Etiket arşivi: Muhammed Numan Özel

Kuru Laf’a Karnımız Tok!

Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meyl-üt tefevvuku tevlid eden hissiyat ve müyulat ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için iknaiyat-ı hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyulata tesir ettiren, müddeayı müzeyyene ve şaşaalandırmak veyahut hâile veya kuvve-i belâgatla hayale me’nus kılmak, bürhanın yerini tutar idi.

Fakat bizi onlara kıyas etmek, hareket-i ric’iyye ile o zamanın köşelerine sokmak demektir. Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz, tasvir-i müddea ile aldanmayız.[1]

 

Eski zamanda, esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi.

Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelal, Kur’an-ı Kerim’in en parlak mazhar-ı i’cazından olan temsilâtından bir şu’lesini; acz u za’fıma, fakr u ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur’ana ait yazılarıma ihsan etti.

 Felillahilhamd sırr-ı temsil dûrbîniyle, en uzak hakikatlar gayet yakın gösterildi.

 

Hem sırr-ı temsil cihet-ül vahdetiyle, en dağınık mes’eleler toplattırıldı.

Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi.

Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefs ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.[2]

İnsan olarak herbir şeylerle alakadar olması fıtratın mıknatıs gibi çekmesiyle alakadardır. Buna delil ise; “insanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia..”[3] insanın mahiyeti içyüzü manasına gelen mahiyeti ise çok yüksek bir gaye için – Allah’a birer ayna olması – yaratılmıştır.

On sekiz bin alemden bahsedilir. Bu alemler her an insanla insan da farkında olmadan bilmeden o alemlerle alakadardır.

Bu alemleri bize davet eden ise alakadar olduğumuz kimselerin hadiselerin insana tesir etmesidir. Bu tesirler ise ya meyil ya kuvvet suretiyle olmaktadır. Son asra kadar insanları irşad için ikna edici tarzda bir konuşma kafi gelebilmekteydi. Bu ikna edici konuşma ise delile dayanmayan sözlerden ibaretti. Bu konuşma ise iddia edilen dava ve maksadı süslü ve şaşalı göstermek belagata sarılmaya çalışılırdı. Bu o zamanın insanlarına kafi gelebilirdi.

Lakin eski hikmet olarak tabir edilen felsefenin ve maddi ilimlerin insan zihnini tahrib etmesi sebebiyle delilsiz sözler ne kadar mukni de olsa bir yere kadar insana kafi gelebilmektedir.

Asrın mihmandarı veya müezzin-i ahirzaman olan Bediüzzaman Said Nursi’nin okuduğu ezan-ı Muhammedinin (a.s.m.) kavli sözleri konuşması ise Risale-i Nurla Tezahür etmektedir.

Risale-i Nur Küliyatının şahs-ı manevisi hem insanları belagatla zihinlerine hakikatleri yaklaştırmakta ve kuru sözle kalmayıp delillerini akli ve mantıki delillerle o hakikatın akıl, kalp, ruh, hayal, sırr, hafa, ahfa, vicdan, a’sab, heva gibi letaife yazarak adeta o hakikatı latifelere mıhlayarak o hakaikin buralardan sökülmesi mümkün olmamaktadır. “Kimin haddi var, elini oraya uzatsın ve o kuvvetli ipleri çözsün.”[4]

Her zamanın bir hükmü vardır kaidesince Ahirzamanın insanları şek ve şüphe vartalarından kurtaran ancak ahirzamanın müezzin-i a’zamı olan Bediüzzaman Said Nursinin Okuduğu Felah çağrısı olan Risale-i Nur Külliyatıyla hem hal olmak içtimai ve itikadi ve ameli harekatını bununla tanzim etmektir.

Lakin başka defterleri ve hesap olan kimse daire içine zahirde dost olarak girmesiyle insanları aldatmak yoluna girmektedir.

Bizleri allı pullu sözlerle kandırıp “dava değil dava içinde bürhan”[5] olan Bu asar-ı bergüzideden bizleri uzaklaştırmak için çalışıyorlar. Bazı kimselere makam-ı kazib yaparak bu yalancı sun’i makam etrafında bu makama kuvvet verip insanları Risalelerden ve bilhassa hareket tarzımız olan lahikalardanda uzaklaştırarak insanları aldatıyorlar.

Gelecek vaad eden kimseleri tesbit edip Risale-i Nurdaki falane olan hizmetinden tasfiye yolunu tutmaya gidiyorlar. Hatta öyle bir yere geliyor ki bu iş üstadımın varisini bile tasfiye etmeye cür’et ediyorlar. Bunu yaparken de o iftiralar havada uçuyor. Bu vekil-i Bediüzzamanı tasfiye planı her dem geçerli olmuştur.

Saftirik kimseler o makam-ı kazibe kapılarak bana sen iftira ediyorsun böyle bir şey yok derse ona derim ki;

hayat-ı içtimaiyede çok tecrübelerle mahiyeti bilinmeyen, benim vârislerim GENÇ SAİD’LERİN BİR KISMINI NUR’UN ZARARINA İFTİRALARLA ÇÜRÜTEBİLİRLER diye o telaştan bu ehemmiyetsiz hayatımı ehemmiyetle muhafazaya çalışıyorum. Hattâ yanımda bir rovelver varken, ikinci bir kuvvetli rovelver daha tedarik etmeye lüzum gördüm.”[6] Burada üstadım ne diyor bunu gösteririm. Çok dikkat etmek gerekiyor. Gövde içine girmiş olan kurtlar hizmete zarar veriyor. “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz MEHENGE VURMADAN ALMAYINIZ. Zira çok silik söz ticarette geziyor.”[7] Bunu söyleyen müezzin-i Ahirzaman Bediüzzaman’a kulak verelim yoksa halimiz harab olacaktır. Misali çok. Elinde mihengi olmayanlara veya miheng nedir diyenlere, İstikamet isteyen, aldanmamak isteyen şu 4 şeye dikkat etsin ve 4 şeyi miheng yapsın.

 

  • Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur.
  • Hakikatı tanımayan hayalâta sapar.
  • Sırat-ı müstakimi göremeyen, ifrat ve tefrite düşer.
  • Müvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır, aldatır.[8]

“Zira çok silik söz ticarette geziyor.”[9]

 

“Hadd-i evsatı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yalnız felsefe-i şeriatla belâgat ve mantık ile hikmettir.”[10]

Bu yazıları neden yazıyorsun? Denilirse şayet derim ki:

– “Üssülesas-ı Meslekim; ifrat ve tefrit ile hakaik-i İslâmiyete sürülen lekeleri temizlemek ve o elmas gibi hakikatlarına saykal vurmak..”[11]

 

“Ya Rab! Zarar bana dokundu, lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor.”[12] Hizmetimize darbe vuruyor bu kurtları hizmetimizin kalbiden temizle! Zamanbu Duayı yapmak zamanıdır..

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.org

[1] Muhakemat ( 36 )

[2] Tarihçe-i Hayat ( 203 )

[3] Sözler ( 642 )

[4] Şualar ( 362 )

[5] Mektubat ( 376 )

[6] Emirdağ Lahikası-2 ( 14 )

[7] Münazarat ( 14 )

[8] Muhakemat ( 49 )

[9] Münazarat ( 14 )

[10] Muhakemat ( 27 )

[11] Muhakemat ( 50 )

[12] Lem’alar ( 8 )

Mübalağanın Zararı!

Mübalağa: Bir şeyi çok büyük veya çok küçük göstermek. Bir şeyi olduğundan fazla veya eksik göstermek.

* Haddini aşmak. * Edb: Bir şeyi ifade ederken ya olduğundan fazla veya olduğundan çok noksan göstermek.” Habbeyi kubbe, kubbeyi habbe yapmak.” Manalarına Gelmektedir.

Biz insanların aczimize, hüsn-ü zannımıza istinaden verdiğimiz sun’i ve hakiki olmayan verilen makamlarla kendisini o yüksek makamda kendini muhafaza etmek ve ona da hüsn-ü zanla bakanlar için mübalağlar olmakta yapılmaktadır.

Bu yapılan hüsn-ü zan için tehlike büyüktür. Çünkü verilen makam-ı kazin olan yalancı makamla o abi, bu hoca, bu şeyhim.. gibi şeylerle ne derse desin o yukarıda bulunan makam-ı kazib sahibi direkt olarak kabul edilmektedir.

Halbuki bize üstadımız diyor ki: “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mehenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor.

Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz.

Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.[1]” bu gerçekten çok muazzam hakikatleri veciz bir suretle ifade edilmiş olan hakikat hazinesidir. Görüp, okuyup, anlayıp, tatbik edene.

Daire-i Nuriyeye girmiş ve sokulmuş olan başka defterler, başka emeller sahibi olanlar var. Bu komiteye karşı üstadımız bizzat teyakkuza sevketmiş ihtiyati tedbirler uygulamıştır. Külliyatın bir çok yerinde bunu belirtip ifade etmiştir.

Bu komiteye karşı ise bizler Nurculuğun Yolu olan Lahikalarla yürüyerek bu dehşetli zındıka, münafık ve saftirik hücumları geri püskürtebiliriz. Aksi halde bizleri keskin virajlarda şarampole yuvarlayacaklardır.

Bu 3 kısmı tesbit, teşhis ve bertarafında lahikalar baştacımız ve mihmandarımızdır. Lahikasız hizmet eden denize yüzme bilmeden giren gibidir. Her an boğulmakla karşı karşıyadır.

Farz edelim ki birisi çıksa bir yerden ders okuyup kafasına göre kalabalık ve kendisine hüsn-ü zanla bakan bir cemaate izahta bulunsa.. karşıında onlarda “bu abimiz bir bildiği vardır” derse, yanlış, yalan, iftira ve düzmece hezeyanlarını savurmaya devam ederken o şahsın sözlerini yutsa kabul etse üstadımın bu beyanlarına muhalefet etmez mi?

Neticede nurculuktan hatta islamiyetten çıksa suç kimde?

“Nev’-i beşerde envaen dalalete düşen fırkaların sebeb-i dalaletleri, imamlarının kusurudur.[2]” bu ifadeyi ben mi yanlış okuyorum, okuyupta görmeyenler mi görmüyor anlamıyorum.

Sarih açık bir beyan ama bizler muhabbet gözüyle gözümüz kör olduğu için bu makam-ı kazib sahiplerine itimad edip. Abidir, hocadır bir bildiği varır deyip onun anlayışına girip üstadımızın anlayışından çıkmaktayız. Bu hal olunca Nurculuk sadece o anlayıştır şeklinde düşünüp okyanusun kapasitesini çay bardağına sığdırıyoruz. Bunun neticesinde ise sıkıntılar, taassublar, istibdadlar, kin, öfke, garez, iğbirar.. gibi şeyler tezahür etmektedir.

Nurculuk kimsenin anlayışına sığmayacak kadar büyüktür. Kimsenin anlayışına sığacak kadar küçük değildir.

Müteaddid mana mertebesi var olduğu kadar meşrebler vardır.

Birisinin makam-ı kazibine aldanarak ona aldanmamak gerektir. Bir söz mü söyledi hemen bunu müteala ve muhakeme etmek gerekir. Hak mı batıl mı, altın mı toprak mı, itibara değer mi değmez mi?

Ama bizlerde ne var abi dedi. Hoca dedi. Direkt içeri almaktayız. Ama üstadımız ne diyor biz ne yapıyoruz. Teoride biliyoruz ama uygulamada ise sıkıntı tezahür ediyor. Sonra bakıyoruz istikametli nur hizmetinden uzaklaşmış ne görür ne de görünür yerlere girmiş oluruz.

Zaten zındıka konitesi ve münafıklar içeri girdiklerinde bu cemaatte müvazene ve istikametle bulunan kimler bunu tesbit eder ve bunlarla uğraşır. Genç ise bunu ifsada vakıf ise şehir şehir dolaştırıp yurt dışına ve içtimai ise ona muhtelif şekillerde tuzaklar kurarlar bunları tasfiye ederler.

Bugün birisi makam-ı kazib sahibi olsa umum nur cemaatinin kaidesine muhalif bir şeyler beyan etse bizde buna ses çıkartmayıp bir şeyler demesek meslek-i nuriyeyi müdafaa etmesek bizler mes’ul oluruz.

Belâgat yerine mübalagat ve yalan ve ifrat-perverane keşmekeşler..[3] içimizde var oldukça daha çok hezeyan sahipleri çıkacaktır ve hezeyanlara kapılarak istikametini kaybedecekler olacaktır.

sîga-i mübalağa ile bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur ve bir nevi divaneliktir.” [4] bu mübalağa bir hastalıktır ama sebebi ise insanda var olan içindeki makamı bir aynada görmek isteğidir.

sîga-i mübalağa ile cehûldür.” [5] ve “Mübalağa ihtilâlcidir.” [6]

meyl-ül mübalağa ile, hayali hakikata karıştırmaktır.”[7] Mübalağa ile boyalanan sıbgalanan kimse aslen cahildir, cerbeze sahibidir yani hayal ve hakikatin arasını arasındaki çizgiyi, ayracı görememektedir.

Mübalağa sahibi ve her şeyde mübalağa yapan adamın halini üstadımızın şu sözüyle ifade edelim: “O mübalağa ise; dağ tepesinde bir kartopu gibi yuvarlamakla tâ hayalin yüksek zirvesinden lisana kadar tekerlense, sonra lisandan lisana yuvarlanıp giderken kendi hakikatının çok parçalarını dağıtmakla beraber, her lisandan meyl-ül mübalağa ile çok hayalâtı kendine toplar, şape gibi büyür.” [8]  bu misal ne güzel ifade etmiş bu hakikati.

Bir kar tanesi yuvarlanmaya başlayınca dağ eteğine indiğinde tane artık kocaman bir kütle olmuştur. Yani yanına mübalağacıları almış bir cemaat teşekkül etmiştir.

Mübalağacıların durumu ise;      cehl-i Mürekkebin hemşiresi ve nazar-ı sathînin annesi olan ülfet, mübalağacıların gözlerini kapatmıştır.” [9]  zırcahil, bilmediğini biliyorum  zanneden, ülfet etmiş artık anlayışsızlaşmış, sadece yüzeysel okuyup hakikatin derinliklerine inmek gibi bir gayesi olmayan ve üstünkörü geçip taklitçilik makamında kalmış kendi nurcu kimliğini meşrebini olauşturamamış mübalağacıların durumudur.

Birsi çıkıp bir fikir beyan ettiği zaman “hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir!”[10] ve “Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun.”[11]

Ahir zamandayız hak batıl karması zamanı yani. Amma velakin bu karma içinde bizde karma olursak halimiz harab olur. Kah dağ zirvesinde kah kuyu dibinde buluruz kendimizi. Nitekim üstadımız bu meselenin ehemmiyetine dair: “Gördüm ki, tünel kapısı yerine çok delikler görünüyor. O uzun şimendiferden o deliklere adamlar atılıyorlar.”[12] Ve “Ne Görür, Ne De Görünür Yerlere Sokulmuşlar. Perişan Olup Gitmişler.”[13] Yani çok yol var ama nereye gittiği belli olmayan çok yol vasıtaları var. Bu yollara sapıp istikameti kaybetmemenin yolu ve selametle yollardan geçip istikamete tutunmak ise “Ancak Bir Sultanla Çıkarsınız.”[14] Kaidesine tabi olmakladır.

Birisi çıkar bu yazınla beni/bizi kastediyorsun derse derim ki o halde kendinden kork istikameti kaybetmişsin. Mizan ve müvazenen yok. Kendini düzelt olduğun yeri tahlil ve tashih et.

Netice-i Kelam ise; “bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve akibete bakınız.”[15] ve“Hadd-i evsatı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yalnız felsefe-i şeriatla belâgat ve mantık ile hikmettir.”[16]

“Bu âhirzaman çok çalkalanıyor, bu fitne-i âhirzaman acib şeyler doğuracağını ihsas ediyor.”[17]

Risale-i Nur Araştırma Merkezi (RAM)

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.org

[1] Münazarat ( 14 )

[2]Mesnevi-i Nuriye ( 136 )

[3] D.H. Örfi ( 38 )

[4] Mektubat ( 266 )

[5] Mektubat ( 332 )

[6] Muhakemat ( 31 )

[7] Muhakemat ( 32 )

[8] Muhakemat ( 50 )

[9] Muhakemat ( 49 )

[10] Münazarat ( 15 )

[11] D.H. Örfi ( 36 )

[12] Sözler ( 326 )

[13] Sözler ( 169 )

[14]Mesnevi-i Nuriye ( 205 )

[15]Münazarat ( 15 )

[16]Muhakemat ( 27 )

[17] Barla Lahikası ( 339 )

Manevi İstibdadlar Kırılmalı

Ecnebilerde taklid ve cehalet ve taassub ve kıssîslerin riyaseti. Ve bizdeki mani ise; istibdad-ı mütenevvi ve ahlâksızlık ve müşevveşiyet-i ahval ve ataleti intac eden ye’stir ki, şems-i İslâmiyetin küsufa yüz tutmasına sebeb olmuşlardır. [1]

 

Bu manalara bakalım.

 

1- Gayr-i Müslümlerde: cahillik, kendisinin elindeki şeylere tek doğru budur deyip başkalarını kabul etmeyip dediğim dedik havasında olmasına neden olan papazların başı çekip her şeyde söz sahibi olması avrupanın terakkiyatına mani oldu

 

2- Biz islam coğrafyasında ise: muhtelif baskılar istibdadlar, istibdad içinde istibdadlar ve bu istibdad envaının neticesinde hasıl olan ortaya çıkan tembellik ve bütün maddi ve manevi mağlubiyete sebep olan yeis yani ümitsizlik islamiyetin hakikatının inkişafına mani olan sebeplerdir. Bunlar islam güneşinin tam bir surette görülüp yayılmasının önünde müteselsil sıradağlar gibi engellerdir.

 

Maddi istibdadlar yıkılır yıkılmaya yüz tutar. Lakin manevi istibdatlar ise o kadar kolay olmaz. Çünkü ön yargı hakimdir. “Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan zordur!”[2]

 

Birisi bir şeyi öğrenip en mükemmeli bu demek yerine mükemmel sadece budur düşüncesiyle hareket etmesi önyargı ve taassubun sebebidir.

 

Taassubun lügati manası: bir düşünceye körükörüne bağlılık.Çoğulu ise istibdaddır.

 

            Körükörüne bağlılık da budur ki: “Bir denizde hesabsız cevherlerin aksamıyla dolu bir definenin bulunduğunu farz edelim. Gavvas dalgıçlar, o definenin cevahirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer.

 

O gavvas hükmeder ki; bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından başka cevahiri işittiği vakit hayal eder ki; o cevherler, bulduğu elmasın tâbileridir, fusus ve nukuşlarıdır.

 

Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer; başkası, murabba bir kehribar bulur ve hâkeza…

 

Herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu’zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevaid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın müvazenesi bozulur.

 

Tenasüb de gider. Çok hakikatın rengi değişir. Hakikatın hakikî rengini görmek için tevilâta ve tekellüfata muztar kalır. Hattâ bazan inkâr ve ta’tile kadar giderler.[3]

 

Burayıda tahlil edecek olursak: o gayretli, çalışkan, inci arayan dalgıçların mücevheratların envaı olan bir yere dalmalarında dalgıçların herbiri çeşit çeşit cevherler dolu olan bir hazinenin parçasını bulup tüm hazineyi bu nevdendir deyip düşünmesi diğer dalgıçların bulduklarını bunun yanında teferruattır düşüncesine kapılır.

 

“Gözleri Kapalı olduğundan” ibaresi ise: hakikaten çok yerinde bir tabirdir ki: göz kapalı ise el ve kulağa itibar edilir. Okuduklarını sadece proje olarak kabul eder hayata tatbik edemez. Çünkü gözleri kapalı olduğu için okuduklarını alem-i şehadete geçiremeyip filan abi felan abi dediki demişki gibi tabirlerle hizmetine veya anlayışına yön verir.

 

İnsanların verdiği hüsn-ü zanla verdiği sun’i makamlar neticesinde o makamda bulunan tekellüfe girer. Tekellüf nedir dersek: Kendi isteğiyle külfete girmek, bir zorluğa katlanmak. * Gösterişe kapılmak. Özenmek. * Yapmacık hâl ve hareket. Zoraki hareket. Gibi manalara gelmektedir.

 

Maneviyatla iştigal eden kimseler tekellüfe saparak sevdiği kabullenmediği halde sevmiş kabullenmiş görünür. Müşevveşiyet-i ahvale sebep olan şeylerden en şedidi budur yani Sun’iliktir. Abicilik, hocacılık, müdebbirlik, vakıflık… gibi toplumun her yerinde bunlar vardır. Dahili bir hastalıktır ki bilinmez veya bunu taşıyanlar bilmez. İkaz edenleri de hizmeti anlamamışsın, hizmet budur diye cevap verir.

 

Bu putlar kırılmalı!

Allah basiretimizi kapatmasın. Basiretsizlik zor iş

 

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.org

 

[1] Muhakemat ( 10 )

[2] Albert Einstein

[3] Sözler ( 439 )

 

Âfâkî, Nefsî, Usûlî Deliller

Mabudun vücuduna dair olan delilleri 2 kısma ayırmıştır:

Birisi: Hariçten alınan delillerdir ki, buna âfâkî denilir.

İkincisi: İnsanların nefislerinden alınan bürhanlardır. Buna enfüsî tesmiye edilir.

Enfüsî olan kısmını da, biri nefsî diğeri usûlî olmak üzere iki kısma taksim etmiştir.

Demek, Mabudun vücuduna 3 türlü delil vardır: Âfâkî, nefsî, usûlî.[1]

            Âfâkî ve Nefsî deliller şimdiki zamanla alakadardır. Hal’e bakar. Usul ise enfüsi/nefsinin içinden uzanan bir daldır. Usul geçmiş zamana bakar.

O halde enfüs’ü yapılandıran 2 şey vardır.

  • Kendimiz
  • İnsanların nefislerinden alınan bürhanlar. (i.94)

Mazi = Usul

Müstakbel = Füru

Bizden önce aynı mevzuyu tetkik eden bizim o mevzuya olan mesafemiz nisbetinde bizce Usul(ced, ata) hükmündedir.

Bizlere nisbetle usul olanların enfüsi tetkiklerini alıp kendi sistemimize katarak kendimizde var olan enfüsi yapılanmanın şeklini değiştirmiş olur ve yeni bir şekil vermiş oluruz.

Bizim enfüsi tahlillerimizi başaları alıp kendisini yapılandırmasıyla da biz o kimseye usul o bize füru olur.

Enfüse rehbersiz dalmak vurgun yemeye sebeptir.

Tefekkür ederek enfüs’ü yapılandırmanın yöntemini şuradan almakta ve anlamaktayız.

Tefekkür, gafleti izale eder. Dikkat, teemmül; evham zulümatını dağıtıyor.

Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvalinde tefekkür ettiğin zaman derinden derine tafsilât ile tedkikat yap. Fakat âfâkî, haricî, umumî ahvalâta teemmül ettiğin vakit sathî, icmalî düşün, tafsilâta geçme. Çünki icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik, tafsilâtında yoktur.

Hem de âfâkî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun.

Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmalî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde kesret fikrini dağıtır, evham seni havalandırır. Enaniyetin kalınlaşır, gafletin kuvvet bulur, tabiata kalbeder. İşte dalalete îsal eden kesret yolu budur.[2]

Bizler bu afaki tefekküre dalarsak önce kendimizi değil başkalarını yapılandırmaya çalışırız. O zaman kendimiz daha yapılanmadan başkalarına yardıma koşarsak evimizdeki yangını görmeden başkasına gitmek gibi olur. Nitekim “Bence bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanı kurtarmaktır, başkaların imanınakuvvet verecek bir surette çalışmaktır.[3]” şimdi burada ne diyor buna bakalım “imanını Kurtarmaktır” “başkaların imanına” denilip sırayı vermekte. Yani önceenfüs’ünü tamamla sonra afaka bak manası zımni gizli olarak içerisinde mevcud.

Hülasa: Mabudiyet afaki ve enfüsi 2 kısımdan oluşur. Enfüsi de kendi içerinde usul olmakla beraber 2 ye inkısam eder. Başka insanların malumatınıda alıp kendimizde mezcedersek kendimizi yapılandırırız. Bunlar mabudiyetin delailinin zirvesidir. Bunun da batını enfüsisi var. Bunlar zahirde görünen isimleridir.

 

            Allahım afakla enfüsü doğru yapmayı nasip ettiği kimselerden eylesin!

 

Selam ve Dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

www.NurNet.org

[1] İşarat-ül İ’caz ( 94 )

[2]Mesnevi-i Nuriye ( 147 )

[3]Tarihçe-i Hayat ( 482 )