Etiket arşivi: Müslümanlar ve Sıffin Savaşı

Ebu Süfyan (R.A.) Kimdir?

Ebû Süfyân Sahr b. Harb b. Ümeyye

Hicretten elli yedi yıl önce (m. 565) Mekke’de doğdu. Annesi, Hz. Peygamber’in hanımı Meymûne’nin halası olan Safiyye bint Hazn el-Hilâliyye, babası Kureyş kabilesi ileri gelenlerinden Harb b. Ümeyye’dir. Peygamberimizin (asm) eşi Hz. Ümmü Habibe’nin babasıdır, Çocukluğu Mekke’de refah içinde geçti. Hz. Peygamber’in amcası Abbas onun en samimi çocukluk arkadaşıydı.

Ebû Süfyân babası gibi ticaretle meşgul oldu. Okuma yazma bilen çok az sayıdaki Mekkeli’den biriydi. Kısa sürede kendini kabul ettirerek görüşüne başvurulan, sözüne güvenilen, kabilesinin ticaret işlerini yöneten bir Kureyş büyüğü durumuna geldi.

Resûlullah(sav)’ın peygamberliğini ilân etmesinden sonra Kureyş ileri gelenleri gibi o da İslâm’a cephe aldı. Onun bu tavrında, Ümeyye ailesiyle Hz. Peygamber’(sav)in mensup olduğu Benî Hâşim arasında öteden beri devam edegelen rekabet ve düşmanlığın önemli rolü vardır.

İslâmiyet’in Mekke’de hızla yayılması ve Hz.Hamza(ra ile Hz. Ömer’(ra)in müslüman olmaları Kureyş kabilesini endişeye sevkedince, yeğenini davasından vazgeçirmek üzere Ebû Tâlib’e gönderilen heyetlerde ve Dârünnedve’de toplanıp Hz. Muhammed(sav)’in öldürülmesine karar veren müşrikler arasında Ebû Süfyân da yer aldı. Fakat hicret öncesinde Hz. Peygamber(sav)’e ve müslümanlara fiilî olarak eziyet edenler arasında bulunmadı.

Kızının Hz. Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) eş olmasını bir türlü hazmedemiyordu. Fakat fazla da bir şey yapamıyordu.

Hicretten iki yıl sonra Ebû Süfyân’ın riyâsetinde Suriye’den gelmekte olan bir ticaret kervanı Hz. Peygamber(sav)’in emriyle müslümanlar tarafından ele geçirilmek istendi. Bunu haber alan Ebû Süfyân kervanın yolunu değiştirerek müslümanların takibinden kurtuldu ve Mekke’ye ulaştı. Fakat bu olay, Kureyş’in lideri Ebû Cehil’in tahrikleriyle Bedir Savaşı’na sebep oldu. Ebû Cehil’in bu savaşta ödürülmesi üzerine Ebû Süfyân Mekke müşriklerinin reisi oldu. Kureyş, Bedir mağlûbiyetinin intikamını bir an önce alma görevini ona verdi ve bu savaşa sebep olan Suriye kervanındaki malları müslümanlara karşı yapılacak savaşın masraflarına tahsis etti.

Bedir’in intikamını almadıkça yıkanmayacağına yemin eden Ebû Süfyân, hicretin 3. yılı Şevval ayı ortalarında (Mart 625) cereyan eden Uhud Savaşı’na müşrik ordusunun kumandanı olarak katıldı. Karısı Hind bint Utbe de diğer Kureyş kadınlarıyla birlikte def çalarak orduyu savaşa teşvik ediyordu. Bu savaşta müşrikler, parlak bir zafer elde edememekle beraber Hz. Peygamber(sav)’in amcası Hamza’nın Vahşî tarafından şehid edilmesi sebebiyle bir ölçüde intikam duygularını tatmin etmiş oluyorlardı. Hind de aynı intikam duygusuyla Hz. Hamza’nın ciğerini çıkarıp ağzında çiğnemişti. Ebû Süfyân Hendek Gazvesi’nde de Kureyş’in kumandanlığını yaptı. Onun bu liderlik görevinin Mekke’nin fethine kadar sürdüğü, müslümanlara karşı yapılan hareketlerde en üst seviyede rol aldığı görülmektedir.

Hz. Peygamber(sav)’in, Bizans İmparatoru Herakleios’u İslâm’a davet etmek üzere Dihye b. Halîfe el-Kelbî’yi Suriye’ye gönderdiği günlerde (Muharrem 7/Mayıs 628) Ebû Süfyân da otuz kişilik bir ticaret kafilesiyle birlikte Suriye’ye gitmişti. Herakleios Kudüs’te (bazı rivayetlere göre Humus’ta) iken Resûlullah(sav)’ın mektubunu alınca onun kavmine mensup biriyle görüşmek istediğini söyledi. O sırada Gazze’de bulunan Ebû Süfyân ve kafiledeki arkadaşları imparatorun isteği üzerine Kudüs’e getirildiler. Soyunun Resûl-i Ekrem(sav)’e yakınlığı sebebiyle Ebû Süfyân ile görüşmeyi tercih eden Herakleios ona

“Memleketinde peygamberlik davasıyla ortaya çıkan kimdir, bana anlat.”

“Genç birisi.”

“Soyu nesebi nasıldır?”

“İçimizde onun nesebi kadar şerefli bir sülale yoktur.”

Öyle ise bu, peygamberliğinin delilidir. Doğru birisi midir?

“Yalan söylediği duyulmamıştır.”

“İşte, bir peygamberlik âlameti daha… Onun dinine girdikten sonra ayrılanlar oldu mu?”

“Hayır.”

“Bu da peygamberliğinin bir delilidir. Ona tabi olanlar halkın zenginleri mi, yoksa fakirleri mi?”

“Bilhassa fakirler…”

“Artıyorlar mı, eksiliyorlar mı?”

“Devamlı artıyorlar.”

“İşte, bir peygamberlik delili daha… Savaşırken cepheyi terk ettiği oldu mu?”

“Hayır. Savaştan korkmaz. Bazen yener, bazen yenilir.”

“İşte, peygamberlik delillerinden biri daha… Sizi neye davet ediyor?”

“Bir olan Allah’a ibadet etmeye, putları terk etmeye ve iffetli olmaya…”

Bu sözler Herakliyus’un imanını bir kat daha takviye etmişti. Ebû Süfyân’a şöyle dedi:

Senin bu söylediklerine bakılırsa, bu zat bir peygamberdir. Ben bu sıralarda bir peygamberin çıkacağını biliyordum, ama sizden olacağını zannetmiyor­dum. İnanıyorum ki, ayağımın bastığı yerler onun olacaktır. Eğer ona ulaşabile­ceğimi bilseydim, kendisiyle karşılaşmak için bütün güçlüklere katlanırdım. Eğer yanında olabilseydim, ayaklarına su dökerdim…

Ebû Süfyân o sırada henüz Müslüman olmamıştı. Fakat kayserin bütün soru­larını doğru olarak cevaplandırmıştı. Kendisi bu hususta şöyle der:

“Vallahi onun hakkında bana sorulanlar hususunda söyleyeceğim yalanımın arkadaşlarımın orada burada anlatmalarından korkmasaydım muhakkak yalan söylerdim!”

Diğer taraftan, kendilerinin yalanladıkları, savaştıkları birinin buralarda tas­dik edilmesi onu düşündürdü. O, bununla ilgili olarak da şu itirafta bulunur:

Dışarı çıkınca arkadaşlarıma, ‘Muhammed’in davası iyice büyümeye başladı. Baksanıza, Benî Asfarların hükümdarı bile ondan korkuyor!’ dedim. Allah kal­bime İslamiyet’i sokuncaya kadar, onun davasının zafer ve başarıyla sonuçlana­cağına kesin olarak inanmakta devam ettim.”

Ebû Süfyân başka bir gün de şöyle bir itirafta bulunmaktan kendini alamaz:

“Müşrikliğin boş ve batıl olduğunu anladım. Ne var ki biz akılları başlarında ol­duğuna inandığımız bir toplulukla birlikte bulunuyorduk. Onların tutup gittik­leri yolu tutuyorduk. Şerefli ve yaşlı kişiler, putlarından yardım dileyerek ayak­landıkları ve ataları yüzünden ona kızdıkları zaman onlara uyduk.

Mekkeliler, Peygamberimiz(sav)in müttefiki olan Huzaalılara saldıran Benî Bekirlere destek oldular, onlardan birçoğunun öldürülmesine yardımda bulundular. Bu hareketleriyle Hudeybiye Sulhü’nü ihlal etmiş, tek taraflı olarak bozmuş oluyorlardı. Bu hadise Ebû Süfyân’dan ha­bersiz olarak cereyan etmişti. O, sulhün bozulmasına değil, devam etmesine ta­raftardı. Çünkü Re­sû­lul­lah’ın Mekke’yi fethetmesinden korkuyordu. Bu sebep­le, Peygamberimiz(sav)le görüşmek üzere Medine’ye gitti. Peygamberimiz(sav)in huzu­runa çıktı. Şöyle dedi:

“Yâ Muhammed, ben Hudeybiye Barışı’nda bulunamamıştım. Bu anlaşmayı yenile ve anlaşma müddetimizi uzat. Gel, aramızdaki anlaşmayı bir yazıyla ye­nileyelim.”

Peygamberimiz(sav), “Biz aramızdaki ahit üzere duruyoruz. Yoksa siz bir hadise çıkarıp onu bozdunuz mu?” buyurdu.

Ebû Süfyân, Re­sû­lul­lah(sav)’ın hadiseyi duymadığını zannediyordu. “Allah koru­sun, öyle bir şey olmamıştır. Biz ahdimizin ve barışımızın üzerinde duruyoruz. Ona ne aykırı bir davranışta bulunuruz, ne de onu değiştiririz.” dedi.

Re­sû­lul­lah (sav), “Biz de o anlaşma üzerinde bulunuyoruz. Ne aykırı bir harekette bulunuruz, ne de değiştiririz.” buyurdu.

Ebû Süfyân muahedeyi yeni­lemek hususundaki isteğini tekrarladı, fakat Peygamberimiz ona cevap verme­di.

Bundan sonra Ebû Süfyân sırasıyla Hz. Ebû Bekir’e, Hz. Ömer’e, Hz. Os­man’a ve Hz. Ali’ye müracaat etti. Onlardan vasıta olmaları ricasında bulundu. Fakat hepsinden de, “Ben bunu yapamam; bu, Allah ve Resûlüne ait bir iştir.” karşılığını aldı. Her birine de teker teker, “Öyle ise beni himayenize alır, bunu açıklar mısınız?” diye sordu. Hepsi de ayrı ayrı, “Benim himayemde olanlar, Re­sû­lul­lah’ın himayesinde bulunanlardır.” dediler.

Ebû Süfyân daha birçok kimseye müracaat ettiyse de hepsinden birbirine ya­kın cevaplar aldı. Sonra da çaresizlik içerisinde Mekke’ye döndü. Olup biteni Mekkelilere anlattı. Müşrikler çok kızdılar:

“Demek sen hiçbir şey yapamadan döndün ha! Demek bize hiçbir şey getirmedin. Vallahi biz senin gibi eli boş dönen bir elçi hiç görmedik! Bize ne savaş haberi getirdin ki hazırlanalım, ne de barış haberi getirdin ki güvenlik içinde bulunalım…” Bu, müşriklerin çaresizliği­nin, kendi vatanlarında da artık emniyet içinde olmayışlarının bir göstergesiy­di.

Mekke’nin müşrik hâkimiyetinden, Kâbe’nin putlardan temizlenmesinin za­manı gelmişti. Peygamberimiz(sav) kısa zamanda büyük bir ordu hazırladı. Mek­ke’ye doğru yol aldı. Bu arada Ebû Süfyân bir yandan Müslümanlarla anlaşma­nın yollarını araştırıyor, bir yandan da İslam’a teslim olmayı içinden geçiriyor­du. Putların faydasızlığını artık iyice anlamıştı. “Ben kimlere arkadaş oluyo­rum, kimlerin yanında bulunuyorum? İslamiyet’in doğruluğu artık belli olmuş­tur.” diye derin derin düşünüyordu. Yine de müşrikler ondan ümitliydiler. Bir defa daha elçi olarak Re­sû­lul­lah’a gitmesini istediler. Başka çıkış yolu olmadığı için, kabul etmek zorunda kaldı ve Ebû Süfyân vakit geçirmeden yola koyuldu. Yanına bir-iki kişi daha almıştı.

Ebû Süfyân, İslamiyet’e ve Müslümanlara yaptığı sayısız düşmanlıklar sebe­biyle “yakalandığında öldürülecek olanlar”ın arasında bulunuyordu.

Peygambe­rimiz(sav), Mekke’ye yaklaştığında Ashâbına, “Göz kulak olunuz, muhakkak Ebû Süfyân’ı bulunuz!” buyurdu.

Öncü kuvvetler bir müddet sonra onu yolda yakaladılar. Öldürmek üzerey­ken Peygamberimiz(sav)in amcası Hz. Abbas yetişti. Terkisine alarak Re­sû­lul­lah(sav)’ın huzuruna getirdi. Peygamberimiz(sav) onları Müslüman olmaya davet etti. Ebû Süfyan’ın yanında bulunan iki kişi hemen Müslüman oldukları hâlde Ebû Süfyân biraz mühlet istedi. Re­sû­lul­lah(sav)da kabul etti.

Ebû Süfyân o geceyi düşünerek geçirdi. Sabahleyin ezan sesiyle uyandı. Hz. Abbas’la birlikte Re­sû­lul­lah(sav)’ın huzuruna çıktılar.[l]

Peygamberimiz abdest alıyor­du. Ebû Süfyân şaşırdı.

Hz. Abbas’a döndü ve “Ey Fadl’ın babası! Ben şimdiye kadar ne kisrada, ne de Rumların hükümdarında, kardeşinin oğlu kadar büyük saltanatlı­sını görmedim.” demekten kendisini alamadı.

Hz. Abbas ise şu cevabı verdi:

”Bu, saltanat değil, peygamberliktir. Zaten onun üzerine düşmelerinin sebebi budur. Yazıklar olsun sana! Ona iman et.” dedi.

Biraz sonra cemaatle namaz kılındı. Ebû Süfyân gördüklerinden bir hayli te­sir altında kalmıştı. Namazdan sonra Hz. Abbas’a sordu:

“Ey Abbas, Muhammed onlara bir şey emretse onlar o emri hemen yerine ge­tirirler mi?”

Hz. Abbas cevap verdi:

Evet. Vallahi onlara yemeyi içmeyi bırakmalarını da emretse bunu yapar­lar!” dedi.

Biraz sonra da tekrar Re­sû­lul­lah’(sav)ın huzuruna çıktılar.

Peygamberimiz, “Ya­zıklar olsun sana ey Ebû Süfyân! Allah’tan başka ilah bulunmadığını kabul etme zamanın hâlâ gelmedi mi? Yazıklar olsun sana! Ben size dünya ve ahiret saadeti getirecek bir din getirdim. Müslüman olun da selamete erin.” buyurdu.

Ebû Süfyân’ın kalbi İslamiyet’e iyice ısınmıştı. “Babam anam sana feda olsun! Yumuşak huylulukta, şerefte, akrabalık haklarını gözetmekte senden daha üs­tünü yoktur. Sanırım ki Allah’tan başka ilah olmasa gerek; çünkü Allah’tan baş­ka ilahlar olsaydı, elbette beni zararlardan korur ve bana faydası dokunurdu.” dedi.

Biraz sonra da Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu. Bu durum başta Peygamberimiz(sav) olmak üzere bütün Müslümanları çok sevindirdi.

Ebû Süfyân şair birisiydi. Güzel şiir söylerdi. Bir defasında Re­sû­lul­lah’(sav)ı kötüleme bahtsızlığında bulunmuştu. Şimdi hem onu hatırlıyor, hem de yıllardır Müslümanlara yaptığı düşmanlıkları düşünüyor, mahcubiyetinden başını kal­dırıp Re­sû­lul­lah’(sav)a bakamıyordu. Söylediği bir şiirle, geçmişte yaptığı hataların affedilmesini rica etti. Şimdiye kadar dalalet içerisinde olduğunu, ancak şimdi doğru yolu bulabildiğini itiraf etti.

Fakat İslamiyet, önceden yapılan bütün hataları affettirirdi. Peygamberimiz(sav) de kendisini affettiğini bildirdi.

Ayrıca kendisine bir de imtiyaz verdi. “Karşı çıkmayıp kendisinin evine sığınanlara” dokunulmayacağını bildirdi.

Ebû Süfyân (r.a.) bunu az buldu. Pey­gamberimiz(sav), “Kim Kâbe’ye sığınırsa ona da eman verilmiştir.” buyurdu. Ebû Süf­yân (r.a.), “Kâbe’nin ne genişliği var ki?!” dedi.

Peygamberimiz(sav), Mescid-i Haram’ı da dâhil etti. Hz. Ebû Süfyân bunu da az bul­du.

Bunun üzerine Peygamberimiz (sav), “Kim evine girer, kapısını kapatır oturursa, ona eman verilmiştir. Kim silahını elinden bırakırsa ona da eman veril­miştir.” buyurdu.

Ebû Süfyân (r.a.), “İşte bu geniştir.” diyerek sevincini izhar etti.

Bundan sonra da Peygamberimiz(sav), Hz. Abbas’tan, Ebû Süfyân’a İslam ordusunun geçişini seyrettirmesini istedi.

Mekke’ye iyice yaklaşılmıştı. Peygamberimiz(sav), Ebû Süfyân’ı önden göndere­rek Mekkelileri uyarmasını, kimlere eman verildiğini bildirmesini istedi.

Ebû Süfyân denileni yaptı. Hızla Mekke’ye girdi. Müşrikler telaş içindeydi­ler. Ne yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini bilemiyorlardı.

Ebû Süfyân’ın geldiğini görünce hemen etrafına toplandılar.

Ebû Süfyân, kan dökül­mesini istemiyordu. “Re­sû­lul­lah (sav), sizin karşı koyamayacağınız ve dayanama­yacağınız bir orduyla geliyor. Ben sizin görmediklerinizi ve hiç gör­meyeceğiniz şeyleri gördüm. Sayısız erler, atlar ve silahlar gördüm. Onlara kimsenin gücü yetmez.” dedi.

Sonra da kimlere eman verildiğini bildirdi. Ebû Süfyân’ın (r.a.) gayretleri sonunda Peygamberimiz (sav), Mekke’ye kan dök­meden girdi. Sadece Hz. Hâlid, karşı koydukları için birkaç kişiyi öldürmek zo­runda kalmıştı.

Birkaç gün sonrasıydı. Ebû Süfyân (r.a.), Mescid-i Haram’da oturuyordu. Peygamberimizin(sav) önde yürüdüğünü, Müslümanların onu takip ettiğini görünce içinden,

Yeniden asker toplayıp şununla çarpışsam mı, ne yapsam?!” diye ge­çirdi.

Peygamberimiz(sav) gelip baş ucuna dikildi ve omuzuna vurarak,

O zaman Allah seni yine hor ve hakir ederdi!” buyurdu.

Ebû Süfyân (r.a.) başını kaldırdı. Re­sû­lul­lah’ı (sav) görünce, “Şehadet ederim ki sen Re­sû­lul­lah’sın. İçimden geçirdiklerim hakkında tövbe istiğfar ediyor, af diliyorum!” dedi.

Ebû Süfyân (r.a.) bundan sonra artık İslam’ın kahraman bir mücahidi oldu. “Allah’ın ve Resûlünün arslanı” olarak isimlendirildi.

Onun Müslüman olarak ka­tıldığı ilk savaş Huneyn oldu. Bu savaşta, daha önceki hatalarını affettirmek için canla başla mücadele etti.

Bir ara Müslümanların Re­sû­lul­lah’(sav)ın etrafından dağıl­dığını gördü. Etrafında onu koruyan birkaç kişi kalmıştı. Bunlardan birisi de Ebû Süfyân’dı (r.a.). Atından inmiş, kılıcının kınını kırmış, düşmana kılıç sallı­yordu. Bunun manası, “ölünceye kadar Re­sû­lul­lah’ı korumak” demekti. Sonrasını kendisi şöyle anlatır:

Allah biliyor ki, o gün ben Re­sû­lul­lah(sav)’ın önünde ölmek istiyordum! O sırada Abbas, Re­sû­lul­lah(sav)’ın bindiği hayvanın gemini tutuyordu. Yüzümde miğfer oldu­ğu için Re­sû­lul­lah(sav) beni tanımamıştı. ‘Kim bu?’ diye sordu. Miğferimi kaldırdım. Hz. Abbas, ‘Yâ Re­sû­lal­lah, kardeşin ve amcanın oğlu Ebû Süfyân’dır. Ondan razı ol.’ dedi. Re­sû­lul­lah (sav), ‘Ondan razıyım. Allah onun bütün düşmanlık­larını bağışlasın.’ buyurdu. Ben hemen gittim, üzengideki ayağını öptüm. Bana döndü, ‘Evet, kardeşimdir.’ buyurdu.”

Başlangıçta dağılma alameti görüldüyse de sahabiler sonradan tekrar topar­landılar ve düşmanı bozguna uğrattılar. Böylece Huneyn Savaşı da Müslüman­ların zaferiyle neticelendi.

Ebû Süfyân (r.a.), Peygamberimiz(sav)le birlikte Tâif Seferi’ne de katıldı. Re­sû­lul­lah (sav), Mugîre bin Şu’be ile kendisini barış için Tâiflilere gönderdi. Fakat onlar barışa yanaşmadılar. Bunun üzerine bir müddet savaş oldu. Bu arada Ebû Süfyân (r.a.) gözünden vuruldu. Hemen Re­sû­lul­lah’a gitti ve “Yâ Re­sû­lal­lah, bu gözümü Allah yolunda kaybettim!” dedi. Peygamberimiz (sav), “İstersen dua edeyim, Cenâb-ı Hak gözü­nü sana iade etsin. İstersen karşılığında cenneti ver­sin.” buyurdu.

Ebû Süfyân (r.a.) böyle bir fırsatı yakalamışken değerlendirmek istiyordu. “Cenneti isterim, yâ Re­sû­lal­lah!” dedi.

Ebû Süfyân (r.a.), Müslüman olduktan sonra Re­sû­lul­lah(sav)’ın sevgisini ve rızası­nı kazanmıştı. Re­sû­lul­lah(sav) onun önceki yaptıklarının tamamını affetmiş, birkaç defa kendisine duada bulunmuştu.

Bir gün de Hz. Ali’yi çağırarak, Allah ve Resûlünün Ebû Süfyân’dan razı oldu­ğunu Müslümanlara bildirmesini emretti.

Hz. Ebû Süfyân, çok olmamakla beraber zaman zaman Re­sû­lul­lah(sav)’a sual sorar­dı.

Bir defasında “İhlas nedir, yâ Re­sû­lal­lah?” diye sordu.

Peygamberimiz(sav) şöy­le buyurdu:

Rabb’im Allah’tır, dedikten sonra, emrolunduğun gibi dosdoğru olmandır.

Ebû Süfyân (r.a.), Hicret’in 20. yılında hastalandı.Vefat edeceğini anla­mıştı. Aile efradına;

Benim için ağlamayın. Çünkü ben Müslüman olduktan sonra günah işlediği­mi hatırlamıyorum.” diye vasiyette bulundu. Onun cenaze namazını Hz. Ömer(ra) kıldırdı.

Allah onlardan razı olsun!

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar;

Kütübü Sitte

Diyanet İslam Ansiklopedisi

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

Amr bin As (R.A.) Kimdir? (?-664)

Amr İbnü’l As Kimdir?

Adı Amr, künyesi Ebu Abdullah veya Ebu Muhammed’dir. Mekke’de doğdu. Babası As, annesi Nâbiğa’dır. Amr’ın soyu Ka’b Bin Lüey’de Hz. Peygamber (s.a.s.)’le birleşir. Kureyş kabilesinin Sehmoğullarındandır.

Sözü dinlenen ve çevresini rahatlıkla etkisi altına alabilen atak bir kişiliğe sahip zekî, fedakâr, akıllı, bilgili siyasette dâhî, yiğit bir komutan. Risale-i Nur’da “dâhiye-i siyaset” olarak vasıflandırılan, Mısır’ın fatihi ve büyük bir devlet adamıdır.

Müslüman olmadan önce Mekke’nin ticaret ve siyaset hayatında önemli bir yeri vardı.

Sık sık ticaret kervanlarıyla dış memleketlere seyahatlerde bulunduğundan önemli dostluklar kurdu. Yakın dostu olanlardan birisi de Habeşistan’ın Hristiyan kralı Necaşi’dir. Bu dostluğundan ötürü, Mekke’li müşriklerin zulmünün tahammül sınırlarını aşmasından dolayı, adil Necaşi’nin memleketine sığınan Müslümanları geri almak için gönderilen heyete başkanlık yaptı. Ancak, Necaşi Müslümanları teslim etmeyince eli boş döndü.

Bedir Savaşına, Ebu Sufyan başkanlığındaki ticaret kervanı ile beraber olduğundan katılamadı. Uhud ve Hendek savaşlarında Mekke’li müşriklerin yanında yer aldı.

Amr’ın İslamiyet’i kabul etmesinde etkili olanlardan birisi dostu Necaşi’dir. Kendisine tabi bir gurupla Necaşi’ye sığınıp onun da desteğiyle Müslümanlara karşı mücadeleye devam niyetiyle Habeşistan’a gelen Amr, burada Peygamber Efendimizin (asm) elçisi Amr bin Ümeyye’yi görünce çok şaşırdı ve bilahare, elçinin kendilerine teslim edilip öldürülmesini isteyince, Necaşi’nin öfkelenmesine sebep oldu. Hükümdarı öfkelendirdiğinden ötürü büyük bir mahcubiyete düşerek özür diledi. Bunun üzerine Necaşi:

Musa’ya gelen Namusu Ekberin (Cebrail) kendisine geldiği bir zatın elçisini, öldürmek üzere sana vermemi istiyorsun, öyle mi? Yazıklar olsun sana ey Amr! Haydi sözümü tut da Ona tabi ol. Allah’a yemin ederim ki, O, gerçekten doğruluk üzerinedir. O, Musa bin İmran’ın (as) Firavun ve ordusuna galip geldiği gibi, kendisine karşı çıkanlara mutlaka galip gelecektir” dedi.

Amr, bu mübarek zatın huzurunda İslamiyet’i kabul ettiğini açıkladı ve bilahare Medine’ye giderek önceki günahlarının affı için Peygamber Efendimizden (asm) dua etmesini isteyip Müslüman olduğunu bildirdi.

Medine’ye Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimizin huzuruna geldiğinde iki Cihan Güneşi efendimiz onu görünce çok sevindi . Ashabına dönerek: “Mekke size ciğerpârelerini attı…” buyurdu kelime-i şehadet getirerek İslâm’la şereflendi.

Amr İbni Âs, Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimize, önceki yaptıkları günahların af edilip edilmeyeceğini sordu. Rasûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz de: “islâm öncekileri saymaz…” buyurdu.

İslamiyet’i kabul etmesiyle Mekke’li müşriklerin daha da zayıflamasına sebep olan, İslam tarihinde büyük başarılara imza atan, Amr İbni Âs (r.a.) biat ettikten sonra aklını, dehâsını, becerisini ve cesaretini İslâm’ın hizmetine verdi. Ömrünü hep savaş meydanlarında geçirdi. Fetih üstüne fetihler gerçekleştirdi.

Bir gün iki cihan Güneşi efendimize; “Yâ Rasûlallah! Bunca zaman İslâm’ın aleyhinde çalıştım. Bundan sonra İslâm’a girdigim belli ola…” dedi.

Efendimiz de: “Yakında, yakında..” buyurdu.

Amr İbni As (r.a.) Mekke fethine istirak etti. Huneyn’de bulundu. Suva ve Benî Hüzeyl kabilelerinin putlarını parçaladı.

Peygamber Efendimiz, Amr bin As’ın cesaret ve bilgisini yakinen bildiğinden, aralarında Hazreti Ebubekir (ra) ve Hazreti Ömer (ra) gibi büyük sahabelerin de bulunduğu bir akıncı birliğine kumandan tayin etti.

Bediüzzaman, Uhud Savaşı’nın kazanılmak üzere iken kaybedilmesinin hikmetlerinden bahsederken şöyle bir yaklaşım geliştirir: “Müşrikler içinde, o zamanda saffı Sahabede bulunan ekâbiri Sahabeye istikbalde mukabil gelecek Hazreti Hâlid gibi çok zatlar bulunduğundan, şanlı ve şerefli olan istikballeri nokta-i nazarında bütün bütün izzetlerini kırmamak için, hikmeti İlâhiye, hasenâtı istikbaliyelerinin bir mükâfâtı muaccelesi olarak mazide onlara vermiş, bütün bütün izzetlerini kırmamış. Demek mazideki Sahabeler, müstakbeldeki Sahabelere karşı mağlûp olmuşlartâ, o müstakbel Sahabeler, berki süyuf korkusuyla değil, belki bârikai hakikat şevkiyle İslâmiyete girsin ve o şehâmeti fıtriyeleri çok zillet çekmesin.

Umman’a, İslamiyet’i tebliğ etmek ve vergi toplamak üzere gönderdi. İslâm’ı tebliğ neticesinde Umman hükümdarı Müslüman oldu. Peygamber Efendimizin (asm) vefatına kadar tayin edildiği Umman valiliğini sürdürdü. Vefat haberi üzerine Medine’ye geri döndü.

Hazreti Ebubekir’in (ra) halifeliğini kabul edip, bağlılığını bildirdi. Bu dönemde Güneydoğu Filistin’e gönderilen askeri birliğe kumandanlık edip, buranın alınmasında büyük emeği oldu. Hazreti Ömer (ra) zamanında Filistin’in kesin bir şekilde fethini sağladı.

Mısır’ın fethedilmesi konusunda halifeye telkinde bulunarak, alınması gerektiğine ikna etti. Bizans ordusunu mağlup ettikten kısa bir süre sonra İskenderiye’yi teslim aldı ve Mısır’a hâkim oldu. Kendisi, Mısır fatihi olarak tarihe geçtiği gibi buranın valiliği de kendisine verildi. Hz. Ömer (r.a.) onun devlet idaresindeki kabiliyetini takdir ederek “Amr dünyada kaldıkça hep idareci olmalıdır” derdi.

Üstün idarecilik vasıflarına sahip olan Amr, daha önceleri kendi komutası altındaki İslam birliği arasında çıkan veba hastalığına karşı zamanında aldığı tedbirlerle, büyük bir felaketin önüne geçti. Mısır’da idari, iktisadi ve bayındırlık alanında çok önemli başarılara imza attı. Fustat şehrini kurdu. Burada kendi adıyla anılan bir cami yaptırdı. İlk defa bu camiye minare yaptırdı. Firavunların yaptırdığı eski kanalı yeniden açtırarak Nil nehri ile Kızıldeniz’i birbirine bağladı. Babilon ile Kulzüm limanlarını birbirine bağlayarak deniz taşımacılığına çok büyük katkıda bulundu.

Hazreti Osman (ra) zamanında da bir süre Mısır valiliğini sürdürdüyse de daha sonra azledildi. Bu durumdan rahatsızlığını gizlemedi. Diğer taraftan, Hazreti Osman, kendisinden istifade edip danışmaya devam etti. Hazreti Osman’ın vefatını duyduğunda son derece üzüldü.

Hazreti Ali’ye (ra) biat etmeyip halifeliğine karşı çıktı. Ancak, iç karışıklıklara dahil olmayıp ortalığın sakinleşmesini bekledi. Bu tavrını Cemel Savaşı sonrasına kadar devam ettirdi. Bu tarihten sonra halifelik konusunda Muaviye’den yana tavır aldı ve Emevi Saltanatının kurulmasında katkısı oldu. Sıffin Savaşı’nda Emevi Ordusunun tam mağlup olacağı sırada, mızrak uçlarına Kur’an sayfalarını taktırarak yenilgiyi önledi. Taraflar arasından seçilecek iki hakemle olayın barış yoluyla halledilmesini teklif etti. Hazreti Ali, Ebu Musa el Eşari’yi, Muaviye de Amr’ı hakem seçti.

Zeki bir siyasetçi olan Amr İbnü’l As’ın, Ebu Musa’ya hile ile Hazreti Ali’yi halifelikten azlettirip, daha sonra kendisinin de Muaviye’yi halife ilan ettiğine dair görüş yaygındır..

Muaviye’ye bağlı Mısır valisi olup vefatına kadar bu görevde kaldı. 40 küsur hadis-i serif rivayet etmiştir.

Haricilerin öldürülmelerine karar verdikleri üç kişiden biri olan Amr’ı, öldürmek üzere görevlendirilen Zazeveyh, sabah namazını kıldırmakla görevlendirilen Harice bin Huzafe’yi, Amr zannıyla öldürdü. Amr, rahatsızlığı sebebiyle sabah namazına gidemediğinden suikasttan kurtuldu. Bu olaydan üç yıl sonra (vefatı için hicri 47 yılı 48 yılı 51 yılı zikredilir) Ramazan Bayramı gecesi hasta yatağında yatmaktadır ve ağlıyordur oğlu Abdullah sorar;

-Niye ağlıyorsun? Ölümden ürktüğün için mi?

-Hayır der ölümden sonrasından korkarak ağlıyorum.

-Sen hayır üzerine yaşadın

-Ben idarecilik ve başka şeylerle iştigal ettim bunlar lehime mi oldu aleyhime mi bilmiyorum der ve tevbe istiğfar ederek, kelime-i tevhidi söyleyerek ruhunu teslim eder.

Cenab-ı Hak şefaatlerine nâil eylesin. Amin!

Soru:

Hakem Olayı Nedir? Sıffin savaşı sonrasında, Hakem Olayı’nda Hz. Amr bin As (ra) kararlaştırılan karara neden uymamıştır?

Cevap:

Hz. Amr (ra), o anda harb içinde olduklarını düşünerek “Harb hiledir” hadisine dayanmış olabilir. O dönemde, sahabeler arasında yaşanan fitneler içinde, iyi niyetle de olsa bazı kusurlar işlenmiş olması mümkündür.

Fakat ehl-i sünnet âlimleri, bu mevzuların üzerine lüzumsuz bir şekilde gitmenin yanlış ve zararlı olduğunu bildirmişlerdir. Bu ciheti izah eden Üstad Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası adlı eserinde şöyle demiştir:

Sahabelerin bir kısmı, o harblerde adalet-i izafiye ve nisbiye ve ruhsat-ı şer’iyeyi düşünüp tâbi’ olarak, Hazret-i Ali’nin (R.A.) takib ettiği adalet-i hakikiye ve azimet-i şer’iye ile beraber zâhidane, müstağniyane, muktesidane mesleğini terkedip muhalif tarafa bu içtihad neticesinde girdiklerini, hattâ İmam-ı Ali’nin (R.A.) kardeşi Ukayl ve “Hibr-ül Ümme” ünvanını alan Abdullah İbn-i Abbas dahi bir vakit muhalif tarafında bulunduklarından, hakikî Ehl-i Sünnet Velcemaat, “fitne kapılarını kapamak şeriatin güzelliklerindendir.” O bir düstur-u esasiye-i şer’iyeye binaen “O bir kandı. Allah bizlerin ellerini o kandan temiz kıldı. Biz de dillerimizi temizleyelim” diyerek o fitnelerin kapısını açmak, bahsetmek caiz görmüyorlar.

Çünkü itiraza müstehak birkaç tane varsa, tarafgirlik damarıyla büyük sahabelere, hatta muhalif tarafında bulunan Âl-i Beyt’in bir kısmına ve Talha ve Zübeyr (R.A.) gibi Aşere-i Mübeşşere’den büyük zâtlara itiraza başlar, zemm ve adavet meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı kapamak taraftarıdır.

Hattâ Ehl-i Sünnet’in ve İlm-i Kelâm’ın azim imamlarından meşhur Sa’deddin-i Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel’in ve tadlile cevaz vermesine mukabil, Seyyid Şerif-i Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet Velcemaat’in allâmeleri demişler: “Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler; fakat sekeratta imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat’î ve delil-i kat’î bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tövbe etmek ihtimali olduğundan, öyle hususî şahsa lanet edilmez. Belki umumî bir ünvan ile lanet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur.” diye Sa’deddin-i Taftazanî’ye mukabele etmişler.”

Karşı tarafın başında olan Muaviye (ra) ve Amr bin As (ra)’ın sahabe olduklarında bütün ehl-i sünnet müttefiktirler. Onların o meseledeki niyetlerini Üstad şöyle anlatır:

Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffîn’de, Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani: Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.”

Fetih Suresinin sonundaki sahabeleri öven ayetlerin sonunda onlara mağfiret vaat edilmesinin, sahabelerin istikbalde işleyecekleri bazı kusurların affedileceğine işaret ettiğini Üstad şöyle anlatır:

“(Mağfireten) kelimesiyle işaret ediyor ki: İstikbalde Sahabeler içinde fitneler vasıtasıyla mühim kusurlar olacak. Çünkü mağfiret, kusurun vukuuna delalet eder. Ve o zamanda Sahabeler nazarında en mühim matlub ve en yüksek ihsan, “mağfiret” olacak ve en büyük mükâfat ise; afv ile mücazat etmemektir. (Mağfireten) kelimesi, nasıl bu latif imayı gösteriyor. Öyle de Surenin başındaki (Taki Allah senin günahlarından geçmiş ve gelecek olanı senin için mağfiret etsin) cümlesiyle münasebetdardır. Surenin başı, hakikî günahlardan mağfiret değil; çünki ismet var, günah yok. Belki makam-ı nübüvvete lâyık bir mana ile Peygamber’e müjde-i mağfiret(tir) ve âhirinde Sahabelere mağfiret ile müjde etmekle, o îmaya bir letafet daha katar.

Netice olarak, bahsi geçen şahıslar sahabelik faziletinin çok azim sevabını kazanmış olduklarından, işledikleri kusurların da affedileceğine Kur’an işaret ettiğinden ve bütün ehl-i sünnet âlimleri bu konuda müttefik olduklarından bu konuların üzerine giderek kalbimize onların affa uğramış kusurları sebebiyle kötü duygular girmesine meydan vermememiz en doğru yoldur.

Derleyen :Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynak:

  • Kütübü Sitte
  • Risalei Nur

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız