Etiket arşivi: Mustafa Ulusoy

İşte Oldu Akşam…

Yaz akşamları, bahçelere masalar kurulur, geniş teraslara.Ya da küçücük ama sıcacık balkonlara. Hava kararır ağır ağır, güneş hissettirmeden elini eteğini çeker üzerimizden.

Nasıl da değişir dünya. Nasıl da değişir halet-i ruhiyemiz.

Dinlenirken yaşam yorgunu bedenlerimiz bir masa başında.

Hüzün kalbinin kapısını çalar usulca, tık tık.

Zaman ağaçların dallarında titreşirken, işte o sırada insanın da ruhunda da titreşen hüzündür, yüz vermez bir sevgili gibi terk edip giden günün ardından.

İnsandan ayrılıp giden bir gün daha, kendi ömür binasından düşen bir tuğladır. Artık vakit gecedir.

Hiçbir şey insanın değildir. Sahibiyim dediği her şey kanatlanıp uçmuştur sanki.

Artık gecedir ve senin saltanatın başlamıştır ey ay.

Kollarında dinlenecektir takati kesilmiş kalpler.

Elimizden kayıp giden bir günün acısını benimle dindirin der gibi, bakışlarımızı kendinde toplarsın sen.

Ey ay, hayat yolculuğumuz seninle güzel.

Zaman seninle örülüyor ilmik ilmik.

Yazlar, kışlar gelip geçiyor seninle.

Baharların önünde duruyorsun, ilk ve sonbaharların.

Arzularımız, tutkularımız zamanın önünde yaşlanıyor, güçten düşüyor.

Büyük göç kervanlarındayız senin ışığının altında. Çocukluktan gençliğeydi ilk büyük göçümüz. Gençlikten orta yaşa ikinci büyük göçü yaşadık. İhtiyarlığa göçün hazırlığındayız ey ay.

Bazılarımız en büyük göçü yaşadı çok daha erken. Göçtü gitti ahir diyara. Bu âlemden diğer âleme her an bir yolcu gemisi kalkmakta.

Niyazi-i Mısrî de feryatla şöyle demiş ey ay:

“Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu hebâ,

Yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.

Ağlayıp, nâlân edip, düştüm yola tenhâ, garip,

Dîdegiryan, sîne biryan, akıl hayran, bîhaber.”

Sen semada durdukça bir zamandan diğerine ağıp duracağız ey dost.

Ey ay, semada asılı duran tesellimiz.

Bir  emirle ikiye yarılan.

Ol, dendi sana ve oldun. Yarıl dendi yarıldın.

Ne de güzel boyun eğiyor, bize misal oluyorsun.

Sen de bizim gibisin ey semanın gülü.

Bir yanınla güneşe sırtını dönmüşsün, karanlık.

Bir yüzün güneşe dönük, aydınlık.

Nasıl da benziyoruz birbirimize.

Bir yanımız nefsin ve benliğin kesafetiyle karanlık.

Bir yanımız kalp, ruh, vicdan ve akılla aydınlık.

Seninle ebedi dostluğumuz belki de bundandır.

Ne her zaman hilal, ne her zaman dolunay, ne her zaman yarım ay.

Ne her zaman mutlu ve neşeli, ne her daim kederli, gamlı ve hüzünlü.

Bir görünür bir kayboluruz senin gibi ey ay.

Gönlümüz seni andırır. Kâh önüne kara bulutlar düşer kâh nur gibi parlar.

Şair (Charles Baudelaire) diyor ki ey ay:

“Akşam olsa diyordun, işte oldu akşam,

Siyah örtülere sardı şehri karanlık.”

Sen akşam ve gece misafirisin ey ay.

Bizim gibisin.

Mustafa Ulusoy / Zafer Dergisi

Hayat Elden Gidiyor Kaygısı

Çocukken elinizdeki bisküvi bitmesin diye yavaş yavaş yemenizin sırrı nedir? Nedir bu, “Eskiyen ayakkabıları bir daha giyemeyeceğim” hüznü peki? Bir mahalleden başka bir mahalleye taşınırken tam yüreğinize oturan o sıkıntının manası?.. Çocukların da gençlerin de orta yaşlıların ve yaşlıların da, güneş guruba meyledip de varlıkların yavaş yavaş sahneden çekilip üstlerine karanlığın örtüsünün örtülmeye başladığı o akşam üstleri hissettiği yalnızlık, bunaltı ve ağır hüzne ne demeli?..

Tüm bu hisler insan bilincinin hayatın faniliğini, geçiciliğini derin idrakinin neticeleri. Çocuklar ve gençler ara ara bu fanilik, geçicilik hissine kapılsalar da bunu çabuk unuturlar. Gençlik gaflet demektir. Onlar için hayat sanki bitip tükenmeyecek, hep akıp gidecek bir yoldur. O zindelik, o güç kuvvet zail olmayacak gibi gelir gence.

Gencin biri sırtında kamburu olan ihtiyara sorar: “Amca bu kamburu nereden aldın?” İhtiyar cevap verir: “Evladım, senin de yolunun üzerinde, ömrün varsa sen de alırsın.” Genç inanmaz buna. Kendini taşıyan bu dalın bir gün kuruyacağı ihtimali yoktur zihninde. Sanki hayat tek mevsimliktir, bahardan gayrı mevsim yoktur.

İlk darbe otuzlu yaşlarda gelir. Otuz yaş bir milat gibidir. Bu yaş, planların, arzuların, isteklerin gerçekleştirileceği bir sınır gibidir. Otuz yaş devrilince, ilk gerçek panik başlar. Hani, o aniden paniklediğimiz zamanlara benzer bir paniktir bu. Bitirilmesi gereken bir ödevin zamanının yaklaştığı, yakın bir vakitte olacak sınavın evvelinde hissedilen o kaygı, endişe, heyecan hallerine benzer bu ruh hali.

Kırklı yaşlar…

Hayatın elde avuçta durmadığı, geçip gittiği kaygısı öyle bir darbedir ki, tepetaklak eder insanı. “Hayat kısa ve daha yapacak çok şeyim var,” düşüncesi ağır bir taş gibi oturur zihnin baş köşesine. Kırkına kadar bir şekilde hülyalarla, gelecekle ilgili plan ve projelerle, düşlerle, umutlarla bu kederle yine de baş edilir.

Gerçek darbe kırklarda gelir ve sağlı sollu salvolarına girişir. Hayat nehri yavaş yavaş kurumakta, suları çekilmektedir. Zindelik, güç, kuvvet azalmaktadır. Hayat iyiden iyiye kısalmıştır artık ama yapacak işler çoktur hâlâ… Hâlâ dünyadan istenilen alınamamıştır.

Bu öyle bir kaygıdır ki, insanın içine bir kere oturdu mu bir daha asla terk etmez, ölene kadar insanın kalbini, zihnini mesken tutar. Tuttu mu bırakmaz. Yapıştı mı çıkmaz.

Bu ruh hali biraz da şuna benzer. Kayalıklara tırmanan birinin halatı koptu kopacak. Aşağısı derin bir uçurum. Yukarısı ulaşılması zor mu zor zirve. Bu insanın refleks olarak yapacağı ilk iş ne olacaktır? Elleriyle kayalıklara sıkı sıkı tutunmak.

Kayalıklarda kalakalan insan gibi, hayat elden gidiyor kaygısıyla yüreği dağlanan kişi, çareler aramaya koyulur. Bilhassa ahiret nokta-i nazarından hayatıyla ilişki kuramayan insan, elden giden dünyayla kalbinin bağını zayıflatacağına daha da yapışır dünyaya. Neler mi yapar?

Bir kendine bakma hali, kendine daha bir özen gösterme, çekidüzen verme hali başlar. Hatta bu bir takıntıya bile dönüşür. Sağlıklı yaşama furyasının bir nedeni de zannımca bu kaygıdır. Senede iki kere sağlık kontrolü yaptırır. Erkeklerde saçını başını boyatma zuhur eder. Yaşlı görünmekten nefret eder bu kaygıya kapılmış olan. Kırışıklıklar en azılı düşman gibidir. Haftanın çoğu günlerini spor salonlarında geçirmeye başlar. Kılığı kıyafetinde gençlere özenir…

Âlem-i bekaya iman olmadan…

Bazen sefahatin de çıkış noktası burası olur. Şu ana kadar çalıştım çabaladım, hayattan bir kâm alamadım, bundan sonra kendimi düşüneceğim, fikriyle dünyaya saldırır, dünyanın tüm lezzetlerini, hazlarını yutmaya uğraşır. Kimi erkekler için de kadın düşkünlüğünün, eşini aldatmanın bir nedeni de bu hayat elden gidiyor kaygısıdır.

Her insanın bu kaygıyla baş etme biçimi farklı farklıdır. Kimileri için sefahate girmekse, kimileri için geceli gündüzlü kitap okumak, çalışmaktır. Hayat elden gidiyor, şunu da yapayım bunu da yapayım, şu ülkeyi görmedim orayı da göreyim, şu sporu hiç denemedim onu de denemeliyim kaygısı sökün eder. Eldeki ömürden azalan, giden her saniye bir tehdide dönüşür. Kaçırma lüksü yoktur. Mezarın diğer taşı ufukta görünmüştür.

Âlem-i bekaya olan iman olmadan, tüm bu uğraşıların hayat elden gidiyor kaygısını giderebildiğini görmedim hiç. Her saniye azalan bir ömür. Ne yapsan eksik, ne yapsan olmuyor.

Mustafa Ulusoy / Zafer Dergisi

Kâinat Umutsuz Olma Diyor

Aldanma. Aldanma ve aldatma kendini. Önünde koca bir ömür yok. Mazi, hafızanın orta yerinde çürük bir diş gibi nasıl zonkluyorsa, umduğun gelecek de belki hiç gelmeyecek.

 

Hayat zor. Hayat müşkül ve zahmetli.

Her köşe bir tuzak.

Yol ağızları bir çukur.

Basamaklar hem çıkış hem iniş.

 Hayatım zor değil benim diyorsan, hiç merak etme.

Beklemediğin bir anda gelip bulacak, isabet edecek musibetler. Ümüğüne basıp oturacak.

Çünkü, hayat bir sınav. Bu kadarcık işte. Bir sınav.

Bizi yaşatacak olan ne peki, bu sisli belirsizlikte?

Adı umut olan refika nerede?

Umudu yanlış yerde arayarak mı tüketiyoruz ömrümüzü yoksa?

Boşuna gözlerini kısıp ilerisini görmeye çalışma. Umut, o baktığın uzaklarda, geleceğin belirsizliğinde değil.

Umut, her günü ağır ağır doğan günün sayfalarında da değil.

Umut, geçmişle geleceğin iç içe geçtiği anın içinde.

Umut şimdide.

Şimdi ve hemen senin içinde.

Aldığın nefesin bir umut olduğunun idrakinde değil isen umut hiçbir yerde.

Umut gözlerinde. Şu an, şimdi gözünün gördüğü bir ağacın üzerine tünemiş bir güvercinin kanatlarında. Umut, kulaklarına çarpan rüzgârın uğultusunda.

Umut, Sonsuz Kudret’in eseri, sanatı, nakışı olan bir damla, evet, tek bir damla yağmurda.

Bir de böyle bak.

Bir tek saç teline bile, sonsuz kudretin sonsuz değerli bir eseri diye bak.

Umut, her gün büyüyen saç tellerinde.

Umut, her an yeniden yeniye yaratılan kâinatın içinde. Kaldır gözündeki perdeyi ve şimdiye bak. O’nun “Kayyum” isminde hayatının sırrına eriş.

Hayat, güzel.

Her köşeyi tutan tuzaklar yeni bir yol ağzı aslında.

Elbet her şerrin içinde bir hayır saklı.

Her inişte bir çıkış saklı.

Seni aşağı indiren her basamak, bir dua kapısı.

Vakit daralırken, ne dünü kurtarırsın ne yarını.

Umudun, şimdinin boynunda asılı. Tut elinden şu anın. Onu ye’sin elinden çekip al.

Hayatım kötü, berbat, anlamsız deme. Bilgiçlik taslama.

Kötü sandığın iyi, anlamsız sandığın belki de bir mana deryası.

Önce şu mağrur düşünceden bir sıyrıl.

Hayat, sana hizmetkâr değil. Hayat, senin nefsini beslemek, arzularını yerine getirmek için yaratılmadı. Dünyanın merkezine oturtmadı kimse seni.

Önce bir haddini bil.

Senin makamın, kulluk. Senin makamın secde.

Sen, O’nun sonsuz isimlerinin tecellisine mazhar olmak için varsın. Bu böyle. Kabulü zor olsa da bu böyle.

Haddini bildin mi, şu cümleyi de bil.

Kafana kazı bu cümleyi.

Yapabilirsen kalbine de kazı.

“Madem hayat, esma-i hüsnanın nukuşunu gösterir. Hayatın başına gelen her şey hasendir.”

Harflerle nakşolmuş bir umut deryası bu.

Ne güzel söylemiş değil mi söyleyen. Hele hele Söyleten.

Neymiş hayatın manası?

“Esma-i hüsna”nın, yani O’nun sonsuz isimlerinin nakşını göstermek.

Bu hakikati unutman demek, kendini unutmak demek.

Olmayan bir gelecekle avuntuya sığınmak yerine, şimdi, şu an var olan sonsuz umuda yaslan.

Nefsinin hoşuna gitmeyen şeyler mi yaşadın, yaşıyorsun?

İsteklerin gerçekleşmedi mi?

Akşamın dingin halesinde tecelli eden ışıltılara sal nazarını.

Üzerine kubbelenmiş semaya dik gözünü ya da.

Dur ve düşün.

İçinde bulunduğun duruma “kötü” deme önce.

İçinde bulunduğum durum bana benimle ilgili ne haber getirdi, de.

Çok biliyorsun değil mi?

Çok bilme.

Hatta hiç bilme.

Sadece cümlenin içine nakşolmuş umudu çekip çıkar: “Hayatın başına gelen her şey hasendir.”

Evet, her şey.

Umut, her şey daha iyi olacak diye beklentilerde saklı değildir.

Hayatın şu andaki kanatlarının gölgesine sığınabilmektir umut.

Sabahın ışığıyla yolunu bulmak, soluduğun havayla umutlanmaktır.

Başa gelen her şeyin ama her şeyin (günahlar, isyanlar, inkâr halleri, O’ndan gaflet halleri dışında) bir hikmeti olduğunu, güzellikler barındırdığını görebilmektir.

Şimdinin kıymetini bilmeyen sonrasının da bilemiyor inan.

Şimdinin hikmetine nail olamayan sonrasına da nail olamıyor.

Umut, O’nun sonsuz isimlerinde.

Çünkü O’nun sonsuz isimleri tecelli etmek için geleceği beklemiyor. Şimdiki anın içinde, şimdiki kainatı bir güzellik abidesine çeviriyor.

Bak, umut çok yakınında.

Rüzgâra binmiş tenine değiyor. “Rahman ve Rahim” isimleri serinletiyor seni.

Suyun içine girmiş umut, bardağına dolmuş.

“Rezzak” ismi sesleniyor sana.

İşte böyle nefsim.

Mızmızlanıp durma.

Ben umutsuz değilim. Ne senden ne de kendimden. Öyle söylüyor kâinat.

Senin hoşuna gitse de gitmese de.

O küçük aklına yatsa da yatmasa da.

“Hâl-i cihân böyle gelir böyle gider’’

(Dünyanın hali budur, böyle gelmiş, böyle gider.)

Mustafa Ulusoy

Zafer Dergisi

Büyüklenmeci olmayan bir özgüvenin sahibi olarak Said Nursi

“Bir kaç defa ziyaretine gittik. Fakat hiç konuşmuyordu. Yatağı bir tahta ranzada idi. Duvara asılı bir torbada Kuran-ı Kerim vardı. Başka bir kitap görünmüyordu. İlk gidişte bize çay yaptı ve verdi. Amma, kederli duruyor ve konuşmuyordu. “Nasıl yapalım da konuşturalım, bir mesele soralım. Peygamberimiz Mi’rac’a ruhen mi, yoksa bedenen mi gitti, diye soralım” dedik. Böylece konuşturmayı umuyorduk.

Yine bize çay verdi. Imam efendi sordu: “Efendim ulema farklı söylüyor. Acaba Mi’rac bedenen mi, ruhen mi?” deyince, Üstad sağa sola baktı. Ve bana: “Hafız, yazın var mı?” Ben: “Güzel yazarım efendim” “Öyleyse al şu defteri” dedi ve başladı söylemeye. İşte ilk defa Mirac Bahsi böyle yazıldı. Tek sayfa olarak tam otuzbeş sayfa yazmışım. Üstad da yazdıklarıma baktı. “Yazın güzelmiş” dedi. “Sen bana lâzımsın. Amma ben asabiyim. Herkesle geçinemem, sen tedbirli ol.” Ben de “Efendim, ben de tirkakiyim. Sigara içmeden yapamam. Ne yapacağız?” dedim. Üstad, “O zaman, Besa (arnavut yemini) yapalım. Ben kızınca, sen birşeyler deme. Sen kızınca, gidip sinekleri dağıtırsın” dedi.” 1

SAİD NURSİ asabî bir insandır. Geçinilmesi zordur. Bakışlarından sertlik akar. Büyük bir ciddiyetin içine gömülmüş yüzü, aynı zamanda hayatın çeşit çeşit acılarının içinden geçmiş bir insanın yüzüdür. Kat kat açılan bir bohça gibi, duygularında ki her elem, keder acı örtüsü kaldırıldığında, altından bir başka yenisi çıkmaya her an hazır dertlerle hemhal olmuş bir insanın yüzüdür. Bakışlarındaki sertlik ondan akıp size geldiğinde ise, derin bir şefkate, merhamete dönüşür. Dolu tanelerinin size gelene kadar eriyip buhara dönüşmesi gibi. Sert kayaların ortasından fışkıran bitkilerin yumuşaklığı kadar insana güven veren bir kişilik fışkırır bu sertlikten.

Said Nursî gergin bir insandır. Kimi zaman huzursuz bir insandır. Bazen merdümgirizlik hastalığına yakalandığını söyler. “Eskiden beri o hastalığın esası bende vardı ki; ona merdümgirizlik yani insanlardan çekinmek, temas etmemek, temastan müteessir olmak” 2 şeklinde açıklar bunu. İnsanlardan kaçar. Yalnız kalır günlerce. Hayatının çeşitli dönemlerinde melankolik ruh hallerine girer. Ruhunun sosyal hayatın gerekliliklerini kaldıramadığını söyler.

Said Nursî asabî bir insandır, ancak onun asabiyetinin bir çekiciliği vardır. Sert bakışları onun dünyasına girmeye vesile bir kapı olur. Sizi içsel dünyasına buyur eder. Onun sertliği savrulup gidebileceğimiz dünyada bize derin bir güven duygusu aşılar. Kişiliğinin asabiyeti asla bir huzursuzluk ve tedirginlik uyandırmaz insanda. Aksine zamanımızın fırtınalarına karşı güvenlikli bir sığınak olur. Bir psikiyatrist olarak bana onun kişiliğini incelemeyi cazip kılan yönü, başka asabî insanların aksine, asabiyetindeki çekiciliktir. Asabiyet âdeta ona yakışır. Bazı elbiselerin bazı insanlara yakışması gibidir bu. Üzerinde iğreti durmaz. Onun kişiliğinin asabiyeti onun hayatının aslında biricik malzemesi olur. Asabiyeti ve gerginliği, onunla uğraşanlara karşı bir silaha dönüşür. Kendisini seven insanlara karşı ise fırtınalı sosyal hayatta bir sığınağa.

Said Nursî’de insanı böylesine çeken ne var?

Onun kitaplarını neden tekrar tekrar okumak istiyorum? Onun kitapları insan ruhunu nasıl bu kadar yatıştırabiliyor?

Gençken her aşık olduğumda gider, 17. sözün son kısımlarını okurdum. Kendimi değersiz hissedersem, her nereyi okursam okuyayım, mutlaka teselli eden cümleler bulurdum. Ölüm korkum haşir risalesi, cennet bahsi, ruhun bekası bahisleri ile sükun bulmuştu. Hastalar risalesi ile hastalıklar dahi sevimli görünmeye başladı gözüme. İhtiyarlar Leması ateşli gençlik günlerimin sıkıntılarını serinleten bir gölge gibi beni altında taşıdı. Risaleleri yazan kişi asabi olsa da, Risalelerde ne bir asabiyet vardı ne bir huzursuzluk. Hep huzur akıyordu. Bir yandan insanın nefsine ve narsistleşmiş benliğine ciddi yüzleştirmeler yaşatmayı ihmal etmeden, öte yandan insanın ruhunu ve kalbini meleklerin yumuşaklığı ile donatıyordu. Bunların bir sırrı olmalıydı. Bunların bazı sırlarını buldum sonra. Onun kişiliğinde düğümleniyordu sırlar.

Abdülkadir Badıllı’ının Mufassal Tarihçe-i Hayatının ikinci cildini okurken, en başa alıntılandırdığım Şamlı Hafız Tevfik’in hatırasını okuyunca, bir yıldır onun psikobiyografisi ile ilgili bir kitap çalışmasına yönelik kişilik yapısının özelliklerinin izini sürerken, önemli bir ipucu karşıma çıkıverdi. Talebe adayına “Ben asabiyim. Herkesle geçinemem, sen tedbirli ol” diyebiliyordu. Sonra Barla Lahikası’nda “sekiz sene, benim gibi asabî, hiddetli bir adamı hiçbir vakit gücendirmeden, hiçbir menfaat-ı maddî mukabilinde olmayarak, kendi işini bırakıp, kemal-i sadakatla lillah için hizmeti….”3 ile karşılaştım.

Said Nursî asabî, hiddetli, geçinilmesi zor bir insan olduğunu kabul ediyordu. Bunu yazmaktan, söylemekten çekinmiyordu. Bunu bir meydan okuma tarzında da yapmıyordu. Eğer kişiliği asabî bir insandan huzur akıyorsa burada derin bir şey aramalıydım.

Son psikiyatrik çalışmalar insanın doğduğu andan itibaren belirli kişilik özellikleri ile doğduğu, çevre koşulları ile bunların ifrat veya tefrite doğru kaydığı yönündedir. Ikiz çocuklarda yapılan gözlemlerde bir çocuğun sakin, diğerinin daha hareketli olması bu yönde manidar bir bulgudur. Said Nursî’nin de çocukluğundaki davranış örüntülerine baktığımda, aynı şekilde asabî, hareketli, laf söz dinleyemeyen bir çocukluğu olduğunu görüyorum. Bu örüntü bazı yumuşamalar göstermesi ile birlikte tüm yaşamı boyunca devam etmiş, ancak hiddetli davranışlarını kontrol etme yönünde daha muvafık olmuştur.

Said Nursî’nin bir talebesine “Ben asabiyim, herkesle geçinemem, sen tedbirli ol” diyebilmesi ciddi bir özgüven işaretidir. Bu özgüven ise onun kendi kişiliği ve varoluşu ile uyum içinde olduğunu, benliğinin varoluşuna karşı büyüklenmeci, narsistik bir tutum takınmadığının ipuçlarını verir bize. Kişinin kendini varolduğu haliyle kabul edememesi, kendi varoluşuna karşı bir hınç duymasına yol açar. Kişinin insanî zayıflıklarını ve yetersizliklerini reddedetmesi, onun benliğinin büyüklenmeci bir tutum alması ile ilgilidir. Kişinin kendi varoluşuna olan düşmanlık dolu nefreti, olması gerektiğine inandığı kişilik ile olduğu şey arasındaki tutarsızlıktan kaynaklanır. İşte burada Said Nursî’nin farkı açığa çıkar. Onun asabiyetinin nasıl olupta bizlere hayatla, varoluşla ilgili derinlik, içtenlik, sukunet olarak dönüştüğünü açıklar.

Said Nursî, kendisinin olması gerektiğine inandığı şey ile olduğu şey arasında tam bir uyum halinde yaşar. Kendini tanımlarken “Ey Said-i kasır, âciz ve fakir!”4 ifadesini tercih eder. İnsanın varoluş hâli, yani “mahiyet-i nefsi,” “nihayetsiz bir kusur, nihayetsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr, nihayetsiz bir ihtiyaç, nihayetsiz a’mâl dercedilmiş” bir haldir. Said Nursî’nin benliği bu varoluşsal hâli kabul etmiş görünmekte, kendinden kusursuz bir mükemmel olma hâli, hatasızlık, kusursuzluk beklentilerine girmemektedir. O, insanın mahiyetini, insanî zayıflıkları, kusurlulukları hem insanın olduğu hem de olması gereken özellikler olarak kabul ettiği için, bu ikisi arasında ki tam bir tutarlılık, kendi varoluşunu benimsemesine, kendini kusurları ile birlikte olduğu gibi kabul etmesine yol açmıştır. Çocukluğundan beri üzerinde varolan asabiyet hâlini reddetmemiş, bunu “mahiyet-nefis”in varoluşsal, insanî bir zaafı olarak görerek, kendi kusurunu dercetmiş, kabul etmiştir.

Büyüklenmeci bir benlik geliştirmiş kişi ise kendine karşı kibirli standartlar belirler. Kendinden hatasız, kusursuz davranışlar üretmesini ister. Devamlı kendini gözlemler. Hatalı davranışlarını affetmez. Affetmediği davranışlarını kendine yediremediği için, bu davranışlarını kendi üzerine almaz ve devamlı mazaret üretir. Hep başkalarını suçlar. Suçladığı sadece kişiler değildir. Ortam, modern yaşam biçimleri, postmodern yaşam biçimleri suçlama alanına girer. Kendi büyüklenmeci benliği dışındaki her şeyi ötekileştirir ve kendini sütten çıkmış ak kaşık hâline getirmek için insanları ve ortamları kötüleştirir. Kendi iyiliğini başkalarının kötülüğü üzerine kurmak ister. Siyah ile beyaz arasındaki tüm renklere karşı renk körüdür.

İnsan ilişkilerinde ki sorunlar nedeniyle bana gelen insanlara terapilerimde yaptığım bir espriyi alıntılamak isterim. Onlara bazen şunu söylerim: “İyi ki kâinatı, dünyayı ve insanları siz idare etmiyorsunuz. Yoksa bu beklentilerinizle hepimiz yanardık.” Bazen de “İyi ki mahşer günü adaleti dağıtan siz olmayacaksınız. Yoksa hiçbirimiz cennete giremezdik.” İnsanî zayıflıkları, çaresizlikleri, hataları, kusurları reddetmeye çırpınan büyüklenmeci benlik kendini tenkit ede ede özgüvenini yok eder, süklüm püklüm bir kişilik zayıflığının içine girer. Sonra kişiliğindeki zayıflığı da tenkit eder. Bu bir fasit daire hâlinde sürer gider.

Said Nursî de kendini gözlemler. Ama onun gözlemlemesinin amacı varoluşunu borç bildiği Yaratıcı’sına hizmet adınadır. “Seni kusur ve fakr ve ihtiyaçtan terkib etmiş” der, bunun hikmetini araştırır. Kusurlu yaratılmış hâlini Yaratıcıyı tanıma ve bilmede, hikmetini kendine telkin eder. “Tâ mirsad-ı kusurun ile Fâtır-ı Zülcelal’in seradikat-ı cemâl ve kemâline ve mikyas-ı fakrın ile derecat-ı gına ve rahmetine ve mizan-ı aczin ile meratib-i iktidar ve kibriyasına ve fihriste-i ihtiyacatın tenevvüü ile enva’-ı niam ve ihsanatına bakabilesin ve tanıyasın ve vazife-i hilkatini eda edesin”5 der.

İnsanî kusur ile Yaratıcısının Cemâl ve Kemâlini, fakirliği ile Rahmet ve Gınasını, aczi ile Kudretini ve İktidarını anlamaya çalışmasını derketmesi, kendinde yerleşik acizlik, kusurluluk, eksiklik, hata yapabilirlik gibi özellikleri ile barışık olmasına ciddi bir katkıda bulunur. Narsistleşmiş, büyüklenmeci benlikler zaten Yaratıcı ile ilişki kurmak istemeyen benlikler olduğu içindir ki, insanî zayıflıklarının, kusurlu olmalarının Yaratıcıyı tanıma ve bilmedeki önemini bilmezden gelirler ve bunları reddederler.

Said Nursî kusurlarından dolayı kendini ayıplamaz. Tam tersine kusurlarını onaylar. Çünkü kişinin kusurlarından dolayı kendini ayıplaması, bireyin kendini özdeşleştirdiği tanrısal standartlara uymadığı zamanlarda olur. Onun tercih ettiği yöntem Rabbine kusurlarını açması, Onun merhametine sığınması, kusurlarına bahane bulmamasıdır.

Said Nursî kendi varoluşunu kötülemez. Ama Yaratıcı adına olmayan, nefsinin istek ve arzuları ile arası iyi değildir. Nefsine “ey nadan nefsim”6 demekten çekinmez. Ama asla, “ey alçak Said” dememiştir. Kendine, kendi standartları ile değil, Yaratıcının standartları ile bakınca, kendine karşı merhametli davranır. Çünkü Yaratıcının standartları insanın kendisi ile ilgili standartlarından daha merhametli, daha adaletli, insaflı ve ölçülüdür. İnsan kendi sınırlarını bilmekte zorlanırken, Yaratıcı kendi yarattığı bir varlık olarak insanın acizliğini, sınırlarını, kusurlarını, eksikliklerini mutlak bilendir. Bu yüzden Yaratıcının insandan beklentisi, insanın kendi geçiciliğini, mutlak acizliğini, kusurluluğunu derketmesi ile Kendisine sığınılması ve herşeyin Ondan beklenilmesidir.

Yaşadığı her ne olursa olsun, tüm yaşantısı Yaratıcının isimlerine ayna olduğu gerçeğinin bilinciyle yaşamış olan Said Nursî, kendi varoluşsal hâliyle uyum içinde olmanın verdiği özgüvenle, yaşadıklarından dolayı kendine acımamış, bir kurban gibi görmemiştir. Yaşadıklarına rağmen, o sadece kadere değil, kaderin adaletine güvenmiştir. Yaşadıklarından yola çıkarak, naz makamında değil, niyaz makamında kalmaya devam ederek, Yaratıcı karşısında şımarıklık gütmemiştir. Tersine bir davranış, insanı suçluluk, aşağılık, kötürüm edilmiş, eziyet edilmiş duygularına sokar ki bu da insanın içindeki enerjiyi, motivasyonu felç eder. Kişi burada kendi sorumluluğunu almak yerine yeniden ve tekrar tekrar insanların kendine haksızlık yaptığına, kendi değerini bilmediklerine hükmeder.

Onun hayatında şikayet yoktur. Ne insanlardan, ne olaylardan, ne Yaratıcıdan. Hiç bir şeyden. “Âdil kadere de derim ki: Müstehak idim senin bu şefkatli tokatlarına.” 7 diyebilmesi, kişiliğindeki görünüşteki asabiyetin altında, benliğinin Yaratıcı karşısında nasıl da boyun eğici, teslimiyetçi olduğuna işaret eder. Bu şikayet etmeme hâli hem bir teslimiyetin ve güvenin, hem de büyüklenmeci olmayan bir benliğin göstergesidir.

O kendisiyle uğraşanlardan dahi şikayet etmez, ama onları Kaderin adaletine şikayet eder. Ancak kendisi ile arası iyi olan, kendi varoluş hâlini olduğu gibi kabul eden ve bunu Yaratıcıya kulluk hâline dönüştürebilen insanlar, hayatının başına gelenleri de kabul edebilir ve yine O’nun la ilişkilendirir. “Ben mâlikimin hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer onun izin ve rızasıyla geldin ise, merhaba, safâ geldin! Çünki elbette bir vakit ona döneceğiz ve onun huzuruna gideceğiz ve ona müştakız” der. 8

•••

Asabi insanlar ikiye ayrılır. Birinci gruptakiler asabi olduklarını kabul edenler, asabiyetlerini başkalarına yüklemeyenler, asabi olma sorumluluğunu üstlenenler, asabî davranışlarından dolayı insanları ve ortamı suçlamayanlar, asabiyeti bir kusur olarak algılama cesareti gösterenler ve bu kusurlu hâli Yaratıcının mutlak mükemmelliğine bir ayna yapanlar. İkinci gruptakiler ise eksik ve kusurlu olmayı bir eksiklik ve kusurluluk olarak kabul ettikleri için mükemmel olmaya çalışan, asabiyeti bir eksiklik olarak addedip kabul etmeyenler, kabul etmedikleri için de olmadıklarını iddia edenler, hatta saklayanlar, asabî davranışları için başkalarını suçlayanlar, bir türlü ben hatalıyım demeyenler.

Said Nursî’nin asabiyetinin çekiciliği birinci grupta yer almasından kaynaklanıyor ve gerçekten onun asabiyeti de, kuru ağaçların yandığında ışık ve ısıya dönüşmesi gibi, bizim kalbimizde ısıya ve nura dönüşüyor. Said Nursî’yi “Ben asabiyim. Herkesle geçinemem, sen tedbirli ol” diyebildiği için çok seviyorum ve böyle diyebilme cesareti ve güveni olduğu için de Said Nursî bende güven duygusu uyandırabiliyor.

Mustafa Ulusoy / Zafer Dergisi

 

1 Abdülkadir Badıllı. Bediüzzaman Said-i Nursî. Mufassal Tarihçe-i Hayatı. II.cilt. S. 770

2 Said Nursî. Emirdağ Lahikası. S. 61

3 Said Nursî. Barla Lahikası. S. 199

4 Said Nursî. Nurun İlk Kapısı. S. 33

5 A.g.e. s. 33

6 Said Nursî. Sözler. S. 216

7 Said Nursî. Emirdağ Lahikası. S. 106

8 Said Nursî. Lemalar. S. 120.

 

Said Nursi’nin kişiliği neden güvenilirdir?

Yazar Mustafa Ulusoy sitesinde ”Said Nursi’ye bu kadar güven duymanın sırrı nedir?” sorusunun cevabını aradı.
 
Bir insanın hakikate sadık bir kişilik inşa etmek için iki temel korkuyu aşmak zorunda olduğunu belirten Ulusoy; Asrın alimi olarak Said Nursi’nin bu iki temel korkuyu aştığı için güvenilir bir kişilik olduğunun altını çizdi.
 
İnsanlar ne der kaygısı taşımayan ve boyun eğmez kişiliğiyle hareket eden Said Nursi’nin dünya sevgisi taşımayan bir ahiret insanı olarak niteleyen Ulusoy, Bediüzzaman’ın özgürlüğünün hapiste bile alınamadığını ifade etti.
 
İşte Mustafa Ulusoy’un o yazısı:
 
Said Nursi’nin kişiliği neden güvenilirdir?
 
”Said Nursi’ye bu kadar güven duymanın sırrı nedir?” diye sorulduğunda, ”Baştan sona tutarlı bir devamlılık arz eden hayatıdır,” derim ilk olarak. Hatalarını, yanılgılarını söylemekten çekinmeyen mertliği de, ona güvenimi inşa eden başka bir esaslı özelliğidir. Başka bir unsur da, nefs-i emaresiyle verdiği çetin mücadeledir onu güvenilir bir insan yapan.
 
Ve belki de ona asıl rengini veren şey, korkusuz oluşudur.  Bu onun en temel kişilik özelliğidir. Hakikate olan sadakati, erdemlerinden taviz vermeyişi ve bunu kem küm etmeden, eğip bükmeden merdane dile getirişidir.
 
İnsanın hakikate sadık bir kişilik inşa etmesinde temel iki korkuyu aşmak zorunda olduğu kanaatindeyim. Asrın Alimi olarak Said Nursi, bu iki temel korkuyu aştığı için  güvenilir bir kişilik olabilmiştir.
 
İnsanlar ne der korkusu ile  başı derde girmeyen yoktur; ama ve lakin,  bu korkuyu yenebilen çok azdır. Kendi ifadesiyle, “İnsanda, ekseriyet itibariyle hubb-u câh denilen hırs-ı şöhret ve hodfüruşluk ve şan ü şeref denilen riyakârane halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sahibi olmağa, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î-küllî arzu vardır.” İnsanlar tarafından övgüye mazhar olmak, bilinmek, tanınmak gibi istek ve arzularla dolu bir nefs-i emmâre için insanların kendi hakkındaki düşünceleri ciddi kaygı sebebidir.  Eski Said ile Yeni Said dönemi arasındaki en önemli farklardan biri, nefs-i emmâresini bu açıdan tam tamına terbiye etmiş bir hale gelmesidir Said Nursi’nin. Bizim belki de ancak aklımızla ve kalbimizle kabul edip de nefsimizi bir türlü ikna edemediğimiz şu gerçeği onun nefsi de tam kabul etmiş ve tam teslim olmuştur: “Evvelâ rıza-yı İlahî ve iltifat-ı Rahmanî ve kabul-ü Rabbanî öyle bir makamdır ki; insanların teveccühü ve istihsanı, ona nisbeten bir zerre hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa, yeter. İnsanların teveccühü; o teveccüh-ü rahmetin in’ikası ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür, yoksa arzu edilecek bir şey değildir.. çünkü kabir kapısında söner, beş para etmez!”
 
Nefsiyle yaptığı çetin mücadele ve cihatla, insanlar ne der kaygısından tümüyle kurtulan Said Nursi için bu kaygının üretebildiği birçok arızalı davranışın kaynağı da kendiliğinden kurumuş olur. Başkalarına kendini beğendirmek isteme, başkalarıyla kurulan ilişkilerde boyun eğiciliği ve köleliği sonuç verir çoğunlukla. Onun boyun eğmez kişiliğinde  ”Rıza-yı İlahî ve iltifat-ı Rahmanî ve kabul-ü Rabbanî” yi tam tamına içselleştirebilmesinin önemli bir etkisi olsa gerektir.
 
Yukarda alıntıladığım metnin insanların teveccühünün ”kabir kapısında söner,” vurgusuyla bitmesi oldukça manidardır. Bu bizi ikinci korku sorununa götürür: Ölüm korkusu.
 
Ölüm korkusu, ölünce bana ne olacak sorusuyla nispeten ilgilidir. Ölümü, ebedi hayatın kapısı olarak görenler için bu korku silinir gider ama bir şartla.
 
Ölüm korkusunu çoğaltan en temel amillerden birisi dünyaya olan sevgidir. İnsan sevdiğinden ayrılmak istemez. Sevdiğinden ayrıysa da ona kavuşmak için yanıp tutuşur. Dünyayı sevenler, ona gönülden bağlı olanlar için ölüm ciddi bir sorun teşkil eder. Ölüm, kişiyi sevdiği dünyadan ayıran bir tehdit olur çünkü. Ölümden sonra ebedi bir hayata inanan insanlar için bile bu böyledir.
 
Said Nursi, ölüm sorunun halletmeden önce dünya sorununu halletmiştir. Eski Said ile Yeni Said dönemi arasındaki temel farklardan biri de bu dünya sevgisidir. Eski Said’in hayatla ilişkisine bakıldığında dünya ehli denemez. Eski Said’in de yüzü ahirete dönüktür Yeni Said kadar olmasa da. O zaman temel farkı nedir diye sorusu akla gelmektedir. Kanaatimce, Eski Said, Yeni Said’e dönüşüm sürecinde  nefs-i emmâresini bu açıdan da tam bir terbiyeye tabi tutmuş ve nefsini dünya sevgisinden tam olarak arındırmış, kalbine, ruhuna ve aklına arkadaş kılmıştır.  Eski Said de ölümden korkmayan birisidir ama buna ilaveten Yeni Said’in nefsinde dünyaya olan muhabbet de yok olup gitmiştir. Geçiş sürecinde Said Nursi, dünyanın, dünyaya bakan yüzündeki fena ve zevali, ayrılığı bütün veçhesiyle görmüş venazarını tümüyle dünyanın ahirete ve esma-i ilahiyeye bakan yüzüne çevirmiştir. Yeni Said artık tümüyle ahiret insanıdır.
 
İnsanın dünyaya olan muhabbetini onun ahirete ve ilahi isimlere yöneltmesi onu özgürleştirir. İşte Said Nursi’yi güvenilir bir insan haline getiren unsurlardan biri de,  dünyayla olan ilişkisindeki sahip olduğu bu  özgürlüktür. ”Ya şu dünyalığı kaybedersem,” diyebileceği hiçbir şey yoktur hayatında. Sürgünden sürgüne yollarlar onu. Hapishaneden hapishaneye tıkarlar. Ama nafile. Özgürlüğünü bir gram elinden alamazlar. Her yeri, hapishaneyi bile bir okul, bir medrese yapacak güçlü bir kişiliktir o. Hapishanedeyse hapishanededir. Ahlayıp vahlamaz. ”Burada, şimdi bana düşen nedir,” der. Hapishanede namaz kılınmaz mı? Kılınır. Oruç tutulmaz mı? Tutulur. İnsanın kulluğunu elinden alabilen bir yer değildir hapishane. Kur’an’ın ayetlerinin manaları tefekkür edilemez mi? Edilir. Ayetler, ihtiyacı olan insanlar için tefsir edilemez mi? Edilir. İşte bunu yapar bu özgür, özgür olduğu için de güçlü olan kişilik.
 
Risale-i Nur boşu boşuna Said Nursi tarafından telif edilmemiştir.