Etiket arşivi: müsbet hareket

Laiklik, İslam ve Bediüzzaman

2- DEMOKRASİ, HUKUK DEVLETİ VE LAİKLİK GİBİ KAVRAMLARIN MÜSLÜMAN BİR TOPLUMA İKNA YOLUYLA BENİMSETİLMESİ VE DAYATMACI YÖNTEMLERLE DİKTE EDİLEN FARKLI YORUMLARIN YOL AÇTIĞI GERİLİMLERİN AŞILMASI NOKTASINDA SAİD NURSÎ’NİN YAKLAŞIMLARI SİZCE NE ANLAM İFADE EDİYOR?

2.1 Laiklik, İslam ve Bediüzzaman

1) İslâm hukukunun menşei, laik hukuk sistemlerinden farklıdır. Zira İslâm hukukunun menşei, temelde Allah’ın iradesidir. Hukukun kaynakları Allah’ın sözü olan Kur’an, Peygam-ber’in sünneti ve bu ikisinin kabul ettiği içtihadî kaynaklardır. Neticede hepsi de Allah’ın iradesine dayanmaktadır. Beşerî hukuk sistemlerinin menşei ise, insan iradesidir. Menşei Allah’ın iradesi olan İslâm hukukunda eşitlik söz konusudur, bütün insanlara gönderilmiştir ve ayrıca ilâhî olduğu için meşrûiyetini dinden gelen manevî duygularla vicdanlarda pekiştirir. Bu durum 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nde özellikle belirtilmiştir.

2) Eski hukukumuzun günümüz hukuk sistemlerinden farklı bir özelliği de, müeyyidelerinin ikili oluşudur. Yani ceza, butlan ve tek taraflı bağımsızlık gibi maddî müeyyidelerin yanında, bir de akıllarda, kalplerde ve gönüllerde etkisini gösteren manevî müeyyidesi vardır. Osmanlı fetva mecmualarında karşılaşılan şu ifadeler bunu ifade eder. Mesela cuma ezanı okunduktan sonra yapılan alım-satım akdi “kazâen” yani hukuken geçerlidir, ancak “diyâneten” yani manevî sorumluluk açısından caiz değildir. Aynı şekilde bir başkasının malını telef eden şahıs, maddî müeyyide olan tazminata mahkûm edildiği gibi, “başkalarının malına taarruz” haramını da işlemiş bulunmakta ve uhrevî sorumlulukla da karşı karşıya gelmektedir.

3) Günümüz hukuk sistemleri, insan fertleri ve cemiyetleri arasındaki hukukî münasebetleri tanzim ederken, İslâm hukuku ayrıca Allah ile insanlar arasındaki kulluk münasebetlerini de düzenler. Bu sebeple, bütün fıkıh kitapları, namaz, oruç ve hac gibi ibadetlere ait hükümlerle başlarlar. Daha sonra ibadet manasına yakınlığı ölçüsü ile diğer hukukî münasebetlere ait kaideleri incelerler.

Ancak şunu da belirtelim ki, bütün hukuk sistemleri, hükümler ve müesseseler itibariyle önemli ölçüde benzerlik arz edebilirler. Laik hukuk sistemlerinde bulunan ve İslâm hukukunun hükümlerine aykırı olmayan hükümler, şerî‘at açısından da geçerlidir. Fakat aynı hükme Allah’ın emri olduğu için riâyet etme ile beşerî hukuk kuralı olarak ri’âyet etme arasında elbetteki önemli manevî farklılıklar vardır. Bu noktayı unutmamak gereklidir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, tekrar edelim ki, monarşik devlet şekillerinde hâkimiyet tek şahısda, cumhuriyet idarelerinde (demokrasi ile de idare edilse bile) bir heyette kendini göstermektedir. İslâmda ise hâkimiyet sadece Allah’a aittir. Ancak, Halife veya Sultan, Allah’tan aldığı hâkimiyetin temsilcisi değildir; belki islâm milletinin vekili durumundadır.

Hâkimiyetin kaynağı ilahî irâde olduğundan, sultan şer’î hukuka aykırı hareket edemeyecektir. İslâmda halkın iradesinin üstünde ilahî irade bulunduğundan, halkın kendi irâdesi ile kendisini yönettiği cumhurî devlet şekli ve demokrasi de buna tam uymamaktadır. İslâm hukukunda meşrû’iyet önemlidir. Eğer halkın iradesi meşrû’ ise, o zaman İslâmî devlet söz konusudur. Yapılan izahlar karşısında, İslâm hukukunun belli bir devlet şeklini öngörmediğini, ancak koyduğu prensipler ve hâkimiyet anlayışının dindar bir cumhuriyet olduğunu söyleyebiliriz.

O zaman şöyle demek lazım. İslam aleminde bazı alimlerin yaptığı gibi laikliğin ve demokrasinin İslamiyeti esaslarıyla birebir uyuştuğunu söylemek mümkün değildir. Ancak yukarıda zikrettiğimiz kural gereği, fertlerin İslam hukukunu uygulama sorumluluğu bulunmadığından, böyle rejimlere İslamiyet maslahatı ve de Müslümanların fitneye alet olmaması açısından idare ve müdara ile bakmak mümkündür. Bediüzzaman bunu yapmıştır. Baz alimlerin iddia ettiği gibi laiklik karşısında asla taviz vermemiş ve belki fitneye sebep olmamıştır. Bakınız bu manayı Eskişehir Müdafaasında nasıl dile getirmektedir.

Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki; lâik manası, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükûmet telakki ederim. Yirmibeş senedir hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükûmet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum. El’iyazü billah, eğer dinsizlik hesabına, imanına ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bilâ-perva ilân ve ihtar ederim ki: Bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeğe hazırım. Ne yaparsanız yapınız!

O halde lâikliğin manası nedir? Biz de soruyoruz. Lâiklik İslâmiyet düşmanlığı mıdır? Lâiklik, dinsizlik midir? Lâiklik, dinsizliği kendilerine bir din ittihaz edenlerin dine taarruz hürriyeti midir? Lâiklik, din hakikatlarını beyan edenlerin, imanî dersleri neşredenlerin ağızlarına kilit, ellerine kelepçe vuran bir istibdad-ı mutlak düsturu mudur?

Lâiklik, bir vicdan ve fikir hürriyeti olduğuna göre, dinsizler ve din düşmanları, İslâmiyet aleyhinde her çeşit hücumları, taarruzları yapar, anarşik fikirlerini o hürriyet-i vicdan ve fikir bahanesiyle neşreder de; fakat bir İslâm âlimi o hürriyet-i fikir düsturuna istinaden bin yıldan beri İslâmiyet’in serdarı olmuş bir millet içinde ve o milletin bin yıllık an’anesine, kanunlarına ittiba’ ederek ve yine o milletin saadeti uğrunda, ahlâk ve namusun muhafazası yolunda dinî bir ders beyan etmesi lâikliğe aykırıdır diye suçlu gösterilir, devletin nizamlarını dinî inançlara uydurmak istiyor diye mahkur gösterilir. Biz böyle bir gayr-ı mümkünün, mümkün olmasına ihtimal vermiyoruz. Adaletin buna müsaade etmiyeceğini şübhesiz biliyoruz.

Bu hakikatleri duyan arkadaşların Osmanlı Devletini laik diye nitelendirmenin ne kadar hatalı olduğunu anlamaları daha kolay olacaktır.

2.2 Demokrasi, Meşrutiyet ve Bediüzzaman

Maalesef bu konuda da çok ciddi kavram kargaşaları bulunmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri ister hürriyet kelimesini ve istese parlamnter idarenin ilk basamağı olan meşrutiyeti müdafaa ederken, ısrarla hürriyet-i şer’iyye ve meşrutiyet-i meşru’a ifadelerini kullanmaktadır. Burada karıştırılmaması gerekenler şunlardır:

1. Demokrasi kökünü Batı medeniyetinde bulan beşeri bir sistem ve ideolojidir. Ancak İslamiyet bir dindir. Din ile beşeri ideolojiler kıyas edilemez. Ancak kurulu düzenler arasında despot rejimler ile mukayese edilince elbette Müslüman fertler olarak tercih edilmelidir. Nitekim Bediüzzaman da meşrutiyet kelimesini de böyle tarif etmektedir:

Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mes’ele ise; hakikî adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira, dünyevî saadetimiz meşrutiyettedir. Ve istibdaddan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.

Asıl şeriatın meslek-i hakikîsi, hakikat-ı meşrutiyet-i meşruadır.” Demek meşrutiyeti, delail-i şer’iye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi, taklidî ve hilaf-ı şeriat telakki etmedim. Ve şeriatı rüşvet vermedim.

Meşrutiyeti, meşrûiyyet ünvanı ile telâkki ve telkin ediniz. Tâ, yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareki, ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı şeriatle takyid ediniz; zira cahil efrat ve avam-ı nâs, kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki, namaz sahih ola. Zira; hakaik-i meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dâva ettim.

2. Demokrasi ve hukuk devleti adına savunulan prensipler ile elbetteki İslamın düsturları arasında müşterek noktalar bulunmaktadır. Dolayısıyla meşru dairede hürriyeti ve temel hakları savunma noktasında birliktelik mevcuttur. Bunları reddeden de yoktur. Ancak unutulmamalıdır ki, evrensel insan hakları konusunda bile İslamiyet ile taban tabana zıt hak ve hürriyet anlayışları bulunmaktadır. Zira günümüz demokrasilerinin temelleri Batı’nın değerleri ve normalrı üzerine kurulmuştur. Mesela gay’lerin evlenme hakkını temel hak ve hürriyetlerden kabul eden Batı zihniyetinin ne İslam’ın prensipleri arasında ve ne de Müslümanların zihinlerinde yeri yoktur.

3. Bediüzzaman’ın eserlerinde övücü ve savunmacı bir şekilde demokrasi ile alakalı bir tesbit bulunmamaktadır. Tam tersine demokrasiyi bile suiistimal edenlere karşı haykırışı bulunmaktadır:

…… bizleri tevkif ve muhakemelere verip işimizi, gücümüzü ayaklar altında bırakmak ve bîçare evlâd ü iyalimizi perişan edip ağlatmak hangi demokrasi kanunlarıyla, hangi yeminli ve yümünlü âdil hâkimlerin vicdanî ve âdilane kararlarıyla kabil-i te’liftir? Mahkemenizden ve vicdanınızdan soruyorum.

Öteki taraftan demokratik bir idareye karşı olumlu muameleyi, Demokrat Parti Hükümetinin İslam alemi ile imzaladığı Bağdat Paktı sebebiyle takdir ediyor. Ancak bu takdirini görüp de Bediüzzaman demokrasiyi müdafaa ediyor denilemez. Karışmıyor ve İslamiyetle uyuşan noktalarını takdir ve tahsin ediyor denilir.

Demokrat Hükûmetinin bir büyük hasenesidir ki, mübarek âlem-i İslâm’daki hareket-i İslâmiye bu hükûmet-i demokrasiyi takdir ve tahsinle karşılıyor.

2.3 Hukuk Devleti, Anayasa (Kanun-ı Esâsi) ve Bediüzzaman

Tarihi mütalaa edenler bilirler ki, dışardan yapılan tazyikler ve içerdeki haklı – haksız muhalefetlerle otoritesi zayıflayan Sultan Abdülaziz , 30 Mayıs 1876’da tahttan indirilmiş, bunu takiben tahta oturan V. Murad da devleti idare edemeyince, meşrûti rejimi kabul ve Kanun-ı Esâsi’yi ilan etmek şartıyla II. Abdülhamit’e 19 Ağustos 1293/1878’da bî’at edilmiştir. Zamanın sadrazamı olan Ahmet Mithat Paşa’nın şiddetli arzularıylâ meşrûti rejim ve Kanun-ı Esâsî meselesini gündemine getiren II. Abdülhamit, önce böyle bir anayasa hazırlamanın ve belli konularda yasama yetkisine sahip bir meclis kurmanın, Osmanlı hukukunun temeli olan “Şer’-i Şerife” aykırı olup olmadığını öğrenmek için, yetkili İslâm hukukçularından konuyla ilgili lâyihalarını kendisine arzetmelerini istemiştir. Bu husustaki kanaatler iki noktada toplanabilir:

Birincisi: “Kavanin-i siyâset” veya “usul” denilen böyle bir anayasa hazırlamak ve bu anayasaya göre kurulan meclisin çıkardığı kanunlara uymak İslâm hukukuna aykırıdır. Bu görüş sahipleri, hazırlanacak anayasanın açıkça şer’î hükümlere aykırı kanunlar yapılmasına yol açacağını zannetmişlerdir ve çoğunluk tarafından tasvip görmemişlerdir. Bunların dayandığı en önemli nokta, şûrâ meclisinin gayr-i müslimlerden değil, sadece müslümanlardan teşekkül edeceği meselesidir. Fetvâ Emini Kara Halil Efendi bunların başında gelmektedir.

İkincisi: Daha önce sınırlarını tesbit ettiğimiz ülül-emre tanınan sınırlı yasama yetkisinin dairesinde kalmak ve mevcut şer’î hükümlere aykırı olmamak şartıyla “şûrâ meclisi” mahiyetinde bir yasama meclisi kurmak ve bunun esaslarını düzenleyen ve usul denilen bir kanun-ı esâsî hazırlamak caizdir. Hatta bir yerde zaruridir. Bu görüşü müdafaa edenlerin başında ise, devlet erkânını yaptığı konuşma ile ikna eden Şûrây-ı Devlet azasından Seyfeddin Efendi’dir .

İslâm hukukunda anayasa, düstur yahut usûl ta’bir edilen bir temel kanun hazırlamanın caiz olduğunu belirten büyük ilmi şahsiyetler bulunmaktadır. Bunlardan bazılarını, görüşlerini özetleyerek zikretmekte yarar vardır. Şöyle ki:

A) Meşrû’ dairede kalmak şartıyla İslâmî bir anayasa hazırlamanın ilk müdâfileri arasında büyük müfessir Alûsi bulunmaktadır. “Ruh’ul-Maâni” adlı tefsirinin 28. cildinde Mücadele süresinin tefsirini yaparken düştüğü “El-Kanun Ve’ş-Şer’'” adlı haşiyesinde aynen şöyle demektedir (özetle): Usûl adı altında, İslâm hukuku tarafından imama ve ülül-emre havale edilen askeri hukuk, ta’zir cezaları, miriye ait arazi nizamı, idarî teşkilât ve benzeri konularda kanun tanzim etmekte beis yoktur. Şer’î hükümlere aykırı olmayan usûl ile amel edenleri tekfir etmek ise büyük tehlikedir. 1270/1853 tarihinde vefat eden bu büyük allâmenin, sözkonusu risâleyi, Osmanlı Devletindeki yeni hukukî düzenlemeler ve anayasa tartışmaları üzerine kaleme aldığı tahmin edilmektedir.

B) Bu konuda ikinci meşrutiyet sıralarında görüş beyan eden büyük bir İslâm âlimi de Bediüzzaman lakabıyla anılan Said Nursi’dir. Çeşitli eserlerinde Kanun-i Esâsî, şûrâ meclisi ve meşrû meşrûtiyeti müdafaa eden bu dahinin bazı görüşleri şöyle özetlenebilir: Meşrûtiyet, meşveret, adâlet ve kuvvetin kanunda toplanması demektir. Meşrûtiyet ve Kanun-i esâsî, hakiki adalet ve şer’î meşveretten ibarettir. Dünyevi saâdetimiz meşrûtiyettedir. Meşrûtiyetin düşmanları, Meşrûtiyeti gaddar, çirkin ve İslâm hukukuna aykırı göstermekle meşveretin de düşmanını çoğaltmaktadırlar. İsimlerin değişmesiyle hakikatlar tebeddül etmez. Geçmiş zamanda sosyal bağlar, geçim vasıtaları ve medeniyetin nimetleri o kadar çok olmadığından, az adamların fikri devletin idaresi için yeterli idi. Ancak bu zamanda sosyal münasebetler o kadar çoğalmıştır, ihtiyaçlar o kadar çeşitlenmiştir ki, sadece milletin kalbi hükmünde olan bir meclis, İslâm milletinin fikri demek olan şer’î meşveret ve medenîyetin kılıcı demek olan fikir hürriyeti ile bir devleti idare edebilir., ” Bu açık görüşlerinin yanında, mecliste kanun çıkaran kanun adamlarını körü körüne tekfir edenleri de Kur’an’ı anlamamakla suçlamış ve şer’î hükümlere uygun olmak şartıyla şûrâ meclisini ve kanun-i esâsî’yi müdafaa etmiştir.

3- NETİCE: MÜSBET HAREKET

Bediüzzaman’ın bütün hayatı boyunca ve özellikle de Yeni Said diye ifade ettiği dönemdeki en önemli hayat düsturu, müsbet harekettir. Bunu vasiyet manasında kaleme aldığı son mektubunda da dile getirmiştir:

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

Ancak bu demek değildir ki, Bediüzzaman her ulûl-emre yahut ulûl-emrin her emrine itaat edip boyun eğmeyi tercih etmiştir. Onun dilinden bunu da dinleyelim:

Siz “şeriat” dersiniz, hâlbuki şeriata muhalefet ediyorsunuz ve lekedar ediyorsunuz. Şeriatla, Kur’ân’la, hadîsle, hikmetle, tecrübeyle sâbittir ki: Sağlam, dindar, hakperest ulûl-emre itaat farzdır.

Bediüzzaman’ın ilk defa geniş anlamda kullandığı manevi ve maddi cihad kavramı da günümğzde nazara alınması gereken en önemli kavramlardandır. Müslüman fertlerin sorumluluğunun devlet tarafından harici düşmana karşı savaşa davet edilmediği sürece sadece ve sadece manvi cihad olduğunu açıklaması ve maddi cihadın yalnız harice karşı yapılabileceğini izah etmesi, hem Nur hareketinin en mühim özelliği ve imtiyazıdır ve hem Emeviler döneminde aynı yolu takip eden Abudllah ibn-i Ömer, Abdullah ibn-i Abbas ve benzer büyük sahabelerin takip ettikleri en emin yoldur.

Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünki düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganîmet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlas sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark, pek azîmdir.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Said Nursi, Her Zaman Milleti İçin Müsbet Hareket Etti!

Rotamız müsbet hareket olmalı 
 
Fatsa’da Bediüzzaman’ın vefatının 54. yıl dönümü münasebetiyle düzenlenen programda konuşan Edebiyatçı-Yazar İslam Yaşar, “İnsan şahsı için menfi olsa da, milleti için müsbet hareket edecek rotada olması gerekiyor” dedi.
 
Bediüzzaman’ın vefatının 54’ncü yılı münasebetiyle “Said Nursi’ye göre Toplum Hayatı ve Müsbet Hareket” konulu panel, Yeni Asya Gazetesi Fatsa Temsilciliği ve Risale-i Nur Enstitüsü tarafından Fatsa Belediye Kültür Sarayı Konferans Salonun’da, Edebiyatçı-Yazar İslam Yaşar, Prof. Dr. Ahmet Battal, Prof. Dr. İbrahim Özdemir ve Eğitimci-Yazar Abdülbaki Çimiç’in katılımlarıyla gerçekleştirildi. “Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir, menfi hareket değildir. Rıza-yı İlahiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır; vazife-i İlahiyeye karışmamaktır… Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman içinde; her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz. (Emirdağ Lahikası, 455)” teması işlenen panele, Fatsa, Samsun, Çarşamba, Ünye, Ordu, Perşembe, Aybastı, Kabataş ve Korgan gibi çevre il ve ilçelerden yoğun bir katılım oldu. Panel resmi erkan ile sivil toplum kuruluşlar tarafından da takip edildi.
 
Millet için müsbet hareket 
 
Açılış konuşmasını Abdülbaki Çimiç’in yaptığı programda, müsbet hareket ile insanlığın sulh-u umumisini tesis etmek, müsbet hareketten doğan gerçek hürriyetin manasını kendi hal dilimizle göstermek, hürriyetin her şeyi yapmanın serbest olduğu anlamına gelmediğini, gerçek hürriyetin, ‘Ne kendine ne de gayrına zarar vermemektir.’ anlayışını hakim kılmak konuları işlendi. Edebiyatçı – Yazarı İslam Yaşar, konuşmasında, Bediüzzaman’ın her zaman şahsı için menfi, milleti için müsbet hareket ettiğine dikkat çekip, “İnsanın şahsı için menfi olsa da, milleti için müsbet hareket edecek rotada olması gerekiyor” dedi.
Yeniasya

Risale-i Nur Talebelerinin Alanı “Müsbet Hareket”tir!

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin, çeşitli risalelerinde ve son mektubunda yinelediği hizmet prensipleri, Risale-i Nur dairesinde hareket ettiğini söyleyen herkesi bağlar.

Bizim vazifemiz müsbet (olumlu-pozitif) hareket etmektir, menfi (olumsuz-negatif) hareket değildir” diyor. “Rıza-yı İlahiye (Allah rızasına) göre sırf hizmet-i imaniyeyi (iman hizmetini) yapmaktır: Vazife-i İlahiyeye (Allah’ın vazifesine) karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren, müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” (Emirdağ Lahikası).

Bu cümlede, hayatı boyunca “hizmetin esası” sayıp uyguladığı “müsbet hareket”in öznesi “Allah rızası” olarak belirginleşiyor. Allah rızası için çalışmak “müsbet hareket”; gurur, riya, gösteriş, menfaat için çalışmak, “menfi hareket”tir.

Pastadan daha fazla pay almak için rakibi vurmak, zayıflatmak, yıpratmak, zarar vermek; toplumda kavga, kargaşa ve ihtilal çıkarmaya, huzur bozmaya çalışmak “menfi hareket”e girer.

Her türlü yanlışa, hataya, şiddete itiraz etmekle birlikte sabırla göğüs germek “müsbet hareket”; bir bahane ile isyana yönelmek ise “menfi hareket”tir.

Tarih bize gösteriyor ki, “müsbet hareket”i kavrayamayan Müslümanlar, kendilerine, camialarına ve tüm İslami harekete büyük zararlar vermişlerdir…

Mesela İhvan-ı Müslimin hareketinin ilk dönemi, “menfi hareket”in tüm mahzurlarını yaşamış ve Müslümanlara yaşatmıştır. Pek çok cana mal olmuştur. Günümüzün El Kaide gibi hareketleri de acılara sebebiyet vermektedir.

Yani “müsbet hareket”te imar, ihya, inşa, “menfi hareket”te tahrip, yıkım icbar (cebir) vardır… “Müsbet hareket” barışçı, “menfi hareket” kavgacı ve savaşçıdır. Savaş bir de “kardeşler” arasındaysa bunun kazananı da olmaz.

Bediüzzaman, Risale-i Nur talebelerinin hareket alanını “hizmet-i imaniye” ile sınırlıyor ve bunun tek hedefini açıkça belirtiyor: “Rıza-yı İlahi…

Yani dünyevi (dünyaya yönelik), hatta uhrevi (ahrete yönelik) hiç bir beklentiye girilmeden, sırf Allah’ın rızasına uygunluğu esas alarak elden geleni yapmak ve hiçbir şekilde “Vazife-i İlahiyeye karışmamak”… Ne dünyevi, hatta ne de uhrevi ücret beklentisine girmemek…

Düşünün: Bediüzzaman hazretleri, defalarca hapse atılırken, elleri-kolları bağlı sürgün edilirken, zehirlenirken, idamla yargılanırken, ezan Türkçeleştirilirken, alfabe ve kılık kıyafet değiştirilirken itiraz etti, ama isyan etmedi. Neden isyan etmediğini soranlara, “müsbet hareket”in önemini anlattı, “Ben Atranik’le (Yunanlı general) Enver’e (Enver Paşa kastediliyor) tokat vurmam” diyerek, içerdeki politikacıları vurmak için, Türkiye düşmanlarıyla birlikte hareket etmeyeceğini vurguladı.

“Fena ve fani bir adam” dediği Tevfik Fikret’in, “baki ve güzel bir sözü” ile umudunu kainata emzirdi:

“Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa,

“Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır;

“Göz yumma güneşten, ne kadar nuru kararsa,

“Sönmez ebedi, her gecenin gündüzü vardır.”

Dedi ki: “Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti için, her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz… Asayişin birer manevi bekçisiyiz.

Risale-i Nur talebelerine de şu vasiyeti bıraktı: “Şayet sizi yanlış anlayarak yahut büsbütün anlamayarak, ihlas ile yaptığınız bu iman hizmetine mukabil sizlere sıkıntı verirlerse, sakın menfi hareketlere tevessül etmeyin; sıkıntıları sabırla ve şükürle karşılayın.”

Bu yaklaşım, “ensene vursunlar, ekmeğini alsınlar” yaklaşımından öte bir “sükünet” ve “suhulet” yaklaşımıdır.

İzninizle, bu çerçevede kalma kararlılığı içindeyim

Yavuz Bahadıroğlu

Mısır ve Suriye için Bediüzzaman’ca bakış!

Risale-i Nur Külliyatının en merkezî risalelerinden biri, Kur’ân’ın mucizeliğini pek çok yönden isbata adanmış “Yirmibeşinci Söz”dür. Bu risalenin “Üçüncü Ziya” başlığını taşıyan en son bölümünde ise, Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân’ın mucizeliğinin en parlak işaretlerinden biri olarak, ondaki bütünlük, uyum ve dengeye işaret eder. Bir olan hakikatin pek çok rengi, pek çok veçhesi vardır ve Kur’ân’da bütün bu renkler ve veçheler tam bir uyum ve denge içinde bize sunulur. Kur’ân’daki bu dengenin izini sürebildiğinde mü’minler de hayatlarında dengeyi ve kıvamı bulur. Bu dengeyi kuramadığında ise, hakikat yolunda bile olsa, hakikatin bir renginde odaklanarak, Kur’ân’ın sunduğu dengeden ve bütünlükten mahrum olur.

Ondan bu denge, bütünlük ve uyum dersini alan bir Kur’ân talebesi olarak, Bediüzzaman’ın hayatında ve eserinde de bu dengenin tezahürleri ile karşılaşır insan. Hakikatin hangi durumda nasıl tatbik olunacağı, hangi muhataba ne şekilde sunulacağı, hakikatin değişik veçhelerinden hangisinin hangi şartlarda öne çıkacağı… Bu ve benzeri sorular, hep bir ‘denge’ meselesidir. Ve Bediüzzaman, Kur’ân’ın izini sürerek, bu noktada bize yol gösterir, yordam öğretir.

Bu bütünlüğü ve dengeyi kavradığımız ölçüde, Risale-i Nur’a bütüncül, dengeli bir kavrayışa ulaşırız. Bu bütünlüğün izini sürmediğimiz takdirde ise, hakikatin bir rengini, uysa da uymasa da her zemine tatbik eden ve bunu yaparken hakikatin bütün renklerini gözden kaçıran bir arızalı bakışa ve düşünüşe duçar oluruz.

Birçok örneği vardır bunun. Bir örneği, Bediüzzaman’ın Meyve Risalesi’nin “Dördüncü Mesele”si başta olmak üzere birçok bahiste karşımıza çıkan, ‘daireler’ tahlilidir. Bu bahiste de gördüğümüz üzere, insanların en başta kendi iç dünyasını, sonra ailesini, sonra yakın çevresini hakikatle hemhal kılma sorumluluğunu atlayıp; en geniş daire olan ‘küresel siyaset’le meşguliyetinin tehlikelerine karşı sıklıkla uyarıda bulunur Bediüzzaman. Ahireti unutacak şekilde dünyaya meşgul olmak, dünya içinde en yakın dairedeki vazifelerini unutacak veya ihmal edecek derecede en uzak daireye bakmak, bütün bunlar birer arızadır ve birer dengesizlik işaretidir. İnsan, yakından uzağa bir ehem-mühim sıralaması yapmakla mükelleftir.

Doğru bilgiye ulaşmak

Diğer taraftan, birşeye daha dikkat etmelidir insan. Doğru bilgiye ulaşmanın zor, hatta imkânsız olduğu bir zeminde, yanlış bir bilgiyle yanlış düşüncelere, kanaatlere, kararlara ulaşıp yanlış fiillere de yönelebilir. Âyetin bildirdiği üzere, haberi ‘fâsık’ın getirdiği, ama bu haberin doğruluğunu sınama imkânının olmadığı zeminlerde en doğrusu, bilgiyi saklayan veya saptıran ‘dezenformasyon’a kulağını kapatmaktır.

İşte, İkinci Dünya Savaşı şartlarında, böylesi hikmetlere binaen, “Dördüncü Mesele”yi yazmıştır Bediüzzaman. Yanısıra, birçok mektubuyla da, talebelerini ve mü’minleri, insanı en birinci sıradaki vazifesinden alıkoyan, zihin dünyasını altüst eden, iç dünyasını eksik veya saptırılmış haberlerle dağıtan ‘fâsık haberleri’ne kulağını kapatmaya çağırmıştır. Öyle ki, kendi tabiriyle o ‘Harb-i Umumî’ şartlarında ‘yedi sene’ hiç radyo haberi dinlememiş, hiç gazete okumamıştır.

Ama bu durum, dünyada neler olup bittiğinden habersiz bir Bediüzzaman portresi de çıkarmaz karşımıza. Bilakis, dün İslâm dünyasını ve mazlum milletleri sömürgeleştirme hesabına girişmiş küresel güçlerin tabir yerindeyse ‘birbirini yediği’ bu savaş şartlarından, hiç radyo dinlemediği ve gazete okumadığı halde, haberbar olması gereken yönüyle, haberdardır da Bediüzzaman. Kastamonu Lâhikası’ndaki ilgili mektuptan öğrendiğimiz üzere, o savaş hengâmında soğuk kış şartlarında bombalar altında inleyen çocuklar, yaşlılar, hastalar ve masumlar, Bediüzzaman’ın zihin ve kalb gündemindedir. “Onüçüncü Şua”nın sonundaki mektuptan anlaşıldığı üzere, modern zamanların zalimâne topyekün savaş mantığının bu büyük savaşta yol açtığı tahribattan da haberdardır. Yine, “Leyle-i Kadir’de İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme”nin belgelediği üzere, bu savaşın insan fıtratında yol açtığı buhranların da farkındadır ve bunlara karşı Kur’ânî bir tedavinin nasıl sunulacağı üzerine zihni ve kalbi meşgul olmaktadır.

Yani, Bediüzzaman’ın o büyük savaştan kulağını uzak tutmasının bir dizi sebebi vardır: Savaşın her iki tarafı da zalimdir. Savaş âlem-i İslâm’ın mukadderatı ile doğrudan ilgili değildir. Savaşla ilgili sahih bilgiye erişme imkânı neredeyse yoktur. Savaşın bu yönüyle asla ilgilenmez Bediüzzaman. Ama bu savaştan imana, Kur’ân’a, âlem-i İslâm’a ve insanlığa dair bir vazife, bir sorumluluk veya bir ders çıkarma noktasıyla ise ‘yedi senedir bakmadığı halde’ ilgilidir

Bediüzzaman’ca sorumluluk

Hele ki doğrudan ümmeti ilgilendiren meselelerde, Bediüzzaman’ı sorumluluğunu müdrik bir âlim olarak görürüz. Onun, doğrudan hilâfet merkezi Osmanlının, dolayısıyla İslâm âleminin ve ittihad-ı İslâm’ın hedef alındığı Birinci Dünya Savaşı şartlarında Kur’ân’ın mucizeliğini gösterecek bir tefsir yazma sorumluluğunu da atlamadan Ruslara karşı fiilen cihad vazifesini deruhte etmesi; İngiliz işgali ve İstiklal Harbi şartlarında İstanbul’da İngilizlerin propaganda ve psikolojik savaş mekanizmalarına karşı mücadele vermesi, bunun bir nişanesidir. Onun, bu şartlarda, şöyle dediği de, Tarihçe-i Hayat’ında aşikâr biçimde bildirilmektedir: “Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat, ehl-i İslâm’ın eleminden gelen teellümat beni ezdi. Âlem-i İslâm’a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiği­ni hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim. Fakat bir ışık görüyorum ki, o elemlerimi unutturacak inşallah.

Aynı şekilde, özellikle Emirdağ Lâhikası’ndaki mektupları, Bediüzzaman’ın mü’minleri, İslâm âlemini ve ittihad-ı İslâm’ı ilgilendiren meselelerle meşguliyetini ortaya koyduğu gibi, bize bu meşguliyetimizin içeriği ve usulü noktasında yol da gösterir. Bediüzzaman, hiçbir zaman, vakit geçirmek, oyalanmak için, yahut âdeta maç seyreder gibi taraflardan birini tutup sonucunu takip etmek adına dünya hadiseleriyle ilgilenmemiştir. Yine Bediüzzaman, en birinci ve en yakın dairedeki vazifesini unutarak da, ülke veya dünya siyasetiyle zihnini meşgul etmiş biri değildir.

Ama aynı Bediüzzaman, zalimlerin lehine yazılacak bir suskunluktan ve ilgisizlikten de beridir. Bilakis, kimin zalim, kimin mazlum olduğunun farkında olarak; birinci, ikinci, üçüncü dairelerdeki vazifesini asla ihmal etmeden, dokuzuncu, onuncu dairelere de bakmış ve ona göre bir tavır geliştirmiştir. Dersim’de olup bitenlerden de bu sebeple haberdardır; Lozan’da neler olduğunun da farkındadır; Ayasofya’nın müze yapılmasının hangi sebeple olduğunu ve ne anlama geldiğini de bilmektedir; 1950’li yılların şartlarında Mısır’da, İran’da olup bitenleri de bilmekte ve gereken uyarıyı yapmaktadır.

Yani, Bediüzzaman ne aslî ve en birinci dairedeki vazifesini unutarak ‘onuncu daire’deki vazifesiyle meşgul olmuştur, ne de ‘birinci daire’den ötesini gözardı ederek ilgisizlik veya tepkisizlik suretiyle ülke veya dünya siyasetinde zulme taraf ve destek olmuştur. Bilakis, onun hayatının ve eserinin bütününde, bu noktada da bir dengenin dersi vardır.

Onun ayak izlerini takip edenlerin ise, bu denge dersinden hareketle, mü’minleri ve insanlığı ilgilendiren meselelerde Bediüzzaman’ca bir sorumluluğu kuşanmaları şarttır.

Unutulmasın, onun bize bıraktığı miras, ‘müsbet hareket’tir; zulme karşı tavır koyamayan, haksızlığa karşı suskun, dolayısıyla haksızların hesabına yazılan, ‘menfi’ bir ‘hareketsizlik’ değil…

Bu bağlamda Mısır ve Suriye’de yaşananların bizi ne kadar alakadar ettiği veya etmediğini yeniden değerlendirmemiz ve hareket tarzımızı ona göre şekillendirmemiz gerekmiyor mu?

Metin Karabaşoğlu

Moral Dünyası Dergisi

Tarih, Bediüzzaman’ın Müsbet İman Hizmetini Doğruladı

Tarih.Bediüzzaman.Musbet.iman.Hizmetini.DogruladiBediüzzaman’ın Şuâlar adlı eserindeki içtihadı günümüz Müslümanlar’ının hareket tarzını belirlemesi açısından hizmet metodunda bir milad hüviyetindedir. Bediüzzaman, Şuâlar’da Bakara Sûresi’nin 257. âyetindeki “Dinde zorlama yoktur” ifadesini tefsir ederken, bu ibarenin ebced ve cifir hesabıyla 1350 (miladi 1931-1932) tarihine işaret ettiğine ve bu tarihte de vicdan hürriyeti hükümetlerde siyasî bir ‘düstur’ hâline geldiğini tesbit ederek, artık yönetimin laik cumhuriyete dönmesinden dolayı, zorlama ve silahla cihad döneminin artık kapanmış olduğunu, ‘iman-ı tahkikî kılıcıyla’ yapılacak olan manevî cihad döneminin başlamış olduğunu duyurmuştur. (Şuâlar, 79)

Doğru İslâmiyeti yaşamak, başlangıcından bu yana Müslümanları düşündüren bir konu olmuştur. Hz. Peygamber (asm) zamanında çıkan herhangi bir problem, anında Allah Resûlüne (asm) sorulabildiğinden büyümeden çözülebiliyordu. Ancak sonraki dönemlerde karşılaşılan problemler İslâm toplumlarında farklı yaklaşımların yaygınlaşmasına zemin hazırladı.

Müslümanların karşı karşıya bulunduğu bu olgu Dört halife devrinin sonlarından itibaren zihinleri meşgul etmeye başladı. Fakat, Emevilerle birlikte İslâm, meliklerin veya hükümdarların icraatı şeklinde uygulandığından bu konuyu yeteri kadar tartışma imkânı olmadı. Ancak, Osmanlı Devletinin son zamanlarına doğru batılı değerlerin bütün dünyada yaygınlaşmaya başlaması Müslümanın yeni veriler karşısında yerinin belirlenmesi zaruretini ortaya çıkardı.

“İcab-ı asra intibak” reddedilemez bir vakıa olarak İmparatorluğun kurumsal yapısına olduğu gibi toplumsal yapısına da giriyordu. Bu asrın icaplarına uyma süreci, Cumhuriyet döneminde elitistlerin kendi belirledikleri kodlara uygun toplum yapısı üretmesi şeklinde anlaşıldı. Bu eğilimi modernleşme ideolojisinin yeni yeni girmeye başladığı bütün İslâm toplumlarında görmek mümkündü. Bağımsızlığını yeni kazanmış İslâm ülkelerindeki yönetici elitler “Batılı bir toplum yapısı” inşa etme çabası içine girmişlerdi.

Yirminci yüzyılın ilk yarısı, Müslümanların her açıdan çıkış noktası aradığı bir zaman dilimi oldu. Yerkürenin kuzeyinde yaşayan İslâm toplumları, Stalinizmin ağır baskısı altında ezilirken, Kuzey Afrika, Arabistan ve diğer Ortadoğu ülkeleri fakirlik ve Batının manevî istibdadı altında eziliyordu. Hilafet-i İslâmiyeyi temsil eden Devlet-i Âliye’nin yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti giderek tamamen dünyevî esaslar üzerine oturmuş, ve din ‘laiklik’ adı altında tamamen kamusal alandan uzaklaştırılmıştı.

Bu şartlarda modern dönemin verilerini dikkate alan yeni bir yaklaşım gerekiyordu. İslâm düşüncesinin yeniden inşası anlamına da gelecek bir tutumla doğru İslâm yeni görünümünü kazanacaktı. Bu amaçla farklı İslâm toplumlarının içerisinden çıkan birçok öncü yeni fikirler üretiyordu. Bu öncülerin arasındaki en temel bir fark hem içerikte, hem de metotta kendini gösteriyordu.

“Böyle bir zamanda İslâmı nasıl yaşamak gerekmektedir? Kur’ân’ın ve hadislerin gösterdiği hakikatleri nasıl anlayabiliriz?” gibi sorular bu öncü âlimler tarafından çözümlenmeye çalışılıyordu. Bu çabalar iki ana noktada düğümleniyordu:

Bunlardan ilki, devlet kadrolarının elde edilmesi ile herşeyin düzeleceğine inanan siyasî görüşlerdi. İkincisi ise iman ve insan merkezli bir yaklaşımı savunarak, gelişmenin tavandan değil tabandan olacağını savunuyordu. Bu iki görüşün en yerinde ve kayda değer örnekleri Mısır’da kurularak gelişen İhvan Hareketi ve Türkiye’deki Risale-i Nur hareketidir. Her iki hareketin de tarih içerisinde yer aldıkları süreç hemen hemen aynı zaman dilimine rastlar.

Müslümanlar geçen asrı bu iki ekolün tecrübeleriyle geçirdi. Yirminci yüzyıl adeta bir “toplumsal laboratuvar” olmuş, bu hareketlerin başarısı test edilmiştir.
Bediüzzaman’ın Emirdağ Lahikası’nda (390) İsa Abdülkadir’in Bağdat’ta yayınlanan Eddifa’ gazetesindeki yazısından yaptığı alıntıda belirttiği gibi farklılık hem içerikte, hem de yöntemde idi.

YÖNETİME TALİP OLMA/OLMAMA

İsa Abdülkadir, İhvan hareketi ile Nur Talebeleri arasındaki farkı, “Nur talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine âlet yapıyorlar; tâ ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler. Siyasî bir cemiyetleri asla mevcut değil. İhvan-ı Müslimin ise, memleket ve vaziyet sebebiyle, siyasetle din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasî cemiyet de teşkil ediyorlar.” şeklinde ifade eder. (390) 1928’den itibaren bütün planlarını devleti ele geçirmek üzerine yapan İhvan hareketi etkili olduğu ülkelerde sürekli baskı altında tutularak iktidara yaklaştırılmamıştır. 1966’da hareketin öncülerinden Seyyid Kutup’un yargılanarak idam edilmesi ve 1982’de Suriye’nin Hama kentinde Hafız Esed tarafından binlerce hareket mensubunun öldürülmesi olaylarından sonra, kendini yeniden gözden geçirmek durumunda kalmıştır.

Bu hareket mensupları amaç edindikleri iktidarı elde edememelerine rağmen, İran’daki mollalar 1979 Tahran baharı ile amaca ulaşmışlardı. Ancak İran devrimi, Şiî-Caferî anlayışının pratiğe dökülmesi anlamına geliyordu. İlk defa İslâm adına bir halk ayaklanması yapılmış ve iktidar elde edilmişti.

Caferî mezhebi teorisine göre, imamet (yönetim) imanın bir cüz’ü sayıldığından hilafeti ihya etmek zaten imanî bir vecibe kabul ediliyordu. Bundan dolayı iktidarın kazanılmasında dinî duygular etkili olmuştu. Yönetim müstebit şahın elinden alınmış, Mollalara teslim edilmişti. Fakat geçen zaman içerisinde, yönetimde mollalar hâkimiyetinin kurulduğunu gören insanlar, “Toplumun menfaatini dinî lider mi daha iyi bilir? Yoksa halkın ma’şeri viçdanı mı?” sorularını tekrar ederek mevcut durumu eleştirmeye başladılar. Son seçimlerde Cumhurbaşkanı Hatemî yanlılarının başarılı olması Humeyni teorisinin yara alması anlamına geliyordu. Dini lider Ali Hamaney’in sadece din adamı olmaktan kaynaklanan yetkileri (Velayet-i Fakih) tartışılmaya başlıyordu.

İran’da İslâm adına yapılan devrimi The Guardian gazetesinin İran üzerine uzman yazarı Davit Hirsti, “İslâm devrimi İranlıların sonunda yalnızca mollalar tahakkümüne karşı değil, bizzat İslâm inancına karşı da tavır almalarına yol açtı” şeklinde değerlendiriyordu. Bunun “dinî okullara gidenlerin sayısındaki azalmadan, anne babaların çocuklarına İslâm-öncesi, Fars isimlerini vermelerine kadar uzanan işaretleri her yerde görülüyor. Eğer İranlılar kendi öz kültürlerine bağlı kalma arzusunda iseler, şimdilerde bunu dinde değil milliyetçilikte arıyor.” (International Herald Tribune, 19 Şubat 00) Bu örnek dinin siyasallaştırılmasının dine zarar getirdiğini gösteriyordu.

İhvan hareketi ve buna müteakip İran devrimi Türkiye’deki Müslümanların da bu yaklaşımlardan etkilenmesine neden oldu. Seyid Kutup, Hasan El Benna, Ali Şeriatî, Mevdudî, Humeyni gibi kişilerin eserleri Türkçe’ye çevrilerek İslâm’ın siyasal yönü olarak takdim edildi. Hâlbuki, bu bağlamdaki düşünceler Caferî mezhebinin ilkelerine uygunluk arzettiği hâlde Ehl-i Sünnet anlayışına uygun düşmüyordu. Çünkü Ehl-i Sünnet’e göre yönetim meselesini imanın bir cüz’ü gibi saymak yada din adamları teokrasisinden söz etmek mümkün değildi.

Bu açıdan Bediüzzaman, devleti kutsallaştırmak yerine bir “hizmet organı” olarak kabul ediyor; yöneticileri ise hâkim yerine, hizmetçi olarak tanımlıyordu. Teknik bir kavram olarak devlet, içinde yaşayan insanların temsil yetkisini almış seçilmişler tarafından yönetilmeliydi. Bir kişinin “din adamı” veya “dindar” olması ona yönetimde söz sahibi olmak için bir imtiyaz sağlamazdı. İnsanın bozuk saatini tamir ettirmek için, mahir olmayan dindar bir kişiye götürmesinden, mahir bir gayr-i müslim ustaya götürmesi daha uygun olduğu gibi, devleti de yönetim sanatında mahareti olanlar yönetmeliydi. Aksi hâlde din, iktidarı elde etmek için siyasî bir araç konumuna düşebilirdi. Yönetimi ele geçirmek için din, hiçbir zaman araç olarak kullanılmamalıydı.

Siyasî bir parti veya cemiyet şeklinde organize olarak yönetime talip olmanın elmas hükmündeki hakikatlerin değerini düşüreceği için, din adına siyaset yapılmamalıydı. Böyle bir yaklaşım hak ve hakikatin tekel altına alınması anlamına da geleceğinden Bediüzzaman, buna şiddetle karşı çıkıyordu.

Günümüzde ise, 28 Şubat 1997’de başlayan süreç, bu ölçülerin test edildiği bir dönem oldu. Mısır’da, Cezayir’de, İran’da olduğu gibi, Türkiye’de de siyasal İslâm’ın başarısızlığını gösteren örneklere bir yenisi eklendi. Zamanın Refah Partisi’nin iktidara gelişi ile birlikte toplumun belli bir kısmı tarafından dinin siyasallaşma eğilimi tepkiyle karşılandı. Yukarıda İran için söylediğimiz gibi toplumun belli bir kesiminin İslâmiyete karşı bir tavır takınması söz konusu oldu. Toplumda laik-antilaik şeklinde bir cepheleşme meydana geldi.

Oliver Roy’un 1992’de yayınlanan “Siyasal İslâm’ın İflası” adlı eserinde siyasal İslâm’ın iktidara gelebileceği fakat tutunamayacağı tezi bir bir gerçekleşmeye başladı. Fakat, bu olgu İslâm’ın zaafı değil, Bediüzzaman’ın tanımladığı doğru İslâm’ın zaferinin habercisiydi.

CİHAD ANLAYIŞINDA MİLAD

Yakın geçmişte devleti ele geçirmeyi hedeflemiş siyasal İslâm’ı temsil eden hareketlerden önemli bir kısmı bu amaca ulaşmak için şiddet kullanımında herhangi bir beis görmemişlerdir. Bu şiddet eğilimleri İslâm toplumlarının tarihî tecrübeleriyle (özellikle Haçlı seferleri) birleştirilince İslâm ve şiddet kavramı yan yana düşünülmeye başlanmıştır.

Hâlbuki, İslâm’da sulh esastır. “Müslümanlar birbirlerinin kardeşleridir. Aralarında barışın kalıcı olmasını temin ediniz.” (Hucurat, 49/9) gibi birçok âyet-i kerîme Müslümanlar arasındaki barış ve kardeşliğe dikkat çekmektedir. (Fetih, 48/29; Hucurat, 49/9; Maide, 5/32; Nisa, 4/93)

Gayr-i müslimlerle ilişkilere gelince, Hz. Peygamber (asm) herhangi bir saldırı olmadan savaş açmamıştır. Kur’ân’daki savaşla ilgili bütün âyetler Müslümanlara karşı yönelmiş fiili bir tehdit ve tecavüzü bertaraf etmek üzere nazil olmuşlardır. İnsanlığın siyasî-sosyal tarihi boyunca kaçınılmaz olan harp hukukunu ve savaşın kurallarını tanzim etmektedirler. Hz. Peygamber’in (asm) savaşları bu prensibin ve kuralların hayata geçirilmesinden başka bir şey değildir. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları hep müdafaa savaşlarıdır.

Mekke’nin fethi dahi Kureyşliler ve müttefiklerinin Hudeybiye Barış Antlaşması’na aykırı olarak Müslümanlara saldırmaları nedeniyle olmuştur. Huneyn Seferi de keza Müslümanlara karşı başlatılan saldırı nedeniyle yapılmıştır. Tebük Seferi ise kuzey Araplarının Bizans’ın kışkırtmasıyla Medine aleyhine birleşmekte oldukları haberinin alınması nedeniyle yapılmıştır.

Çağımızda da Bediüzzaman, dahilde ve hariçte yapılan cihadı birbirinden ayırmıştır. “Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı manevîyedeki fark pek azimdir” diyerek dahilde kuvvet kullanımını uygun görmemiştir. Ona göre, ancak ülke haricinden gelen tecavüzlere karşı kuvvet kullanılabilir ve askerlik vazifesi de bunun içindir. (Emirdağ Lâhikası, 456)

Bütün bunlara bir örnek daha verecek olursak, İhvan hareketinin öncülerinden Seyyid Kutup’un Maide Suresinin 44. âyetinin, “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” meâlindeki kısmını yorumlayış biçimi, dahilde yöneticilere karşı kuvvet kullanımını meşrulaştırmıştır. Aynı âyet-i kerîmeyi Münazarat adlı eserinde tefsir eden Bediüzzaman ise, “…kim hükmetmezse…”den anlaşılması gerekenin, “…kim tasdik etmezse…” olduğunu belirtir. (Münazarat, 124) Bediüzzaman’ın bu yorumu, namaz kılmayan ya da İslâm’ın herhangi bir emrine uymadığına vehmedilen bir yöneticiye karşı kuvvetle müdahale eğiliminin yanlış olduğunu ortaya koymuştur. Bununla haricî refleksleriyle hareket eden kesimlerin haksızlıkları da ortaya konulmuş oluyordu.

Bediüzzaman’ın Şuâlar adlı eserindeki içtihadı yeni zamanlarda yaşayan Müslümanlar’ın hareket tarzını belirlemesi açısından hizmet metodunda bir milad hüviyetindedir.

Bediüzzaman, Şuâlar’da Bakara Suresinin 257. ayetindeki “Dinde zorlama yoktur” ifadesini tefsir ederken, bu ibarenin ebced ve cifir hesabıyla 1350 (miladi 1931-1932) tarihine işaret ettiğine ve bu tarihte de vicdan hürriyeti hükümetlerde siyasî bir ‘düstur’ hâline geldiğini tesbit ederek, artık yönetimin laik cumhuriyete dönmesinden dolayı, zorlama ve silahla cihad döneminin artık kapanmış olduğunu, ‘iman-ı tahkikî kılıcıyla’ yapılacak olan manevî cihad döneminin başlamış olduğunu duyurmuştur. (Şuâlar, 79)

Bu dönem, kılıçların kınına girdiği; aklın, ilmin ve marifetin hakim olduğu bir dönemdir. Dinin hakikatlerini gözlere gösterecek olan ‘Risale-i Nur’ ise manevî cihad vazifesini üstlenmiştir.

Bugün Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatının elli üçüncü yılında, geriye şöyle bir dönüp baktığımızda tarihin şahitliklerine gözlerimizi kapatamıyoruz. Geçen asır Bediüzzaman’ın istikrarlı ve tavizsiz çizgisine şehadet ediyor. Her kafadan bir ses çıktığı günümüzde, zamanın doğruladığı hakikatlerı içeren Risale-i Nur Külliyatı günümüz insanının müracaat kitabı niteliğindedir.

Risale-i Nur Enstitüsü