Etiket arşivi: Muhiddin Yenigün

Bil Ey Nefsim!

Risale-i Nurların pek çok yerinde okuyucuya, “nefsimle birlikte dinle” diye seslenilir.

Aynı eserlerde Bediüzzaman nefsine şu sıfatlarla hitap eder:

Ey mağrur nefsim,

namazdan hoşlanmayan nefsim,

tembel nefsim,

sersem nefsim,

gafil nefsim,

bedbaht nefsim,

kör nefsim,

nâdan nefsim,

şikem-perver nefsim,

sabırsız nefsim,

dünyaperest nefsim,

nefisperest nefsim,

riyakâr nefsim,

asi nefsim,

zalim nefsim,

nefsim her fenalığı ister.

Risale-i Nurlara aşina olmayan ya da seksen yıl öncenin Türkçesine yabancı olanlar için bazı kelimeler alışılmadık gelebilir ama listedeki sıfatların hiç birinin güzel sıfatlar olmadığı sanırım anlaşılmaktadır.

Peki, müellifin kendisi bu sıfatlara sahip miydi?

Hayatını bilenler ve kendisini tanımış olanlar şahittir ki: “Hayır.”

Milletvekilliği dâhil pek çok makamı reddedip Kur’an hizmetini tercih eden bir kişi mağrur olamaz.

Namaza durduğunda, içinde bulunduğu binanın bile ürperip titrediğine şahit olunmuş biri namazdan hoşlanmıyor olamaz.

Gece gündüz Kur’an hizmetinde koşan, bu yola hayatını vakfetmiş biri tembel olamaz.

Altı bin küsur ayetten sadece otuz dokuz tanesini tefsir ettiği bir eseri üniversitede ders kitabı olarak okutulan biri sersem olamaz.

Bütün İslâm âlemini gafletten uyandırmayı gaye edinmiş biri gafil olamaz.

Zamanın dertlerini görüp ona göre ilaçlar hazırlayan biri kör olamaz.

Madem kendisinde bu sıfatlar yok neden kendine öyle hitap ediyor?

İşte çok dikkat edilmesi ve hata edilmemesi gereken nokta burasıdır. Okurken veya birinden dinlerken “Vay be! O da böyleymiş.” diye düşünmeden önce fark etmemiz gereken bir ayrıntı var burada.

Bediüzzaman bu sıfatları kendisi, şahsiyeti için kullanmıyor. Nefsi için kullanıyor.

Ve nefis tüm bu sıfatlara sahiptir. Onda da bizde de.

Hatta Kur’an bize, koskoca bir peygamberin bile “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü o ancak kötülüğü emreder.” dediğini bildiriyor.

Buradan iki netice çıkmaktadır.

Birinci netice: Bediüzzaman, bu eseri öncelikle kendi nefsi için yazmıştır.

İkinci netice: İster kendisinde olsun ister okuyucuda, muhatap nefistir.

***

Yukarıda, Bediüzzaman’ın kendi nefsine hitap ederken kullandığı bir takım sıfatlar sıraladık. Bunlar genelde bir paragrafın başında, konuya dikkat çekmek için kullanılan hitap ifadeleridir. Ve açıktır ki: “Ben bunları kendime söylüyorum ama sen de aynı dertten mustaripsin” anlamını da içinde barındırır.

Peki, biz buraları okurken nasıl anlıyoruz?

– Üstâd’da da nasıl bir nefis varmış, onca ilimle bile ıslah olmamış, mı?

– Aman, neyse bunu zaten kendine söylemiş, bana ne, mi?

– Bende o sıfat yok, bu kısmı geçebilirim, mi?

Bunlar bizdeki nefsin fısıltılarıdır. Çünkü bilir ki orada bahsedilecek olan şey hoşuna gitmeyecek. Ders almaktan hoşlanmadığı için kendini bu hitapta muhatabın yerine koymayı kabul etmez. Oysa muhatap bizzat nefsin kendisidir.

Kısacası; nefse bu şekilde hitap edilen yerleri, müellifin kendi kendine konuşması olarak değil, nefsiyle birlikte bize hitaben verdiği önemli bir dersi olarak okumak lâzımdır. Belki geçtiği yolları arkadan gelenlere tarifi…

Bir roman okuduğunuzu varsayın ya bir film izlediğinizi. Hikâyede mutlaka bir ana karakter vardır ve mutlaka okurken kendinizi o ana karakter ya da başrolün yerine koyarsınız. Superman’i izlerken herkes Superman olur, Kara Murat’ı izlerken de herkes Kara Murat. Olaylara ana karakterin gözüyle bakılır, onun gibi düşünmeye çalışılır. Çok fazla kaptırılan karakterlerin normal hayata yansıdığı bile görülür. Silah eksenli hikâyeleri izleye izleye sonunda onlara özenip onlar gibi olmaya çalışanlar gibi…

İşte bu eserlerde de müellif  “ey … nefsim” dediği zaman, biz de kendimizi onun yerine koyup “dinle ey … nefsim” demeliyiz. Peşinden gelecek olana, en az müellifin nefsi kadar bizim nefsimizin de ihtiyacı olduğunu bilmeliyiz.

***

Yine yukarıdaki listenin bize verdiği çok önemli bir mesaj daha var.

Üstad hazretleri (kendisi bir liste halinde vermese de) bu listede nefsin vasıflarını sıralamış oluyor.

Nefis; mağrur, namazdan hoşlanmayan, tembel, sersem, gafil, bedbaht, kör, nâdan, şikem-perver, sabırsız, dünyaperest, nefisperest, riyakâr, asi, zalimdir ve her fenalığı ister diyor.

Bu özelliklere sahip bir ŞEY var içimizde ve bizimle birlikte yaşıyor” diyor.

Hiç kimsenin böyle bir şeyle birlikte yaşamaya tahammül edemeyeceği meydandadır. O halde bundan kurtulmak lâzımdır.

Öldürelim o zaman.

Maalesef buna izin de yok imkân da.

Bu özelliklere sahip bir ana veya baba gibi, evlat gibi, kardeş gibi sizin iradeniz dışında hayatınıza girmiş ve siz ölene kadar hayatınızda kalacak olanlardandır nefis.

O zaman?

O zaman, terbiye edilecek ki zarar vermesin.

Nasıl?

Bunun cevabı bu yazının kapsamı dışında olmakla birlikte, işi buraya kadar getirdikten sonra eli boş göndermek de olmaz diyerek bir ipucu verelim.

Öncelikle Kur’an-ı Kerim’de aramalıyız bu cevabı. Allah bunu nasıl yapmamızı emrediyor diye sormalıyız.

Sonra elçisinin hayatına ve sözlerine bakmalıyız, Rabbimizin mesajını, bize gönderdiği örnek şahsiyet nasıl yerine getirmiş diye.

Sonra da bizden önce bu iki aşamayı en güzel şekilde yerine getirmiş olanlara bakmalıyız, yukarıdaki tarifi hazırlayan zat gibi. O, bu iki kaynaktan nasıl bir yol haritası çıkarmış diye.

Sonunda da öğrendiklerimizi hayatımıza geçirmeliyiz. Zira Rabbimiz gönderdiği kitabında, okuduklarını kendine saklayıp hayatında uygulamayanları “kitap taşıyan eşekler” olarak tarif ediyor.

***

Son bir not:

Sakın ola risaleleri okurken yukarıdaki vasıflar müellifin kendisinde yani şahsiyetinde varmış zannına kapılmayalım. Zira nefsi için yukarıdaki listeyi hazırlayan Bediüzzaman, sonuna “nefsim” yerine “Said” ekleyerek sadece iki sıfat kullanıyor. Bunlar, gafil ve müşevveş (anlaşılmaz, karmaşık) sıfatlarıdır ki bunları da kendine KENDİSİ söylüyor ve tevazu ifadesi olarak değerlendirilmelidir.

Yani öbür türlü düşünmeye kendisinin de razı olduğunu düşünmüyorum.

Zaten kim razı olur ki?

Muhiddin YENİGÜN

www.yenigun.name.tr

Hayatın Dini

Zaman zaman çevremizden şöyle tepkilerle karşılaşıyoruz.

– Biz de Müslüman’ız ama siz dini çok fazla hayatın içine sokuyorsunuz…

– Biz de Müslüman’ız ama adamın bütün gündemi din…

– Biz de Müslüman’ız ama o her şeyi dine bağlıyor…

Bu ithamların(!) üzerinde biraz düşünmek, biraz fikir jimnastiği yapmak, biraz ölçüp biçmek gerektiğini, düşünüyorum.

Bir insanın hayatında din ne kadar yer tutmalı?

Bunun cevabı zannediyorum ki herkes için aynı değil. Yani buna cevap verebilmek için önce sorudaki “bir insanın” bazı özellikleri bilinmelidir.

Örneğin, o insan her hangi bir inanışa sahip değilse elbette ki hayatında dine ait hiç bir emare bulunmayacaktır. Dolayısı ile bizim konumuzun dışındadır.

Peki, bu kategoriye dâhil değilse?

O zaman bir dine mensuptur ve/veya bir dini inanışı vardır.

Eğer kişi hasbelkader bir dine mensup olmuşsa (ki genellikle bunun kararı doğuştan başkaları tarafından verilir), iki durum söz konusudur; ya o mensubiyeti sadece üzerinde bir etiket gibi taşır ya da mensup olduğu dinin (bunu kendisi seçmiş de olabilir) öğretilerine inanır.

Birinci gruptakileri, hangi takımı tuttuğu sorulduğunda bir takım (ama hep aynı takım) adı söyleyen ama o takım hakkında renklerinden başka bir bilgiye sahip olmayan kişilere benzetebiliriz. Bunlar ne maçları ne de transferleri takip eder, takım maç kazanınca sevinmez, kaybedince üzülmez, haberi bile olmaz.

İkinci gruptakiler ise bir inancı benimser ve kabul eder. İşte bizim kendimizi koyduğumuz kategori dahi budur. Bu gruba dâhil olanlar için soru, dini hayata ne kadar sokmak değildir, zira inandığı din, hayatında ne kadar yer alması gerektiğini kendisi belirler.

Her dinin kendine özgü kuralları ve ritüelleri vardır. Biz İslâm dinine mensup olduğumuz ve İslâm’la gelene inandığımızdan ötürü konuyu İslâm zemininde incelemeye devam edeceğiz. Çok iyi bilmediğimiz sulara yelken açıp, mensubu olmadığımız dinler ile ilgili örnekleme yapmıyoruz.

Artık sorumuz şu:

İslâm hayatımızın ne kadarına müdahale ediyor.

Burada “müdahale” kelimesi rahatsız edici geldi, hemen içinizden bir ses, “hayat benim hayatım müdahale ettirmem, o kim oluyor ki hayatıma müdahale edecekmiş vb.” dedi, değil mi?

İşte o sese İslâm dini nefs diyor. Kendisi genellikle Şeytan FM’e ayarlı bir radyo alıcısı gibi, gelen mesajları dinleyip kalbe dayatmaya çalışmaktadır. Diğer bir deyişle sıkı bir disiplinden geçirilip frekansı değiştirilmemişse her daim kötülüğe sevk etmektedir. Burada şunu da not olarak ekleyelim; genelde kendimizde hissettiğimiz “kalbim temiz” duygusu, nefsin yukarıda bahsi geçen disipline etme sürecinden geçtiğini değil, tam kapasite ile görev başında olduğuna işarettir.

Velhasıl, bu müdahale kelimesine pek takılmamak lazımdır. Çünkü eğer bir dinin getirdiklerine inanıyorsanız, onu hayatınıza sokmayı da kabul etmişsiniz demektir. Burada mevzubahis olan, İslâm’ın hayatınızın ne kadarına müdahale ettiğidir.

Bu sorunun cevabı belki pek çok kişiyi şaşırtacaktır ama kesindir:

Tamamına.

İslâm, insanın hayatta karşılaşacağı hangi durumda nasıl davranması gerektiğini belirlemiştir. Bunların bir kısmı Kur’an tarafından belirlenmiştir. Kur’an tarafından açıkça ifade edilmiş bir emri inkâr etmek, kişinin İslâm’la olan bağını kesebilecek kadar tehlikelidir. Burada şunu da belirtmekte yarar var ki; inkâr etmekle yerine getirmemek arasında küçük bir fark vardır. Yerine getirmemek kişiyi doğrudan dinden çıkartmamakla beraber; “bir sorumluluğu yerine getirmeme” psikolojisinin, sonunda o sorumluluğu reddetme yani inkâra götürdüğü sık görülmektedir.

Kur’an’da bildirilen emirlere İslâm literatüründe Farz denir. Bunu biraz açacak olursak:

Kur’an-ı Kerim altı binden fazla ayete sahiptir. Bu ayetlerin bir kısmı Resulullah (S.A.V.) Mekke’de yaşarken yani İslâm’ın ilk 13 yılında inmiştir ve genellikle iman ile alakalıdır. Yani nasıl bir Allah’a inanmak gerektiği, Allah’a inanmanın ve inanamamanın neticeleri ile diğer inanılması gerekenler insanlara öğretilmektedir.

Diğer kısmı da Medine’de yaşadığı 10 yıl süresince inmiştir ve genellikle inanan insanın hayatını düzene koyacak emir ve yasakları içerir. Bu kısımda ibadet, evlilik, ticaret, miras gibi her türlü konuda ayetler vardır.

Kaba bir hesapla Kur’an-ı Kerim’in yarısının bu ikinci kısma ait olduğunu düşünsek yaklaşık üç bin ayet yapar. Bunların içinde insan hayatını düzenleyen kaç tane emir ve yasak olduğu tahmin edilebilir sanırım.

Fakat ne yazık ki geçen yıllar zarfında bu emirlerin pek çoğu farzlıktan çıkarılıp ahlâk kategorisinde değerlendirilmiş, böylece başka ahlâkî disiplinlerle harmanlanmasına kapı açılmıştır.

Bunun sonunda farzlar ne oldu peki?

Benim çocukluğumda kitapçılarda “54 Farz” kitapları vardı. Sonra bu “32 Farza” düştü. Şu anda ise insanlara “İslâm’ın 5 şartı” anlatılıp yaşatılmaya çalışılmakta.

Farzlar dışında Allah Resulü’nün (S.A.V.) uyguladığı ve uygulanmasını istedikleri vardır ki bunlara sünnet denir. Bunların kaynağını da kendisi, “Bana Kur’an ve bir o kadar daha indirildi” sözleriyle bize bildirmiştir. Bunları yapmamak veya inkâr etmek kişinin İslâm ile bağlantısını kesmemekle birlikte, Resulullah’ın (S.A.V.) ahirette bizim kendisine tabi olanlardan yani ümmetinden olduğumuza şahitlik etmesi büyük ölçüde bunlara bağlı olacaktır.

Bunlar ibadetlerin nasıl yapılacağından, aile münasebetleri, tırnak kesme, tuvalete girip çıkma, yemek yeme, giysileri giyip çıkarmaya yani en ince ayrıntısına kadar hayatı düzenlemektedir.

Özet olarak:

İslâm dini, en ince ayrıntısına kadar hayatı tanzim etmektedir;

İslâm’a inanan bir kişiye “Dini çok fazla hayatın içine sokuyorsun.” demek, aslında “Ben dini elimden geldiğince hayatımdan çıkarıyorum.” demektir.

Muhiddin YENİGÜN

www.yenigun.name.tr