Etiket arşivi: Muhiddin Yenigün

Şifayı Allah Veriyorsa Neden İlaç Kullanıyoruz?

Allah’ı (cc.) tanımaya, isim ve sıfatlarını öğrenmeye başladığımızda şaşırtıcı bir gerçekle karşılarız:

Allah’ın isimlerinden biri Şafi’dir ve bütün hastalıklara şifa veren odur.

Fakat bu o zamana kadar düşündüğümüzden farklı bir bilgidir. Normalde hastalanınca doktora gideriz, o da bize ilaç verir. İlaçlar iyi gelirse iyileşiriz iyi gelmezse…

Bu durum çoğumuzu ikilemde bırakır:

Acaba şifayı Allah mı verir yoksa ilaçlar mı?

Eğer şifa veren ilaçlar olsaydı kullanıldıkları her vakada başarılı olmaları gerekirdi. Çünkü ilaçlar şuurlu değildir, hasta seçemez. Hâlbuki ilaçların şifaya sebep olamadığı durumlarla da zaman zaman karşılaşmaktayız. Aynı hastalık için aynı tedavinin uygulandığı kişilerden bir kısmı iyileşirken bir kısmında ilaçlar fayda etmeyebiliyor. Zaten ilaç kutularının içinden çıkan kullanmama kılavuzlarında (Bu kılavuzlarda ilacın nasıl kullanılacağından çok hangi durumlarda kullanılmayacağı anlatılır. Bu yüzden aslında onlar kullanmama kılavuzudur.) o ilacın izlenen kaç vakanın kaçında iyileşmeye sebep olduğu yazılıdır. Yani ilaç kutularında bile ilacın iyileştiremediği vakalar olduğu kabul edilir. Kaldı ki yine aynı kılavuzlarda o ilaçların yan etkileri yazılıdır. Yani bir hastalığa iyi gelmeye çalışırken başa hastalıklara yol açabileceği de üretici tarafından baştan kabul edilmiştir. Şifa veren şey başka hastalığa sebep olur mu?

Ayrıca, yapılan deneylerde görülmüştür ki hastalığına şifa olacağına inanarak aldıkları etkisiz ilaçlar (Plasebo) bazı hastalarda gerçekten iyileşmeye sebep olmuşlardır. Eğer şifa ilaçta olsaydı, ilacı kullanmayanın şifa bulmaması gerekirdi. Bu olay da şifanın ilaçta olmadığını gösterir.

Anlaşılıyor ki şifayı veren ilaçlar değildir.

O zaman nedir?

Şafi olan Allah’tır.

Madem şifayı Allah veriyor o zaman ilaçlara neden gerek var? İlaçsız şifa verse olmaz mı?

Şifanın ilaçtan geldiği inancı ne kadar ifratsa bu düşünce de o derecede tefrittir. Çünkü şifayı veren Allah’tır (cc.) ama bunu sebep perdesi olarak ilaçlar eliyle yapar. Zaten Rabbimiz sadece şifa vermekte değil, bu dünyadaki tüm fiillerinde kudretinin azametini sebep perdesi arkasına gizleyerek iş görür.

“Biz ilaç kullanmayalım ama Allah yine şifasını versin.” düşüncesi Şeytan’ın İsa aleyhisselam’a sorduğu tuzak sorulardan birini hatırlatır. Bir gün şeytan, Hz. İsa’ya itiraz edip demiş ki:

“Madem ecel ve her şey Allah’ın kaderi iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin.”

Hz. İsa demiş ki:

“Cenâb-ı Hakk kulunu imtihan eder der ki: ‘Sen böyle yapsan sana böyle yaparım, göreyim seni yapabilir misin?’ Fakat kulun hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakk’ı tecrübe etsin ve desin: ‘Ben böyle işlesem Sen böyle işler misin?’”

Şu da var ki külli iradenin sahibi olan Allah şifa vermeyi murat etmiyor da olabilir. Nitekim her hasta şifa bulamamaktadır. Böyle hallerde insanların itirazları doğrudan Allah’a olmaması için ilaçlar perdesi Rabbimiz tarafından halk edilmiştir. Tıpkı hastalıklarda mikrop, salgın, kaza, kene, zehir vb. sebepleri halk ettiği gibi…

Konunun başka bir boyutunda da ilaç kullanmak bir duadır. Hastalandığımızda şifa vermesi için Rabbimize dua ederiz ama ilaç alarak fiili duamızı da buna katmamız bizim kulluk görevlerimizdendir. Nasıl ki acıktığımız zaman “Allah rızkımı garanti etmiş neden yemek yiyeyim?” veya “Nasılsa Allah rızkımı gönderir neden çalışayım?” demiyorsak ya da “Ecelim gelmediyse Allah beni yaşatacaktır. O halde neden nefes almaya uğraşayım?” gibi bir düşünce Rabbimizin bu âlem için belirlediği kanunlara ne kadar aykırı ise ilaç kullanmadan şifa istemek de o derece uygunsuzdur.

Bunun yanında ilaç kullanmayana da Rabbimiz şifa verebilir ve zaman zaman verdiğine şahit olmaktayız. Bu tamamen onun takdiri ve murat etmesi ile ilgilidir. Fakat bunu ilaç kullanma/tedavi olma fiilî duasına da bağlayabilir –ki genellikle böyle irade eder–.

Özetle ilaç kullanmak Rabbimizin Şafi ismine iltica etmektir. Konuyu ona arz etmektir. Nitekim sevgili peygamberimiz de bal, çörek otu gibi bazı gıdaların şifaya sebep olduğunu belirtmiş, bize ulaşan daha pek çok hadis-i şeriflerinde ümmetini bu fiili duaya sevk etmiştir.

Son olarak şu noktayı da hatırlatıp bitirelim:

Dünya hayatımız boyunca kullandığımız bedenin asıl sahibi Allah’tır. Bu dünya hayatında bedenlerimizi bize emanet etmiştir. Yine bize emrettiği görevlerin pek çoğu bedenen sağlıklı ve güçlü olmayı gerektirmektedir. Bu durumda Rabbimizin bize emanet ettiği bedeni, emirleri doğrultusunda kullanabilmek için de hastalıklardan korumak, hastalanınca tedavi yollarını aramak başlıca görevlerimizdendir.

Muhiddin Yenigün

Sonsuz Cehennem Adalet mi?

Detaylı incelemeye başlamadan önce kısa ve öz cevabı verelim:

Allah hem peygamberleri hem de kitapları aracılığıyla bazı suçların cezasının ebedî Cehennem olduğunu bildirmiş midir?

Bildirmiştir.

Bu suçları işleyip işlememe tercihini de kuluna bırakmış mıdır?

Bırakmıştır.

O halde ceza adildir. Bu cezayı kul kendi iradesi ile tercih etmiştir.

Uyarı ve tehditlere rağmen bu suçları işlemek fiilen “Yap da görelim!” diye meydan okumaktır ki belki bu da işlenen suç kadar büyük bir suçtur.

Şimdi konuya başka bir açıdan bakalım.

Eğer bu soru aklımıza geliyorsa şöyle bir mantık silsilesi sonunda ortaya çıkıyordur:

  • İnsan sınırlı bir sürede imtihan oluyor.
  • Bu sınırlı sürede sınırlı günahlar işliyor.
  • Bu adam bütün hayatını günahla geçirse, haydi her günahı için de on katı süre ceza çekse altı, yedi yüz sene sonra Cehennem’den çıkması lâzım.
  • Allah bize kendisinin Adil olduğunu söylüyor AMA böyle bir ceza nasıl adaletli olabilir?

Burada büyük harfle yazdığımız “AMA” büyük bir tehlikenin habercisidir. Bu “AMA’yı” kullanan kişi (en hafif ifadeyle) Allah’ı hakkıyla tanımıyor, hatta sonsuz ve gerçek adaleti sağlayıcı olduğundan şüphe ediyor demektir. Eğer hakkıyla tanısaydı mantığı şöyle kurması gerekirdi:

  • Allah bazı suçların cezasının sonsuz Cehennem olduğunu söylüyor.
  • Allah sonsuz ve gerçek adalet sahibidir.
  • Eğer sınırlı bir süre içinde işlenen bu günahlar sonsuz Cehennem ile cezalandırılmayı gerektiriyorsa
  • Bu günahlar ilk bakışta görülenden çok daha büyük olmalılar.

İlk çıkarımdaki gibi hatalı mantık kullanımı, aslında soru olmayan pek çok soruda karşımıza çıkmaktadır: Kalplerin mühürlenmesi, engellilerin yaratılması, içinde doğup büyünen aile ve çevrenin Müslüman veya gayrimüslim olması vb.

Fakat biz konuyu dağıtmayalım ve Kur’an’da sonsuz Cehennem’le cezalandırılacağı bildirilen suçları inceleyelim:

Rab, ilah olduğunu iddia etmek: Bunlar kontrol ettikleri gücün etkisi ile kendilerini insanlardan üstün görmenin zirvesine çıkmış, tanrı olduklarını iddia etmişlerdir. Tarihte Firavun ve Nemrut gibi isimlerle karşımıza çıkmaktadırlar. Elbette böyle bir suçun cezası üç beş bin sene ile sınırlı olmayacaktır.

Allah’a ortak koşmak (Şirk): Bunlar Allah’ı kabul ettikleri(!) halde birliğini kabul etmezler. Allah ile birlikte pek çok tanrılar da edinirler. Allah’ın kendisini tanıyıp kulluk etmek için verdiği hayat, rızık, akıl, cüzî irade gibi sonsuz sayıda nimetleri başka tanrılar kurgulayıp onlara nispet etmeleri, bu fiili işleyen müşrikleri sonsuz Cehenneme namzet yapmaktadır. Allah’ın her an yeniden yarattığı sayısız nimetin karşılığında başka, hayali ilahlara şükretmenin cezası da üç beş bin sene Cehennem olmayacaktır. Bir not olarak şunu da belirtelim ki sevgili peygamberimizin hayatının büyük kısmında savaştığı kavim kâfirler değil bu gruptakilerdir.

Allah’ı inkâr edenler (Ateistler): Bunlar da Allah’ın varlığını kökten reddederler. Aslında daha doğru bir ifadeyle bir yaratıcının olmadığını iddia ederler. “Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlûkatı yarattım.” hadis-i kutsisinden öğrendiğimiz gibi tüm kâinatın ve insanın birinci var edilme amacı Allah’ı (cc.) bilmektir. İnsan ve cinlerin yaratılmasındaki bir başka maksat da Zariyat suresinde (51. s./56. a.) bildirildiği gibi Allah’a kulluk etmektir. Allah’ı inkâr eden bir kimse bu iki yaratılış maksadına da muhalefet etmiş olmaktadır. Çakmayan çakmak, yazmayan kalem, yanmayan lamba gibi üretilme maksatları olan görevleri yerine getirmeyen araçlar nasıl görevleri yerine getirenlerden ayrılıp çöpe gidiyorsa Allah’ı inkâr edenler için de en uygun yer Cehennem olacaktır.

Münafıklar: Bu grup kâfirlerden daha kötüdür. Çünkü hem inkâr eder hem de inanıyormuş gibi davranırlar. Cezalarının kâfirlere verileceklerden katbekat fazla olması adalet gereğidir.

Az önceki çakmayan çakmak, yazmayan kalem örneği aklımıza şunu getiriyor: Bu eşyalar var olma amaçlarını yerine getirmiyorlarsa imha ediyoruz. Allah neden bu insanları yok etmiyor?

Bu soru uzun zaman kafamı meşgul ettikten sonra şu iki sebebin olabileceği fikri benim kalbimi mutmain etti:

Ya,
Allah insana kendi ruhundan üflediğini bildiriyor. Bu sebeple, yaratılışından gelen mahiyeti itibarıyla insanı değersiz bir çöp gibi yok etmeyi tercih etmiyor

ya da

sonsuza kadar Cehennem’de bile olsa var olmak, yok olmaktan çok daha hafif bir ceza.

Dünyada bazı kişilerin yok olmayı Cehennem’e tercih ettiğini söylemesi, buna delil olarak da intihar edenleri göstermesi kafa karıştırmasın. Dünyada intihar eden kişi sadece birkaç yıllık daha ömründen vaz geçer. Fakat biz sonsuz hayattan bahsetmekteyiz. Kaldı ki intihar edenlerin çoğu bu eylemi şuurlarını kaybettikleri kriz anlarında yapmaktadırlar.

Şimdi şu adalet meselesine geri dönersek:

Yukarıda saydığım gruptaki insanlar ebedi Cehennem’de kalmasın demek, bir süre sonra çıkarılsın demek anlamına gelir.

Peki, bunlar Cehennem’den çıkarılırsa nereye gönderilecekler?

Cennet’e tabii ki!

İyi ama bu insanları Cennet’e koymak adalet olacak mı?

Muhiddin Yenigün

 

Beni Doğuran Annem Bana Kıyamazken Yaratan Allah Beni Ateşte Yakar mı?

İbadetlere uzak yaşayıp Allah’ın yasak ettiklerini pek umursamayan, özellikle de namaz konusunu uyanabilirse bayramdan bayrama hatırlayanların kurduğu savunma cümlesidir bu. Şahsen defalarca kulaklarımla işitmişliğim de vardır.

Bu gruptaki insanlara Allah’a karşı olan görev ve sorumluluklarını hatırlattığınız zaman size Allah’ın rahmetinden, bağışlayıcılığından kapıyı açıp başlarlar anlatmaya. Ana fikir de şudur:

Benim annem beni sadece doğurduğu halde parmağıma diken batmasına razı olmayıp, kıyamazken beni yaratan Allah hiç kıyar da beni ateşe koyar mı?

Bu soruya verilecek türlü türlü cevaplar mevcuttur.

Meselâ şaka kaldıran biriyse şu söylenebilir: Madem kimseye kıyıp da ateşe atmayacak, Cennet’tekiler üşümesin diye mi Cehennem’i yarattı?

Latife kısmı bir yana abesle iştigal edip gereksiz, hikmetsiz iş yapmaktan münezzeh olan Rabbimiz Cehennem’i yarattıysa elbette oraya girmeyi hak eden birileri olacağı için yaratmıştır.

Burada sebep ve sonucun sırasına dikkat etmek gerekiyor. Cehennem’e girmeyi hak edenler olacağı için Cehennem’i yaratıyor. Cehennem’i yarattığı için birilerini içine atmıyor.

Bu savunmayı yapan arkadaşımızın başka bir tutarsızlığı da şudur ki, Allah’ın ona karşı olan sevgisinin büyüklüğünden bahsediyor fakat kendisinin Allah’ı ne kadar sevdiği konusuna hiç girmiyor.
Kendisine sorsak “Acaba sen Allah’ı ne kadar seviyorsun?”

Zira seven sevdiğini tanımak, bilmek ister. Bu kişi de Allah’ı hakkıyla sevmiş olsaydı merak edip araştırır ve Allah’ın Rahman, Rahim, Gafur gibi cemali isimleri olduğu gibi Kahhar, Cebbar, Muntakîm gibi celâlî isimleri de olduğunu bilirdi. Cemâlî isimler gibi bu isimlerin de hak edenler üzerinde tecelli edeceğini tahmin edebilirdi.

Daha bitmedi. Söylendiği anda yaratıcısının bağışlayıcılığına güvenmenin masum bir ifadesi gibi duran bu ifade aslında çok tehlikeli manalar içermektedir.

Bakınız bu ifadeyi kullanan kişi sözün nereye gittiğini düşünmeden söylediyse elbette Allah bunu bilecektir ve isterse affetmek onun elindedir. Fakat kastettiği mana Allah’ın adaletini itham ise af biraz zor olabilir. Zira herkesi Cennet’e koymak adil değildir.

Evet, Allah Adil’dir. Kulları arasında da adaleti sağlayandır. Fakat görüyoruz ki hiç kimse bu dünyadan diğer insanlarla arasındaki hak, hukuk meselelerini çözerek gitmiyor. Demek ki adaleti sağlayıcı olan Rabbimizin huzurunda hesapların görüleceği başka bir âleme bırakılıyor hesaplar. Bu sözü söyleyen kişi ise bu ifadesiyle Allah’ın, emir ve yasaklarına itaat edenlerle isyan edenler arasında adaletli davranmayıp hepsine aynı muameleyi yapacağını iddia etmektedir.

Hâlbuki düşünse: Allah bize Adil olduğunu bildiriyor. Fakat bu dünyada tam adalet tecelli etmiyor. Demek adalet başka âlemde tecelli edecek. Eğer Allah adaleti sağlayacağı başka bir âlem yaratmış olmasaydı, kâfirler, münafıklar, sapıklar, zalimler bu dünyadan gitmeden önce zelil ve perişan edilecektiler. Fakat o zaman imtihan sırrı ortadan kalkacaktı.

Ve yine bu sözü söyleyen kişi Allah’ı yalancılıkla itham etmektedir. Çünkü Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde Cehennem’den bahseder, oraya kimlerin gideceğini bizlere bildirir.

Bu konuyu değerlendirirken göz önünde bulundurmamız gereken çok önemli bir nokta da şudur:

Rabbimiz bizim ümit ve korku arasında bulunmamızı istiyor. Ne rahmetine yaslanıp geleceğimizi garanti altında görmemizden ne de günahlarımız ve hatalarımız yüzünden kurtulma ihtimalimiz kalmadığını düşünmemizden razı.

Bunu Kur’an-ı Kerim’de bize hissettiriyor da. Baktığımız zaman Cennet’i anlatan ifadeler kadar Cehennem’i anlatan ifadeler de mevcut. Müjdeleyenler kadar tehdit edenler de var. Yani Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz ümitlendirdiği kadar korkutuyor da.

Çünkü her iki durum da ataleti sonuç veriyor. Rabbimiz ise her an dinamik daima teyakkuzda olmamızı istiyor bizden.

İnsanlara İslam’ı anlatırken buna da çok dikkat etmemiz gerekiyor. Sadece Cennet veya sadece Cehennem’i anlatmak dengesiz bir inanca sebep olabiliyor.

Son olarak bu şekilde soru soran bir kişiye şunu sorabiliriz: Yukarıda Cehennem’i yaratmasının lüzumsuz olmadığını gördük. Aynen onun gibi, madem Allah herkesi Cennet’e koyacaktı, Dünya’yı neden yarattı? Seni Dünya’ya neden gönderdi? Hz. Âdem’i hiç Cennet’ten çıkarmayabilirdi. O zaman ne Dünya’ya ne de Cehenneme gerek kalmazdı.

Buna şu cevabı verebilir: Cehennem gereksiz değil ki, hiç inanmayanlar için. Ben ise inanıyorum.

Bak sen de kendini inanmayanlardan farklı görüp onların da seninle Cennet’te olmasının adaletsiz olacağını düşünüyorsun ve razı değilsin. Peki, seni kendisinin emir ve yasaklarına itaat edenlerle birlikte Cennet’e koyması adalet olacak mı?

Muhiddin Yenigün

Bu yazı gözden geçirilerek Zafer Dergisinin 2018 Ekim (502.) sayısında yayınlanmıştır.

Allah Nerededir?

Çocukluğumuzdan itibaren aklımıza gelen ve sorduğumuzda da şu cevabı aldığımız bir sorudur bu: Allah her yerdedir!

Tabii ki çocuk yaşlarda bunun ne demek olduğunu anlamayız ama çoğu şeyde olduğu gibi “Aman canım nasıl olsa büyüyünce anlarım.” der biraz sonra oynayacağımız oyunun derdine düşeriz.

Fakat büyüdükçe düşüncelerimize ve hayal gücümüze getirdiğimiz sınırlamalar yüzünden, Allah’ın her an her yerde olabilmesi bizim için hâlâ çok kolay anlaşılabilirler arasında değildir.

Çünkü büyüdükçe her şeyi fizik kuralları içinde düşünmeye, her olayı fizik kuralları dâhilinde açıklamaya alışmıştır aklımız. Tıpkı baştaki soruyu sorarken yaptığımız gibi…

Fakat bazen bu kurallar cevabı bulmaya yeterli olmaz. Çünkü bu kurallar da bir kural koyucunun emridir ve o kural koyucu istediği zaman istediği emrini geçici veya kalıcı olarak değiştirebilir.

Hâl böyle olunca kural koyucuyu bu kurallar çerçevesinde düşünmeye çalışmak havanda su dövmek gibi neticesiz bir çaba olacaktır.

Ancak buna rağmen akıl, hem şartlandığı gibi fizik kuralları içinde düşünmek hem de bu kurallara tâbi olmayan şeyleri anlamak ister. O zaman yapılacak şey, akla şartlandığı kuralların elastik olduğu, kural koyucu tarafından esnetilebileceği hatta tamamen yok sayılabileceğini öğretmektir.

Şimdi öncelikle o sabit zannettiğimiz kurallara bakalım.

Gördüğümüz dünyada bütün nesneler üç boyutludur. En, boy ve yükseklik diye isim verdiğimiz her üç boyutta da sahip oldukları değerleri vardır ve bu üç değerle kâinatta bir mekân işgal ederler.

Ancak bu, bugünkü bilimin tahminine göre Big Bang denilen büyük patlama ile ortaya çıkmış olan bir durumdur. O patlamadan önce durum nasıldı bilme imkânımız yok.

Aslında bu son cümledeki tespit de şartlanmış aklımızın ürettiği hatalı bir düşünceden kaynaklanır. Şöyle ki; mekân gibi zaman da o patlamayla yaratılmaya başlanmıştır. Yani büyük patlama ve kâinat yokken bizim dördüncü boyut dediğimiz zaman da mevcut değildi. Dolayısıyla ancak zaman kavramı ile anlam kazanabilen “önce” ve “sonra” ifadeleri henüz zamanın yaratılmış olmadığı Big Bang’siz durumu tarif etmez.

Zaten zaman dediğimiz şey, Rabbimizin büyük patlamadan itibaren kâinatı anbean yaratmasını, temaşa etme sırası gelen gözlere göstermesine verdiğimiz isimdir. Tıpkı film şeritlerindeki 24 kare bir saniyede gösterildiğinde bunun peş peşe gösterilen durağan “an” fotoğrafları olduğunu algılayamadığımız gibi, bu “anbean” yaratmayı da biz algılayamıyoruz.

Şu halde zamanı ve mekânı büyük patlama ile yaratan Allah’ı (cc.) yarattığı bu mahlûkat içinde aramak abesle iştigaldir.

Peki, madem Allah’ı bu mahlûkat içinde aramayacağız, o zaman neden Allah her yerdedir diyoruz?

Bir dergi yazısının başında yazarın ismi olur. Sayfanın alt köşesinde de derginin ismini görebilirsiniz. İlk sayfaya geldiğinizde editöründen matbaasına kadar kimin emeği geçmişse isimleri o eserin üzerine yazılmıştır.

Bunun anlamı bu eseri sahiplenmektir. “Bunun sorumlusu benim” demektir. Ama “Ben bu yazının içindeyim!” demek değildir.

Ressam resmin içinde aranmaz. Resminden tanınır.

Rabbimiz de tüm kâinatta gören gözlere “Bunu ben yarattım!” diyen sembolleri sergilemektedir. Bakmasını bilen gözler yaratılmış her şeyde Allah’ın (cc.) imzasını görür, onun her yerde olduğunu anlar.

Toparlayacak olursak:

Allah mekândan münezzehtir. Yaratmış olduğu mekâna dâhil olmasını düşünmek mantıksızdır. Dolayısıyla “Allah nerededir?” sorusu kâinat kuralları dâhilinde düşünmeye alışmış zihinlerin sorabileceği hatalı bir sorudur.

Aynı şekilde ezelî ve ebedîdir de. Yani zamanla da bağlı değildir. Aynı, mekânda olduğu gibi, zamanı da yaratan ve kontrol eden Allah’tır (cc.).  Hatta Rabbimiz, zamanın bizim algıladığımızdan farklı şekilde aktığı kara delikler gibi mahlûklar yaratıp, kesin zannettiğimiz kuralları bambaşka kurallarla değiştirerek bize zamanın da tek hâkiminin kendisi olduğunu göstermektedir.

Bizim algıladığımız mekân ve zaman içerisinde olmayan Allah (cc.) kudreti, ilmi, rahmeti kısaca tüm Esma-i Hüsna’sı ve sıfatları ile kâinattaki her bir zerrededir. Her bir zerreyi her an yeniden yaratır. Bu yaratma sırasında da tüm güzel isimleriyle her bir zerrede tecelli eder. Dolayısıyla her yerdedir. Şah damarımızı da her an yeniden yaratır ve bize de şah damarımızdan daha yakındır.

Muhiddin Yenigün

Bu yazı gözden geçirilerek Zafer Dergisinin 2018 Kasım (503.) sayısında yayınlanmıştır.

Müslüman aile ve çevrelerde doğup büyümeyenler baştan kaybetmiş olmuyor mu?

İslâm’da kusur arayanların sık sık dile getirdiği bir soru vardır:

“Şimdi siz Müslüman toplumda, Müslüman ailede doğup büyüdünüz şanslısınız tabii. Peki, İsveç’in Malmö’sünde yaşayan adamın ne suçu var? O neden Cehenneme gidiyor?”

Kimin Cennet’e, kimin Cehenneme gideceğini ancak Allah (cc) bilir. Kişi, Müslüman bir toplumda yaşayıp Cehenneme gidebileceği gibi, gayrimüslim bir toplumda yaşayıp sonunda Cennet’e gidebilir. Sonuçta dünya, herkesin sınandığı bir imtihan yeri…
Şimdi belli ölçüler dahilinde şu soruya cevap arayarak incelemeye başlayalım: Kimler cehenneme gider?
Cevap olarak şunları sıralayabiliriz: Kâfirler ve münafıklar gibi Allah’ın varlığını ve elçilerini (günümüz için bizim Peygamberimizi) kabul etmeyenler.
Burada “Kabul etmeyenler” ifadesi üzerinde biraz duralım: Bir şeyin kabul veya ret edilebilmesi için öncelikle teklif edilmesi gerekir. Veya kişi en azından doğru bir şekilde bilgilendirilmelidir ki bu kabul ve ret kararından sorumlu tutulabilsin.
Yoksa insanları bilgileri olmayan bir konuda yanlış karar verdikleri için cezalandırmak adaletli olmaz. Bu adaletsizlik de sonsuz adalet sahibi olan “el Âdil” için söz konusu olabilecek bir hal değildir. “Allah (cc) zulmetmez.”

İslâm’da bir insanın yükümlü kabul edilebilmesi için üç vasfa sahip olması gerekir: Akıllı olmak, aklını doğru şekilde kullanmayı öğrenecek yaşa gelmiş olmak (buluğ) ve kendisine doğru bilgi doğru şekilde ulaşmış olmak (tebliğ).
Şimdi İsveç’in Malmö kentinde doğup büyüyen adamın durumunu bu ölçüler içinde inceleyelim:

Bu adamın aklı yerinde mi? Eğer cevap hayırsa zaten cehenneme gitmez. Evetse ikinci maddeye bakalım.

• Aklını doğru kullanacak kadar büyümüş, buluğ çağına ermiş mi? Cevap hayır ise yine cehennem yok, evetse üçüncü maddeye bakalım.

• Kendisine doğru şekilde bir tebliğ ulaşmış mı?

Burada tebliğin “doğru şekilde” ulaşmış olması çok önemli. Çünkü kişi İslâm’ı duymuş olabilir ama acaba kendisine bunlar nasıl anlatılmıştır? Hz. Peygamberimiz (asm) bir sahte peygamber olarak mı tanıtılmıştır? Şu anda dünyanın pek çok yerinde, İslâm’ı terörün kaynağı olan bir din gibi göstermek için büyük prodüksiyonlar sahnelenmekte, büyük yatırımlar yapılmaktadır. Acaba İslâm’ı sadece bu mecralardan mı öğrenmiştir bu adam?
Ya da belki hiç duymamıştır. Dünyada hâlâ izole topluluklar bulunabiliyor.

Bu durumlarda bu adama tebliğ ulaşmış olur mu?
Bu sorunun cevabını hiçbirimiz veremeyiz. Bu ancak sonsuz adalet sahibi Allah’ın bilip hükmedeceği bir konudur. Dolayısıyla bizim bu kişinin Cennet’e mi Cehenneme mi gideceğine karar verme yetkimiz de yetkinliğimiz de yoktur.
Buraya kadar şunu öğrendik: Allah akıl ve bu aklı kullanma kabiliyeti verdiği kişileri, (çeşitli vasıtalarla) bildirdiklerinden sorumlu tutar; bildirmediğinden sorumlu tutmaz.

Şimdi baştaki soruya bir de farklı açıdan bakmayı deneyelim.
Rabbimiz sonsuz adaletiyle bildirmediğinden sorumlu tutmayacak ama bildirdiğinden de sorumlu tutacak. Bu durumda biz eğer bildirdiği kullarından oluyorsak sorumluluğumuzu yerine getiriyor muyuz? Yaşayışları arasında pek bir fark olmayan iki kişiden, kendisine tebliğ ulaşmış olan mı şanslıdır ulaşmamış olan mı?
Burada “şanslı” kelimesini sadece sorumluluk anlamında kullanıyorum. Yoksa Allah’ı bilip tanımak başlı başına paha biçilmez bir nasiptir. Milyarlarca yıl ömrümüz olsa bile kendi çabamızla bir ucundan öbür ucuna gitmeyi başaramayacağımız kadar büyük bir kâinat yaratıp içinde bizi kendine muhatap almış, onu daha kolay tanıyabilelim diye maddi-manevi vücudumuzu ondaki sıfatları hissedeceğimiz özelliklerle donatmış, ihtiyaçlarımıza ve dualarımıza cevap veren bir Rabbimiz olduğunu bilmek biz inananlar için yükümlülüklerimizin zorluklarını hiçe indiren bir moral kaynağıdır.
Bununla birlikte şöyle bir öneriyle de karşılaşmışlığım vardır:
Madem kendisine tebliğ yapılan kişi sorumlu oluyor, o zaman kimse tebliğ yapmasın. İnsanları seviyorsanız eğer İslâm’ı duyurmayın hiç kimseye.
Elbette ki bu ütopik önerinin gerçek dünyada bir karşılığı yoktur. Çünkü İslam’da tebliğ “farzı kifaye” mertebesinde bir ibadettir. Hiç kimse yapmazsa herkes sorumlu olur.
Kaldı ki bir Müslüman’ın bazen bir davranışı tebliğ olur, bazen bir sözü… Bir Müslüman’ın bir gayrimüslime bir iyiliği, o gayrimüslimin İslâm’ı araştırıp sevmesine neden olabilir. Yani öneriyi yapanın kastettiği şekilde tebliğ yapılmaması kişiye tebliğin ulaşmamasını garanti etmez.

Muhiddin Yenigün

Bu yazı gözden geçirilerek Zafer Dergisinin 2018 Eylül (501.) sayısında yayınlanmıştır.