Etiket arşivi: mustafa sungur abi

Şakirin Camiinde Mustafa Sungur Abi Mevlidine Davetlisiniz!

01 Aralık 2012 yılında ebedi hayatın başlangıcı olan “Berzah Alemi’ne” yolcu ettiğimiz Said Nursi hazretlerinin müstesna ve fedakar talebesi Mustafa Sungur ağabey için 7 Aralık 2014 Pazar günü saat 10:00’da Karacaahmet Mezarlığının girişinde bulunan Şakirin camiinde Mevlid okutulacaktır. Mustafa Sungur ağabeyin sevenlerini beraber dua etmeye davet ediyoruz.

MUSTAFA SUNGUR KİMDİR?

Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin “Hayatım hayatınla devam edecek” dediği iki kişiden biriydi Mustafa Sungur. Her nefesi Nur’a adanmış bereketli ömrü, Üstadının nice hayallerinin bir bir gerçekleştiğini gördü, berzah alemindeki Üstadına nice müjdeler gönderdi buralardan. Nitekim “Sungur, sen göreceksin,” demişti Üstadı ona. “Bu hizmetin meyvesini sen göreceksin, kabrime gelip bana anlatacaksın.”

Mustafa Sungur Eflani’de dünyaya geldi. Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsünü bitirdikten sonra, öğretmenliğe başladığı yıllarda Risale-i Nur’u tanıdı. 1947’de Bediüzzaman Hazretlerini Emirdağ’da ziyaret etti. Ondan sonrası, bütünüyle Üstadın ve Risale-i Nur’un sevdasına boyanmış bir hayattan ibaretti.

Üstadının peşi sıra Afyon hapsine girebilmek için aylarca uğraştı. Emeline muvaffak olduğunda, çiçeği burnunda bir öğretmendi, yeni evliydi ve beşikte iki çocuğu vardı. Afyon’dan sonra, 1953’te Samsun’da da hapis yattı. 1954’ten itibaren, Zübeyir Gündüzalp, Ceylan Çalışkan, Tahiri Mutlu, Bayram Yüksel ve Hüsnü Bayram ile birlikte, sürekli olarak Bediüzzaman Hazretlerinin yanında kaldı.

Bu arada defalarca yargılandı, hapislere girip çıktı. Üstadın vefatından sonra ise, Anadolu’da ve dünyada, özellikle Rusya ve Türk cumhuriyetlerinde iman meş’alesini burçtan burca taşıdı, yüz binlerce kişinin Nurlarla tanışmasına ve ebedi hayatlarının kurtulmasına vesile olan hizmetlere öncülük ederek, Üstadının “Hayatım hayatınla devam edecek” sözünü hayatıyla tasdik etti.

RisaleAjans

Tarih ve Düşünce Dergisinin Camia Hakkındaki Soruları

dergiMustafa Sungur Ağabeyin, Tarih ve Düşünce Dergisi tarafından aşağıda sorulan sorulara cevabı

  • Bediüzzaman’ın yakın talebelerinden biri olarak Nurculuk içinde önemli ve etkin bir Ağabeysiniz. Size göre, geçmişi ve bugünüyle Nurcuları mukayese edersek bugünkü durum nedir?
  • Nurculuğun dikkat çeken iki yönü var. Birincisi; başından beri demokrasiye inanmaları ve demokratik misyonu desteklemesi. İkincisi de; özellikle kitap yayınına önem vermeleri. Nurcuların bu iki konuya verdiği önem nereden kaynaklanıyor?
  • Bölünmeler, grublaşmalar Nurculuğu olumsuz etkiliyormu? Yoksa bunu hizmet farklılığı ve bir zenginlik olarak mı değerlendirmek gerekiyor?

Tarih ve Düşünce

Muhterem kardeşim Dursun Bey;

Evvela; çok selam eder saadetler dilerim. Sorduğunuz suallerinize yakinen cevap vermek çok arzu etmeme rağmen malumunuz olduğu vechile zamanın darlığı buna imkan vermiyor.

Birinci sualinizde, Bediüzzaman yakın talebelerinden olarak beyanınıza dua-i manevi olarak Rabb-i Rahim kabul etsin niyazi ile beraber bu nur dairesi Cadde-i Kübra-i Kur’aniye olaması bakımından yakınlık uzaklık zaman ve mesafe bakımından ziyade ihlas sadakat gibi malumunuz olan ölçüler itibariyledir ve daha gecerlidir.

Risale-i Nur dairesi ve Hizmet-i İmaniye ve kuraniyenin dün ile bügün arasında çok ziyade bir farkı yoktur. Çünkü Üstad kitaplar olunca dersler hakaiki Kur’aniye mucmuası olan Risale-i Nurla ifa edildiğinden merci ve makam, menba ve Üstad devam ettiği müddetce aynı nur ve feyiz ve iştiyak ve merak devam ediyor demektir. Hele Nur neşriyatı ülke hududları dışında alem-i İslam ve insaniyete doğru uzandıkça, yayıldıkca yıllar önce başlayan ihbaratı gaybiyelerin zuhuru daha ziyade şükrana vesile olmaktadır.

Amma elbette saff-ı evvel ilk talebelerin çekirdek misal hizmetleri ifa edenlerin mazhariyeleri çok daha ali ve kıymettar ve ehemmiyetli görünüyor. Hz. Üstad bir mektubun da

“Hakkı, Hulusi, Sabri, Süleyman, Rüşdü, Bekir, Mustafa, Ali, Zühdü, Lütfü, Hüsrev, Re’fet gibi Sözler’in hameleleri hakında o cemaat; telsiz âletlerin âhizeleri hükmünde, bütün dünyaya ders işittirmek istemek işareti ve hakikatı ise inşâallah tamamıyla sonra çıkacak. Şimdi efradı birer küçük çekirdek iseler de, ileride tevfik-i İlahî ile birer şecere-i âliye hükmüne geçerler. Ve birer telsiz telgrafın merkezi olurlar.”

demektedir. Şimdi ise Nur Talebeleri gelişen bu alemde zaman ve mekanın kısalıp her şeyin sür’at peyda etmesi icabı hizmet-i imaniyede de ona göre say etmektedir.

İkinci sualinizde, Nurcuların demokrasiye inanmaları ve desteklemeleri vesaire: bütün onlara Hz. Üstadımızın son on senede yazdıkları mektublar, ehli Hükümet ve İdareye ve maarif dairesine, Reisicumhura Başvekile gönderdiği yazıları buna güzel bir cevabdır. Hz. Üstad orada gaye ve maksadını çok güzel ve açıkca ifade etmektedir. Hem bu millet ve memleketin bugün maruz kaldığı mes’eleride hall noktasından da ehemmiyetlidir. Bu vesile ile bunun neşrini sizden rica ediyorum.

Efendim; Nur Risaleleri gibi ana kaynak dusturlar hazinesi, hulasa manevi üstad olduğu için Nur Talebelerinde gerçek bölünme olmaz. Çünkü dersler aynen bakidir ve daimada okunmaktadır. Bu cidden harika bir mazhariyettir. Bir Risalede Hz. Üstad

“Hem Şimdi anlıyorum ki; eskiden beri benim liyakatim olmadığı halde bana verilen Bediüzzaman lakabı, benim değildi; belki Risale-i Nur’un manevi bir ismi idi. Zahir bir tercümanına ariyeten ve emaneten takılmış Şimdi o emanet isim hakiki sahibine iade edilmiş”

demek Risale-i Nur manevi bediüzzamandır. Hem ilmi yönü hem de irşadi yönü itibari ile aynı hakikat devam ediyor demektir. Bir mektubunda “On iki tarikatın hulasası olan Risala-i Nur” diyor. Bir mektubunda “Lillahilhamd Risale-i Nur bu asrı belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mucize-i kur’aniye olduğunu çok tecrubeler ve vakıalar ile körlere de göstermiş. Ona ait medih ve senanız tam yerindedir. Fakat bana verdiğinizden binden birisinede kendimi layık göremem. Yalnız pek büyük bir nimete ve muvaffakıyete sizin gibi hakikatlı talebelerin iştirak ve sa’yi ve gayretleri ile mazhariyetim noktasında Risale-i Nur noktasında ebede kadar iftihar ederim.” demektedir.

Son cevabım 1955’de “Reisi Cumhura ve Başvekile” diye gönderdiği beyanını değerli tarih mecmuasında derc etmeniz temennisiyle arz ve takdim ediyorum.

Aciz Kardeşiniz

Mustafa SUNGUR

22.12.2000

* * *

Üstad Bediüzzaman’ın 1955 de Reis-i Cumhur ve Başvekil’e resmen gönderdiği muktubudur…

Reisicumhur’a ve Başvekil’e

Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir bîçare garib ihtiyar der ki: Size iki hakikatı beyan ediyorum:

Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakıyetkârane ittifakını, bu millete kemal-i samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşâallah dörtyüz milyon İslâm’ın sulh-u umumiyesine ve selâmet-i ammenin teminine kat’î bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım. Otuz-kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terkettiğim halde, şiddetli bir alâka ile bu ihtar-ı kalbînin sebebi: Elli seneden beri imanı kurtarmak için gayet kısa bir yolu bulan ve Kur’anın bu zamanda bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur’un Arabistan ve Pakistan’da her yerden daha ziyade tesiratı olduğu ve makbul olması, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen mikdarın üç misli Risale-i Nur’un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda kabir kapısında bu netice-i azîmeyi görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.

Sâniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında “kulüpler” suretinde büyük zararı görülmesi ve birinci harb-i umumîde yine ırkçılığın istimali ile mübarek kardeş Arabların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-ı umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeğe çalıştıklarına emareler görünüyor. Halbuki menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde; evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezcolmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Arablarda da Arablık ve Arab milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir. Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymetdar ittifakınız, inşâallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def’edecek ve dört-beş milyon ırkçıların yerine, dörtyüz milyon kardeş Müslümanları ve sekizyüz milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hristiyan ve sair dinler sahiblerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına, ruhuma kanaat geldiğinden size beyan ediyorum.

Sâlisen: Altmışbeş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât nâzırı Kur’anı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: “Bu, İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur’anı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”

İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsad komitesi bu bîçare, fedakâr, masum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de altmışbeş sene evvel bu cereyana karşı, Kur’an-ı Hakîm’den istimdad eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir Dârülfünun-u İslâmiye tasavvuru ile, altmışbeş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faidesi olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalaletin helâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mabeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk:

Birinci Vesilesi: Risale-i Nur’dur ki; uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i iman ile hizmet ettiğine kat’î delil, emsalsiz bir mazlûmiyet ve âcizlik haletinde te’lif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâm’ın ekserî yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyyun ve tabiiyyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerhedememesidir. İnşâallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bulan zâtlar, bu mu’cize-i Kur’aniyenin cilvesini âlem-i İslâm’a işittireceksiniz.

İkinci Vesilesi: Altmışbeş sene evvel Câmi-ül Ezher’e gitmek istiyordum. Âlem-i İslâm’ın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki: Câmi-ül Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi; Asya, Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir dârülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfî ırkçılık ifsad etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile İNNEMEL MÜ’MİNİNE İHVETÜN Kur’anın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikıyla tam musalaha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mekteb ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye vilayat-ı şarkıyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında Medreset-üz Zehra manasında, Câmi-ül Ezher üslûbunda bir dârülfünun; hem mekteb, hem medrese olarak bir üniversite için, tam ellibeş senedir Risale-i Nur’un hakaikına çalıştığım gibi, ona da çalışmışım. En evvel bunun kıymetini (Allah rahmet etsin) Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için yirmi bin altun lira verdiği gibi, sonra ben eski harb-i umumîdeki esaretimden döndüğüm vakit, Ankara’da mevcud 200 meb’ustan 163 meb’usun imzası ile 150 bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymetdar bir üniversitenin tesisine herşeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayd ve garblılaşmak ve an’anattan tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan ikisi dediler ki: “Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garblılaşmaya ve medeniyete muhtacız.” Ben de cevaben dedim:

“Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da ekser enbiyanın Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve feylesofların garbda gelmelerinin delaletiyle; Asya’yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garblılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört-beş büyük milletlerin merkezinde olan vilayat-ı şarkıyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyet’in hakaikına kat’iyyen taraftar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:

Ben Van’da iken, hamiyetli Kürd bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim. Dedi: “Ben Müslüman bir Türk’ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünki tam imana hizmet ediyorlar.” Bir zaman geçti (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aks-ül amel ile, o da Kürdçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürd’ü, sâlih bir Türk’e tercih ediyorum.” Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaatı geldi ki: Türkler, bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.

Ey sual soran meb’uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürd var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hindliler var. Yetmiş milyon Arab var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum!

İşte bu cevabımdan sonra, an’ane aleyhinde ve her cihetle garblılaşmak fikrini taşıyanlar, kalktılar imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim, Allah kusurlarını afvetsin, şimdi vefat etmişler.

Râbian: Madem Reis-i Cumhur gayet mühim mesail-i siyasiye içinde şark üniversitesini en ehemmiyetli bir mes’ele yapıp, hattâ hârika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmet ile medresenin medar-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye, eski hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün şark hocalarını minnetdar etmiş. Ve şimdi orta-şarkta sulh-u umumînin temeltaşı ve birinci kal’ası olan bu üniversiteyi yine mesail-i azîme-yi siyasiye içinde yeniden nazara alması; elbette bu vatan, bu devlete, bu millete bu azîm faideli hizmeti netice verecek. Ulûm-u diniye o üniversitede esas olacak. Çünki hariçteki kuvvet tahribatı manevîdir, imansızlıkladır. O manevî tahribata karşı atom bombası, ancak manevî cihetinde maneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir. Madem ellibeş sene bu mes’eleye bütün hayatını sarfetmiş ve bütün dekaikı ile ve neticeleri ile tedkik etmiş bir adamın bu mes’elede re’yini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken; Amerika’da, Avrupa’da bu mes’eleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu mes’elede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz.

Said Nursî

Mustafa Sungur Dost TV’de anılıyor!

Bediüzzaman’ın “Hayatım hayatınla devam edecek” dediği talebesi, manevî evlâdı ve vârisiydi Mustafa Sungur. Her nefesi Nur’a adanmış bereketli ömrü, Üstadının nice hayallerinin bir bir gerçekleştiğini gördü, berzah âlemindeki Üstadına nice müjdeler gönderdi buralardan. Nitekim “Sungur, sen göreceksin,” demişti Üstadı ona. “Bu hizmetin meyvesini sen göreceksin, kabrime gelip bana anlatacaksın.”

Bediüzzaman Hazretlerinin en yakın talebelerinden Mustafa Sungur’u Dost TV ekranlarında, onun en yakın dost ve dâvâ arkadaşlarıyla anıyoruz.

Abdullah Yeğin, Said Özdemir, Mehmet Fırıncı ve Abdülkadir Badıllı’nın katılacağı programa Sungur Ağabeyin yakınları ve sevenleri de telefonla bağlanacak. Program 9 Aralık Pazar akşamı saat 20:40’ta Dost TV’de.

Moralhaber.Net

Merhum ve Mağfur Mustafa Sungur Abime (Şiir)

Üzgünüm; Balkanlardaki Nur hizmetinde olduğundan ötürü Merhum ve mağfur Sungur Ağabeyimizin cenazesine katılamadım.

Kendisine Allahtan bol rahmet ihsan edip, mağfiret etmesini dilerken, makamını Cennetül Firdevs edip kendisini orada mutlu etmesini temenni ve niyaz ederim. Ayni zamanda tüm Nur talebelerine, bilhassa âile efradına Allahtan sabri cemil ve ecri cezil lutuf ve ihsan buyurmasını temenni ederek niyaz ederken aşağıdaki yazımla veciz ifadelerimi naçiz kalemimle takdire çalışmalarımı da okuyucu Ağabey, kardeş, abla, ve kız kardeşlerim ile beraber âile efradına sabır ve teselliye vesile olmasına sebep olması ümidi ile gönderiyorum.

MERHUM VE MAGFUR MUSTAFA SUNGUR AĞABEYİME

Rabbim! Bol rahmet gönder,Sungur Ağabeyime,

Çünkü çok kimse yan çizerek, derken bana ne,

O Üstat’tan ayrılmadı yapsaydılar da lime,

Biz Nurcular çok minnettarız Ağabeyime .

Size Allah’tan af ile bol rahmet dileriz,

Müstesna gayretinizi asla unutamayız ,

Biz fakirler kalp pasını Nur’larla sileriz,

Devri felek darbesini siz yediniz biliriz.

Üstadımın inâyetinde, çok bulundun sen,

Zindan-ı menfalarda kaldın yokken neden,

Üstad’la geçmişti senin, ne kadar çok senen,

Bizlere çok hizmet ettiniz unutamam ben .

Sende ne tükenmez sebat varmış ne bitmez gayret,

Katlandığını düşününce ederiz hayret,

Bu kuvvetin kaynağı, sağlam imandır elbet,

Hedefin değil di amma makamınız cennet.

Nur’un havuzunu siz, iğne ile kazdınız,

Risale-i Nurları gece gündüz yazdınız,

Bu davanın temelinde çok değil azdınız,

Nur davanın temelinde müstesna birisiniz.

Herkes canını kurtarmağa kaçtığı zaman,

Tam iman ile küfür müthiş çarpıştığı an,

Çoğu korkusundan sizlere bakıyordu yan,

Kararlıydın bırakmamaya gitseydi de can.

 

Bir çok mücahit görünenler düşüp çökerken,

Kimisi tenhalara kaçıp, bana ne derken,

Üstadımın yanında sen kan ter dökerken,

Kurtulmamızı düşünürdün kendin çekerken.

Nurlar elimize geçti, sizler sebepsiniz,

Üstad’la geçen günleri bize dizerdiniz,

Nurdaki çok müşkülleri bize çözerdiniz,

Nurun pak mümessili Sungur Ağabeyimiz.

Şek ve şüphemiz yok ki hedefe ulaştınız

Çünkü çok engebeleri cesaretle aştınız.

Allahın rızasına ulaşmaktı kararınız.

Rahat olun âğabeyim firdevstir makamınız.

Nurun kemter talebesi: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.Org

Mustafa Sungur Abi Kimdir? (1929-2012)

1929’da Eflâni’de doğdu. Kastamonu Gölköy Enstitüsü mezunudur. Evli ve yedi çocuk sahibir. Bedîüzzamân Saîd Nursî’nin en yakın talebe ve hizmetkârlarındandır.

Bediüzzaman’ın önde gelen talebelerindendir. Uzun süre kendisinin hizmetinde bulunmuştur. İlerlemiş yaşına rağmen 1946 yılından bu yana Risâle-i Nurları aynı aşkla okuma ve yayma hizmetine devam etmiştir. Bediüzzaman’ın mânevî evlâdıdır. Mustafa Sungur, 1929 yılında bugün Karabük’e bağlı olan Eflani’de doğdu. Uzun yıllar burada kaldı. İlkokulu burada okudu. Daha sonra Kastamonu Gölköy’de bulunan Köy Enstitüsüne kayıt oldu. Okulda çalışkanlığıyla dikkat çekti. Öğrenciliği boyunca çok sayıda kitap okudu.

Köy Enstitülerinde dine karşı takınılan olumsuz tavra rağmen, dine meyilli olan Mustafa Sungur bu eğilimini devam ettirdi. Aile büyüklerinden de gördüğü destekle mânevî yönünü takviye etmeye çalıştı. Köyünde bulunan İbrahim Hoca’dan dînî dersler aldı. Enstitüden mezun olduktan sonra eğitimine devam etmek istedi. Amacı, yüksek tahsil yapıp öğretmen veya müfettiş olmaktı. Ancak, babası buna izin vermedi.

Mustafa Sungur, köy enstitüsünden mezun olduktan sonra, köyde öğretmenlik yapmaya başladı. Öğrenciliği sırasında bilgi sahibi olmaya başladığı Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’u, bu öğretmenliği sırasında, Emirdağ Lâhikası’nda “Hafız Ali’nin tam varisi” olarak vasıflandırılan ve ismi çok zikredilen Ahmet Fuat Efendi ile Safranbolulu Keçeci Mehmet Efendi vasıtasıyla 1946 yılında tanıdı. Çalışlar Köyü’nde öğretmenliğini sürdürürken Bediüzzaman Said Nursî’yi ziyaret etti.

Mustafa Sungur’a önce Şemsettin Yeşil’in kitapları verilir. Bilindiği gibi bu kitaplarda Risâle-i Nur’dan kaynak gösterilmeden alıntılar yer almaktaydı. İntihal yazıları öğrenen Bediüzzaman Hazretleri buna bir şey dememişti. Bir toplantı için Safranbolu’ya giden Mustafa Sungur, burada bulunan Hüsnü Bayram’ın babası olan Hıfzı Bayram Efendi’yle tanıştı. Hıfzı Bey kendisine formalar halinde bazı yazılar verip okumasını söyledi. Verilen formalar, Risâle-i Nur’dandı. Bediüzzaman’ın eseri olduğunu öğrendi. Böylece Safranbolu’da hem Risâle-i Nur, hem de talebeleriyle tanışmış oldu.

Risâle-i Nur’u tanıyıp Bediüzzaman Hazretleri hakkında bilgi sahibi olan Mustafa Sungur, talebe olmak için büyük bir heyecan yaşamaktaydı. Daha önceden yaşadıklarını da ara sıra dile getirerek Bediüzzaman’a mektuplar yazmaya başladı. Bu mektuplardan bazıları lâhikalarda yerini aldı. Heyecanla talebeliğe kabulünü beklerken, Bediüzzaman’ın gönderdiği mektupta kendi ismi de zikredilmekteydi: “Nurun küçük kahramanlarından Mustafa Sungur ve Rahmi’nin az bir zamanda eski harfle, Mustafa Sungur’un gayet mükemmel, Meyve’nin 11. Meselesi Hatimesi ile Rahmi’nin Gençlik Rehberi’ni eski harflerle güzelce yazmaları ve Kastamonu’dan gelen kitaplarım içinde bize göndermeleri, hakikaten benim için yeni biraderzadelerim bir Abdurrahman ve Fuad dünyaya gelmiş gibi beni memnun ediyor.” Bu ifadeler kendisi için çok büyük değer taşımaktaydı.

Mustafa Sungur, Bediüzzaman Hazretlerini görmek için 1947 Eylül’ünde teşebbüse geçti. Yol masrafı için gereken parayı borç edindi. Çalışlar Köyü’nden atla önce Eflani’ye, oradan da 7-8 saat süren bir yolculuktan sonra Safranbolu’ya gitti. Buradan Karabük’e ve yorucu bir tren yolculuğundan sonra Ankara’ya vardı. Ankara’dan Eskişehir’e yine trenle gitti. Buradan da Emirdağ’a hareket etti. Günlerce süren yolculuktan sonra Bediüzzaman ile görüşme şansını elde etti. Bediüzzaman; evli olup olmadığını sordu. Ancak, daha önceden evlenmişti. Bekâr olsaydı yanına alacağını söyledi. “Ceylan bir Sungur, Sungur bir Ceylan” diyerek iltifatta bulundu. Çünkü, Ceylan epey zamandır kendisine hizmet eden önemli bir talebesiydi.

Bediüzzaman’ın talebelerinin kaldığı evde bir gece kalan Mustafa Sungur ertesi gün oradan ayrıldı. Ayrılmadan önce Bediüzzaman kendisine 25 kuruş para gönderdi. Buradan ayrılıp Isparta’ya gitti ve buradaki talebelerle de tanışma fırsatını elde etti. Isparta’dan döndükten bir yıl sonra, Afyon dâvâsında (1948) Bediüzzaman’ın tevkif edildiğini öğrendi. Babasının imamlık yaptığı Aydın Kasaplar Köyüne gitti. Bir süre burada kaldıktan sonra Afyon’a geçti. Afyon’a geldiğinde henüz mahkeme başlamamıştı. Bu arada Bediüzzaman ve talebeleri tutuklanmış, bir süre tutuklu kalan talebelerden bazıları serbest bırakılmıştı. Mahkeme günü Bediüzzaman Hazretleri ile görüştü.

Dinî kitap okumak ve Bediüzzaman’la görüşmenin suç sayıldığı o dönemde tutuklananlar kervanına Mustafa Sungur da katıldı. O da tutuklanıp Afyon hapsine kondu. Tarihçe-i Hayat’ta bu konudan şöyle bahsedilir; “Yapılan derin ve uzun tahkikat neticesinde, birtek suç delili bulunamıyor. Fakat, ne oldu ise oldu, ne yaptılarsa yaptılar, nihayet mahkeme -güyâ kanaat-i vicdâniye ile- Bediüzzaman’a yirmi ay ve müdakkik bir âlime on sekiz ay, yirmi iki kişiye de altışar ay hüküm veriyor; diğerlerini de, “Bunlar Bediüzzaman’ı büyük bir mürşid olarak bilmişler ve içlerindeki derûnî boşluğu doldurmak için Risâle-i Nur’u okumuşlar” diye berâet veriyor; hüküm alanları da, “Bediüzzaman’ın kurduğu gizli cemiyete yardım etmişler” diye cezalandırıyor; hükmü derhal infaz edip, hepsini tevkif ediyorlar.”

Memuriyetten atılan Mustafa Sungur bir süre, tahliye edilip serbest bırakılan Bediüzzaman ve talebeleriyle birlikte kaldı. İlk defa uzun bir süre Bediüzzaman’ın yanında kalmaktaydı (1949). Bu sırada Mustafa Sungur’un babası Mehmet Efendi, memuriyetten ayrıldıktan sonra yanına gelmediği için oğlunu Bediüzzaman’a şikâyet etti. Bediüzzaman baba İmam Mehmet Efendi ile bir süre sohbet etti. Bu görüşmenin ardından Mustafa, babasının yanına gitti.

Aydın’da bir süre babasının yanında kalan Mustafa Sungur, buradan İstanbul’a geçti. Sebilürreşad’ı çıkaran ve daha önceden Bediüzzaman’a dost olan Eşref Edip’le görüştü. Akabinde köyüne geri döndü. Ailesinin yanına uğradı. Ev halkıyla helâlleşip tekrar Emirdağ’a doğru yola çıktı. Ankara’ya varınca Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki ile görüştü. Görüşmede Başkan, Bediüzzaman’dan övgü ile söz eder: “Ben dünyada Abdülmecid (Bediüzzaman’ın kardeşi) gibi âlim görmedim… Üstadın ilmi zaten hesaba girmez, vehbîdir…” Bu arada yayınlanmak üzere Risâle-i Nur takdim edilir. Ancak, yayınlatma işi gerçekleşmez.

Mustafa Sungur, Bediüzzaman’ın verdiği görev ve hizmetleri yerine getirmeye başladı. Bu gaye ile çeşitli yerlere gönderildi. Emirdağ ve Ankara arasında gidip geldi. Bu arada Danıştay’da açmış bulunduğu dâvâ ile ilgili olarak bir davet alır. Bediüzzaman Hazretleri kendisini küçük bir köye muallim olarak göndermek istemediğini söyler. Kendisi de dâvâ için Ankara’ya gider. Ancak, müracaatı gecikmiş gerekçesiyle işleme konmaz. Ankara’dan eli boş olarak Emirdağ’a döner.

Bediüzzaman bir süre sonra kendisini tekrar Ankara’ya gönderir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda çalışan Osman Nuri Efendi’ye iletilmek üzere bir mektup verir. Bu görevlerin dışında daha başka bir çok alanda hizmet görür. Risâle-i Nur nüshalarının çoğaltılıp dağıtılması işinde de bulunur. Bediüzzaman, bir çok siyasî simaya da mektup yazarak talebeleriyle ulaştırır. Başbakan ve bakanlara mektuplar gönderir.

Mustafa Sungur Samsun’da neşredilen Büyük Cihad adlı gazeteye Ankara’dan yazılar gönderir. Bu yazıların neşrinden sonra dâvâ açılır ve 19 Şubat 1953 yılında tutuklanır. Bir süre Ankara’da hapis yatar. Hapisten çıktıktan sonra memleketi Eflani’ye gider. Buradan tekrar Isparta’ya Bediüzzaman’ın yanına gider. Askerlik hizmeti hariç, Bediüzzaman’ın vefatına kadar yanında kalarak hizmet eder.

Risâle-i Nur’u tanıdığından beri hizmetini devam ettiren ve ilerlemiş yaşına rağmen iman hizmetini sürdürmüş olan Mustafa Sungur’un adı Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde geçmektedir. Bediüzzaman Hazretleri 1946-58-59 yıllarında birkaç kez yazdığı vasiyetnâmesinde Mustafa Sungur’un da ismine yer vermiş, kendisi için övgü dolu ifadeler kullanmış “Sungur benim evlâd-ı mâneviyemdir” demiştir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin 1946, 1958 ve 1959’da birkaç defa yazdığı vasiyetnamelerinde adı zikredilen Mustafa Sungur’un Şerife, Ahmed Said, Muhammed Nur, Saide Nur, Aynur, Cihannur, Nurullah adında yedi çocuğu vardı. Bedüzzaman’ın vefatından sonra kendisini tamamen Risale-i Nur sohbetlerine adadı.

1954 yılından 1960’a kadar doğrudan Bediüzzaman’ın hizmetinde bulundu. Bu süre içinde Risale-i Nur’u ve hizmet düsturlarını bizzat Üstaddan ders aldı.

Rabbim ahirette beraber olmayı nasip etsin.

Kaynak: Risaletalimhaber.com