Etiket arşivi: Muhsin Abdülhamit

Ayet-ül Kübra önsözü / Prof. Dr. Muhsin Abdülhamit

Âyetü’l-Kübrâ

Önsöz

Prof. Dr. Muhsin Abdülhamit[1]

Âlemlerin Rabb’ine hamd, peygamberimiz Muhammed bin Abdullah (asm) ve onun âl ve ashabına  salât ve selâmdan sonra…

İslam dünyası Hicri on dördüncü yüzyılın[2] başlarına varmadan kendini parçalanmışlığın ve geride kalmışlığın kucağında buldu. O dönemi araştıranlar, o günkü duruma insaf ile bakarlarsa şüphesiz görecekler ki Müslümanlar İslamiyet’ten uzaklaşmış, hastalık, cehalet, fakirlik, İslam dünyasının her tarafını sarmıştı. Bütün bunlar Âlem-i İslam’ı ezmeye yetmezmiş gibi, ortaya bir başka buhran daha çıkmıştı. Kilise ile yeni pozitif ilim hareketinin çarpışmasının bir neticesi olarak materyalist felsefenin yaptığı, büyük devrimlerin başını çektiği bir medeniyet ile eşit kuvvette olmayan Müslümanlar mücadeleye girmiştir. Ve bu meşum mücadelenin sonucu odur ki askeri işgaller, iktisadi ve fikri hücumlar ve kültürel çarpıklıklar ve medeniyet aldatmacası hazırlıksız vaziyetteki bütün İslam dünyasını sarmıştı.

Hakiki İslam’ın uzun bir zaman meydanda olmamasından neşet eden hurafeci akıllara ve bidatçi hallere İslam dünyası teslim olmuştur. İslami ilimlerin asra hitap etmeyen eskimiş eğitim üsluplarının tahakkümü altına girmesi, sathi kalıp şekilciliğe dönüşmesi ve ilimlerin derinliğine nüfuz edilememesi, onun esaslarına ve fikri derinliklerine, prensiplerine ve ondaki ince manalara inilememesi sonucu bu manevi buhranlar daha da derinleşmiştir. Yapılan gayretleri görmek lazım ki İslam dünyasının muhtelif memleketlerinde bu gidişatı durdurmak isteyenler olmuş, fakat kader-i İlahi’nin bir cilvesidir ki pek ciddi bir netice alınamamış ve İslam dünyasının birçok yerinde düşmanın maddi-manevi, fikrî-fizikî istilasına engel olunamamıştır.

Bu şekilde Peygamber Efendimizin(asm)  haber verdiği: “İslam garip geldi ve garip gidecek.’’ Hadis-i Şerifinin hakikati meydana çıkmıştır. Fakat yine Muhbir-i Sadık’ın, ikinci şıkta haber verdiği gibi, bu gariplerin fesada düşmüş dünyayı kurtarmaları da tahakkuk ediyordu. Her devrede muttarit bir kanun-ı İlahidir ki ıslahatçı müceddidlerin hep bu buhranlı dönemlerde meydana çıktığını görüyoruz. Bu müceddidler ümmetin o devredeki acılarını ve sancılarını gönüllerinde hissedip geri kalışın sebeplerini teşhis ederek İslamın amîk ilminden faydalanarak ve hâl-i âlemi iyi okuyarak ve İslam dünyasının durumunu iyice mütalaa etmişlerdir.

Maddi manevi buhranların en sıkıntılı olduğu bu asrın âlimlerinden; imanı en derin, ilmi en yüksek, cihadı en kuvvetli ve yaşadığı dönemin tabîi halini(şartlarını)  en iyi anlayan ve kalemi en keskin ve üslubu en açık büyük mütefekkir Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Türkiye’nin semâsına karanlık gecede ayın on dördü gibi doğmuştur.

İdeolojik istilaya mukabele eden imanı kurtarma ve gönülleri yeniden imanla canlandırma ve büyük bir tecdit rolü ile bu asrın yolunu şaşırmış felsefi inkâr-ı uluhuyet fikrine karşılık verdi; bunu da İslam hakikatlerini ibraz ederek küfrün entrikalarına, fısk ve pisliklerine, cehalet ve elemlerine, ihtilaf ve kötülüklerine, yeni medeniyetin her tarafa saldığı yeni putlara karşı; Kur’an’ın ummanlar gibi ilminin bu asra bakan veçhesiyle beraber uhuvvet, muhabbet ve terk-i enâniyeti de düstûr-ı hayat edip onların karşısında yalçın dağlar gibi durmuştur. Fikriyle akılları, davasındaki samimiyetiyle kalpleri, yüksek imanıyla da nefisleri tatmin etmi

ştir. O Büyük Üstad, bu zamanki fırtınalara karşı yıkılmayan İslami bir şahsiyet meydana çıkarmak; imanı, ahlakı ve medeniyeti yıkılmaya yüz tutmuş bir milleti düştüğü bataktan kurtarmak gibi ulvi ve mukaddes şöyle bir dava için hayatını vakfetmiş.. Adeta koca bir ağaç olarak yeşermek için çürümeyi göze alan bir tohum gibi her türlü nefsî hislerini, kendini Kur’an-iman yolunda fedâ etmiştir.         

Kuran ve Sünnet-i Seniyye’den süzülen derin manalar içeren yazdığı yüz otuz parça Risaleleriyle Hz. Üstad, aklî ve ilmî kesin hüccetlerle İslam akidesinin usullerini anlatıp izah eder. Bu risaleler bütün incelikleri, mukaddeme ve neticeleri ile İslamiyet’in kâinatı, hayatı, toplumu ve ferdi ihata ettiğini ispat eder. Keskin mantık, yüksek bir his ve akıcı bir kalemle bu asırdaki İslam’ın karşısındaki en zor meseleleri ve en tehlikeli desiseleri bertaraf eder.

Zahir bir hakikattir ki Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, o büyük Nurlu Risalelerini yaşadığı devrin tâ içinde, bu asrın hareketinin fıtratını ve fikri mücadelelerini ve nasıl bir değişim yaşadığı zamanın idrakine uygun bir şekilde zamanının en zor sıkıntılarına avam ve havasın anlayacağı bir üslupla bizlere sunuyor. O tehlikeler ki zayıf olan örümcek ağından fazla bir şey değildir ki misyoner merkezleri, oryantalist kurumlar ve büyük emperyalist ülkelerin müstemlekeleri ve dışişlerine bağlı müesseseleri bütün bunlara karşı Kur’an-ı Kerim’in ‘icazı, nübüvvetin hakikati, şeriatın hikmeti ve İslamiyet’in insaniyetini ve prensiplerindeki ahlaki ve ruhi düsturlarının azametini izah etmiştir.

İnsanların havas kısmının müşevveş aklına sükûnet ve muvazene verip enfüsi tefekkürle bulduğu deliller vasıtasıyla sırların ve müşkülatların çözülmesinden aldığı lezzet ile onlara hitap ediyor. Kâinat hakikatlerinin en muammalarını, Nurlarda, avamın anlayabileceği tek üslup olan fıtri mantık üslubu ile izah edilmiş olması onları da havas gibi adeta cezp ve celp etmiştir.

İnsafla bakacak olursak göreceğiz ki Risale-i Nur, Türkiye’nin dört bir tarafını büyük bir İslami medrese haline getirmiş; hem kültürel hem manevi dal ve budakları her tarafa sarmış ve meyvesini de her tarafta Allah’ın izniyle vermiştir.

Her tarafta müminler Rablerine şükür ettiler ki onlara gelen ve evlerine giren bu büyük nimet-i Rabbaniye vesilesiyle hayatlarını nurlandırdı; dağınıklıktan, şaşkınlıktan, cahillikten ve zâhiri-bâtini şirklerden ve bilmeyerek Allah’tan başka şeylere tapmanın pençesinden kurtardı.

Cenâb-ı Hakk, bu nimeti yalnız Türkçe bilenlere-Türklere mahsus bırakmadı. Bu noktada mübarek kardeşimiz, çalışkan bir mütercim olan İhsan Kasım Es’Salihi’yi istihdam etti. Bu kardeşimiz yıllarca Risale-i Nurdan birçok bölümünü, makalelerini bizlere tercüme etti. Ve bu mübarek eserin hayır ve bereketinden yaptığı Arapça tercümeler vasıtasıyla Kur’ân-ı Hakîm’in pak dili olan bu dili bilen okurlarını da mahrum bırakmadı ve onların arasında da intişar etmesine vesile oldu.

Bu mükemmel makale ve risalelerden birisi de Ayet’ül-Kübrâ Risalesi’dir ki Zât-ı İlahi’nin hakikatini ve esrar-ı Rabbânî’nin ve Esmâ-yı Hüsnâ’nın mahlûkat üzerinde tecelliyâtını izah etmektedir. Bunu da şümullü bir seyahat-i akliye ve ruhiye ile yapıp kâinat sırlarını ve hayatın inceliklerini ve mevcudattaki cemal ve kemal-i sanatı, o sanatın büyük gayelerini ve hepsinin külli bir kanunla işlediğini izah ve ispat etmektedir.  

Hz. Bediüzzaman, bu Risalede kâinatta Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu kuvvetli, mantıki ve açık bir şekilde câri olan hayat programının ana hatlarını çizerek başlıyor; bunun ile maddiyunun fikirlerine öldürücü darbeler vuruyor; vücud-ı İlahi’yi inkâr etmek noktasındaki hükümlerini kırıyor; akılarını tesfih ediyor; ne kadar akılsızca hüküm verdiklerini adeta kör gözlere bile sokarcasına gösteriyor.  

Fıtri bir düstur olan “Umumî mes’elelerde ispata karşı nefyin kıymeti yoktur ve kuvveti pek azdır.” ifadesini mantık ilmi dairesinde o kadar güzel izah ediyor ve: “Çünkü ispatta netice bir olduğundan tesanüt olur nefiyde ise netice bir değildir, pek çok kayıtlar vardır. Bence, bana göre, benim nazarımda ve benzeri nakıs bakış açılarıyla her adamın kendi şahsî nazarında olduğu için ittihat ve tesanüt olmaz.” diyerek devamında verdiği gözümüz önündeki müşahhas ve müdellel misallerle akılları tatmin ediyor.

Bediüzzaman, aklî bir üslupla, sakin bir şekilde, hakikate müştak olanların elinden tutup güzel bir seyahat-i fikri yapıyor. Öyle bir seyahat ki her tarafı dolaştırır; gezdirdiği yolcuyu mahlûkat tablosunun göz alıcı bedi sanatlarına nazar ettirerek, en yüksek ufuklardan en aşağıdaki kâinatlara kadar bütün dağ ve vadileri aşarak, derin ve ince mizanlarını izah ederek, güzel sanatlarla kalplerin ince tellerine dokunur.  Bununla gafilleri uyandırır; şaşkınların yolunu aydınlatır; bilmeyenlerin ellerinden tutup sebeplerini ve derin gayelerini izah eder. Yedi semânın ve bütün içindekilerin tesbih ettiğini ve mutlak bir yaratıcının varlığı ve birliğinin bütün kâinattaki şümullü-cami olan ilim ve marifet diliyle dillendirerek, ilmi ölçü kabul edip onunla hayata bakanların, kâinatın yaratıcısını da çar naçar kabul etmek zorunda kalacağını fevkalade akıcı bir üslupla takdim etmiştir.

Bütün bunları belağat, fesahat ve selasette edip ve şâirleri imrendirecek bir üslupla yapar. Lakin bunları yaparken, ilm-i kelâmın ıstılahlarına ihtiyaç duymadan ihtiyaç olan bahislerde ise bu asrın fehmine uygun en sehil bir üslupla verir. Ayrıca, Kur’an’la barışık olmadığı için akılları daha çok karıştıran, imanı kurtarmaya yetmeyen, inanç bina etmeyen insanın ruhuna feyiz vermeyen felsefeyi kullanmadan, kalıplaşmış uzun mukaddimelerin kayıtlarına da girmeden bunu yapmıştır.

Ey bu kıymettar kitabı okuyacak olan aziz kardeşim,

Bediüzzaman’ın kendi asrında ve Allah’ın izniyle gelecek asırları avamdan havassa yüz binlerce kişinin imanını ihyaya vesile olmasındaki muvaffakıyetinin sırrını sorarsan: Derin imanı, eşsiz şevki ve taklîdî ilm-i kelamdan farklı olan Rabbânî ve Kur’ânî üslubu ki insan fıtratında derç edilmiş olan aklî melekeye ve fıtri kalb-i selîme hitap etmesidir. Eski asırlarda olan ve kendi dönemlerine bakan ilm-i kelam ulemâsının metodundan tamamen kurtulup onların konu ve ıstılahlarını kullanmamasıdır.

Bunun içindir ki Üstad Hazretleri (ilm-i kelamı) yani (ilm-i tevhidi) kuru bir üsluptan ve kısır tartışmadan kurtarıp damarlarda akan kan gibi Müslümanlar içinde hareketli bir hale getirmiştir; ona hayat ve canlılık katmıştır, yani ilm-i tevhidi ataletten ve vazifesini yapamamaktan kurtarmıştır.  İlm-i tevhidi inançta ve hayata tatbikte bir sosyal hareket haline getirmiştir. İslam ideolojisinin şümullü olduğuna ve Müslüman’ın bu dünyada ki vazifesine ve onun halife-i arz olduğuna mantıki ölçülerle nazara vererek yeniden göstermiş, medeniyet kargaşasının ortasında Müslümanların toplum hayatındaki duracağı yeri tespit etmiştir. Risale-i Nurdaki hayat, faaliyet ve hakikatle yüklü tevhidî anlatımı anlayan, onu iyi tadan bir Müslüman; inkârcı ve çarpık felsefeye, güz gününde yol kenarına dökülmüş ve insanların çiğnediği yapraklar gibi bakarlar. Bu da Hz. Bediüzzaman’ın akîde ve fikirdeki üstadiyetini ispatlaması açısından cay-ı dikkat bir husustur.

Son devirde yaygınlaşan materyalist felsefe fikrinden türeyen sosyal ve kültüler merkezler vasıtasıyla dünyanın her yerinde olduğu gibi Anadolu’da da bu inkâr fikri gençliğin ve yeni neslin beynine kazınmak için okullar, gazeteler, dergiler, bütün medya ve devlet imkânları kullanılarak dinsizlik faaliyetini müthiş bir şekilde yapılmıştı. Artık mesele o kadar ileri gitmişti ki.. Risale-i Nur, tevhit kılıncını eline alıp onların tepesine indirdi ve Türk toplumunu-Anadolu insanını muhakkak bir keşmekeşten kurtardı.

Bediüzzaman, bütün hayatını, Risale-i Nur vasıtası ile Kur’an’ın bu kâinattaki muallimliğini, bize Cenab-ı Hakk’ı tanıtmak ve tarif ettirmekteki üstadiyetini ispat etmek için geçirmiştir. Ta ki Kur’an şakirtleri bilsinler ki Kur’an’a ve ondaki doğru inanç ve hikmetli şeriata ve yüksek maneviyata ve yüksek ahlaka ve Rabbani güzel davranışlara tutundukları sürece onlar yeryüzünün üstatlarıdırlar. Ta ki Müslüman’ın kendine güveni ve Kur’an’ın üstadiyeti ile iftihar edip ehl-i küfrün fikirlerine kul olmasın ve bu dünyada tam medeniyet rolünü ifa etsin. Bu Rabbani düsturlar vasıtasıyla beşer, ahlaksızlıktan küfür ve dalaletten kurtulsun.

 Netice itibariyle ilm-i tevhit Bediüzzaman sayesinde hem fert hem toplum üzerinde eşine az rastlanır fevkalade değişiklikler yaptı desek mübalağa etmiş olmayız; çünkü bu ilim, toplum hayatında içtimai tebeddülata, imana ve öze sahip çıkmaya ve fikri bağımsızlık hareketine vesile oldu.

Zaten, bu kitabı okuyan kimse bu sözümüzün hakkaniyetini kitaptaki kelime ve satırlarda apaçık görecektir. Ve işte o zaman Bediüzzaman Said Nursi’nin İslamiyet’in parlak mazisindeki İslam büyüklerinin, büyük müceddidlerin arasındaki ona layık yerini vicdanıyla bihakkın kabul edecektir.

Son olarak bu kitap hakkında nâçizane birkaç söz söyledikten sonra:

 “Cenâb-ı Mevla’dan Ümmetin Üstadı Bediüzzaman’a, yaptığı hizmetlerin karşılığını en iyi şekilde ihsan etmesini niyaz eder; bu kitabı tercümesiyle Arapçaya kazandıran kardeşimize de daha çok tercümelere muvaffak olmasını, bu kitabı okuyup ilmi ile amel edenlerin sevabını onun defter-i ‘amâline en ‘ala şekliyle yazmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederiz. Âmin. Şüphesiz Allah duaları işiten ve icabet edendir.”

 Ve son duamız: “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.” 

Muhsin Abdülhamit

Ribat 5 Şevval 1403

_________________________________

[1] Bağdat Üniversitesi, Tefsir ve Akide Profesörü

[2] Miladi 1900’lü yıllar

 

www.NurNet.org