadan öylece yerinde oturmaya devam etmiş. Bu hale çok üzülen padişah, Ahmed Paşa’ya: “Şeyh bize kıyâm etmeyip yerinden kımıldamadığı için hâtırım kırılmıştır ve gönlüm mahzundur” diye yakınmıştır. Akşemseddin’i iyi tanıyan Ahmed Paşa, padişaha şeyhin bu hareketini şöyle izâh etmiştir: “Bu büyük fetih, önceki pâdişâhlara ve mübârek ecdâdınıza müyesser olmayıp size nasip olmakla, sizde bir çeşit gurur müşâhade eylemiş, bu yüzden riâyet ve tâzimde kusur göstermiştir. Gerçekten maksatları sizden o gururun izâlesine gayret gösterip ayağa kalkmadı.” Bu izâh üzerine rahatlayan padişah gece yarısı Akşemseddin’i ziyaret etmiş ve kendisiyle sabaha kadar sohbet edip sabah namazını da Şeyhle birlikte edâ etmiştir.

Büyük mutasavvıf ve mürşidi kâmil Akşemseddin hazretlerini, vefâtlarının yıldönümü münasebetiyle (rahmet niyazıyla yâdedip) bir kez daha örnek bir şahsiyet olarak tanımak ve “Akşemseddin Olabilmek” idealini hep diri tutmak ne büyük saadet !…

Derleyen: NurNet.Org

Kaynaklar

-Ali İhsan Yurd, Dr. Mustafa Kaçalın, Akşemseddin, Hayatı ve Eserleri, Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Vakfı Yay., İst., 1994.
-Ayşe Yücel, Akşemseddin’in Fikir ve Felsefe Dünyası, Gazi Üniv. Sos. Bil. Ens. basılmamış doktora tezi, Ankara, 1993.
-Dr. Vahid Çabuk, Solakzâde Tarihi, Kültür Bak. Yay., c.I, Ank., 1989.
-Orhan F. Köprülü, Mustafa Uzun, “Akşemseddin”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.2, s. 29930