Etiket arşivi: Mümin

Neden ‘fasıklar’ sapar?

Allahu’l-alem, bana öyle geliyor ki, Bakara sûresinin 26. ayeti sadece kâfirleri tutumları nedeniyle yermekle kalmıyor. Allah’ın izzetinin izlerini de okutuyor. Mü’minlere bir izzetli duruş da öğütlüyor. Nasıl? Belki şöyle: “Şüphesiz Allah sivrisinek ve onun da ötesinde bir varlığı misal getirmekten çekinmez…” buyruğunun bir yanı “Allah misal vereceği şeyi kâfirlerin bozuk kıstaslarına göre seçecek değildir!” manasını fehmimize taşırken, diğer yanı “Allah böyle misaller vermekten neden çekinsin? Onun sanatının herbir parçası misal verilmeye değer harikalıktadır zaten!” manasını kalbimize koyuyor. Yani, tabir-i caizse, Cenab-ı Hak, hem zatını ‘kâfirlerin düşündüğü gibi olmaktan’ tenzih ediyor, hem de eserlerini ‘kâfirlerin düşündüğü gibi olmaktan’ beri tutuyor.

İki yanında da izzet var. İki yanında da mü’minin algı ayarlarını yüceltmeye yönelik bir bilgi aktarımı sözkonusu. İlk vecihte, izzet, Allah’ın zatına ve ‘kâfirin bozuk değerler yapısına’ bakıyor. İkincisinde ise izzet, Allah’ın yaratışına ve ‘sanatındaki üstünlüğe’ nazar ediyor. Birincisinde, Cenab-ı Hakkın zatını tenzih ettiği şey, ‘kâfirlerin bozuk kıstaslarından etkilenir’ veya ‘onlara kıymet verir’ olmak sanki. İkincisinde tenzih ettiği şeyse ‘eserlerinden bazılarının misal verilmeye değmeyecek şekilde değersiz olması.’

Yani, birisinde Kur’an’ın savunusu var, diğerinde kainat kitabının. Bir de hatırlatılan şu var sanki: Kainat kitabı ile Kur’an arasında bir çelişki yoktur. Tevhid çelişkisizliği gerektirir. Bir yazarın iki kitabı arasında çelişki olmaz. Birisinde kıymet verilip yaratılan ötekinde kıymetsiz görülecek değildir. Bizim Allahımız böyle bir Allah değildir.

İman etmişlere gelince, onlar, böyle misallerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler…” buyurulurken ise mü’minin sahip olması gereken ‘teslimî uyanıklığa’ bir dikkat çekiş var bence. Ne demek teslimî uyanıklık? Bencileyin izah edeyim:

Allah’a iman etmiş olmakla mü’min vasfını kazanmış insanların, misal olarak verilen şeylere, kâfirler gibi bakabilmesi mümkün müdür? Elbette değildir. İmanı insana (imanının derinliği nisbetinde) bir bakış açısı da yükler. Mü’minler, perdenin arkasındaki zattan, isimlerinden, sıfatlarından, şe’nlerinden haberdar olmakla, rastladıkları her ayete (yine Kur’anî ifadesiyle) “Rabbimiz sen bunları boşuna yaratmadın!” diyecek uyanıklığa sahip olmalıdırlar. Bu, Allah’a, marifetinden dolayı duyulan bir güvendir. Bu, kainata, tevhidden dolayı duyulan bir güvendir. Bu Hakîm isminin kuşatıcılığına duyulan bir güvendir.

Mümin, misallerin hikmeti bilmezden önce, biraz fikrini yorarsa kendisine misal verilen şeylerden Allah’ın hikmetine kapılar açılacağını bilmelidir. Buna imanlı olmalıdır. Bu dua/beklenti ile o kapıya varmalıdır. Buna imanlı olana mü’min denir. Mü’min yaradanının her işinin hikmetle olduğunu bilirse mü’min olur. Çünkü marifete ulaşmasını sağlayan da bu emniyetidir. İtimadıdır. Beklentisidir. Öyle ya! Bilgiye erişileceğine inanılmadan bilgiye erişilmez. Birşeyler bulacağını ummayan bulamaz. Hatta arayamaz.

Mü’min der ki: “Eğer Allah birşeyi misal getirdiyse bunda boşuboşunalık olamaz.” Yanlış anlaşılmasın. Ayette kâfirlerin dilinden aktarılan “Allah böyle misal vermekle ne murat eder?” cümlesi, bir arayışı değil, “Bu şey değersizdir!” önyargısını içerir. Bunun günümüzcesi “Bu da nereden çıktı şimdi?” gibi bir alaycılıktır. Yani: Kâfir sivrisineğin değersizliğinde mühürlenmiştir. Kanaatini sabitlemiştir. Kendisinin bu ihlaslı(!) sabitlenmesi nedeniyle de Allah, duasını kabul etmiş, onu kanaatinde sabitlemiştir.

Kainat kitabındaki bu körelmesinden dolayı Kudsî Kitab’a hadsizlikle laf eder. Burası önemlidir: Kainat kitabını yanlış okuyan illa vahye de ilişir. (Bu noktada hemen Caner Taslaman’la Ebubekir Sifil Hoca’nın münazarasında ‘sinek kanadı hadisini’ bir türlü kabullenemeyen Taslaman’ın “Sinek pistir!” cümlesini bir zikir gibi tekrar edişini hatırlayalım.) Yani bu cümle Allah’ın kainattaki yaratışına dair bir tenkidi de saklar içinde.

Şunun da altını çizelim: Hikmetin ‘varlığına’ dair değil ama ‘içeriğine’ dair böylesi bir sorgulamayı mü’min de yaşar. Fakat mü’minin zemini farklıdır. Mü’min varlığına inandığı şeyi arar. Zaten iman etmiş olduğu gaybın bilgisi peşindedir. Kâfir ise hemen görmediği (veya olmadığını çoktan iman ettiği) şeyi sorar. “Bu ne şimdi? Ne gereği vardı bunun?” der gibidir bu soruş. Mü’min ise “Kimbilir bana burada neler öğretiliyor?” diyerek muhatap olur eşyayla. Yani öğretilenin ‘varlığından’ emin ancak ‘keyfiyetine’ meraklıdır.

Allah, onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak fasıkları saptırır…” buyruğu ise, işaret ettiği hakikatle, aklımı yıllar önce başımdan almıştı. Nasıl? Becerebildiğimce ifade etmeye çalışayım:

Ben, bu ayetten ta Bediüzzaman’ın 2. Lem’asına ve orada geçen “Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var…” cümlesine uzanıyorum. Buradan oraya giden bir koridor görüyorum. Ve Bediüzzaman’ın o metinde aslında bu ayetin tefsirini yaptığını düşünüyorum. Çünkü fısk bir yanıyla da ‘günahlara müptelalık’tır. Fasığın imanı varsa da Allah’ın emir ve nehiylerine emniyeti yoktur. Onlardan aldığı kem lezzete tutkusundan dolayı kalbinde doğrunun ayarları yerinden oynamıştır. Cürmünden vazgeçememekte ve belki içten içe “Keşke bu iş günah olmasa!” demektedir. Yaşadığı bu kaymayı somut birşeye dayandırması içinse her kapıdan delil dilenmektedir. İşte, böylesi misaller onun nefsine ve şeytanına yardımcı olur ki, bir cerbeze ile aklını da ‘sapmak’ için ikna eder.

Tıpkı mürşidimin dediği gibi:Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor.” İşte bir ayet-i kerimenin aklıma getirdikleri. Şükürler olsun tefekkürü dünyadaki herşeyden daha lezzetli olan o Zat’a ki kendisinden habersiz bırakmayarak bizi ziyan olmaktan kurtarmıştır.

Ahmet AY – risalehaber.com

Yusuflara kaçması öğretilir

Depresyona girenlerin çok uyuması başka birşeyin arzusu gibi geliyor bana. Onlar rüya istiyorlar. Uyku bunun duası. Rüyayı da Cenab-ı Hakkın büyük bir ihsanı olarak görüyorum. Bu çok sınırlı dünyanın cenderesinde, daha bir üst âlem için yaratılmış olan ruhum ve kalbim sıkıldığında, rüyalar bana bir nefes aldırıyor. “Bak!” diyorlar. “Varlık yaşadığından/daraldığından ibaret değil. Ötesi de var.”

Bir başka varlık âlemi, fakat yüzü daha misalî, bana göz kırpıyor. Canının  ‘dünyada olmaz’lara da inanma ihtiyacı var. İhtimal hassas ruhların hayatta kalmasını sağlar. Gerçeğin elinde solacak güller hayalle sulanır. “Sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister…” diyor ya mürşidim, işte böyle böyle anlıyorum, hayalgücüm de midem gibi bir rızık istiyor. Çünkü o da hayatıma dahildir. O da benim parçamdır. O da biraz ‘ben’dir. Ve benim hayatım bu dünyaya sığabilecek gibi değildir.

Akletmek hayal etmek gibi değildir. Hayal ettiğimiz şeyler hakkında duygulanırız. Duygulanmak da bir dahil olma şeklidir. Duygulandığımız şeylerin rengine bulanırız. Biraz ‘o’ oluruz. O da biraz ‘biz.’ Onun gibi hissederiz (veya bunu deneriz). Bizi dönüştürür. Hakkında duygulandığımız herşey dönüştürücüdür.

Daru’l-Erkam günleri, ambargo yılları, Hz. Hatice annemizin ve Ebu Talib’in vefatları, hüzün yılı, sonra Taif’te yaşananlar… Kaç kere baştan sona okuduğunuz veya dinlediğiniz halde her defasında aynı hüznü gönlünüze taşıyan hayatlar…

İnsan alınmadan/aldırmadan edemiyor. Çünkü, dedim ya, duygulanmak bir dahil olma şeklidir. Orada varolmak, onun sende varolması, varlığını varlığına katmak veya en azından haberdar olduğunu göstermek, bunlar hep duygulanmayla oluyor. Yine annemin yüreğine döneyim: Belki güleceksiniz. Fakat gerçek. Hz. Vahşi (r.a.) hakkında kötü sözler söylemesini engellemek için Hz. Hamza’nın şehit olduğu sahneyi izletmiyoruz. Orası gelince hemen başka kanala geçiyoruz. Kendisini tutamıyor çünkü.

Bir kitapta da (kaynağını bilmem) Hz. Ömer’in (r.a.) de, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın kıraat eylediği Hz. Musa kıssasında Firavun’a hiddetlenip, namazda konuştuğunu okumuştum: “Ben olsaydım başını keserdim.”

Bunlar güzel hassasiyetler. Razı olmalıyız. Kalbinin ne tarafta olduğunu da gösteriyor. Kime dahil oluyorsun? Kimle beraber olmak istiyorsun? Kimliğin, mahallen, kıyafetin, sözünden önce duyguların haber verir bunu. Hadis-i şerifin ifade buyurduğu gibi: “Kişi ‘sevdiğiyle’ beraberdir.” Kişi hakkında duygulandığı şeyle beraberdir.

Kötülüğe karşı elle, dille veya en azından kalben buğzetmeyi emreden hadis-i şerifte de hissediliyor bu. En azından buğzedecek kadar bu tarafta olmalısın. O da yoksa, bedenen ha buradasın, ha orada! Cisminin bir yerde olması kalbinin de orada olmasını gerektirmez. Şaşırma! Yalnız kaldığında aklına ilk gelen kişinin yanındasın.

Böyle keder keder üstüne, acı acı üstüne, hüzün hüzün üstüne geçen yıllar ve ardından miraç. Allah’ı kadar insanı kim anlayabilir? Hayatın bu dünyadan ibaret olmadığını göstermekle müşriklerin Mekke’deki tazyikatından Nebîsini kurtaran O’dur. Mülkünün başka köşelerini göstermekle bir köşesinde yaşadığı sıkıntılardan ferahlık veren O’dur. Bütüne bakmak parçayı rahatlatır. Keder ‘bir öpmekte batanların’ memleketidir.

Hz. Yusuf’a (a.s.) rüya tabirini öğreten Rabbi onu da bu şekilde zindandan kurtarmamış mıydı? Sakın aziz olduğu dönemi kastettiğim sanma. Bence rüyalarıyla barışık olan hiçbir zindanda sıkılmaz. Ruhunun pencereleri açıktır çünkü. Onu, Allah, rüya ilmini öğretmesiyle ferahlatmıştı. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamı da bedeni ve ruhuyla âlemleri gezdirerek ferahlattı. Bizi de namazlarımızda ferahlatıyor.

“Namaz mü’minin miracıdır…” buyuruyor ya Efendimiz, hakikaten de öyledir, ne zaman namaza dursan âlemin bu dünyadan ibaret olmadığını anlarsın. İşin bölünür. Hayatın bölünür. Günün bölünür. Telaşın bölünür. Kesrette boğulmaların tevhidî nefeslerle bölünür. Onlar, gün içine bırakılmış beş panik odası, beş kaçış noktası, beş ferah. Onlar, uyanıkken ve iradeyle görülebilen beş rüya. Şu kesif gerçekliği yaşamaya mecbur musun?

Ahmet AY – risalehaber

İstikamet ‘Tektipçilik’ Değildir

“Bizi doğru yola ilet!” cümlesiyle her dua edişimde, “Allahım, beni ‘duruş’ sahibi yap!” manasını da murad etmişim gibi gelir. ‘Sırat-ı müstakim’ ifadesi, orada istenilen istikamet, bence an’ların değil, süregiden bir duruşun temsilidir. Nasıl tarif etsem? İstikamet salt ‘doğruluk’ değil, ‘dengeli bir doğruluk’ gibi. Denge ise pratiktir. Sınanmadır. Sanki orada dilediğim, imanın gereği olan istikametli duruşu hayatın her anında gösterebilmektir. Rüzgarda yaprak olmamaktır. Zaten gerek hadislerde, gerek ayetlerde bu kararsızlık/ikiyüzlülük hali münafık ahlakına bağlanır. Bakara sûresinde der mesela: Kimi insanlar var ki; ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık’ derler, ama aslında inanmamışlardır.

Ayetteki ‘ve ma hûm bi mu’minîn’ ifadesine dikkat çekmek isterim. Burada ‘müminlerden değiller’ diyor aslında. Meallerde ‘iman edenlerden değiller’ diye de çeviriyorlar. Fakat ben ‘müminlerden değiller’ olarak anlamakla ve oradan aleyhissalatu vesselamın; “Mümin, elinden ve dilinden başkasının emin olduğu kimsedir…” hadisine kapı bulmakla başka şeyler de anlıyorum. Çünkü sünnet-i seniyyenin sahibi Kur’an’ın ilk ve en büyük müfessiridir.

Söyleyenin değeri sözün değerini arttırır. Her kelam, sahibinden iz taşır. Kelam sahibinin sonsuzluğu, dolayısıyla kelamın sonsuzluğu, payıma düşen manaları aramakta beni daha cesaretli ve ümitli kılıyor. Her cesaret bir tür ümittir. Ondan beslenir. Bütün zamanlarla konuşanın elbette bütün zamanlara söyleyecek sözü var. İnsanlıkla konuşanın bütün insanlara. “Ümidinizi kesmeyin!” diye kendisi emrediyor kelam-ı mübarekinde. Emri hem karşıkonulmaz, hem canımın istediği, hem de muhtaç olduğum olduğu için başım gözüm üstüne.

Mesela düşünüyorum: İnsanların elinden ve dilinden emin olduğu kimse, aynı zamanda ‘duruş sahibi kimse’ değil midir? Böyle bir insanın, kendisiyle girilecek herhangi bir etkileşimde tavırları kestirilebilir. Çerçevesi bellidir çünkü. Çerçevesi ahlakıdır, şânıdır, eyleyişidir. Ahlak da bir duruş sayılmaz mı?

“Allahın ahlakıyla ahlaklanınız…” hadisine de böyle anlarım biraz. Allahın ahlakı esmasıdır. Yaratışında gözettiği nizamıdır. Açı yaratmışsa doyurur. Vaad etmişse tutar. Hayır yapana karşılığını verir. Ahlakıyla ahlaklanmak, hâşâ, Allaha benzemeye çalışmak değil, Allahın esmasına daha fazla mazhariyet için çalışmaktır. Esmaya uyumlu hareket etmek demektir. Esmayı omuzlamak değildir. “Ahlak, Allah’a nisbet edilmez”  diyenlere de meramımı böyle anlatırım. Yani duruş kavramı çerçevesinde. Ahlakı duruşa yaklaştırarak.

Yalnız burada şunu da belirtmeliyim: Bu duruş tektipçilik olarak algılanmamalı. Mümin, müminlik vasfıyla bir çerçeveye sahip olmalıdır, bu doğru. Ama Allah, Ömer (r.a.) fıtratıyla Ebu Bekir (r.a.) fıtratını bir yaratmamıştır. Ömerîler belki evvelemirde daha celalî, Ebu Bekirler ise daha cemalî olabilirler. Farklı isimlere farklı derecede ayna olabilirler. Fakat yine de o fıtratlarının renkliliği içinde bir ‘duruşa/istikamete’ sahiptirler.

Öyle ki; bir Asr-ı Saadet hatırası dinlediğinde—ismini söylemeseler de—tavrından, o sahabinin hangisi olduğunu tahmin edebilirsin. “Kılıcını alıp münafığın üzerine yürüdü” dendiğinde “Bu kesin şu veya şu efendimdir!” dersin mesela. Cömertlikle ilgili birşey olduğunda “Filanca filancadır belki” dersin. Bunlar hep duruş sahibi olmaktan. Ashabı yıldızlar gibi yapan bu. Tektipçilik değil bu. Allah tektipçi değildir. Varlıkta ‘farklılığa yüklenmiş zenginlik’ buna delildir.

İlk Lemaat’ta okuduğumda farketmiştim bunu. Yani İslam’ın bizi istikamet/duruş sahibi yaptığını. Halbuki bin kere okumuştum Fatiha’yı daha önce. Anglikan kilisesine cevap sadedinde diyordu ki Bediüzzaman:Der ikincisinde: ‘ (Hz. Muhammed) Fikir ve hayata ne vermiş?’ Dedim: Fikre tevhid, hayata istikamet…

Tesadüflerin tevafuka dönüşmesi. Biliyorum bunu. İmanımın gölgesi üzerime düşmeden önce herşey havada asılı idi sanki. Sonra imanla hepsini birbirine bağladım. (Mürşidimin de dediği gibi: İman bir intisaptır.) Herşey anlamlandı sanki onunla. Hepsinin bir nedeni ve bir sonucu olmaya başladı. Taşlar yerine oturunca huzur da buluyor insan. Kararsızlık, bildiğin huzursuzluk. Kâinatı açıklamaya yeter bilginiz varsa hayatı da yaşamaya değer buluyorsunuz.

O zaman münafıkane bir kalbin/aklın çektiği azabı da anlıyorsunuz. Hiçbir şeyden emin olamıyor. Diliyle söylediğini kalbi yalanlıyor, kalbinin söylediğini dili. Bazen aralarında iki dakika bulunan iki cümlesi birbirinin zıttı oluyor. Bağlanacağı tek şey kalıyor geriye: Menfaat. Menfaatin ise tasarrufu bir acayip. Bir öyle bir böyle. Peşinde koşanı da o hale getiriyor. Eğilip bükülmekten her yanınız ağrıyor. Yahut Çehov’un bir öyküsünde dediği gibi: “Göğsü, adaleleri ağrımıştı, ama bütün bunlar ruh ağrısı yanında hiçti. Bu ağrı içindeyken yaşamı iğrenç görüyordu.

Bakara sûresindeki mezkur ayetin devamında diyor ki: Bunlar, Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatıyorlar, farkında değiller. Onların kalblerinde bir hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle de onlar için elîm bir azap vardır.

Yıllar önce birisi de banaHer zaman doğruyu söylersen, ‘Daha önce ne demiştim?’ diye düşünmek zorunda kalmazsın demişti. Şimdi, anlayabildin mi onlardaki hastalık nedir ve bu hastalık neden sürekli artmaktadır? Menfaatin ekseninde ‘duruş’undan vazgeçmeye başlarsan, yani bir öyle bir böyle olursan, en nihayet öyle birşey olursun ki; halin bataklıkta çırpınana benzer. Her çırpınış daha çok batmanı sağlar sadece. Geçmişinin içinden çıkamazsın. Geçmiş, geçtikçe azap olur. Hastalığın çoğalır. Tevillerin artar. Hüsnüzan azalır sana. Elîm azap da budur.

Buradan “Cesaretin membaı imandır” cümlesine de bir delil çıkıyor. İnsan, ancak inandığı şeyleri yaparsa, bihakkın yapmaya ve yaptıklarının arkasında durmaya cesaret edebilir. Üzerine gidilince sözünden çabucak dönenleri iyi tanı arkadaşım. Anla ki; onlar söylediklerine kendileri de inanmıyorlar.

Bu arada, al sana Bediüzzaman’dan bir istikamette kalma formülü: Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise, hadd-i vasattır. Ve yine al sana onun gençlikte bir faydası: Eğer istikamet, iffet, takva beraber olmazsa, çok tehlikeleri var; taşkınlıklarıyla saadet-i ebediyesini ve hayat-ı uhreviyesini zedeler. Belki hayat-ı dünyeviyesini de berbat eder. Belki de hüner ahlaksızca sıradışı olmakta değil, istikametlice sıradan kalmakta.

Ahmet Ay – hicbisey.com

Mü’mine güzellik yaraşır

“Onlar, sözü dinler ve en güzeline uyarlar.”  Zümer Sûresi, 39:18

Yüce Allah’ın, kitabında övgüyle tarif ettiği kulların bir özelliği de,

(1) sözü, yani Allah’ın kelâmını dinlemek,
(2) sonra da, dinlediği şeyin en güzeline uymak

şeklinde anlatılıyor. Bu öylesine kapsamlı bir tanımdır ki, ideal bir mü’mini anlatmak için, başka bir tarife ihtiyaç yok dersek, herhalde abartmış olmayız.

“En güzeli” deyiminde, birkaç yönden büyük bir kapsamlılık vardır.

Birincisi: Mü’min, zaten güzel olanın peşindedir ve güzel olan şeyleri yapmakla emrolunmuştur. Onun kulak verdiği söz, sözlerin en güzeli olduğu gibi, ağzından çıkacak sözün ve ortaya koyacağı davranışların da güzel olması, zaten kendi yaratılışının ve imanının gereğidir.

Yine Zümer Sûresinin 23. âyeti, “Allah sözlerin en güzelini indirmiştir” buyurur.

İsrâ Sûresinin 53. âyetinde ise, “Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler” emri vardır.

Nahl Sûresinin 125. âyetindeki “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle çağır” buyruğu da aynı yöndedir.

Gökleri ve yeri güzel isimlerinin hesapsız güzellikleriyle donatan Allah, en güzel bir şekilde yarattığı insana da, kendi çabasıyla erişeceği güzellikleri hedef olarak göstermektedir.

İkinci kademede, güzel olan şeyler arasında bir seçim vardır. Yüce Allah, kullarının önüne, hepsi de güzel olan çeşitli davranış örneklerini, buyruklarını, öğütlerini sermiş; bunlar arasında bir tercih yapacağı zaman ise, kuluna yaraşan şeyin, iki güzel arasında daha güzelini seçmek olduğunu bildirmiştir. Kur’ân’da bunun pek çok örnekleri vardır.

Daha önce sözünü ettiğimiz Bakara Sûresinin 237. âyetinde bu örneklerden birini görmüştük. Yine aynı sûrenin 271. âyetinde, açıktan verilen sadakalar “güzel” olarak nitelendikten sonra, bundan daha güzeli dikkatlere sunulur ve teşvik edilir: gizlice vermek.

Yine Bakara Sûresinin 280. âyetinde, borçlu borcunu ödemekte güçlüğe düşecek olursa, rahatlayıncaya kadar ona süre tanınması emredilir; sonra da bundan daha güzel bir yol öğütlenir:

Onun borcunu bütünüyle bağışlamak ise, bir bilseniz, sizin için daha da hayırlıdır.

Bir başka örnek, ceza ve af arasında serbest kalındığı zaman, tercihin af yönünde kullanılması şeklindedir. Meselâ, zulme uğradıktan sonra hakkını isteyen kimsenin suçlanamayacağını bildiren Şûrâ Sûresinin 41-43. âyetleri şöyle son bulur:

Bununla beraber, kim sabreder ve bağışlarsa, işte bu, uğrunda azmedilmeye değer işlerdendir.

Hz. Musa’ya Tevrat levhalarının verilişinden sonra Yüce Allah’ın ona “Kavmine de emret, onun en güzelini alsınlar” buyurduğunu bildiren A’râf Sûresinin 145. âyetinde de, inanan insanı en güzel olana yönlendiren bir teşvik vardır.

Üçüncü aşamada ise, kötü olan şeye en güzel bir şekilde karşılık vermek vardır. Bunu da Yüce Kitabımızın âyetleri tekrar tekrar bize hatırlatır:

Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et. Çünkü Rabbin kendi yolundan sapanları iyi bilir; doğru yolda olanları en iyi bilen de Odur.[1]

Sabretmelerinden dolayı onlara ödülleri iki kat verilecektir. Çünkü onlar kötülüğü iyilikle savarlar; kendilerine verdiğimiz rızıktan da bağışta bulunurlar.[2]

İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğe en güzeliyle karşılık ver.[3]

Mü’minler için bir hidayet ve rahmet olan Yüce Kitabımız, böylece,

(1) güzel olana uymak,

(2) güzel şeyler arasında en güzelini tercih etmek,

(3) kötülüğe karşı da en güzel olan şeyle karşılık vermek

şeklinde üç aşamalı bir terbiye ile, insanın içindeki bütün güzellikleri ortaya çıkarıyor ve onu, bütün güzel isimlerin müsemmâsı ve sonsuz güzellik sahibi olan Yer ve Gökler Rabbinin hoşnutluğuna yaklaştırıyor.

 Ümit Şimşek

Ya Harika Olan Sıradansa?

Senin en harika yanın: Sıradansın, her ne yapsan aşırıya kaçmadan yapıyorsun.

Ek Main Aur Ekk Tu filminden…

Bize yanlış öğretiyorlar! Mümin; herkesle iyi geçinen, mavi boncuk dağıtan bir tip değildir. Aksine; âlî olan hakkın hatırı için, gerekirse hakikatsizin hatırını kırandır. Kur’an da onu böyle tarif eder:Ey iman edenler! Kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur.

Kur’an’da şefkat ve rahmetten çokça bahsedilir; ama azap ve cihaddan da bahsedilir. Cennetten bahsedilir, ama cehennem de zikredilir. Kur’an ‘dengedir’ en öz deyişiyle. Celal ve cemal arasında dengedir. Mümin de o dengede hadd-i vasatı (ortayolu) bulmuş insandır. Ne celalde sekrolmuştur, ne cemalde mestolmuştur. Ama ikisinden de hissedar olmuştur. Ve Allah, onu, ikisinden de hissedar haliyle sever. Birisinde garkolmuş şekliyle değil. Uçlarda değildir Kur’an’ın insanı. Sıradandır, fakat sıradanlığı içinde harikadır.

Allah Resulü aleyhissalatuvesselam misal olsun sana. Onun ahlakı, uçların ahlakı değil, denge ahlakıdır. Ne tehevvürden (aşırı cesaretten) aklı başından gitmişlik görürsün onda, ne korkaklığına şahit olursun. Ne merhametin ziyadeliği ile haktan sapar, ne de öfkesi adaletine engel olur. Yeri gelir, “Hırsızlık yapan kızım olsa, cezasını veririm!” der; yeri gelir, en büyük zulümleri etmiş düşmanlarını bile affeder. Bu yüzden mürşidim, Şuaat’da der: Mucize-i Muhammedî, ayn-ı Muhammed’dir. İzah sadedinde de ekler:

“(…) Ahlâk-ı hasene çendan birbirine mübayin değil, fakat derece-i kemalde birbirine müzahemet eder. Biri galebe çalsa öteki zaifleşir. Meselâ; kemal-i hilm ile kemal-i şecaat; hem kemal-i tevazu ile kemal-i şehamet; hem kemal-i adaletle kemal-i merhamet ve mürüvvet; hem tam iktisad ve itidal ile tamam kerem ve sehavet; hem gayet vakar ile nihayet-i hayâ; hem gayet şefkat ile nihayet el-buğz-u fillâh; hem gayet afüv ile nihayet izzet-i nefs; hem gayet tevekkül ile nihayet ictihad gibi mecâmi-i ahlâk-ı mütezahime, birden derece-i âliyede, bir zatta ictimaı, müzayakasız inkişafları mucizelerin mucizesidir.

Hakikaten ne enteresan ve ne zor! Bir insan; hem çok yumuşak huylu olsun hem çok dik duruşlu; hem alçakgönüllü olsun hem haşmetli; hem adil olsun hem pek merhametli; hem çok cömert olsun hem iktisatlı. Bunların bir insanda beraber bulunması zor. Güzel ahlakın bir yönünde inkişaf eden, biliyorsun ki, zıttı gibi olanda eksik kalır. Yumuşak huylu olanımız, gerektiğinde sert olmayı beceremez mesela. Adalete hasr-ı nazar edenimiz, lüzumunda ziyade merhamet gösteremez. Cömert olanımız, iktisatlı kalamaz. Hangisinde bir uca yükselsek farkederiz ki, diğerinden taviz vermişiz.

Bu ‘süper denge’yi ancak Allah Resulünün ahlakında bulursun. Ondan sonra artık bir kişide bulunmaz bu denge. Ümmet taşıyabilir ancak bu yükü. Ebu Bekir (r.a.) misallerde cemal ağır basar, Ömer (r.a.) misallerde celal. Osman (r.a.) misallerde yumuşaklık ağır basar, tavizsizlik Ali’lerde (r.a.)… Sen kendi zamanına baksan, o salih seleflerin ahlakındaki dengenin zekatının zekatını da akranlarında bulamazsın.

İdeali bulamıyoruz diye optimumdan vazgeçmek olmaz. Mümkünü başarmak, imkansız görünene ulaşmak için edilmiş duadır. Vazgeçmemek gerek. Hem ne demişti Metin Karabaşoğlu abi geçen bir sohbet sırasında:

“Ilımlı İslam ve Radikal İslam ayrımı yapanlar oyun çeviriyorlar. İki uca savrulmuş müslüman modellerini dayatarak seçmeye zorluyorlar bizi. Ya Ilımlı İslam kılıfı altında celalimizi törpüleyecekler yahut da Radikal İslam dedikleri şeyle cemalimizi alacaklar. İstiyorlar ki; ya o, ya öteki olalım. Ama asla ikisinin ortasında/dengede durmayalım. Çünkü dengemizi bulduğumuz zaman onlar için ‘kullanılabilir’ olmuyoruz.”

Anlasana arkadaşım: Bizden ya küçük bir dere yahut sel olmamızı istiyorlar. Dingin, ama güçlü bir nehir olmamızı istemiyorlar. Hakikatsizler çünkü. Hakikati, ifrat ve tefritle boğdurup kendilerine benzetmeye çalışıyorlar. Başta demiştik ya; mümin; herkesle iyi geçinen, mavi boncuk dağıtan bir tip değildir diye. Gel, o dersi, Bakara sûresindeki şu ayetlerden al:

İnananlarla karşılaştıkları zaman, ‘İnandık’ derler. Şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ise, ‘Biz sizinleyiz’ derler. ‘Onlarla sadece eğleniyoruz.’ Gerçekte Allah onlarla alay eder; azgınlıkları içinde bocalayıp dururlarken onlara mühlet verir. İşte onlar, hidayete karşılık dalâleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.

Mümin, onun yanına gidince ocu, bunun yanına gidince bucu olacak kadar istikametsiz olmamalı. Mavi boncukçu olamaz salih müslüman. Herkese öpücük dağıtamaz. Dünyaya kazanmaya geldiği teveccüh-i nas değildir çünkü. Hakkın rızasıdır. Hassaten haksızla iyi geçinemez. Bu onun yanlışı değil, normalidir. Silik durmak haddi değildir.

Fakat burada da Bediüzzaman’ın ders verdiği şu güzel ayrımı yap: “(…) her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin! O zaman kâfirin içinde kalmış mümin tarafın hakkını savunmayı da, müminin içinde kalmış kâfir noktayı uyarmayı da ihmal etmemelisin.

Özenme; çabuk duruş değiştiren ve böylece herkese kendisini sevdirdiğini sananlara. Rüzgarda yaprak olursun. Şekil değiştirmekten asl-ı şeklini unutursun gitgide. Hidayetini, ‘insanlara tatlı görüneceğim’ diye satma. İlkeli olsun hem muhabbetin hem adavetin. Unutma ki; “Akıbet takva sahiplerinindir!” kazananların değil. Ki takva, duruşunu, kazanmaktan daha çok önemseyenlerin ahlakıdır.

Ahmet Ay

cocukaile.net