Etiket arşivi: muhabbet

Refika-i Hayat

Evliliğin 5-10 yılı geçmiştir; huylar öğrenilmiş, vazifeler taksim edilmiş, çocuklar bir hale yola koyulmuştur. Bu arada hanım anne olmayı, bey baba olmayı öğrenmiş ve çetin bir süreçten geçmişlerdir. Nice ak dediklerine kara diyecek, günlerce üzüldüklerine şimdi gülüp geçecek, ufak sıkıntılarda telefona sarılıp annesinden meded isteyecekken artık onlar duyup üzülmesin diye sinesine gömecek bir olgunluğa ermişlerdir. Aslında bütün bu değişimleri, olgunlaşmayı birlikte öğrenmişlerdir ama farkında değildirler..

Hanıma göre beyi anne olmanın zorluğunu bilmemekte, beye göre hanım evin maddi sorumluluğunu omuzlamak nasıldır anlamamaktadır. Aynı yuvanın devamı için on yıldır ciddi ve fedakarane vazife taksimi yaptıklarının, Allah’ın kalblerine koyduğu şefkat ve muhabbetle bunu yapabildiklerinin farkında değillerdir; daha çok birbirinin ne zaman yanında olmadıysa o kalmıştır akıllarında.. Bunca vefa hatırası varken, birkaç olumsuz durum hepsini nazardan silivermiştir zalimce. Yani yaşarken paylaşmamışlardır neler düşündüklerini, neler hissettiklerini, nelerde zorlanıp aşmaya çalıştıklarını. Hayatı yaşarken “hayat arkadaşı” olmayı atlamışlardır. Anlamak ve anlaşılmak, hissetmek ve hissedilmek eksenli işleyen bu süreci ya vakit darlığı ya da paylaşmayı bilmemek sebebiyle tadamamış ve birbirlerinin dünyasından mahrum kalmışlardır.

Oysa eş olmaktaki hikmet kalblerin birbirine mukabil gelmesi, kalbindekini perdesiz paylaşabilmek, kendi dünyanda eşini gezdirebilmek, onunkine girip onda gezebilmektir. Masumane hissiyatların, endişelerin, acemi tedbirlerin, sıkılgan itirafların, sevgi ve muhabbeti birbirine akıtan özürlerin paylaşılmadığı bir hayatta insan nasıl kalben tutunabilir ki eşine..İster istemez yalnızlık hissi kaplar ruhunu.

İnsan olarak yaradılışımız gereği başka kalplerde ruhlarda da genişleyebilmek ihtiyacındayız, başka alemlere açılmak, başka gözlerle hayata bakmak ihtiyacındayız. En yakınımız olan eşimizin alemine açılamazsak ruhumuz nasıl mutmain olacak? Realiteden kopmuş dizilerdeki karakterlerle mi bütünleştireceğiz benliğimizi; kaleye giren toplarla mı “aile reisi olarak zor bir meseleyi çözmenin” verdiği itminanı yakalayacağız.. Hayır çözüm dışarıda değil, içeride hem de hiç ummadığımız yerde, eşimizin kalbindedir. Eğer hala duyan bir kalbimiz varsa ona duyduklarımızı duyurmaya çalışabiliriz. Bir defalık kendi hislerimizden geçip, onu eleştirmeden anlamaya çalışarak.. Birçok müşkülünü hanımlarıyla istişare eden Rasulullah(ASM) bu tarz hareketin en açık uygulamalarını bize numune bırakmış.

Evet, dünler geçti, artık bugün var. İlk başta yılların birikimi bir yabanilik olabilir ama ilk adımı kim atarsa hayrın çoğunu da o almış olur. Samimi bir paylaşım, bir dinleme, o gününü hakikaten merak etme ile başlayabiliriz ve sonrası iki refika-i hayatın çabasıyla devam eder. Bu paylaşımları azami artırarak, her günü beraber “yaşamak” yolunda gayret edebiliriz.

Gizli definelerin saklı olduğu o kalblere açılmak için samimi muhabbetle, şefkat ve hürmetle eşimize muhatab olmak duasıyla..

Nabi

Nurnet.org

Zamanın Sahabeleri Muhabbet Fedaileri

Zaman çoğunlukla insanların kendi menfaatleri doğrultusunda hayatlarını dizayn ettikleri ve insanlara menfaatleri doğrultusunda yaklaştığı bir zaman. Bencilliğin, menfaatin ön planda olduğu insani değerlerin ve dürüstlüğün toplumda alıcı bulmadığı bir dönem.

Bu dönemde bu kadar olumsuzluğa rağmen olumlu yönde yaklaşan insanlarda yok değildir. Toplumun manevi dinamikleri olarak kabul edebileceğimiz bu insanlar Muhabbet Fedaileridir.

Bu insanlar kendileri için yaşamazlar. Başkaları için yaşarlar.

Alkışları duymaz, eleştirilere kulak asmaz, yaptıkları şeyi gösterişsiz yaparlar.

Onlar içinde bulundukları toplumu aydınlatıp insanlığı yükseltme uğrunda onlarla bütünleşip onlarla içli dışlı olurlar.

Onlar bir tohum gibidirler. Kendileri çürürken yüzlerce başakları yeşertirler.

Onlar bir ışık gibidirler kendileri yanarken başkalarınıda aydınlatırlar.

Bu insanlar dünyayı bir amaç değil bir araç olarak görürler. Ben demezler her zaman biz derler. Onlar fedakârlık abidesidirler.

Herkes gezip oynarken bu insanlar kitap okuma ve okutma derdindedir. Acaba bugün kaç sayfa kitap okurum ve kaç sayfa kardeşimin kitap okumasına vesile olurum.Kardeşimin imanını nasıl kuvvetlendiririm derdindedirler. İnsanların manevi kurtuluşunu bir ideal olarak görürüler. Bir insanın manevi kurtuluşunu bir insanın idam sehpasından kurtuluşu gibi görürler.

Bu insanlar meyve ağacı gibidirler sesiz sedasızdırlar. Hiç bir zaman sesleri sedaları duyulmaz. fakat verdikleri hizmetlerle insanlara en kıymetli, değerli meyveleri verirler. Kendilerini insanların manevi hayatını kazanacak hazineleri dağıtmakla mükellef görürler. Her zaman pozitif düşünürler.

Üstadları gibi ve Üstad Bediüzzaman’ın  yolunda :

‘’Biz muhabbet fedaileriyiz husumetle vaktimiz yoktur.’’ düşüncesi ile her insana ve her olaya pozitiftirler.

İnsanlara sevgi ve şefkat ile yaklaşırlar. Bir insanın kalbini kırmayı Kâbe’yi yıkmayla eş görürler. Halim selimdirler. Fakat hiçbir zaman korkak ve ürkek değillerdir. Kendilerine haksızlık yapıldığında haksızlığa sesiz kalmazlar.

Kısacası onlar Muhabbet fedaileridirler ahiretini ve başkalarının ahiretini kurtarmak için dünyasını ve dünya namına değerli bildiği bütün değerleri bir kenara atmışlardır. Yalnız bir şeyi gaye edinmişlerdir. Allah rızasını Allah’ı razı etmeyi gaye edinmişlerdir. Allah onlardan razı olsun.

Hamit DERMAN

Bir mucize mümin: “Hz. Ebu Bekir (R.A.)”

Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın (c.c.) kâinata koyduğu yasalarından biri de insana doğru yolu göstermesi için peygamberler göndermesidir. Hadislerde geçtiği üzere 124 bin ya da 224 bin peygamber gönderilmiş, Kur’an bunlar içerisinden seçtiği 28 peygamberi bizlere anlatmıştır.

Gönderilen bu peygamberler muhatap oldukları insanların hassasiyetlerine göre çeşitli mucizelerle geldiler. Mesela, Hz. Davud büyük bir hükümranlıkla gelmişti. Oğlu Süleyman’a Allah (c.c.) onlarca mucize vermişti. Hz. Musa sihrin revaçta olduğu bir zeminde böyle mucizelerle geliyor, Hz. İsa Allah’ın izni ile ölülere yeniden hayat veriyor, hastaları iyileştiriyor, cüzamlılara eli ile şifa ulaştırıyordu.

Son Peygamber olan Efendimiz de (a.s.m.) çeşitli mucizeler gösteriyordu. Efendimiz’in (a.s.m.) bir çok mucizesi arasında en büyük mucizesi ise Kur’an’dır.

Peki, Kur’an’ın en büyük mucizesi nedir?

Bu soruyu sorduğumuzda onlarca cevap gelir zihnimize… Kur’an’ın nazmı, belağatı, edebi niteliği, evrensel özelliği, az söz ile çok şey beyan etmesi, korunmuşluğu ve daha birçok özelliği de birer mucizedir.

Bu mucizelerden bir tanesi de şudur: Kur’an’ın insan yetiştirme, terbiye etme ve geliştirme potansiyeli… Daha dün deve çobanları iken, yol kesip şakilik yaparlarken, diri diri kız çocuklarını toprağa gömerlerken, böyle bir toplumdan yeryüzünde ikinci bir örneği olmayan Allah onlardan razı, onlar da Allah’tan razı bir topluluk meydana getirmiştir. Öyle bir topluluk ki, kıyamete kadar, kul olma gayreti olanların gaye-i hayalleri olmuştur. Öyle bir topluluk ki, kim onların yolunda yürüse cennete, kim onlar gibi yapmazsa azaba yürüyeceklerdir. İşte bundan dolayı diyebiliriz ki; Nübüvvetin en büyük mucizesi Kur’an, Kur’an’ın en büyük mucizesi Sahabedir.

Peki, sahabenin en büyük mucizesi nedir? Sahabenin en büyük mucizesi ise Hz. Ebû Bekir’dir.

Kırk üç yılllık dostluk

Neden Hz. Ebû Bekir?

Bunun birçok sebebi olsa da, ancak biz sadece bir noktada dikkatlerimizi yoğunlaştıracağız. Hz. Ebû Bekir, Miladi 573’te Mekke’de doğuyor, yani Efendimiz’den (a.s.m.) iki yaş küçük olarak dünyaya geliyor. Efendimiz de (a.s.m.) Hz. Ebû Bekir de Mekke’de oldukları için ta çocukluktan itibaren birbirlerini tanıyorlar. Ama ilk sıcak buluşmaları Efendimiz (a.s.m.) 20 yaşlarında, Hz. Ebû Bekir 18 yaşlarında iken bir erdemliler harekâtı olan Hilfu’l-Fudul’da oluyor. Kim olursa olsun zalime karşı, kim olursa olsun mazlumdan yana ilkesi ile kurulan bu faziletliler topluluğunda yer alan Efendimiz (a.s.m.) ve Hz. Ebû Bekir, o günden sonra bir daha hiç ayrılmıyorlar. Öyle bir dostluk başlıyor ki aralarında 20 yıl Nübüvvet öncesinde, 23 yıl da Nübüvvet günlerinde tam 43 yıl fasılasız devam ediyor.

Hz. Ebû Bekir ile Efendimiz (a.s.m.) Nübüvvet öncesi tam 20 yıl süren bu dostluklarında, bu ifadeye dikkat edin; hep bir adım önde olan Hz. Ebû Bekir’dir.  Neden mi? Hz. Ebû Bekir o günler iyi bir tüccardır, tam 40 bin dirhemlik bir sermayesi vardır; ama Efendimiz’in (a.sm.) böyle bir imkânı yoktur. O (a.sm.) Hz. Hatice’nin yanında sermaye-iş ortaklığı üzerinden çalışmaktadır. Hz. Ebû Bekir okuma-yazma bilmektedir; ama Efendimiz (a.s.m.) kâğıdı-kalemi hiç eline almamıştır, almayacaktır da… Hz. Ebû Bekir Mekke’nin sosyal yapısı içerisinde söz sahibi biridir. Daru’n-Nedve’ye girme yaşı 40’tır; ancak üç insandan bu zorunluluğu Mekke kaldırmıştır; Bu üç insan Ebû Cehil, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Bekir’dir. Hz. Ebû Bekir’in Daru’n-Nedve’de Eşnak diye bir görevi vardır. Eşnak, diyetleri belirlemedir.

Nübüvvet öncesi böyle bir durum ortada varken, yani Hz. Ebû Bekir hep bir adım öndeyken, Miladi 610’da bir pazartesi gecesi vahye muhatap olan Efendimiz (a.s.m.) salı günü Hz. Hatice’yi kadınlardan, Hz. Ali’yi çocuklardan, Hz. Zeyd b. Harise’yi kölelerden kazandıktan sonra o zamana kadar 20 yıllık dostu olan Ebu Bekir’e bu dini arz ettiğinde, Hz. Ebu Bekir hiç tereddüt etmeden, düşünmeden, şüphe duymadan, iman etmiş ve 20 yıldır bir adım öndeyken bir anda bir adım arkaya geçmiş ve 23 yıl boyunca da Efendimiz’in (a.s.m.) hep sağında ama arkasından yürümüştür. Bu bir mucize değil de nedir? Bu İslam’ın, imanın ve tabii ki Kur’an’ın bir mucizesidir. Kur’an’ın insan kazanma ve yetiştirme potansiyelinin ne kadar büyük olduğunun bir göstergesidir.

Yaşanılması zor bir hayat

Hz. Ebû Bekir’in hayatı başından sonuna kadar; bu manada hep mucizelerle doludur. Mucize; şahit olanları aciz bırakan, görenleri kendine hayran eden hadiseler demektir. Gerçekten Hz. Ebû Bekir’in hayatı böyle bir hayattır. Bundan dolayıdır ki Hz. Ömer, onun vefatının ardından şöyle demiştir: “Ey Ebû Bekir! Arkanda kalanlara yaşanamaz, yapılması çok güç bir hayat bıraktın.”

Hicri olarak 63 yıl süren bu hayatın her karesi çok farklı hadiseler ve mesajlarla doludur. Öyle bir bereketli hayat ki, hayat defterinin hiçbir sayfasında boşluk yok, boşa geçmiş bir zaman yok, atlayıp dikkate almayacağınız bir vakit yok; bereket var, anlamlı yaşama var, hedef var, büyük bir emel var, gayret var, mücadele var; var da var…

Hz. Ebû Bekir’i birkaç sayfa içerisinde anlatmak nasıl mümkün olabilir ki? Bu çok kolay bir iş değildir. Dolayısı ile biz yazımızın çerçevesini biraz daraltarak Hz. Ebû Bekir’in hayatında çok önemli gördüğümüz ve bizlerin hayatında da ne yazık ki istenilen düzeyde şahit olamadığımız, beş temel kavram üzerinden onu anlamaya çalışacağız. Bu kavramlar: Muhabbet, Sadakat, Teslimiyet, Celadet ve Evveliyet’tir.

Muhabbet

Muhabbet, bu zorlu işin olmazsa olmazıdır. Sevgi deyip geçmeyin, hakkı ile seven, sevdiğinin yolunda olur. Feda eder, feda olur, neyi varsa vazgeçer, gözü sevdiğinden başkasını görmez, hayatını sevgilisinin yoluna kurban eder. Biz bunların hepsini Hz. Ebû Bekir’in hayatında görüyoruz.

Hz. Ali Kufe’de halife iken, bir gün İslam’ın destan yazdığı o ilk günlere şahit olmayan genç nesle: “Söyleyin bakalım insanların en cesuru kimdir?” diye sormuştu. Soruya muhatap olan o günün Müslümanları, cesaret deyince akıllarına hep Ali geldiği için: “Ente Ya Emir’el-Mü’minin/ Sensin Ey Müminlerin Emiri!” demişlerdi. Hz. Ali: “Hayır, ben değilim. İnsanların en cesuru Hz. Ebû Bekir’dir” demişti. Neden Hz. Ebû Bekir olduğunu merak eden o bakışları görünce, Hz. Ali anlatmaya başlamıştı: “Bizler bir avuç iman eden kardeşlerimizle beraber nübüvvetin ilk günlerinde Kâbe’de namaz kılıyorduk. O anda Mekke’nin kara yüzlü adamları bize ve Efendimiz’e (a.s.m.) saldırdılar. Kimi Allah Resulü’nü (a.s.m.) itekliyor, kimi cübbesini çekiyor, kimi üzerine çöreklenmiş O’na (a.s.m.) vuruyordu. Biz ise elimiz kolumuz bağlı hiçbir şey yapamadan sadece olanları seyrediyorduk. Bir anda baktık ki ötelerden cübbesi rüzgârda savrulan, ama gelişi ile etrafa izzet saçan biri bize doğru yaklaşıyor. Gelenin kim olduğunu merak etmiştik. O yiğitçe gelen, naif bedeni ile o gün bir aslan kesilen Hz. Ebû Bekir’den başkası değildi. Koşa koşa bize doğru geliyor, kendisine engel olanları bir bir deviriyor ve Kâbe’nin duvarlarında yankılanan şu sözü haykırıyordu: “Rabbim Allah’tır dediği için birini mi öldüreceksiniz?” Bu sözleri en gür sedası ile haykıran Hz. Ebû Bekir, gelip kendini o anda Mekkelilerin saldırılarına muhatap olan Efendimiz’in (a.s.m.) üzerine atıyordu. Bu sefer o kara yüzlü adamlar Efendimiz’i (a.s.m.) bırakıyor; Hz. Ebû Bekir’i ortalarına alıyorlardı ve başlıyorlardı onu dövmeye… Yumruklar, tekmeler, hakaretler havada üşüşüyordu… Ağzı, gözü, burnu dağılan Hz. Ebû Bekir daha fazla acılara dayanamıyor; oracıkta bayılıyordu. O anda kabilesi Benî Teym, olaydan haberdar oluyor, gelip Hz. Ebû Bekir’i onların elinden kurtarıyorlardı. Her tarafı kan-revan içerisinde ve baygın bir halde evine taşıyorlardı. Nice sonraları Hz. Ebû Bekir gözlerini açıyor, biraz kendine gelir gibi oluyordu.  Uyanır uyanmaz ağzından çıkan ilk söz “Allah Resulüne ne oldu?” sözü oluyordu. Söyler misiniz böyle bir cesareti ortaya koyarak insanların en cesuru olmayı hak eden Hz. Ebû Bekir değil de kimdir?”

Hz. Ali’nin nübüvvetin ilk yıllarında yaşadığı ve yıllardır unutmadığı bu tablo, Hz. Ebû Bekir’in, Efendimiz’e (a.s.m.) nasıl bir sevgi ile muhabbet ile bağlandığının bir örneğidir. O günden sonrada Hz. Ebû Bekir, hayatının birçok sayfasında muhabbetin ne kadar önemli olduğunu hep gösterip durmuştur.

Sadakat

Sadakat, sözünde ve özünde sadık olma, doğru olmadır. Sadakatin iki önemli vechesi/yüzü var. Biri; doğruluktan asla ayrılmama, başına ne gelirse gelsin, ne kaybederse kaybetsin; doğruluğu hayatın en temel şiarı kılma. İkincisi ise; doğruları tasdikleme, söylenen doğruyu tereddütsüz bir şekilde kabul etme… Biz sadakatin bu iki halini de Hz. Ebû Bekir’in hayatında zirve noktalarda görüyoruz. Zaten zirve olduğu için o Sıddık’tır; sadakat onunla âleme öğretilmiş ve o sıdkın en zirve hali olarak bu işin abidesi olmuştur. Sadece İsra ve Miraç hadisesinde onun tavrı hatırlandığında bu sözlerin ne anlama geldiği daha iyi anlaşılacaktır.

Teslimiyet

Teslimiyet, Müslümanın olmazsa olmaz vasfıdır. Zaten Müslüman demek, hiçbir tereddüde, şüpheye kapı aralamadan teslim olan demektir. Hz. Ebû Bekir’in teslimiyeti söz konusu olduğunda kesinlikle Rûm Süresi’nin nazilindeki tutumunu hatırlamamız gerekir.

Bi’setin beşinci yılı, Milâdi olarak 614 senelerinde iki komşu ve rakip devlet, birbirleriyle kanlı bir muharebeye girişmişlerdi. İran devleti tahtında 2. Hüsrev, Rûm İmparatorluğunda ise Heraklius bulunuyordu. O yıl yapılan son savaşta İranlılar galip gelmişti. Romalıların bu mağlubiyet haberi Mekke’ye ulaşınca müşrikler sevinmişler, Müslümanlar ise üzülmüşlerdi. Müşrikler bu hâdiseyi vesile yaparak Müslümanları rahatsız etmeye ve: “Siz ve Hıristiyanlar Ehl-i kitapsınız; biz ve İranlılar ise ümmiyiz. İranlı kardeşlerimiz, sizin Rûm kardeşlerinize galebe çaldı. Biz de, sizinle muharebeye girişirsek, sizi mağlup ederiz” diyerek şamataya başlamışlardı. Bu hadise üzerine Rûm Süresi nazil oldu ve yakın bir gelecekte Rûmların galip geleceğinin haberini verdi. İlgili ayetler nazil olduğu zaman, Rûm İmparatorluğu öylesine perişan olmuştu ki, Romalıların bir kaç sene zarfında canlanıp yeniden galip geleceklerine katiyetle hükmetmek şöyle dursun, ihtimal vermek bile akılların havsalasına sığacak bir şey değildi.  İşte böyle bir zeminde inen ayetler Rûmların kısa bir zaman sonra galip geleceklerini haber veriyordu.

Hz. Ebû Bekir, bu ayetleri Efendimiz’den (a.sm.) dinler dinlemez onları, Mekke’nin bir tarafında yüksek sesle okudu. Sonra da o sevinen müşriklere, “Rûmlar, birkaç sene sonra İranlılara muhakkak galebe çalacaklardır” dedi. Müşrik liderlerden Übey b. Halef bu sözleri duyunca hemen Hz. Ebû Bekir’in yanına geldi ve onunla bahse girmek istediğini söyledi. Allah’ın ayetlerine karşı büyük bir teslimiyet içerisinde olan Hz. Ebû Bekir onun bu teklifini kabul ederek, bahse girdi ve elbette netice Allah’ın dediği gibi oldu. Sadece bu olay bile Hz. Ebû Bekir’in teslimiyet noktasında nasıl bir duruşu olduğunu anlamamız açısından yeterlidir.

Celadet

Celadet, yiğitliktir, kahramanlıktır. Tabir caiz ise Ömerce davranmaktır. Yeri gelince aslan gibi kükremek, yeri gelince masaya yumruk vurabilmek, yeri gelince bakışları ile ödler koparmak, yeri gelince zalimin yüzüne hakkı haykırabilmektir. Bu vasıflar Hz. Ömer’de çok var da sanki Hz. Ebû Bekir’de yok gibidir. Ancak işin aslı böyle değildir. Gerçekten celadet Hz. Ebû Bekir’in de şahsiyetinin en önemli kavramlarından biridir. Onun Efendimiz’in (a.sm.) vefatındaki tavrı, Üsame ordusunu belirlenen hedefe göndermesi, peygamberlik iddiasında bulunanlara karşı ortaya koyduğu mücadelesi, dinden çıkanlara, iman ile zekât arasını ayıranlara karşı başlattığı cihadı nasıl bir celadet sahibi olduğunu bize göstermektedir.

Evveliyet

Evveliyet, ilk olmanın ayrıcalığını ilk günden son güne kadar devam ettirmek, başta heyecan ile başlayıp sonunda yorulmamak, hayırlarda hep yarışmak, her şeyin ilki olmasına rağmen , “hel min mezid” şuuru ile yani; “daha ötesi yok mu?” anlayışı ile yaşamaktır. Hz. Ebû Bekir, hayatı boyunca hep ilklerden, öncülerden oldu. Buna rağmen hiçbir zaman yaptıklarını yeterli görmedi. Her ne yapmışsa hep bir adım ötesine geçmek için gayret gösterdi.

Hz. Ömer Tebûk Gazvesi öncesini anlatıyor: “O günler Hz. Peygamber (a.s.m.) sadaka vermemizi emir buyurdu. O sırada benim malım çoktu. Kalbimden ‘Eğer Ebû Bekir’i geçeceğim bir gün varsa o, bu gündür‘ dedim ve malımın hepsini hesaplayarak, tam yarısını getirip, Efendimiz’in (a.sm.) önüne bıraktım. Peygamber Efendimiz bana ‘Ey Ömer! Çocuklarına ne bıraktın?’ diye sordu. ‘Getirdiğim kadar da onlara bıraktım’ dedim. Sonra Ebû Bekir geldi. Meğer o nesi varsa hepsini getirmişti. Peygamber Efendimiz ona da ‘Ey Ebû Bekir! Çocuklarına ne bıraktın?’ diye sordu. Ebû Bekir ‘Ben onlara Allah ve Resulünü bıraktım’ dedi. O zaman kalbimden ‘İmkânı yok, ben Ebû Bekir’i hiçbir zaman geçemeyeceğim’ dedim.”

İşte Hz. Ebû Bekir bu… Salih amellere doymayan biri o…

Muhammed Emin Yıldırım

Moral Dünyası Dergisi

Ramazan’da Ne İle Meşgul Olmalı?

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Mübarek Ramazan-ı Şerifinizi bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak bu Ramazan-ı Şerifin Leyle-i Kadrini umumunuza bin aydan hayırlı eylesin. Amin. Ve seksen sene bir ömr-ü makbul hükmünde hakkınızda kabul eylesin, amin.

Saniyen: Bayrama kadar burada kalmamızın bizlere çok faydası ve hayrı olduğuna kanaatim var. Şimdi tahliye olsaydık, bu medrese-i Yusufiyedeki hayırlardan mahrum kaldığımız gibi, sırf uhrevi olan Ramazan-ı şerifi, dünya meşgaleleriyle huzur-u manevimizi haleldar edecekti. “El-hayrü fi mahtarahullah” (Allah’ın, kullarını sevkettiği ve onlar için seçtiği her şeyde hayır vardır) sırrıyla, inşaallah bunda da hayırlı büyük sevinçler olacak. Mahkemede siz de anladınız ki, hatta kanunlarıyla da hiçbir cihetle bizi mahkum edemediklerinden, ehemmiyetsiz, sinek kanadı kadar kanunla teması olmayan cüz’i mektupların cüz’i hususiyatı gibi cüz’i şeyleri medar-ı bahis edip büyük ve külli mesail-i Nuriyeye ilişmeye çare bulamadılar.

Hem gayet külli ve geniş Nur talebeleri ve Risale-i Nur’un bedeline yalnız şahsımı çürütmek ve ehemmiyetten iskat etmek bizim için büyük bir maslahattır ki, Risale-i Nur ve talebelerine kader-i İlahi iliştirmiyor. Yalnız benim şahsımla meşgul eder. Ben de size, bütün dostlarıma beyan ediyorum ki, bütün ruh u canımla hatta nefs-i emmaremle beraber Risale-i Nur’un ve sizlerin selametine, şahsıma gelen bütün zahmetleri manevi sevinç ve memnuniyetle kabul ediyorum. Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem de lüzumsuz değil. Dünya ve zahmetleri fani ve çabuk geçici olduğu gibi, bize gizli düşmanlarımızdan gelen zulüm ve mahkeme-i kübrada ve kısmen de dünyada yüz derece ziyade intikamımız alınacağından, hiddet yerinde onlara teessüf ediyoruz.

Madem hakikat budur. Telaşsız ve ihtiyat içinde kemal-i sabır ve şükürle, hakkımızda cereyan eden kaza ve kader-i İlahi ve bizi himaye eden inayet-i İlahiyeye karşı teslim ve tevekkülle ve buradaki kardeşlerimizle de halisane ve tesellikarane ve samimane ve mütesanidane hakiki bir ülfet ve muhabbet ve sohbetle Ramazan-ı Şerifte hayrı birden bine çıkan evradlarımızla meşgul olup ilmi derslerimizle bu cüz’i, geçici sıkıntılara ehemmiyet vermemeye çalışmak büyük bir bahtiyarlıktır. Ve Nurun pek ehemmiyetli bu imtihanındaki tesirli dersleri ve muarızlara kendini okutturması, ehemmiyetli bir fütuhat-ı Nuriyedir.

Bediüzzaman Said Nursi – Şualar

Risale Ajans

Ey Müslüman Kardeşim Uzat Elini, Husumet ve Adavetin Vakti Bitti!

1878’de Şarkî Anadolu’nun yüksek dağların eteğinden, Bitlis’in Hizan ilçesinin Nurs köyünden dünyaya ilim, irfan sahasına bir güneş gibi doğan Bediüzzaman Said Nursi, Küçük yaşlarından itibaren ilk eğitimini ağabeyi Molla Abdullah’tan alır. Sekiz yaşında iken Tağ Köyünde tahsiline devam eder, oradan da Doğubayazıt’ta gider, üç ay süren tahsilinden sonra icazetini alır. Anlaşılması zor olan konuları kolaylıkla anlaması ve ezbere alması gibi farklılıkları nedeniyle, zamanın âlimleri ona “ Bediüzzaman” unvanı verir. Yani zamanın harikası, zamanın güzeli, kimseye benzemeyen, zamanın garibi manaları taşımaktadır.

Bediüzzamanın sergüzeşti hayatı daha çocuk iken başlar: Bitlis’te Vali Ömer Paşanın konağında iki yıl, daha sonra Van’da on yıl kalır. Horhor medresesini kurar, o zamandan beri fen ilimleriyle; din ilimlerinin birlikte okutulacağı, “ Medresetüzzehra” adı verdiği üniversite projesinin eğitim esasları ve yönetim şeklini de belirler,

Van’da bir üniversite açılması niyetiyle 1907 yılında İstanbul’a gider, niyeti Ortadoğu’da açılacağı üniversite ile Türk, Arap, Kürt, Ermeni ve diğer unsurların birliğini ve beraberliğini sağlamaktı, Sultan Abdülhamit ile görüşmesi gerçekleşemez.

1910 yılı bahar ayında Van’a döner, birkaç ay sonra, Bitlis, Muş, Diyarbakır ve Urfa yörelerindeki aşiretleri ziyaret eder. Meşrutiyetin faydalarını anlatır. Kış mevsiminde Şam’a gider. Orada âlimlerin ısrarı üzerine Emeviye camiinde İslam dünyasının siyasi, ekonomik ve sosyal sorunları ve çözüm yollarını belirlediği bir hutbe irad eder.

Bediüzzaman,“Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddi cihette Kurun-i Vusta’da (orta çağ) durduran ve Tevfik (alıkoymak) eden altı tane hastalığı beyan eder,

1- Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi,

2- Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiye de ölmesi,

3-Adavete muhabbet,

4-Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemek,

5-Çeşit çeşit sâri (bulaşıcı) hastalıklar gibi intişar eden istibdat,

6-Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek,

Bediüzzaman, Arap saadetinin Fecr-i sadıkı yakınlaştığını, yani saadet güneşinin çıkması yakınlaştığı, “istikbal yalnız ve yalnız İslamiyet’in olacak ve hâkim, hakaik-ı Kur’aniye ve imaniye olacak” müjdesini veriyor,

İslam âleminin birleşmesini ve istikbal de Kur’an’ın hâkim olacağını, his-i kablelvuku ile 1371’de başta Arap devletleri, âlem-i İslam’ın ecnebi esaretinden ve istibdadından kurtulup İslami devletler teşkil edeceklerini haber veriyor.

İslam âlemi içinde bir sulh-i umumiyi ümit eden Bediüzzaman, Araplar ümitsizliği bırakıp, İslamiyet’tin kahraman ordusu olan Türklerle hakiki bir tesanüt ve ittifak ile el ele verip, Kur’an’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilan edecekler,

Konuşmasının devamında,“Eğer biz ahlak-ı İslamiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalatını  ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslamiyet’e girecekler, belki küre-i arzın bazı kıta’ları ve devletleri de İslamiyet’e dehalet edecekler.” demiştir.

Sıdk, İslamiyet’in gerçek ve sağlam temellidir. Yüce duyguların yapısıdır. Onun için üstad sıdkın yani doğruluğu içimizde ihya edip, onunla manevi hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz. Yoksa sıdk yerine dalkavukluk, yapmacık ve alçakça bir yalancılık geçer, sıdk ile yalancılık arası da yoktur, birbirlerine muhaliftirler. “Yol ikidir. Ya doğru ya yalan, ya da sükût değildir.” Toplumun güveni ve asayişin altüst olması yalancılık ve maslahatın kötüye kullanmasındandır. Onun için Üstad, “ her söylediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu söylemek doğru değildir.” demiştir.

Adavette, karşı muhabbeti öneren Bediüzzaman, “ muhabbete en layık şey muhabbettir. Husumete en layık sıfat husumettir.”  Toplumun hayatının temini, saadet ve muhabbetle olur. “ Husumet ve adavetin vakti bitti” diyor. Çünkü adavetin basit sebepleri, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek bir divaneliktir. Devamında şöyle diyen Bediüzzaman, muhabbet, kardeşlik ve sevmek İslamiyet’tin mizacıdır. Ehl-i adavet mizacı bozulmuş bir çocuğa benzer, ağlamak ister; bir şey arıyor ki, onunla ağlasın. Sinek kanadı gibi ehemmiyetsiz bir şey, onun ağlamasına bahane olur. Bir kötülük için on iyiliği görmezlikten gelir. Bu insafı ve iyi niyeti tamamen reddeder.

“Hakiki milliyetimizin esası, ruhu ise İslamiyet’tir.”  Bütün ehl-i İslamı bir tek hükmünde gören Bediüzzaman, birbirine manen lüzum olsa maddeten yardım eder, Müslümanlar birbirlerine bağlıdırlar. Nasıl ki bir aşiretin bir ferdi cinayet işlese, düşman olan aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler hükmüne geçer, o aşiretin bir ferdi medar-i iftihar bir iyilik yapsa, o aşiretin bütün efradı onunla iftihar eder.

Bediüzzaman, Müslümanları itihad-i ıslama davet ediyor.  Müslümanların birliği gerçek İslam milliyeti ile gayrete gelmeli, yoksa zarardır, diyor.

Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslamiyede ki saadetleri meşveret-i şer’iye yani dine, kurallara uygun olarak yapılan meşverettir. Asya kıta’sının geri kalmasının sebebi de o şura-i hakikiyeyi yapmamasıdır. Bu nedenle Bediüzzaman, “ Asya kıta’sının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şuradır” demiş.

Nasıl fertler birbirleriyle meşveret ederler, kavim, kabile, milletler ve kıt’alar dahi şura yapmaları lazımdır. İslam’ın ayaklarına konmuş çeşit çeşit baskı, keyfi uygulama zulüm ve tahakküm kayıtlarını, zincirlerini açacak ve dağıtacak, meşveret-i şer’iyedir. Hürriyet-i şer’iye,  Cenab-ı Hakkın Rahman ve Rahim tecellisiyle bir ihsan ve imanın bir esasıdır.

1925 yılında, Vilayat-ı Şarkî’yeden; Garbi Anadolu’ya nefyedilen Bediüzzaman, Van’ın halkı  “aman efendim bizi bırakıp gitme, müsaade buyur sizi göndermeyelim, arzu ederseniz Arabistan’a götürelim, yalvaran silahlı guruplara, ahaliye “ Ben Anadolu’ya gideceğim, onları istiyorum.” diyerek hepsini teskin etmiştir.

Bediüzzaman’ın nefyi, istibdad-ı mutlakın icra-i faaliyetlerinin ilk seneleriydi, gizli dinsiz komiteleri “İslam şeairleri birer birer kaldırarak, İslam ruhunu yok etme, Kur’an’ı toplatıp imha etme ve otuz sene sonra Kur’anı kaldırma planın hesabını yapıyorlardı.

Bin seneden beri Kur’an-ı Hâkimin bayraktarları olan Türk vatandaşını, İslamiyet’ten uzaklaştırarak, Kemalizm rejimine zemin hazırlandığı bir ortamda, Risale-i Nur böyle dehşetli bir zamanda meydana gelmiş, kati burhanlarla akli, mantıki delillerle küfr-i mutlakı tarumar ederek, masonların, komünistlerin, dinsizlerin belini kırmıştır.

Risale-i Nur bu millet-i İslami’ye yi maddi manevi felaket ve helaket tehlikelerden bir sed-i Kur’an’i ve nur-i imanı olarak muhafazaya vesile olmuştur. Kur’an-ı Kerimin hakiki bir tefsiri olan Risale-i nur, okunan yerde sadaka yerine geçer, belayı defeder.

Said Nursi Hazretleri, ülkesi onu sürgüne ve hapse mahkûm ettiği halde asla küsmemiş, hapishanede bile ülke insanlarının geleceği için Kur’an’ın tefsiri olan Risale-i nuru yazarak vatandaşlarının imanına, ilmine ve fikrine hizmet etmekten geri kalmamış,

“Husumet ve adavetin vaktinin bittiğini” söyleyen Bediüzzaman, insanları daima muhabbete, sevgiye hoşgörüye davet etmiştir. Şarkî Anadolu’dan; Garbî Anadolu’ya sürgün edilirken, vatan sathını bir görmüş, “Ben Anadolu’ya gideceğim, onları istiyorum.” demiştir.

Şark ve Garbın arasında ayırım yapmamış, Türk, Kürt, ırk ve mezhep ayrımı yapmamış.

“Hakiki milliyetimizin esası, ruhu ise İslamiyet’tir.” demiş,

Bediüzzaman, Anadolu mescidinde ve âlem-i İslam camiinde konuşuyor. Ehl-i İslam’a Kur’an’dan aldığı dersini tekrar ediyor. Tekrar edilen Kur’an’ın dersini tüm İslam âlemi nasip dar olmayı, hakiki milliyetimizin esası olan İslamiyet’i hal ve ahvalimizde yaşatmayı Yüce Rabbimden niyaz ederim.

22.4.2013

Rüstem Garzanlı / Diyarbekir

Kamu Yöneticisi