Etiket arşivi: Mükerrem Cahide Saraoğlu

Kendimizi kurtarabiliyor muyuz israf çarkından?

Bizler öyle bir zamana denk gelmişiz ki, kulağımıza sürekli fısıldanıyor “tüketirsen mutlu olursun, sahip olursan değerlisin…” Zira kurulu düzenin varlığını devam ettirebilmesi için bizim sürekli tüketmemiz gerekiyor. Kullanıp atmamız, eskimeden değiştirmemiz, moda-marka peşinde koşmamız, ihtiyacımız olmayan şeylerle donanmamız… Aslına bakarsanız bizden istenen şey açık: sürekli “israf” etmemiz…

İsraf toplumda öylesine normalleşmiş ki, israf ettiğimizin farkına bile varmıyoruz. Hele yeni yetişen nesiller için israf neredeyse bir yaşam biçimi. İktisat, tasarruf, kanaat, yazık etmemek gibi kavramlar belki de hayatlarına hiç girmemiş.

Geçmiş yıllarda üniversite yurdunda çalışmış bir arkadaşım vardı. Bir gün bu konuyla ilgili konuşurken, anlattıkları karşısında dehşete düşmüştük. Mesela makarna pişiriyor kız öğrenci, paketin yarısını pişiriyor, kalanını çöpe atıyor. Diğer birisi paketteki sabunların üçünü kullanmış, ikisini hiç kullanmadan çöpe atmış. Pişirilmiş yemekler zaten o gün yeneceği kadar yenilip, kalanı çöpte. Elektrik, su, kâğıt israfının haddi hesabı yok…

Belki de bu gençler ve akranları, israfın yanına bile yanaşmayan dedelerimizi, ninelerimizi hiç tanımadılar. Onlarla hemhal olup, güzel davranışları da devşiremediler hayatlarına. Ben çocukluğumdan hatırlarım anneannemin, babaannemin neslinin ellerine geçen hiçbir şeyi ziyan etmediğini, edemediğini. Çok az şey çöpe gider, her şey değerlendirilir, yerini bulurdu. Bu gençler belli ki ailelerinde görmediler, bilmiyorlar. Üstelik her şeye kolayca sahip oluyorlar, bedelini ödemiyorlar ki, kıymetini bilip değer versinler, israf etmesinler.

Peki ya bizler… Kendimizi kurtarabiliyor muyuz israf çarkından?

Evet diyemiyorum maalesef. Şahit olduğum bir vakıadan gireyim söze. Hayırlı bir işe vesile olsun diye kahvaltı düzenlenmişti ve katılanlar o muhitin muhafazakâr sivil toplum kuruluşları, dernek, vakıf mensuplarıydı. Açık büfeydi kahvaltı. Şaşırmadığım üzere herkes tabaklarını yiyebileceğinin ötesinde doldurdu. Yine şaşırmadığım üzere o tabaklardaki yiyecekler bitirilemedi. Beni şaşırtan, onca nimetin çöpe gideceği biline biline, tabakların dolu bırakılıp gidilmesi olmuştu. Maalesef salondakilerden çok küçük bir kısmı tabağında kalan parçaları peçetelere sarıp yanına alarak çöpe gitmekten kurtarmıştı. Toplumda örnek olarak benimsenen ve hayır için orada bulunan farklı gruplardan insanlar, arkalarında bıraktıkları israf resminin farkında olmadan çıkıp gittiler. Bir hayır toplantısıydı, katılanlar hayırlı insanlardı ama ortaya çıkan hayırsızlığın farkına varan pek azdı.

İsraf bizi sarmış. Vahim olan bunun farkında olmayışımız. Vahim olan yanlış olanın normalleşmesi, hayat tarzı haline gelmesi. Ekranlardan öyle görüyoruz diye, etrafımızdakiler öyle yapıyor diye, elalem ne der diye, her şey bol diye, kolay elde ediyoruz diye, nebevi yaşam tarzından uzaklaştıkça uzaklaşıyoruz.

Kâinatta israf yok. Elbetteki Efendimizin (sav) hayatında da.

Konuyla ilgili olarak Hz. Ömer’den (ra.) rivayet edilen bir misal, bu çağın insanı olarak oldukça düşündürdü beni. Hz. Ömer, oğlu Abdullah’ı bir gün et yerken görmüş ve: “Hayrola et mi yiyorsun?” diye sormuş. Oğlu: “Evet canım çekmişti de…” deyince Hz. Ömer ona: “Sen öyle canının her çektiğini alıp yiyorsun öyle mi? Bilmez misin ki, Efendimiz (sav) “İnsanın canının çektiği her şeyi yemesi de israftır” buyurmuştu, demiş.

Bugün canımızın çektiklerinin peşinde koşup durmuyor muyuz? İster yiyecek olsun, ister giyecek olsun, ister eşya olsun… İhtiyacımız olduğu için değil, canımız çektiği için peşinde değil miyiz çoğu zaman?

Ve bugün sıklıkla düştüğümüz bir hata da, çok ve ucuz olanın kolayca harcanabileceği (israf edilebileceği) yanılgısı.

Mesela bir et yemeğini dikkatlice muhafaza ediyoruz, ziyan etmiyoruz da, örneğin artan salatayı düşünmeden çöpe döküveriyoruz. Ete ödediğimiz bedeli ödemedik çünkü, altı üstü bir salataydı. Değeri birkaç sebzeye ödediğimiz cüzi para kadardı. Yani değerini, ödediğimiz bedel üzerinden biz biçiyoruz. Ucuzsa fazla düşünme, israf et; pahalıysa koru, tasarruf et! Bir şey bol mu, ucuz mu? Ne gerek var düşünmeye, “kullan at” öyleyse!..

Oysa öyle mi der Efendimiz (sav), yol göstericimiz? O (sav), bir gün sahabelerinden Sa’d’a (ra) uğramıştı. Sa’d (ra) bu esnada abdest alıyordu. Efendimiz (sav), (onun suyu aşırı kullandığını görünce); “Bu israf nedir?” diye sordu. Sa’d de, “Abdestte de israf olur mu?” dediğinde Hz. Peygamber (sav) de: “Evet, hatta akmakta olan bir nehirde abdest alsan bile…” şeklinde cevap verdi.

Ne büyük bir ders, ne kapsamlı bir tavsiye… Bu tavsiye sanırım en çok da bize, tüketim çağında kendini kaybetmiş ümmete… Diyor ki, her şeyin bol, kolay elde edilebilir, ucuz olduğu bir zamanda yaşıyor olabilirsin ama dikkatli ol, düşün, hassas davran, “sınırsız” ve “bedava” bir kaynağı kullanıyor olsan bile “israf etme”!..

Bir arkadaşım, babasının bahçesinden gönderdiği sebze meyveleri gözü gibi koruduğunu, oysa pazardan aldıklarına aynı hassasiyeti gösteremediğini söylemişti. “Çünkü babamın ne emeklerle onları yetiştirdiğini biliyorum, kıyamıyorum onları yazık etmeye. Satın aldıklarımızda maalesef öyle hassas olamıyoruz.” itirafında bulunmuştu.

Gerçekten de öyle. İnsan değer verdiğini koruyor, israf edemiyor.

Peki, bize Rabbimizden bize gelen hangi nimet değerli değil ki? Parasını verip kolayca alabiliyor olmamız nimete bakışımızı basitleştirmeli mi? Nimet cihetinde bakınca, hangi nimet diğerinden aşağı ki?

Biz hepsine ayrı ayrı muhtacız, hepsi için de Rabbimize minnet etmeliyiz…

Hâsılı kelam israf ettiğimizde şükre zıt hareket ediyor, Rabbimizin nimetlerini hafife almış oluyor ve zarara düşmekten kurtulamıyoruz.

Cenabı Hak, nimetlerinin kadrini kıymetini bilen, hangi nimet olursa olsun “O’ndan geldiği için” hürmet gösterip, israf etmekten hassasiyetle çekinen ve bunu bir hayat tarzı haline getiren kullarından eylesin…

Mükerrem Cahide Saraoğlu

zaferdergisi.com.tr

Gel de İsraf Et!

Bizler öyle bir zamana denk gelmişiz ki, kulağımıza sürekli fısıldanıyor “tüketirsen mutlu olursun, sahip olursan değerlisin…” Zira kurulu düzenin varlığını devam ettirebilmesi için bizim sürekli tüketmemiz gerekiyor. Kullanıp atmamız, eskimeden değiştirmemiz, moda-marka peşinde koşmamız, ihtiyacımız olmayan şeylerle donanmamız… Aslına bakarsanız bizden istenen şey açık: sürekli “israf” etmemiz…

İsraf toplumda öylesine normalleşmiş ki, israf ettiğimizin farkına bile varmıyoruz. Hele yeni yetişen nesiller için israf neredeyse bir yaşam biçimi. İktisat, tasarruf, kanaat, yazık etmemek gibi kavramlar belki de hayatlarına hiç girmemiş.

Geçmiş yıllarda üniversite yurdunda çalışmış bir arkadaşım vardı. Bir gün bu konuyla ilgili konuşurken, anlattıkları karşısında dehşete düşmüştük. Mesela makarna pişiriyor kız öğrenci, paketin yarısını pişiriyor, kalanını çöpe atıyor. Diğer birisi paketteki sabunların üçünü kullanmış, ikisini hiç kullanmadan çöpe atmış. Pişirilmiş yemekler zaten o gün yeneceği kadar yenilip, kalanı çöpte. Elektrik, su, kâğıt israfının haddi hesabı yok…

Belki de bu gençler ve akranları, israfın yanına bile yanaşmayan dedelerimizi, ninelerimizi hiç tanımadılar. Onlarla hemhal olup, güzel davranışları da devşiremediler hayatlarına. Ben çocukluğumdan hatırlarım anneannemin, babaannemin neslinin ellerine geçen hiçbir şeyi ziyan etmediğini, edemediğini. Çok az şey çöpe gider, her şey değerlendirilir, yerini bulurdu. Bu gençler belli ki ailelerinde görmediler, bilmiyorlar. Üstelik her şeye kolayca sahip oluyorlar, bedelini ödemiyorlar ki, kıymetini bilip değer versinler, israf etmesinler.

Peki ya bizler… Kendimizi kurtarabiliyor muyuz israf çarkından?

Evet diyemiyorum maalesef. Şahit olduğum bir vakıadan gireyim söze. Hayırlı bir işe vesile olsun diye kahvaltı düzenlenmişti ve katılanlar o muhitin muhafazakâr sivil toplum kuruluşları, dernek, vakıf mensuplarıydı. Açık büfeydi kahvaltı. Şaşırmadığım üzere herkes tabaklarını yiyebileceğinin ötesinde doldurdu. Yine şaşırmadığım üzere o tabaklardaki yiyecekler bitirilemedi. Beni şaşırtan, onca nimetin çöpe gideceği biline biline, tabakların dolu bırakılıp gidilmesi olmuştu. Maalesef salondakilerden çok küçük bir kısmı tabağında kalan parçaları peçetelere sarıp yanına alarak çöpe gitmekten kurtarmıştı. Toplumda örnek olarak benimsenen ve hayır için orada bulunan farklı gruplardan insanlar, arkalarında bıraktıkları israf resminin farkında olmadan çıkıp gittiler. Bir hayır toplantısıydı, katılanlar hayırlı insanlardı ama ortaya çıkan hayırsızlığın farkına varan pek azdı.

İsraf bizi sarmış. Vahim olan bunun farkında olmayışımız. Vahim olan yanlış olanın normalleşmesi, hayat tarzı haline gelmesi. Ekranlardan öyle görüyoruz diye, etrafımızdakiler öyle yapıyor diye, elalem ne der diye, her şey bol diye, kolay elde ediyoruz diye, nebevi yaşam tarzından uzaklaştıkça uzaklaşıyoruz.

Kâinatta israf yok. Elbetteki Efendimizin (sav) hayatında da.

Konuyla ilgili olarak Hz. Ömer’den (ra.) rivayet edilen bir misal, bu çağın insanı olarak oldukça düşündürdü beni. Hz. Ömer, oğlu Abdullah’ı bir gün et yerken görmüş ve: “Hayrola et mi yiyorsun?” diye sormuş. Oğlu: “Evet canım çekmişti de…” deyince Hz. Ömer ona: “Sen öyle canının her çektiğini alıp yiyorsun öyle mi? Bilmez misin ki, Efendimiz (sav) “İnsanın canının çektiği her şeyi yemesi de israftır” buyurmuştu, demiş.

Bugün canımızın çektiklerinin peşinde koşup durmuyor muyuz? İster yiyecek olsun, ister giyecek olsun, ister eşya olsun… İhtiyacımız olduğu için değil, canımız çektiği için peşinde değil miyiz çoğu zaman?

Ve bugün sıklıkla düştüğümüz bir hata da, çok ve ucuz olanın kolayca harcanabileceği (israf edilebileceği) yanılgısı.

Mesela bir et yemeğini dikkatlice muhafaza ediyoruz, ziyan etmiyoruz da, örneğin artan salatayı düşünmeden çöpe döküveriyoruz. Ete ödediğimiz bedeli ödemedik çünkü, altı üstü bir salataydı. Değeri birkaç sebzeye ödediğimiz cüzi para kadardı. Yani değerini, ödediğimiz bedel üzerinden biz biçiyoruz. Ucuzsa fazla düşünme, israf et; pahalıysa koru, tasarruf et! Bir şey bol mu, ucuz mu? Ne gerek var düşünmeye, “kullan at” öyleyse!..

Oysa öyle mi der Efendimiz (sav), yol göstericimiz? O (sav), bir gün sahabelerinden Sa’d’a (ra) uğramıştı. Sa’d (ra) bu esnada abdest alıyordu. Efendimiz (sav), (onun suyu aşırı kullandığını görünce); “Bu israf nedir?” diye sordu. Sa’d de, “Abdestte de israf olur mu?” dediğinde Hz. Peygamber (sav) de: “Evet, hatta akmakta olan bir nehirde abdest alsan bile…” şeklinde cevap verdi.

Ne büyük bir ders, ne kapsamlı bir tavsiye… Bu tavsiye sanırım en çok da bize, tüketim çağında kendini kaybetmiş ümmete… Diyor ki, her şeyin bol, kolay elde edilebilir, ucuz olduğu bir zamanda yaşıyor olabilirsin ama dikkatli ol, düşün, hassas davran, “sınırsız” ve “bedava” bir kaynağı kullanıyor olsan bile “israf etme”!..

Bir arkadaşım, babasının bahçesinden gönderdiği sebze meyveleri gözü gibi koruduğunu, oysa pazardan aldıklarına aynı hassasiyeti gösteremediğini söylemişti. “Çünkü babamın ne emeklerle onları yetiştirdiğini biliyorum, kıyamıyorum onları yazık etmeye. Satın aldıklarımızda maalesef öyle hassas olamıyoruz.” itirafında bulunmuştu.

Gerçekten de öyle. İnsan değer verdiğini koruyor, israf edemiyor.

Peki, bize Rabbimizden bize gelen hangi nimet değerli değil ki? Parasını verip kolayca alabiliyor olmamız nimete bakışımızı basitleştirmeli mi? Nimet cihetinde bakınca, hangi nimet diğerinden aşağı ki?

Biz hepsine ayrı ayrı muhtacız, hepsi için de Rabbimize minnet etmeliyiz…

Hâsılı kelam israf ettiğimizde şükre zıt hareket ediyor, Rabbimizin nimetlerini hafife almış oluyor ve zarara düşmekten kurtulamıyoruz.

Cenabı Hak, nimetlerinin kadrini kıymetini bilen, hangi nimet olursa olsun “O’ndan geldiği için” hürmet gösterip, israf etmekten hassasiyetle çekinen ve bunu bir hayat tarzı haline getiren kullarından eylesin…

Mükerrem Cahide Saraoğlu

zaferdergisi.com.tr

Türkiye’de Dini Hayat

Hani Tolstoy diyor ya; “Nasıl kafa sayısı kadar düşünce varsa, kalp sayısı kadar da sevgi çeşidi vardır.” Öyle de Diyanet İşleri Başkanlığının geçen yıl açıkladığı “Türkiye’de Dini Hayat” konulu araştırmaya göz attığınızda “acaba insan sayısı kadar iman çeşidi de mi var” diye düşünmeden edemiyorsunuz.

Türkiye’nin tamamına yayılarak yapılan araştırma, ciddi ve nitelikli bir alan çalışması özelliği taşıyor. Araştırma temel dini esasların yanında, trafikte hak ihlalinden, kurşun döktürmeye; çevre duyarlılığından, ekran dindarlığına kadar pek çok alanda ilginç veriler içeriyor.

DİNDARLIK ALGIMIZ

Araştırmaya katılanların %19,4’ü kendisini “oldukça dindar” olarak nitelerken, “dindarım” diyenlerin oranı %68,1. “Ne dindarım ne değilim” oranı %10,2 iken, “dindar değilim” diyenler %1’de kalıyor. “Hiç dindar değilim” oranı ise %0,3. Bu sonuçlardan “Türkiye dindarlaşıyor mu?” kaygısı çıkaranlar da olabilir elbet ama, dindarlık kriterlerine ve diğer verilerin dindarlık ölçütüyle değerlendirilmesine baktığımızda çıkan tablo da üzerinde düşünmeye değer.

Dindarlığın en önemli kriteri “İman edip ibadetlerini eksiksiz yerine getirmek ve İslam ahlâkına uygun yaşamak” %50,7; “Allaha inanıp kalbi temiz tutmak” %37,2; “Mübarek gün ve gecelerde ibadet etmek” %7,9; “Ezan, Kuran, cami vb dini simgelere saygılı olmak” %0,8; “Mevlüt okutmak, lokma, helva, aşure dağıtmak” %0,4 çıkıyor.

“Dindarım” diyenlerin % 41,3’ü vakit namazlarını “her zaman” kıldığını belirtirken, % 14,9’luk bir “hiçbir zaman” kılmayan “dindar” kesimin oluşu,  İslam’ın en temel ibadetini dışarıda bırakan bir dindarlık anlayışının da toplumda azımsanamayacak oranda yer edebildiğini gösteriyor.

Aslında verilere bakarak dindarlığın insanın arzuladığı, olmak istediği, toplumun sıcak baktığı bir sıfat olduğu sonucuna da varabiliriz.

İMAN ESASLARI

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yaptığı bu araştırmanın medya tarafından kamuoyuna ilk sunuluşu “Türkiye’nin %99’unun Müslüman olduğu kanıtlandı” mealindeki haberlerle olmuştu. Araştırmadan çıkan sonuca göre İslam dinine mensup oranı %99,2.

Benim en çok dikkatimi çeken, bu rakamın altı iman esasıyla ilgili verilerle örtüşmemesiydi. Belki de toplum hayatındaki en önemli meselenin “iman hizmeti” olması gerektiği meselesi bu rakamlarla ortaya çıkmış oluyor. Zira imanın eksik ya da yanlış olduğu noktada, ibadetlerin kişiyi nereye kadar götürebileceği meçhul.

Verilere dönersek, İslam dinine mensup %99,2’nin %98,7’si “Allah’ın gerçekten var ve bir olduğuna inanıyor ve bundan hiçbir şüphe duymuyor. Aradaki rakam küçük de olsa “Allah’a inanmayan” bir Müslüman olgusu oldukça ilginç. “Melek, cin ve şeytan”ın varlığında oran biraz daha da düşüyor, %95,3. Yani %3,9’luk melek ve şeytana inanmayan Müslüman var—‘cin’in soruya dahil edilmesi kafaları karıştırmış da olabilir. %99,2’lik Müslüman kesimin ancak %96,5’i “Kuran’da anlatılanların hepsinin doğru ve tüm zamanlarda geçerli” olduğuna inanıyor. Burada da %2,7’lik bir fire var ki, ilginç. Peygamberlere imanda oran %97,7 iken, ahiret inancında oran yine düşüyor ve kendini İslam dinine mensup olarak gören %99,2’lik kesimin %96,2’si ahirete inanıyor. %3’lük ahirete inanmayan Müslüman var!

Özetle rakamlar zamanın “iman kurtarmak zamanı” olduğunu ispatlıyor. Ki bu ele aldığımız veriler, sadece temel iman esaslarıyla ilgili rakamları içeriyor. Günümüz insanının imanını tehlikeye düşürecek pek çok tali mesele de bir problem olarak önümüzde duruyor.

İBADET HAYATIMIZ

Beş temel ibadetten yola çıkarak kısa bir değerlendirme yapmak gerekirse, Türkiye’de vakit namazlarını “her zaman” kılma oranı %42,5; “çoğunlukla” diyenler ise %12,9. Bu durumda toplumun yarısı “beş vakit” namaz kılıyor gözüküyor. Kadınlar erkeklere oranla daha fazla namaza devam ediyor. Namaz kılma oranı kentten köye gidildikçe ve yaş ilerledikçe artarken, eğitim düzeyi yükseldikçe azalıyor. Ülkenin batısından doğusuna doğru namaz kılma oranı artıyor. En çok namaza devam eden bölgemiz ise Güneydoğu Anadolu bölgesi.

Beş temel ibadet hususunda yüksek oranıyla başı çeken ise oruç ibadeti. “Sağlığım elverdiği sürece Ramazan ayında oruç tutarım” diyenler %83,4. “Arasıra tutanlar” da %6,1’lik orana sahip. Oruç zor bir ibadetken, bu yüksek oran düşündürücü. Orucun toplumda benimsenmesinde, belki de tüm hayata yayılmaması, teşbihte hata olmasın sezonluk, gelip geçen bir ibadet oluşu etkili olabilir. Ramazan’da Yaradana karşı sorumluluğumuzu yerine getirmeye çalışırız ve bunun bizi bir yıl boyunca idare ettiğini düşünebiliriz. Toplumu saran Ramazan havasının etkisinden, manevi birliktelikten, oruç tutmak ağır gelmeyebilir. Şu da var ki, Ramazan’ın ilk birkaç günü %83’lük oranda oruç tutan oranı gerçeği yansıtabilir ama ileriki günlerde, hatta sonuna doğru oldukça düştüğü, iftar vakti caddelerin hareketinden bile gözlemlenebiliyor.

Toplumumuzda “maddi durumu iyi olduğunda zekat verenlerin” oranı %71,9. Hacca gidenler %6,6 iken, imkânı olursa gitmek isteyenler %84,9.

Araştırmanın dini bilgi kısmında çıkan bazı ilginç sonuçlar da var. Toplumun %8,9’u “az olmak kaydıyla yalan söylenebileceğini”; %6,4’ü “sarhoş olmayacak kadar içki içmenin günah olmadığını” düşünüyor. “Borç almaktansa az faizli kredi çekmeyi” tercih edenlerse %21,3. İlginçtir ki, “günümüz şartları dikkate alınarak helal ve haramlar yeniden gözden geçirilebilir” diyen %46’lık da bir oran var. Yani “helali ve haramı” Allah’tan başkasının tayin edemeyeceği bilinmiyor.

Genel olarak bakıldığında inanç ve dini bilgi noktalarında problemli alanların varlığı bir gerçek. Belki de inançlarımızı sağlam kaynaklara dayandırma konusunda yeterli çabaya sahip değiliz ve toplumumuzun bir bölümü bilgi kirliliğinin etkisinde hak olanı bulmakta zorlanıyor. Ve bazen de doğru olana ulaşsak bile, inandığımız gibi yaşayamadığımızda, yaşadığımız gibi inanmaya başlamamız söz konusu oluyor…

Ayrıca araştırmanın gerek temel ibadetler, gerekse ahlâki niteliklerle ilgili verilerine bakıldığında, çıkan sonuçlarla, görünen hayatın uyuşmayan yönleri olduğu; araştırmanın “olanı” yansıtmaktan ziyade, “olunmak istenileni” yansıttığı kanısına da varılabilir.

Mükerrem Cahide Saraoğlu

zaferdergisi.com