Etiket arşivi: Mustafa Nutku

Enfiye hakkında yanlış bilinen doğrular

Mustafa NUTKU

Trabzon’da görevliyken, açmış olduğum bir davanın duruşmasına katılmam için birkaç ayda bir Trabzon’dan İnebolu’ya gitmem gerekiyordu ve ancak Ankara, Kastamonu otobüsleriyle aktarmalarla İnebolu’ya gidebiliyordum. Bediüzzaman’ın en yakın talebelerinden, mühim ve âlim bir zat olan Mehmet Feyzi Efendi Kastamonu’da hayattaydı. Kastamonu’dan İnebolu’ya gidecek otobüsün hareket saatine kadar onu da ziyaret edebileceğimi düşünüyordum; fakat kendisinin ikamet adresini bilmiyordum. İstanbul’da bulunduğum bir sırada Mustafa Sungur A.’ye Kastamonu’daki Mehmet Feyzi Efendi’yi nasıl ziyaret edebileceğimi sormuştum. Mustafa Sungur A. biraz düşünmüştü ve sonra “Kastamonu’da Tesbih imalatçısı Ahmet Efendi sana bu hususta yardımcı olur” demişti ve ona nasıl ulaşabileceğimi bildirmişti.

Otobüsle İnebolu’ya tekrar giderken uğramağa mecbur olduğum Kastamonu’da “Tesbih imalatçısı Ahmet Efendi’yi kuka tesbihleri yaptığı imalathanesinde bulmuştum ve ona talebimi bildirmiştim. Talebime karşılık o: “Ben takip altındayım, polisler ikimizi birlikte bir yere giderken görseler, Mehmet Feyzi Efendi’ye ziyaretçi götürdüğümü anlarlar; Mehmet Feyzi Efendi de bundan rahatsız olur, adresini sana tarif edeyim, sen yalnız git” demişti fakat sokak ismi, kapı no. gibi bilgiler vermeden bana adres tarifi yapmıştı.

Onun açık adres vermeden tarifiyle Mehmet Feyzi Efendi’yi ziyaret için ikametgâhını çok aradıysam da bulamamıştım. İnebolu’ya gidecek otobüsün hareket saati de yaklaşmıştı; üzüntüyle “Demek onu ziyaret nasip değilmiş” diye düşünerek. İnebolu otobüsünün kalkış yerine doğru gitmek üzereyken, “Son olarak bir de şu sokakta o adresi arayayım” diyerek girdiğim sokakta nihayet aradığım adresi bulmuştum.

Tek katlı, bahçeli o evin bahçe kapısında “Ziyaretçi kabul edemiyorum …” şeklinde, kendisini takip eden polislere karşı olduğunu tahmin ettiğim, savunma mahiyetinde bir tabela vardı. O tabelaya rağmen girdiğim bahçe kapısından sonra, hiçbir engelle karşılaşmadan Mehmed Feyzi Efendi’nin yanına götürülmüştüm ve  bana hemen çay da ikram edilmişti. Mehmet Feyzi Efendi çok vakûr ve heybetli bir âlim görünüşüyle yatağında oturuyordu ve yerde oturan birkaç ziyaretçisine ilmî bir konuyu anlatıyordu. Onun bir ara enfiye kullanıp ardından hapşırması ve ardından “Elhamdülillah” demesi de dikkatimi çekmişti.

* * *

Enfiye hakkında dinî olmayan kaynaklarda kısmen doğru olmakla beraber, yanlışı da çok olan bazı bilgiler yer almaktadır. Hattâ halkımıza İslâmı doğru yaşamalarında “dinî kaynak” olması için 2005 yılında Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yayınlanmış olan “İLMİHAL II, İSLÂM ve TOPLUM”un “Haramlar ve Helaller” ile ilgili Ondördüncü Bölümünde sigaranın helal veya haram oluşundan 2,5 sayfaya yakın şekilde, zarar, israf ve nafaka yükümlülüğü bakımlarından bahsedildikten sonra, 68. sayfasının son satırında “Nargile ve enfiye gibi alışkanlıklar da bu çerçevede değerlendirilmelidir” denilmekle hatâ edilmiştir.

Enfiye de tütünden yapılır; fakat enfiyede tütün, sigara ve nargiledeki gibi yakılarak sağlığa zararlı çok çeşitli kimyasal maddeler ihtiva eden dumanındaki gazların teneffüs yoluyla akciğerlerdeki bronşlardan dolaşım sistemimize ithal edilmesine sebeb olacak şekilde kullanılmaz. Onun tam aksine; enfiye, sebeb olduğu hapşırmayla, sağlığa zararlı çeşitli gazlar çıkaracak şekilde hiç yakılmamış olan toz halindeki tütünün ve onun burun zarındaki uyarıcı etkisi neticesi teneffüs yollarındaki çok sayıdaki zararlıların vücuttan ihracına ve mühim hayatî faydaların elde edilmesine vesile olur.

Nargile de, sigara kullanımındaki gibi, tütünün yanma ürünü olan dumanındaki sağlığa çok zararlı gazların teneffüsle akciğerlerdeki bronşlardan vücudun dolaşım sistemine ithal vasıtası olduğundan, sigara gibi ve hattâ ondan da daha zararlıdır. Enfiye için ise öyle bir durum yoktur. Enfiyede ince toz halindeki tütün buruna çekilmektedir; tütün, zehirli gazlar ihtiva eden dumanlar çıkaracak şekilde yakılmadığından, sigara ve nargilede olduğu gibi tütünün yakılmasından çıkan zehirli dumanları akciğerlerden bronşlar vasıtasıyla kana geçerek sağlık aleyhinde çeşitli zararlara sebep olmamaktadır. O İlmihali hazırlayan İslâm hukuku profesörlerimizin, enfiye alışkanlığını helalliği ve haramlığı açısından sigaraya benzetmeleri “kıyâs ma’a’l-fârık”(asıl ile fer arasında illet benzerliği bulunmaksızın yapılan kıyas) olmuştur.

Bunu tıp otoriteleri de bildirmekle beraber,  en mühim delil de Peygamberimiz’in (asm)  hadisidir:

“Allah hapşırmayı sever, esnemeden hoşlanmaz. Öyleyse sizden biri hapşırır ve Allah’a hamdederse, bunu işiten her Müslüman üzerine, ‘yerhamukâllah’ demesi hak (bir vazife) dir. Ancak esnemeye gelince, işte bu, şeytandandır. Biriniz namazda esneyecek olursa, imkân nisbetinde kendini tutsun ve ‘hah’ diye ses çıkarmasın. Zira bu, şeytandandır, şeytan kendisine gülüyor demektir.” [Buhârî, Edeb 125, 128, Bed’ül-Halk 11; Müslim, Zühd 56, (2994); Ebû Dâvud, Edeb 97, (5028); Tirmizî, Salât 273, (370), Edeb 7, (2747, 2748)].

* * *

Uzman doktorlarımızın enfiyenin faydalarına dair söylediklerinden iki misâl ise şöyledir:

“Koruyucu Hekimlikte Önemli Bir Doğal Tıp Yöntemi: Enfiye

“Enfiye” olarak bilinen bitkisel tozların buruna çekilerek hapşırma refleksinin uyarılmasıyla ‘Hapşırma’, üst ve alt solunum yollarının en önemli savunma mekanizmalarından biridir. Hapşırırken verilen havanın ve içindeki partiküllerin çıkış hızı yaklaşık 140 km/saattir. Dolayısıyla, fizik kanunları gereği hapşırdığımız zaman ‘geri tepme prensibiyle’ bakınız neler olur:

-Beyin damarları genişler.
-Gözyaşı ve sinüs kanalları açılır.
-Kalp damarları genişler.
-Akciğerlerde normal solunumla atamadığımız rezidüel (ölü) hava dışarı atılır.
-Kalbin diyastol (gevşeme) sonu dinlenme süresi artar. Bir anlamda kalp milisaniyeler düzeyinde durur ve tekrar çalışmaya başlar. Muhtemelen hapşıran birine “çok yaşa” denmesinin nedeni de budur.

Kanaatimiz odur ki; Türk toplumunda geçmişte Alzheimer hastalığı, erken bunama, senil demans, Parkinson hastalığı gibi nörolojik hastalıkların bugüne göre çok daha az görülmesinin nedeni, enfiyenin yaygın biçimde kullanılıyor olmasıdır ve biz düzenli enfiye kullanımının artan kalp-damar hastalıkları açısından da koruyucu bir etkisi olduğunu düşünüyoruz.”

 Hapşırık Kalbe İyi Geliyor!”

“Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Hüseyin Telli, vücudun doğal refleksi olan hapşırık sırasında ağızdan çıkan havanın hızının çok yüksek olduğunu söyledi. Bu hızın vücutta oluşan yüksek basınçtan kaynaklandığını belirten Telli, ‘Hapşırırken karın bölgesi ve beyin ağırlıklı olmak üzere vücutta büyük bir basınç ortaya çıkar. Bu basınç nedeniyle kalp damarlarına yoğun kan gider’ dedi.

Bazı riskler taşısa da kalp damarlarına kan gitmesini sağlayan hapşırığın kalp için faydalı olduğunu vurgulayan Telli, ‘Basınç nedeniyle bayılmalar, hatta hapşırığın tutulması durumunda çok ciddi sorunlar ortaya çıkabilir. Ancak biz kalp uzmanları, sağlıklı kalp için hapşırığı severiz. Tansiyon hastalığı ve bayılma tehlikesi olmayan kişiler, hapşırıkla sağlıklı bir kalbe sahip olabilirler’ diye konuştu.(Uzm.Dr. Suat ARUSAN)”

Mustafa NUTKU

“Tesbîh” kelimesi hakkında

Mustafa NUTKU

Ülkemizde halk dilinde “tesbîh” denilince,  onun “genel manâsıyla” 33 tane tahta, plastik veya bazı taşlardan boncukların “imame”adı verilen baş kısmı ile birlikte bir ipe dizili olduğu nesne akla gelir. Halk dilinde “genel manâdaki bu tesbîhi” namaz sonunda vd zamanlardaki zikir için kullanan kadın ve erkeklerden başka, namaz kılmayan bazı erkekler de başka amaç için kullanır; fakat namaz kılanların daha ziyade kullandığı tesbîh, boncukları sadece 33 tanelik değil: 33 tanelik 3 kısım halinde 99 tanelik olan tesbîhtir. Onlar her namazdan sonra bu tesbîhle, kıldıkları “namazın çekirdekleri” hükmünde olan 33 defa Subhanallah, 33 defa Elhamdülillah ve 33 defa da Allahüekber “zikrini” ve ardından da “namaz duasını” yaparlar.. O zikirlerin her birinin 33 aded olması çok mühimdir ve “içinde büyük manevî servet” olan bir kasanın şifresi gibidir.

Ülkemizde “tesbîh”in, belli sayıdaki (33 veya 99 sayıda)  boncuğun dizilmiş hâlinin, sadece “dinî mahiyet” taşımadığı, dinini yaşamaya çalışanlara baskıların  ve zulümlerin yapıldığı yakın geçmişteki gazete haberleri de misal teşkil etmektedir. İslâm dinine ve onu yaşamak isteyen Müslümanlara muhalefetin yoğun olduğu o dönemde Ankara’da bir eve yapılan baskında, Müslümanların okudukları dinî kitaplardan, namaz kılarken başlarına koydukları takkelerden, sarıklardan ve cüppelerden  -sanki onlar “suç delilleriymiş gibi”- bahsedilirken, onların  yanında büyük bir ihtimalle bulunmakta olan tesbîhlerden ise o manâda hiç bahsedilmediği, bir gazete haberinde de açıkça görülmektedir.

Ülkemizde namaz kılmayanların da, streslerini gidermeye çalışmak, “el meşgalesi” veya başka bir dünyevî amaçla edindiği ve kullandığı o tesbîhlerden başka, aslında “tesbîh” kelimesinin İslâm dininde çok mühim bir dinî manâsı vardır.

Osmanlıca-Türkçe lügatta “tesbîh”  kelimesinin aslının Arapça,  isim ve “sebh” kelimesiyle ilgili olduğundan bahsedilerek, onun manâsı şu şekilde verilmektedir: “1- Allah’ı bütün kusur ve noksan sıfatlardan uzak tutmak, Subhânallah demek, Cenab-ı Hakkı (c.c.) şanına lâyık ifadelerle anmak, Allah’a söz, iş, davranış ve kalble içten ibadet etmek. 2- Her namazın sonunda otuz üçer defa Sübhânallah, Elhamdülillah, Allahüekber demek.”

Tesbîh”in lügattaki bu manâsı da, onun ehemmiyetine çok kısa olarak dikkati çekmektedir.. 

Her namazın sonunda, otuz üçer  defa Sübhânallah, Elhamdülillah, Allahüekber denilmesi, bu üç mühim zikir kelimesinin namazın hülâsası ve manâsının tamamlayıcıları olmaları sebebiyledir. O üç mühim zikirden ilki olan  “Sübhânallah”, kelime yapısı olarak da  “tesbîh” kelimesi ile ilgilidir ve “Allah’ı bütün kusur ve noksan sıfatlardan uzak tutmak. Cenab-ı Hakkı şanına lâyık ifadelerle anmak. Allah’a söz, iş, davranış ve kalple içten ibadet etmek” demektir.

 “Tesbîh” kelimesinin bu asıl manâsının ehemmiyetinin büyüklüğüne, Kur’an-ı Kerîm’in İsrâ Sûresinin 17/44. âyetinde mealen şöyle dikkat çekilmektedir: 

Yedi gökle yer ve bunlarda bulunan her şey O’nu tesbîh eder. Ve O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat (siz) onların tesbîhlerini anlamazsınız. Şüphesiz ki, O Halîm(azapta hiç acele etmeyen)dir, Gafûr(çok bağışlayan)dur.” 

“Tesbîh” kelimesinin, dinimizdeki bu  çok mühim manâsının ehemmiyeti iyi anlaşılmaya ve o anlayışla yaşanmaya çalışılmalıdır. 

            ***

Risale-i Nur Külliyâtının Osmanlıca el yazısıyla telifinin başlamış olduğu yer olan Barla’ya ilk gittiğimde, Bediüzzaman’ı hayatta ve Barla’dayken onu tanıyanlardan bir Barla’lı, Bediüzzaman’ın, ikamet ettiği evin yanındaki çınar ağacının önünde, Bediüzzaman’ın o çınarın evinin penceresinin hizasındaki  kısmının dalları arasında bir yere tesbit ettirdiği tahta platforma her gece çıkarak seccadesini serip, sabaha kadar yüksek ve çok dokunaklı bir sesle zikrettiğini; yüzlerce küçük kuşun da o çınar ağacına konup kendi sesleriyle Bediüzzaman’ın zikrine iştirak ettiğini bana söylemişti ve ardından da,

“- Biz, hocaefendinin kıymetini o zaman bilemedik..” 

sözlerini, o günleri hatırlarken hüzünle ve pişmanlıkla ilave etmekten de kendini alamamıştı.

Bediüzzaman, Barla’daki evinde, Çamdağı’nda ve hayatını geçirdiği diğer yerlerde her gece sabahlara kadar zikrederken, Allah’ın bütün mahlûkatının tesbîhlerini de Allah’a arz eden hakikî bir “halife-i arz” hüviyetini de ortaya koyuyordu. O, İsrâ Sûresi’ndeki, bütün mahlûkat âleminin Allah’ı tesbîh ettiğinden bahseden 17/44. âyetin, Risale-i Nur eserlerinin telifinde kendisine büyük ışık tuttuğunu ve ilham kaynağı olduğunu söylemişti ve Risale-i Nur eserlerinin telifinde her bahsin başında besmeleden sonra ekseriya bu âyeti de zikretmişti. Risale-i Nur eserlerinin değişik yerlerinde, besmeleden sonra tam 139 defa da bu âyetin tekrarlandığı görülmektedir.

***

İsrâ Sûresi’nin 17/44. âyetinde bahsedildiği gibi, bütün mahlûkat âleminin Allah’ı zikretmesi nasıl olabilir?” sorusunun cevabını verebilmek çok zor gibi gözükse de, aslında çok kolaydır. Şöyle ki:: İnsanlar, tüm canlılar, tüm cansız varlıklar hep birlikte olarak tüm kâinatın hiç ara vermeden sürekli olarak konuştuğu  “lisan-ı hâlleri” (hâl lisanları) vardır. O “lisan-ı hâlleri” ile Allah’ı devamlı olarak tesbîh etmekte; kendilerini yaratan ve çeşitli vazifelerde mükemmel olarak çalıştıran Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih etmektedirler…

İnsanların günlük konuşma dilinde çok kullanılan, insanların “beden dilleri” de, “onların “lisan-ı hâlleri”nin bir kısmıdır. Ancak, “insanların lisan-ı hâlleri”, sadece onların bedenlerinin dış görünüşleri, tavırları ve davranışlarıyla çok dar manâda olarak sınırlandırılamaz; onların varlıklarının bütün unsurları, akılları, hafızaları, hisleri, çeşitli kabiliyetleri, dış ve iç organları, dokuları, hücreleri, molekülleri, atomları, elektronları, kuvarkları, bunların faaliyetleri ve “tahavvülleri” (hâlden hâle geçişleri), vd “insanların lisan-ı hâllerini” meydana getirir!.

“Lisân-ı kâl” olmasa da veya varken sussa da, “lisan-ı hâl” susmaz!.

Bütün varlık âlemi “lisan-ı hâlleriyle”:

“- Biz, kendi kendimize olmadık. Biz tesadüflerin, tabiatın, evrimin, çevrimin eseri değiliz. Biz noksan sıfatlardan münezzeh, bizimle beraber bütün varlık âlemini de yaratmış olan Allah’ın eserleri ve O’nun vazifeli memurlarıyız. Kendimize ait hiç bir şey yok! Sadece, O’nun isim ve sıfatlarının tecellîlerini gösteren aynalar gibiyiz..” diyerek, Allah’ı tesbîh etmektedirler!.

Ancak, ayni âyetin devamında da denildiği gibi, insanların büyük  ekseriyeti, bütün kâinatın “lisan-ı hâlleriyle yaptıkları bu tesbîhlerini” anlamazlar!.

Ne kadar yaşayacaklarına dair ellerinde en küçük bir garantileri bile bulunmayan insanların büyük ekseriyeti, bu gelip geçici dünya hayatlarına ebedî kalacaklarmış gibi sımsıkı sarılırlar ve bunun için, anadillerinden başka dilleri de ve diğer bazı bilgileri de dünyevî mesleklerinde ilerleme sağlayacağı ve kendilerine dünya menfaati imkânlarını açacağı hesapları yaparak öğrenirler!. Halbuki, “asıl istikbal; ebedî âhiret hayatı için kazanılacak olan istikbaldir!.

İnsanlar “âhiret istikballeri” için, İsrâ Sûresi 17/44. âyette dikkat çekilen “yedi (kat) gökler, yer ve onların içindekiler”in lisan-ı hâlleriyle  Allah’ı tesbîhlerini anlamaya ve tefekküre de çalışsalar; bütün ilimlerin başı olan “Marifetullah”da (Allah’ı tanımakta) ve onun üssü’l-esası olan “İman-ı billah”da (Allah’a iman etmekte) çok terakki edebilecekler ve kazançları çok fazla olabilecektir..

***

NOT: Acaba, insanlardaki gibi hayvanların da, kendi “lisan-ı hâlleri”nden başka, insanların “lisan-ı kâlleri”ne benzer tesbihleri hiç yok mudur?

Bu konuyla ilgili olarak da, Risale-i Nur’daki 24.Söz, 1.Dal’da; göğün gürlemesi, fırtınalar, ağaçların yapraklarının rüzgarın esmesiyle çıkardıkları sesler, başta bülbül olmak üzere kuşların nağmeli sesleri vd’den başka; kedilerin de insan diliyle “Ya Rahîm” ismini bariz şekilde zikrettiğine dair Bediüzzaman’ın dikkat çektiği tesbiti ve bir Bulgar profesörün de 25/04/2008 de, Bulgaristan’da TRUD gazetesinde yayınlanmış olan, sivrisineğin kanat çırparken çıkardığı sesin yavaşlatılmış ve insan kulağının algılama ve konuşma ritmine indirgemiş şeklinin, insanın “lisan-ı kâl”iyle yaptığı tesbîhe benzediğine dair çalışmasından misal olarak bahsedilebilir

Namaz müminin miracıdır

Mi’râc Kandilinizi tebrik ederim.

Bu yazının başlığının ne demek olduğunun geniş açıklamasını buraya tıklayarak öğrenebilirsiniz.

Ben bilhassa şehir içindeki umumî nakil vasıtalarında yanımda oturan ve kendilerini “kabil-i hitap” gibi gördüğüm bazı genç erkekler olursa, onlara bu geceki Mi’râc Kandili ile de çok alâkalı olan namazın ehemmiyetinden, bir kıyas yapmak suretiyle onların kolaylıkla anlayabilecekleri şekilde nasıl bahsettiğimi burada kısaca nakletmek istiyorum.

Onlara önce, “her gün beş vakit namaza devam edip etmediklerini” soruyorum. Bu soruma “Hayır” cevabını alırsam, ikinci bir sorum olarak da onlara –bedelli askerlik yapanlar hariç- ülkemizde vücutça mani bir hali olmayan her erkeğe mecburî olan “askerlik görevini” yapmış olup olmadıklarını soruyorum. Bu soruma onlardan aldığım cevap “Evet” de olsa, “Hayır” da olsa; “mecburî askerlik” görevinde en önemli vazifenin “içtimalarda bulunmak” olduğuna, bu vazifelerinden kaçanların kumandanları tarafından mutlaka cezalandırıldığına ve onunla kalmayarak bazen kumandanlarının hakaretlerine bile maruz kaldıklarına onların dikkatlerini çekiyorum.

Askerlik görevindeki kumandan karşısında “her gün belli vakitlerdeki içtimalarda” mutlaka bulunmanın en mühim vazife olması gibi, “günde beş vakit namaza devam”ın da -yalnız erkeklere değil; her iki cinse de- (gerçek mazeret halleri hariç) her günün belli vakitlerinde “Kumandan-ı Akdes” (En Kudsî Kumandan)  olan Allah’ın karşısında içtimada bulunmanın mecburiyetini böyle bir kıyasla da onlara anlatmaya çalışıyorum.

Bu gece Hicrî takvime göre yıldönümü olan Peygamberimiz’in (asm) “Mi’râc-ı Nebevî”sinde de, “Âlemlerin Rabbi ve Kumandan-ı Akdes olan Allah”, O’nun kulu olan biz insanları, âkil-bâliğ olup -gerçek bir mazeretimiz olmadan- o hâlimiz devam ettikçe her gün beş vakitte içtimaya çağırıyor!. Gerçek bir mazeretimiz yoksa, bir imamla veya bizzat imamlık da yaparak cemaat halinde birlikte ve o da mümkün değilse  yalnız olarak, “O Kumandan-ı Akdes’in karşısında içtima davetlerine” mutlaka uymak mecburiyetindeyiz!.

Dünyadaki askerî birliklerdeki içtima davetlerine uymayanlara kumandanları tarafından ceza verildiği halde, “Kumandan-ı Akdes olan Allah’ın günde beş vakit namazla içtima davetlerine uymayanların dünyada ceza görmemesinin sebebi, bu dünyanın bir “imtihan yeri” olması, onlara dünyada cezalarının verilmesinin “imtihan sırrına aykırı” olması, “Kumandan-ı Akdes” olan Allah’ın bir isminin de “Sabûr” (Çok Sabreden) olması, imhal etmesi (mühlet vermesi) fakat ihmal etmemesi; fakat “Adl” ismiyle cezasını ahrette mutlaka verecek olması sebebiyledir.

Allah birer mü’min olarak bizleri, günde beş vakit namazımızla hakkını vermeye çalışarak “Mi’râcımız”a daim ve muvaffak eylesin. Âmin.
       
Mustafa Nutku

Hakikat ve ünsiyet 

Hakikat, sadece aklımızla bulabileceğimizden çok daha fazlasıyla, Allah Resulü ve Son Peygamber Hz. Muhammed’in (asm) bize tebliğ ettikleridir.

Bizim için hakikatin iki esas kaynağı, Kur’an ve Hadis’tir. Bu iki esas kaynağa kısaca “nakil” de denilir.

İnsanların hakikati anlayabilmeleri için hem akıla hem de “nakil”e ihtiyaçları vardır. Akıl olmazsa “nakil” anlaşılamaz. Nakil” olmazsa, insan aklını iyi kullanmakla ancak Allah’ın varlığı ve birliği hakikatine hükmedebilir. Dünyaya gelişinin, yaşamasının ve ölmesinin hikmetlerini, bu dünyadaki vazifelerinin neler olduğunu, Allah’ın sıfat ve isimlerini yalnız aklını kullanarak, “nakil” olmadan öğrenemez. Bunun için “İslâmiyet akıl dinidir” denilmiştir; yoksa, İslamiyet herkesin inanış ve yaşayışını nefsine hoş gelecek bir tarzda kendi aklına göre düzenleyebileceği manasında kat’iyyen değildir!

* * *

Hakikati bulabilmek için lüzumlu olan ilk şey: Hakikati bulmaya samimî  istek göstermektir. “İsteyene verilir; arayan bulur, kapıyı çalana açılır..” Onu iyi kullanabilse, akıl insana hakikati anlayabilmekte bir araç olabilir.

* * *

Hakikat, bütünüyle Allah’ın ilmine aittir. Bizim öğrenebileceğimiz, talebimize ve elde etmek gayretlerimize mukabil,  o mevzulardaki fiilî dualarımıza O’nun tarafından verilen cevaplar mahiyetindedir.

O’nun, peygamberleri ve kitapları vasıtasıyla bize tebliğ ettiği hakikatleri talep etmekten, nefsimizde yaşamaktan, usulüne ve imkanlarımıza göre tebliğ etmekten mes’ul olduğumuzu bilmeliyiz.                                                  

 * * *

Denizciler, denizi iyi bilmeyenlere  bazen: “Denizi bardakta görmüş” derler. Bu istihza ifadeli cümle, hakikat ve ünsiyet meselesinin misal dürbünüyle aklın anlayışına yakınlaştırılmasında da kullanılabilir.

Bir tarihte, vazifeli bulunduğu Trabzon’dan, memleketi olan Konya’ya izine giden bir arkadaşımı yolcu edip uğurlarken, beraberindeki içi su dolu bir plastik bidon dikkatimi çekmişti. Yolculuğu esnasında abdest alacak su bulamayacağı endişesiyle mi yanında su götürdüğünü ona sormuştum. Arkadaşım bu sorum üzerine bana tebessüm ederek: “Hayır” cevabını vermiş ve izah etmişti: Konya’da yaşlı ve fakir bir komşusu varmış; o yaşına kadar denizi hiç görmemiş; sadece işitmiş. O yaşlı ve fakir haliyle denizi görmek için bir deniz sahiline seyahate de imkanı olmadığından, “denizi ayağına getirmek (!)” istemiş. Arkadaşım, o komşusunun hatırı için, beş litrelik bir plastik bidona doldurduğu Karadeniz suyunu Konya’ya götürüyormuş!

Bu cevaba biraz hayret etmiş olmama rağmen, o yaşına kadar denizi görmemiş ve denizi görmek merakını giderememiş yaşlı ve fakir Konyalının, son çare olarak deniz sahilindeki bir şehirden gelecek komşusundan, Konya’ya bir bidon içinde getirmesini istediği deniz suyunu görünce, ne yapmış ve ne söylemiş olabileceğini kendi kendime tahmin ve tasavvur edebilmeye çalışmıştım. Onun gerçek davranışının ne olduğunu, o arkadaşımla tekrar karşılaşmadığım için sorup öğrenememiştim; fakat büyük bir ihtimalle, 5 litrelik plastik bidondaki deniz suyundan bir cam bardağa doldurarak onun görünüşünü, tadını, kokusunu incelemiş ve sonunda da: “Bayağı tuzlu bir su imiş…” diye fikrini beyan etmiş olabilir. Büyük bir ihtimalle böyle demiştir; çünkü insanların böyle hallerde buna benzer bir tavır aldıklarının misallerini hepimiz çok görmüşüzdür.

* * *

Bu vak’ayı bir misal olarak alıp “Hakikat ve Ünsiyet” meselesine tatbik edersek, “hakikat” büyük bir umman ise, bu ummanın bir kaba doldurulmuş numunesi karşısına gelince, onun numunesi olduğu asıl şeyi takdir edebilmekten çok uzak, ona lakayt ve hakir görücü bir nazarla bakmak da “ünsiyet” halini ifade eder.

* * *

İnsanlar, o Konyalı yaşlı ve fakir vatandaşın bir dünya denizine ömrü boyunca duyduğu merak ve alâkayı bütün kâinatı ihata eden hakikat okyanusuna duyabilseler; onu anlamaya çalışsalar..

Bizzat onun her tarafına seyahate ve onu bütünüyle  görmeye imkânları olmadığı için, önlerine konulmuş numunelerine onu takdir edebilmekten çok uzak, ona lâkayt, hakir görücü bir “ünsiyet” nazarıyla bakmasalar..

Duyu organları ile müşahede edebildikleri  varlıklardaki  ve hadiselerdeki şeylerin aslında “Büyük Varlığın bazı isimlerinin ve sıfatlarının  tecellileri” olduklarını düşünebilseler..

Her şeyi de bu tecellilerden ibaret zannetmeyip, bunlar vasıtasıyla anlamaya ve kabul etmeye çalışmaları icap edenlerden gaflet etmeseler..

Fakat, yazıklar olsun ki, insanların ekseriyeti bu mevzuda derin bir gafletin içindedirler. Meraklarını, hayretlerini, hayranlıklarını tevcih edecekleri “asıl”lardan bîhaber, “tecellî”leri sanki  “asıl” gibi zan ve kabul eden bir gaflet seline kendilerini kaptırmış gidiyorlar.

* * *

Merhum Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan da, “Kuğular” adlı kitabının bir yerinde “Bir Turist Kafilesi” başlığı altında, “hakikat ve ünsiyet” konusuna çok kısa olarak şöyle dikkat çekmektedir:  

“BİR TURİST KAFİLESİ

Amerika’dan gelmiş bir turist kafilesi Louvre’u geziyorlardı. Tabloların önünden koşar adım halinde geçiyor, onları bir rüya gibi sisli ve müphem, güya görüyorlardı.

Güya onların sanat sırlarını keşfediyor, güya onlardan bir şey görüp anlıyorlardı.

Bu turist kafilesi, o ziyareti belki beş dakikada bitirdi, otobüslere binip oradan ayrıldılar. Eh, Louvre’u görmüşlerdi; Amerika’da bol bol övünebilirlerdi.

Halbuki, bir tablonun önünde senelerce oturup incelemek belki kâfi değildi.

Her zerresi mucize olan bu kâinatı ben de o turistler gibi gaflet içinde gezdim.

Ne gördüm, ne anladım. Az sonra rehberimiz boruyu öttürecek:

‘-Haydi otobüslere.”

* * *

Merhum Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan’ın ilminin, kültürünün varlıklara ve hadiselere bakışına kazandırdığı ihata ve anlayış kabiliyetine rağmen, o ilerlemiş yaşında “hakikat ve ünsiyet” konusundaki bir itirafını çok kısa olarak böyle neşir ile ilân etmesi de, “hakikat”a karşı “ünsiyet” halleriyle ünsiyet içinde olarak ömürlerini tüketen insanları ikaz etmeli, sarsmalı ve uyandırmalıdır!

Kadın nasıl olmalı?

Kadın hakkında ne kadar çok şey yazılmıştır, bilinmez. Kadının nasıl olması gerektiği de, o yazılmış olanların bir kısmını teşkil eder.

“Kadın nasıl olmalı?” sorusuna bir tek kelimeyle bile kâfi cevap verilebilir: “Meczûbe..”

Bu kelimeyle kastedilen manâ: “Cenab-ı Hakk’ın emirlerine kendinden geçercesine titizlikle bağlılıkla itaat eden kadın”dır.

Bir kadının hiçbir özelliği, bundan daha muteber, daha mühim ve daha öncelikli olamaz; diğer tüm özelliklerinin ise, onun ancak bu özelliğinden sonra değeri olabilir.

Çünkü bu “şahsî ve özel bir tercih “ değildir; kadınlar için en değerli olması gereken, tüm âlemleri Yaratan’ın rızasına en uygun bir özelliktir.

“Kadın nasıl olmalı?” sorusu, ”saliha kadın”ı da hatıra getirir. Bir Hadis-i Şerif’te mü’min bir erkeğin, takvâdan sonra “saliha kadın”  bir eş kadar hiçbir hayır ve mutluluktan faydalanmış olamayacağından bahsedilmiştir.

Eşine sevgisi, (meşru işlerde)  ona itaati ve sadakati “saliha kadın”ın bazı özellikleridir. Allah’a kulluğu ve takvâsı yanında bunlara da çok önem veren ve nikâhlı eşini bu mevzularda memnun etmeyi kendisi için çok mühim bir vazife olarak yapan kadın, “saliha kadın”dır.

Diğer bir Hadis-i Şerif’inde Peygamberimiz (asm) “saliha kadın”ın özelliklerini şöyle bildirmiştir: “Yüzüne baktığı zaman eşini (kocasını) sevindirir, (meşru işlerde) emrettiği vakit ona itaat eder, yanında olmadığı zaman da onun  haklarını korur.”

Müslüman kadınlara bu mevzuda örnek olan Hz. Aişe (r.a.) validemiz, Hz. Peygamber’in kendisinden isteklerini fevkalade bir hassasiyetle dikkate aldığı için Hz. Peygamber’in (asm) “Sen gurab-ul âsamsın” (“Senin gibisine çok nadir rastlanabilir” manâsında) iltifatına mazhar olmuştur.

Evli erkekler için dünya ve âhiret hayatının saadeti,  “saliha bir kadın”la evli olmalarıyla da yakından alâkalıdır. Ahmet bin Hanbel’in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Resulullah’ın (asm) evli erkekler için “saliha kadın”, uygun mesken ve iyi bir bineği dünyadaki saadet vesileleri arasında saydığı bildirilmektedir. Hz. Ali’nin de  (r.a.) “Rabbenâ âtinâ fid-dünya haseneten ve fil-âhireti haseneten fe kinâ azâben-nâr…” duasını çeşitli kadın tiplerine göre yorumlayarak; “Dünyada bir iyilik: Saliha eş, âhirette bir iyilik: Hûru’l-iyn, bizi dünyada cehennemden koru: Eşine hükmetmeye çalışan kadın (el-meret-üs-selita) ile de ilgili olabileceğini söylediği rivayet edilmektedir.

Dünya hayatı içinde kurulan evliliklerin bazılarında “saliha kadın” eş , bazılarında da eşine hükmetmeye çalışan kadın eş bulunabilmektedir.

Aile karı, koca ve çocuklardan meydana gelen en küçük sosyal bir topluluk olarak tarif edilebilmektedir.

Aile tipleri olarak da şunlardan bahsedilmektedir:

1-      Ananın hakim olduğu aile (Matriyarkal aile, Roma ailesi)

2-      Babanın hakim olduğu aile (Ataerkil aile)

3-      Sadece ana-baba ve çocuklardan ibaret aile ( Çekirdek aile, dar aile)

4-      Büyük anne, büyük baba ve diğer yakın akrabalar da dahil olan aile (Geniş aile)

Bu aile tiplerinden bizim dinimize ve köklü geleneğimize daha uygun olanı ananın değil; babanın hâkim olduğu ailedir. Yüzyıllar boyunca geniş aile yapısını da muhafaza etmiş olmamıza rağmen, sanayileşme ve kentleşme ile geniş aile tipinden dar aile tipine geçiş olmaktadır.

Zamanımızda kitle iletişim vasıtaları fevkalade gelişmiş ve maalesef bunlar hayırdan ziyade şerrin yayılması için kullanılır hale gelmiştir. Güya kadın haklarını savunan, fakat aslında kadını yaratılış özelliklerinden ve asıl hayat programlarından, yüksek ahlâk ve seciyelerinden uzaklaştıran bazı feministlerin yanlış propaganda ve iğfallerine kapılmamak; kendilerini asıl değerli kılacak özellikleri kazanmaya ve yaşamaya çalışmak, içinde bulunduğumuz zaman diliminde genç kızlarımızın ve kadınlarımızın gayesi ve hedefi olmalıdır.

Bu zamanda bazı Müslüman ailelerine bile bulaşmış manevî hastalıklara karşı “koruyucu ve tedavi edici aşıları” bilmeden ve o “aşıları” kullanmadan, sadece yuva kurmayı ve yeni bir aile olmayı düşünerek hareket etmek basiretsizliktir, tedbirsizliktir; dünya ve âhiret saadetini tehlikeye atmaktır!..

“Kadın nasıl olmalı?” sorusunu da, erkeklerden önce onların karşı cinsleri daha ziyade düşünmeli, araştırmalı ve gereğini yapmalıdırlar.

Mustafa NUTKU