Etiket arşivi: Mustafa Nutku

Devası bulunan ve bulunmayan hastalıklar

Halkımız arasında, bir hastalıkla karşılaşıldığında bazen söylenen “Hastalık da, sağlık da insanlar için..” sözü vardır. Bu sözün kaynağı belirtilmese de, onun doğruluğunun delili olan misallerin çokluğu o sözün reddine imkân vermez; çünkü tüm dünyada bulunan sağlıklı veya hastalıklı haldeki çok sayıda insan örnekleri “yok” sayılamaz. Tüm dünyadaki Sağlık Sektörleri de, insanların hastalıklarını önlemeye veya tedaviyle gidermeye çalışır.

* * *

Aylardır tüm dünyada daha ziyade “koronavirüs” olarak adından bahsedilen bir virüs cinsiyle alâkalı hastalık, ölüm veya şifa bulma hadiseleri ile ilgili bilgiler tüm dünya gündeminde ilk sıralarda yer almaktadır. Koronavirüs sebebiyle hasta olanlardan bazıları hiç tedavi olamadan, bazıları ise tedavilerine çalışıldığı halde ölmekte; bazıları da şifa bulmaktadır. Tüm dünyada sebeb olduğu ve olabileceği çeşitli hâller sebebiyle, bu hastalığın devasının bulunabilmesi için yoğun çalışmalar yapılmaktadır.

* * *

“O(nun sözleri, ilhamdan ve) vahiyle bildirilenden başkası değildir.”

(Necm Sûresi, 53/4)

“- Koronavirüs” veya “kovid-19” olarak adından bahsedilen bu virüsün sebeb olduğu hastalığın devası bulunabilecek midir?” sorusuna da, Peygamberimiz’in (asm) 14 asır önce verdiği cevap vardır:

“Şâfi-i Kerim Allah Teâla Hazretleri, her ne hastalık indirmişse onun devasını da indirmiştir.” [Ebu Dâvud ve Tirmizî’de şu ziyade var: “Tek bir hastalığın ilacı yoktur.” dedi. Kendisine: “O hangi hastalıktır?” diye soruldu da: “İhtiyarlık!” cevabını verdi.” [Buhârî, Tıbb 1, Ebu Dâvud, Tıbb 1, (3855); Tirmizî, Tıbb 2, (2039); İbnu Mâce, Tıbb 1, (3436).]

Bu Hadis-i Şerif’e göre, devası ve ilacı olmayan tek hastalık ihtiyarlıktır. 

* * *

Bu Hadis-i Şerif’le bahsedilen “ihtiyarlık hastalığının devasının ve ilacının olmayışının sebebi” bugünkü tıp bilgileriyle de izah edilmektedir. Prof.Dr.Cevat Babuna bu günkü tıp bilgileriyle, insan vücudunun hücrelerden meydana geldiği gerçeğinden hareketle, vücut hücrelerinin ihtiyarlayarak ölmelerine sebeb olan üç şeyden bahsetmektedir. Bu üç şeyden de sadece birincisinden korunabilmesine insanın iradesini iyi kullanabilmesinin sebeb olabileceğini; diğer ikisinden ise insanın bu şekilde korunamayacağını söylemekte ve bu üç şeyi isimlendirmek gerekirse birinin “karamelizasyon”, yani karamelleşme, ikincisinin “oksidan maddeler”, üçüncüsünün ise hücrelerin bölünmesinde yer alan “telomerlerin kısalması” olduğunu bildirmektedir.

* * *

Prof.Dr.Cevat Babuna’nın  bu konuda bildirdiklerinden, tıbbî bir makale yazar gibi geniş bir şekilde nakilde bulunmadan, sadece “telomerlerin kısalması” konusundakileri nakletmemiz maksadımıza yeterli olacaktır:

“İnsan vücudunda beyin hücreleriyle kalp hücreleri hariç, diğer bütün hücreler, hayat boyu 200 defa yenilenir. Bu yenilenme olayı şöyle olur: Evvela sarmal olarak hücrenin içerisinde kalıtım yükünü taşıyan DNA molekülleri zincirleri birbirlerinden ayrılır ve her molekülden onun eşi yeniden inşa edilir. Bu suretle bir molekülden bütün genetik özellikleri taşıyan iki molekül inşa edilmiş olur. Ancak bu DNA molekülleri, zincirlerinin uçlarındaki “telomer” denilen bir kısım vasıtasıyla birbirlerinden ayrılırlar ve her bölünme esnasında telomerlerin küçük bir kısmı koparak telomerler kısalır. Ard arda bu bölünmeler sonucunda telomerler iyice kısalarak, DNA zincirlerinin birbirlerinden ayrılmasında görev yapamaz hale gelirler ve bunun neticesinde de hücrelerin bölünmeleri durur. Hücreler bölünemeyince de, zamanla ihtiyarlayarak görevlerini yapamaz hale gelirler. Bu telomer olaylarında rol alan enzim maddesine de “telomeraz” adı verilir.

……………..

Hayatın en büyük gerçeğidir ölüm. Sadece insan için değil, bütün canlılar için ölümün mutlak olduğu Kur’an-I Kerîm’de açıkça buyruluyor. Peki ölüm bir mutlak son mu?

Vücudumuz, sahip olduğu bütün harika donanımlara rağmen, aslında ruh için alelade bir konaklama yeridir. Ruhumuz bu âlemde et, kemik, sinir vb.den oluşan biyolojik bir bedende, bir süre misafir olacaktır. Sonra?

Sonra bu bedeni terk ederek başka bir âlemde, bedende ama misafir olarak değil, kalıcı olarak bulunacaktır. Hem de sonsuza kadar. Bunu yine Kur’an-ı Kerîm bildirmektedir.

Ölüm mutlak son diye oturup ağlayacak değiliz elbette, zira bir faydası olmayacaktır. Peki ne yapacağız? Ölümü ve ölümden sonraki âhiret hayatını bildiren Kur’an-ı Kerîm bunun cevabını da veriyor bizlere; hayatımızı Kur’an-ı Kerîm’e gore düzenleyeceğiz.

”Her nefis ölümü tadacaktır, Ecirler (yaptıklarınızın karşılıkları) kıyamet günü tastamam verilecektir. (O gün) kim ateşten uzaklaştırılır da cennete konulursa, artık o muhakkak kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı, ancak aldatıcı bir meta’(geçici zevk ve faydalanma)dan ibarettir.” (Âl-i İmrân, 3/185)

“Her nefis ölümü tadacaktır. Bir imtihan olarak sizi hayır ile de şer ile de deniyoruz. (Sonunda) ancak bize döndürüleceksiniz” (1) (Enbiyâ, 21/35)

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.” (Ankebût, 21/57)

(Prof.Dr.Cevat Babuna, “Bilim’den İman’a”, babıali kültür yayıncılığı, İstanbul: 2001, s.88-91)

* * *

Allah, İslâm imanını taşıyan ve yaşayan doktorlarımızın sayısını arttırsın. Bizlere de “vâiz olarak kâfi olduğu” bildirilmiş ölümün vaizliğinden istifadeyle yaşayabilmeyi nasip etsin. Âmin.

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

(1)Hanginiz şükürde, sabırda ve salih amelde bulunacak veya isyan edecek diye. (İlgili âyetler için bkz. 2/157, 214; 18/7; 67/2; 29/2.)

Koronavirüs ve cemaatle namaz

16.06.2020’de yayınlanan “Koronavirüs ve namaz” başlıklı yazımda da bahsettiğim gibi, camilerde imamın arkasında cemaatle namaza katılanlar aralarında sosyal mesafeye uyarak ve camiye gelirken getirdikleri kendi seccadelerinde namaz kıldıklarından, burunları maskeyle örtülü olarak secdeye gitmelerini mazur gösterebilecek “gerçek zaruret” durumları yoktur; burunları maske ile örtülü olarak secdeye gitmek suretiyle namaz kılarlarsa namazın vâciplerinden birini terkettikleri için secde-i sehiv yapmaları icap eder.

Cemaatle kılınan namazlarda, imamların yaptıkları ve söyledikleri esastır ve namaz kıldırdığı cemaati de bağlar. Buna rağmen, bir imamın “gerçek bir zaruret” durumu olmadıkça, secdedeyken üzerini örtmüş olmaması gereken burnunun üstünü “belki sağlıklarına kastettiğim ve tehlikeye soktuğum iftirasıyla beni şikayet ederler” gibi yanlış bir vehim ve korku ile kapatarak o şekilde cemaate namaz kıldırması “hem kendisinin hem de namazlarını Allah’a arz ettiği cemaatinin vâcibi terk etmesi ve ettirmesi” olur. Maalesef bu hale koronavirüs salgını başladığından beri camilerimizde çok rastlanmakta; bu şekilde vâcibin terkiyle kılınan namazların sonunda secde-i sehiv yapıldığına ise rastlanmamaktadır.

Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (asm) tarafından buyrulduğu gibi, “İlmihalini bilmek kadın, erkek her Müslümana farzdır”. Diyanet İşleri Başkanlığının kendisi, şer zihniyetteki bazı kişilerin “koronavirüs bulaşması ihtimaline karşı maske kullanmak mecburiyetine aykırı beyanat ile, camilerde cemaatle namaz kılan cemaatlerin sağlıklarına kastettiği ve onların sağlıklarını tehlikeye soktuğu” şeklindeki muhtemel iftiralarına hedef olmamak için, “imamlar bu konuda doğru olanı bilir ve yapar; bizim bu konuda herhangi birşey söylememize lüzum yok” düşüncesiyle, ilmihalini bilen herkesin bilmesi gereken bu meseleden bahsetmiyor olabilir ve öyle hareket etmesi de doğrudur. Böyle bir durunda da, her Müslümanın bilmesi kendisi için farz olan ilmihalinin bu meselesine, “Diyanet İşleri Başkanı dikkatimizi çekmedi” düşüncesi ile, İslâm ilmihallerinde mevcut olan o meselenin imamlar tarafından “yok” sayılır gibi hareket edilmesi yanlıştır! İlmihalin herhangi bir konusuna Diyanet İşleri sosyal medyada veya yazılı basında dikkati çekmedi diye o konu ilmihalde “yok” sayılamaz! Bu gerçeği elbette, namaz kıldırdığı cemaatinden çok daha iyi olarak, o cemaatin namazlarını Allah’a arz eden imamlar bilmelidirler!

İmamlar koronavirüs salgını döneminde camilerimizin birinde cemaatle namaz kılınmasını gösteren yukarıdaki fotoğrafta da olduğu gibi, ya maskesiz veya sadece secdeye giderken maskelerinin burunlarını örten kısmını burunlarının altına çekmek suretiyle cemaate namaz kıldırmalıdırlar.

Kur’an’da muhtelif sûrelerdeki toplam 24 âyette “Namazın dosdoğru kılınması” emredilmektedir. O âyetlere uymakta, imamlar namaz kıldırdıkları cemaatten mutlaka daha fazla hassasiyet göstermelidirler! O âyetler şunlardır: Bakara: 83-110-177-277, Nisâ:103, Mâide: 55, Enfâl:3, Tevbe: 71, İbrahim:31, Hacc: 35-41-78, Nûr: 3, Ankebût: 45, Rûm: 31, Lokman: 17, Fâtır: 29-30, Şûra: 38, Mücadele: 13, Meâric: 34, Müzemmil: 20.

Mustafa NUTKU

Aile içinde iyiliği paylaşmak

Sosyoloji biliminde aile, “karı, koca ve çocuklardan meydana gelen, fıtrî bağlar üzerine kurulan küçük sosyal bir topluluk” şeklinde tarif edilmektedir. Aile en mühim okuldur. İnsanın aile içi eğitiminin o daha doğmadan, annesinin karnında bulunduğu sırada başladığı söylenmektedir.

Muhtelif aile tipleri vardır, fakat hepsi de “cemiyetin temel birimi olmak” gibi ortak bir vasfa sahiptir. “Aile cemiyetin temel birimi” ise, cemiyetin temel biriminin bozulmasının, cemiyetin tümünün de bozulması olacağı çok açık bir gerçektir.

Ailelerin bozulmasının, o ailelerin meydana getirdiği cemiyetlerin de bozulması sonucunu hâsıl edeceği, çok basit bir misalle şöyle de açıklanabilir: Bir şehirdeki her evin çöpünü evinin önüne koyması yasaklanmasa, herkes evinin çöpünü evinin önüne koysa ve o çöpler de o şehrin belediyesi tarafından gerekli ve yeterli şekilde muntazaman alınmasa, tüm şehir “çöplük” haline gelir.

Bu çok basit misal de, cemiyetin temel birimi olan ailelerin bozulmasının tüm cemiyetin de bozulmasına sebeb olacağını açıkça belirtir. 

*  * *

Maddeten bizden daha ileri seviyedeki bazı ülkelere nispeten üstün taraflarımızdan biri, onlardan daha sağlam aile yapısına sahip oluşumuzdur. Bunun kıymetini bilmeli, muhafazasına ve niteliğini daha da geliştirmeye çalışmalıyız.

Sosyal medyada nakledilen bir sözde: “Türklere galip gelebilmek için çok güç, çok masraflı ve çok büyük riskler taşıyan konvansiyonel silahlarla maddî savaşlar yapmanıza lüzum yoktur; onların aile yapısını bozmanız yeterli” denilmiş olmasını ciddî bir ikaz olarak değerlendirmeliyiz. Cemiyetimiz aleyhinde planlar yapanların, kendileri için çok güç, çok masraflı ve çok büyük riskler taşıyan konvansiyonel silahlarla maddî savaşlar yerine, “kuzu postuna bürünmüş kurtlar” gibi, adalet, insan hakları vb –reddedilemeyecek bazı kılıflara sokmağa çalışarak- cemiyetimizin temel birimi olan ailelerimizi tahribe çalışabileceklerine karşı uyanık olmalı ve buna fırsat vermemeliyiz.

Bilhassa, çok düşmanca bir planla, İslâm âleminin en mühim ülkesi olan Türkiye’nin en mühim şehri İstanbul’da önce Türkiye’nin yetkilisine imzalatılıp adına “İstanbul Sözleşmesi” denilmek suretiyle  Türkiye’den başlayarak tüm İslâm âleminde de aile müessesesine yapılmaya çalışılan sabotajın TBMM’de onaylanması ve ona dayalı olarak çıkarılan kanunlar aile yapımıza karşı çok büyük bir tehlike arz ettiğinden, ailelerin bozulmaması konusu ülkemizde daha da büyük bir ehemmiyete sahip bulunmaktadır.

“İstanbul Sözleşmesi”nden imzasını geri almak, TBMM’nin o sözleşmeyi onaylama kararının tekrir-i müzakere ile iptali ve o sözleşmeye dayalı olarak yürürlüğe konulmuş hukukî mevzuatın düzeltilmesi mevcut siyasî iktidarın vazifesidir. Vatandaşlarımız, bu konuda gereğinin yapılmasıyla ilgili taleplerini hem şahsen ve hem de üyesi oldukları STK’lar (Sivil Toplum Kuruluşları) vasıtasıyla siyasî iktidara, onun TBMM’deki milletvekillerine ısrarla tekrarlamalıdırlar. Fakat bununla kalmayarak, kendi aile yapılarının sağlam kalabilmesi için gereken bazı tedbirleri de uygulamalıdırlar.

 * * *

“- Bir insana yapılabilecek en büyük iyilik nedir?”

Bu, mühim bir sorudur ve cevabı titizlikle araştırılmalıdır. İnsanların bu soruya muhatap olunca, cevap verebilmekte ekseriya zorlandıkları; bazılarının da tam emin olamadıkları cevaplar verdikleri görülür.

“Bir insana iyilik yapmak” denilince ilk akla gelenler onun yiyecek, giyecek, tedavi, mesken gibi temel ihtiyaçlarını temin etmektir. Bunlar “iyilik” olmakla beraber, biraz daha derin düşünülecek olursa, “bir insana yapılabilecek en büyük iyiliğin ona hakikati söylemek” olduğu anlaşılabilir.

Çünkü insan ebed için yaratılmış olduğundan, ona ebedî hayatı verecek olan  Allah, onun içine “ebedî yaşamak arzusu”nu da koymaktadır. Meşhur bir sözde denildiği gibi, “Vermek istemeseydi, istemek de vermezdi”.  İnsanların büyük ekseriyeti, içlerine “ebedî yaşamak arzusu”nun kim tarafından ve niçin konulmuş olduğundan gafletleri sebebiyle, o arzularını bu dünyada gerçekleştirmenin yollarını ararlar! Halbuki “ebedî hayat”, insan için bu dünya hayatında gerçekleşmesi imkânsız boş bir hayal; âhirette ise, istemese bile mutlaka maruz kalacağı ve kaçınamayacağı bir âkibettir!

İnsan bu dünyada ölüme çare arayıp bulmak ve uygulamak için değil; âhirette zaten kaçınması imkânsız olarak yaşayacağı ölümsüz ebedî hayatının iyi şartlarda olabilmesi için çalışmalıdır. İnsanın âhiretteki ebedî hayatının şartları da, onun bu dünyada aklıyla ve iradesiyle imtihanının neticesinde ortaya çıkacaktır. İnsanda buna iman varsa; “bir insana yapılabilecek en büyük iyiliğin, onun ebedî hayatında saadetine vesile olabilecek hakikat derslerini vermek olduğunu” anlamakta ve kabul etmekte de güçlük çekmez.

Bazıları bu dünyada “hayatlarını yaşamak” sevdalarından bahsederler! Bu dünyada “hakikaten yaşamak”, yukarıda çok kısa olarak bahsedilen en mühim hakikatlerle yaşamaktır ve o yaşayışıyla ölüm sonrası ebedî hayatını “ebedî saadet”e dönüştürebilmenin sebeplerine tevessül etmeye çalışmaktır.

* * *

Ancak, bu bahsedilenler gibi en mühim hakikatleri insanlara söylemek de çok hassas bir konudur ve hassasiyetine riayet edilmezse, faydadan çok zarar getirebileceği haller de vardır. Bu mühim tebliğ, muhatapta meydana getireceği tesirin ne olabileceğini dikkate almadan yapılmamalıdır.

Çünkü “Her zaman def-i şer, celb-i nef’a râcihtir.” Yani her işte önce zarardan uzak kalmaya; daha sonra faydayı elde etmeye çalışılmalıdır. Tarz-ı beyan ve üslûpta hata edilip, “Ben hakikati söylüyorum.” denilerek, muhatabın enesine (benliğine) ve bazı menfi hissiyatına dokunulur ve tahrik edilirse, maksadın aksi bir netice ile muhatabın “hakka muhalefet ” damarı kabartılmış olabilirVefat etmek üzere olan birinin yanında yüksek sesle kelime-i tevhid veya kelime-i şehadet söylenirken, o kişinin bu tavsiyeye uymaması veya reddetmesi halindeki zararı çok büyük olacağı için, ona “Sen de söyle!” denilmemesi de bu sebeptendir,

Aynı sebepten, cemiyetimizin temeli olan ailelerimizin yapısını sağlamlaştırmak ve muhafaza etmek için ailelerimizde yapılacak “iyilik paylaşımları” da en mühim hakikatleri; usulüne uyarak, muhalefet hislerini tahrik etmeden ve İslâm’da tebliğ metotlarına uyarak  söylemek suretiyle yapılmalıdır. 

* * * 

En çok satılan kitapların, “yemek tarifi kitapları” ve kadınların da ev işleri arasında en çok sevdikleri işin “yemek yapmak” olduğu söylenilmektedir. Mesleği aşçılık olanlar, zaten yemek yapmayı ya onun kursuna giderek veya “usta-çırak eğitim sistemi” ile öğrenmişlerdir ve yemek kitabı alarak yemek yapmayı öğrenmek ihtiyacını pek duymazlar.

Yemek kitaplarını satın alanlar daha çok, aile içinde yemek yaparak aile fertlerine veya misafirlerine  paylaşılacak maddî gıdalar, lezzetler vermeğe çalışanlardır. Aile içinde maddî gıdalar ve lezzetler sunmak için sarf edilen zaman, enerji, gayret, dikkat ve itina, “ruhların açlığının giderilmesi ve onlara manevî lezzetlerin tattırılması” için “manevî gıdalar” sunabilmek mevzuunda da ihmal edilmemelidir. Ailelerinin fertlerini maddî gıdalarla doyurmak ve onlara damak zevkleri sunmak için gayretler, imkânlar ve kabiliyetlerle yapılanlar, onları yapanların aile fertlerine hizmetleri ve iyilikleridir. Ancak, bu iyilikler kâfi değildir.  Aile fertlerinin, imkânlarını ve kapasitelerini iyi kullanmak suretiyle;  ebedî saadetlerin yolunu açan çok mühim hakikatleri “manevî gıdalar” gibi hem bizzat almaya ve hem de aile fertleri arasında paylaşmaya çalışmaları gerekir. 

* * * 

Aile içinde “manevî iyiliği de paylaşmak” ile ilgili şöyle çok basit bir muhasebe yapılabilir:

– Akıllıca yaşayan insan, zararıyla faydasını ayırt ederek yaşayan değil midir?

– Ailemiz içindeki fertler olarak “manevî  iyiliği de paylaşırsak”, ne kaybederiz?

– Ailemiz içinde “manevî iyiliği de paylaşmazsak”, ne kazanırız?

– Kaybımız olmayacak; aksine kazancımız olacaksa, bizi bundan alıkoyan nedir?

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

Koronavirüs ve namaz

Ülkemizde 2020 Mart ayı ortasından itibaren uygulanan “koronavirüs salgınına karşı korunma tedbirleri” arasında 65 yaş ve üstü ile 25-12 yaş arasındakilere önce haftanın her günü, daha sonra da Pazar günündeki belli saatler haricinde haftanın diğer günleri sokağa çıkma yasağı konulmuştu. Yasaklı olmayan diğer vatandaşlar ise  “maske takmak”, “sosyal mesafeye uymak” suretiyle sokağa çıkabiliyor ve bu şartlara uyarak ihtiyaçlarıyla ilgili yerlere girebiliyorlardı.

“Maske takmak”, “sosyal mesafeye uymak”, tedbirlerine uyulması şartıyla, camilerimizde de günde beş vakit yerine sadece öğlen ve ikindi namazlarında cemaatle namazların farzları kılınabiliyor; o namazların sünnetlerinin camide kılınması yerine evlerde veya diğer mekânlarda kılınması, camilerin abdest alma yerleri ve WC’leri de kapalı tutularak “camiye abdestli olarak gelinmesi” konularıyla ilgili bazı tavsiye ve yasaklar da duyuruluyordu.

Koronavirüs salgınını ülkemizde kontrol altına almakla ilgili o tavsiyelerin ve yasakların 65 yaş ve üstü ile 25-12 yaş arasındakilerle ilgili bazıları ülkemizde 10 Haziran 2020 tarihinden itibaren kaldırılarak, o yaşlardakilere de haftanın her günü 10:00-20:00 saatleri arasında; maske takmak ve sosyal mesafeye uymak şartıyla sokağa çıkabilmek izni verildi. Bu salgını kontrol ile ilgili bilim kurulunun üyelerinden biri ise, koronavirüs salgınına karşı uyulması mecbur edilen bu tedbirlerin ve yasakların 2020 yılı sonuna kadar devam edebileceğini 14 Haziran 2020’de duyurdu!

* * *

Din bilgisini arayıp (İlmihalini) öğrenmek, Allah’ın kesin emridir; her Müslüman kadın ve erkeğin üzerine farzdır. Koronavirüs salgınından önce, “müekked sünnet” olduğu için,  namazlarını camide cemaatle kılmaya çalışan erkek Müslümanların,  korona virüs salgınına karşı alınan tedbir ve yasaklara da uymaya çalışarak -seccadeleri ile birlikte- camiye gidip cemaatle namaza iştirak ederken, camiye getirdikleri kendi seccadelerine bile –gerekmediği halde– burunlarını örten maske ile secdeye gittiklerine çok rastlanmaktadır.  

Halbuki, İlmihal kitaplarında yazılı olduğu gibi, burnun da (üzeri örtülü olmadan cildinin temasıyla) secde mahalline değdirilmesi gerekir ve bu, namazın vâciplerindendir. Namaz içindeyken, sehven (yanlışlıkla) bunun yapılamamış olduğu fark edilirse, kâde-i âhirede (namazın son rekatındaki Ettehiyyatüyü okumayı bitirinceye kadar) oturduktan sonra “sehiv secdesi” yapılması icabettiği, İLMİHAL kitaplarında yazılı bulunmaktadır.

Ömer Nasuhi Bilmen’in “BÜYÜK İSLÂM İLMİHALİ”nin 15. maddesinde bu mevzuda şöyle denilmektedir: “Namazda secde için alın yere konulduğu halde burun yere konmasa , secde yine caiz olur; fakat böyle bir secde, özür bulunmayınca mekruhtur.” (kendi seccadesine secde edilirken, burnun örtülü olması mevzuunda “özürün varlığından” bahsedilemez).   

Türkiye Diyanet Vakfı’nın 323. yayını olan “İLMİHAL”de ise (İLMİHAL -1, İMAN ve İBADETLER, s.249) “NAMAZIN VÂCİPLERİ” başlığı altında bu mevzuda şunlar yazılı bulunmaktadır: “Namazın vâciplerinden herhangi birinin terk edilmesi namazı bozmaz. Namazın vâciplerinden biri bilerek terk edildiği zaman, namazı yeniden kılmak (iade); bilmeyerek (sehven) terk edildiği zaman ise sehiv secdesi yapmak lâzım gelir. Sehiv secdesi yapılmadığı zaman ise, eksikliğin verdiği kerahete rağmen namaz borcu düşmüş olur.”

* * *

Fıkıh âlimi, Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi veya Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilâtı mensuplarından biri vb olmadığım halde böyle bir yazı yazmamın gerekçesi, koronavirüs salgını esnasında iştirak ettiğim Cuma namazı ve vakit namazlarında kendi seccadesine secde ederek bu namazlara iştirak edenlerden gözüme ilişen herkesin maskeyle burunları örtülü halde namaz kılmakta olmalarından duyduğum üzüntü ve koronavirüs maskesi ile camilerde cemaate iştirakimizin de 2020 yılı sonuna kadar devam edebileceğinden bahseden Bilim Kurulu Üyesinin 14 Haziran 2020 tarihindeki sözleri olmaktadır.

Ben camide cemaatle namaza iştirakim esnasında secdelere giderken maskemi üst kısmından tutarak burnumun üstünden hafifçe aşağı çekiyor; secdelerden kalkarken de tersini yaparak, burnumu tekrar maskem ile kapatıyordum. Bu yaptıklarım, namazın ayni rüknünde sadece birer defa yapılan “namaz dışı hareketler” olduğundan (ayni rükünde 3 defa “namaz dışı hareket” yapılırsa, bu “amel-i kesîr” sayılır ve namaz bozulur) hem namazım bozulmuş olmuyor, hem de namazın vâciplerinden birini geçerli bir mazeretim olmadan terk etmiş olmuyordum.

Fıkıh âlimi, Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi, Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilâtı mensuplarından biri vb olmadığım halde böyle bir yazı yazmamın “üstüme düşen bir vazife olmadığına” değil; mevcut durumda ve bilhassa bu durum (konuyla ilgili bir Bilim Kurulu üyesinin beyanındaki gibi) eğer 2020 yılının  sonuna kadar da devam edecekse, “mutlaka üstüme düşen bir vazife olduğu”na eminim.

Mustafa NUTKU

‘İslâmî’ ne demek?

Osmanlıca-Türkçe lügatta ‘islâmî’ kelimesinin manâsı olarak şu yazılıdır: “islâmî: (a.s.) 1-İslâm dinine mensub, islâm’la alâkalı, islâm’a ait. 2-İslâm’a uygun.”

Bu kelimenin Osmanlıca-Türkçe lügattaki manâsını bu yazının ilk cümlesi olarak niçin verdiğimizi bu yazıyı okuyanlar arasında merak edenler olabilir. 2/06/2020 Salı günü saat 15:15’de RisaleHaber sitesinde “Prof. Colin Turner: ‘İslâmî’ yiyecek, giyinme, sanat, mimari, bilim, müzik yoktur” başlığı ve “Müslüman akademisyen Prof. Dr. Colin Turner, bir çok kavramın önüne “İslami” kelimesinin getirilmesine karşı çıktı.” alt başlığı ile yayına konulmuş olan İngilizce’den tercüme edilmiş yazıda Prof. Dr. Colin Turner’in bu konudaki sözleri naklediliyor ve o yazının altında da Prof. Dr. Colin Turner’in o sözlerini reddeden yorumlar yer alıyordu.

Prof.Dr. Colin Turner, şimdiye kadar İslâm aleyhinde en fazla faaliyetlerde bulunmuş devlet olan İngiltere’nin vatandaşlarından biri ve aslen de İngiliz olmasına rağmen, yıllarca önce hem İslâm dinini kabul ederek hem de Risale-i Nur talebesi olarak İslâmî faaliyetlerde bulunmuştu. İngiltere’de kendisiyle ayni şehirde ‘geçici görevli’ olarak bulunmuş bir arkadaşım, orada İngilizce Risale-i Nur derslerine onun da katıldığından bana bahsetmişti. Kendisiyle şahsen tanışmıyor; muhaberede bulunmuyor, sadece Risale-i Nur’la İslâm’a hizmet faaliyetleri ile ilgili olarak İstanbul’a geldiğinde onu uzaktan görüyordum.

Önce RisaleHaber sitesinde onun ‘İslâmî’ kelimesiyle ilgili sözlerinden bahseden o yazının, Prof.Dr. Colin Turner’in “aynen kendi sözleri” değil; “onun bu konudaki İngilizce sözlerinin tercümesi” olduğunu, bu sebeple onun kendisinin orijinal sözlerinin manâ derinliğini ne derecede aksettirebildiğinin bilinmediğini belirtmekle o konuda söylenebileceklere giriş yapılmalıdır. İkinci olarak da, Hz.Mevlanâ’nın “Sen ne dersen de, aslında söylediklerin, muhatabının anladıklarıdır” sözüne uyarak, muhatabın/muhatapların yanlış anlamalarını -bilhassa çok kişiye hitap ederken- önlemeye çok dikkat ederek beyanda bulunmaya çalışılmasının önemine dikkat çekilmelidir.

“İslâmî” kelimesi, bu yazının ilk cümleleri olarak verilmiş Osmanlıca-Türkçe lügattaki manâsında belirtildiği gibi  “İslâm’a uygun ” manâsında da olduğuna göre, ‘İslâmî yiyecek’, ‘İslâmî giyinme’, ‘İslâmî tarih’, ‘İslâmî san’at’, ‘İslâmî mimari’, ‘İslâmî bilim’ ve ‘İslâmî müzik’ de -Prof.Dr. Colin Turner’e atfedilmiş o sözlerin aksine– olabilir.

Meselâ: İslâm’da helal ve tayyip (temiz) olan yiyeceklerin yenilmesi emredildiğinden, böyle yiyecekler “İslâmîdir”; yani İslâm’a uygundur”. Giyinmede şer’î tesettüre uymak, İslâm’a aykırı olmadığı için “İslâmî”dir. İslâm’ın yasaklamadığı mahiyetteki resim, heykel, şiir, mimarî, bilim, müzik için de “İslâmî” sıfatının “İslâm’a aykırılığı yok, İslâm’a uygun” manâsında kullanılmasına İslâm dininde mâni yoktur; bunlar için de “İslâmî” sıfatlandırılması yapılabilir.

Prof. Dr. Colin Turner’in o sözlerinin bilhassa son kısmındaki,  Kur’an’da “âlemlere rahmet olarak gönderildiği” açıkça bildirilen Peygamberimiz’in (asm) ismiyle ilgili çok farklı ve onu –Hâşâ- hafife alıcı çağrışımlara sebeb olabilecek cümleler de, maalesef o cümleleri okuyan Müslümanlar tarafından müsamaha ile karşılanmamış ve onları üzmüştür.

Peygamberimiz (asm) “Dostlarınıza acı gelse bile, gerçeği söylemekten çekinmeyiniz” buyurmuştur. Bediüzzaman’ın âyet ve hadislere dayalı olarak Risale-i Nur eserlerinde yer vermiş olduğu sözlerinden biri olarak “Hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmez” sözü ve muhtemelen o hadisten mülhem olarak dilimize girmiş “Dost acı söyler” atasözümüz de vardır.

Prof. Dr. Colin Turner’in kendisinin de yıllardır Risale-i Nur talebesi olması sebebiyle mutlaka bildiği, Risale-i Nur eserlerinden İşârâtü’l-İ’câz’da Fatiha Sûresinin tefsirini yaparken Bediüzzaman, o sûrenin 6. âyetindeki “ihdinâ” (Bize hidâyet et) kelimesiyle alâkalı açıklamasının sonunda bir ihtarda bulunmaktadır:

İhtar: En büyük hidâyet, hicâbın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir.”  Bu çok mühim ihtardan sonra da,  Kur’an harfleriyle o mevzudaki meşhur duayı nakletmektedir.

Biz de, Peygamberimiz’in (asm) yukarıda bahsettiğimiz vb hadislerine, Bediüzzaman’ın yukarıda bahsettiğimiz vb sözlerine ve Fatiha Sûresinin 6. âyetindeki “ihdinâ” kelimesi ile ilgili İhtar’a uymuş olmak için bunları yazmış bulunmaktayız.

Prof. Dr. Mustafa NUTKU