Etiket arşivi: Mustafa Ulusoy

Bir ilişki inşa etmek bin aşktan evladır

“Kocasından nişanlıyken gelen mesaj ve e-postalardan tekini bile silmeye kıyamamıştı, sanki silse duyguları da silinecekmişçesine bir korkuyla saklamıştı onları. Nişanlıyken açıp açıp okurdu eski mesajları, her okuyuşunda aynı duyguları yeniden yeniye yaşayarak. “Seni çok özledim” en çok etkilendiği mesajdı, “Seni seviyorum”dan katbekat hissettirirdi sevildiğini ona.

Odasına çekilmiş, elinde telefon eski mesajları karıştırıyor. Daha dört ay önce, nişanlıyken başka bir ile gitmek zorunda kalmış, iki günlük kısa ayrılığa bile zor dayanmışlardı. “Gözlerin, hüzünlü gözlerin nereye bakıyor şimdi? Kulaklarında hangi ses uğulduyor? Pınarı andıran dilinden hangi sözcükler dökülüyor?” Boğazı düğümleniyor kadının. Bu kaçıncı ağlayışı. Bir mesaja bakıyor, bir şu anki hallerine. Mesajlar mı yalandı, şimdiki halleri mi, karar veremiyor.

Kalbim senindir,” mesajını aldığı o gece gözüne uyku girmediği hatırına geliyor. Sonra zihni başka bir güne kayıyor. Çok şiddetli kavga etmişlerdi. Bu işi yapamayacağız, ayrılalım, demişlerdi; kendileri de inanmadan. Küs geçen üç günün ardından, gecenin 11.58’indeki bip sesiyle yüreği yerinden çıkacaktı az kalsın. “Gece oldu, içime çekildim ve orada seni buldum. Geceler kâbus, gündüzler ateşten gömlek. Seni özledim. Çok.” Barışmışlardı.

Bir masal yazacaklardı, oysa doğru düzgün iki cümle kuramıyorlar şimdi. Öyle şaşkınlar ki, yaşadıkları, Mary Shelley’in Frankenstein romanının bir bölümü sanki. Birbirini tutkuyla seven iki insan, iki ay içinde nasıl olur da düşman kesilirler? Ellerinden gelse birbirlerini boğazlayacaklar. Ufak bir kıvılcım yetiyor şiddetli bir tartışma için. Birbirlerini suçlamada maraton yarışçılarından daha hızlılar. Sen! Hayır sen! Yok sen! Hayır, senin yüzünden! Yok senin yüzünden!

Kadın odasından çıkıyor, mutfağa gidiyor, o büyük bir özenle beğenerek aldığı kap kacağı fırlatıp atmak istiyor. Ocağın üstündeki yanmaz tavayı birlikte aldıkları günün imgesi düşüyor hayaline. Fırını alırken minik bir kavga etmişlerdi.

Kendini kontrol edemeyip, salona dalıyor. “Seninle evlendiğime bin pişmanım, o güne lanet olsun!” Söyler söylemez pişman oluyor, ama ne fayda? Ses hızıyla sözcükler çoktan kocasının kulaklarından sızıp kalbine vardı bile.

Adam, başını bilgisayardan yavaşça kaldırıyor. “Asıl ben seninle evlendiğime pişmanım. Hem de bin değil yüz bin, hatta milyon pişmanım.”

Âşık olmuşlar, eksik olan kısımlarını bulmuşlardı. Eksik olan kısmım bu mu, dercesine bakışları kesişiyor. O bakışlar binlerce tenkit yüklü. O bakışlar iki kara bulut gibi birbirine değdikçe şimşekler çakıyor.

Oysa çok değil, birkaç ay öncesini hatırlasalar. Her ikisinin de gözleri gelecek mesajlarda ve e-postadaydı. Bu kez ne yazacak acaba? Sevmenin, ötekiyle ilgilenmenin değil, ilgilenilmenin derdinde olduklarını bir türlü fark edemediler. Oysa bu küçük ayrıntı, dokumadaki gözle görülmez sökük gibi. Gittikçe büyüyor, evliliklerini delik deşik etmek üzere.

Bir hayat acemisi onlar. Hayat tezgahında dokudukları şeyin kıymetini anlayamayacak kadar hem de.

Bir aşk masalı için kalemi ellerine almışken, ayrılığın masalını yazdı yazacaklar.

İnsan ilişkiyi, aşk gibi öyle kucağında bulmaz birdenbire, onu adım adım inşa eder. İlişki inşası karşıdakini tanımakla olur. Bir insanı tanımaksa bazen bir kavgayla, bazen bir tebessümle, bazen itiş kakışla, bazen şefkatle, merhametle. Amma, bir insanı tanımak, illa da samimiyetle olur. Samimi ve sahici bir kavga, iki yüzlü gülücüklere tercih edilesidir.

Bir insanı tanımak, kainatı tanımaktır.
Bir insanı tanımak, ayrıca, kendini tanımaktır.
Bir ilişki inşa etmek, bir kainat inşa etmeye denktir.

Aşklarıyla, hissettikleri duygularla meşgulken, çalakalem bir ilginin yeteceğini sandılar karşıdakine. Her ikisi de kendi çevrelerinde döne döne başları döndü, yere yığılı kaldılar sonunda.

Masal yazmanın deniz kenarında kumdan kale inşa etmek olduğunu sanmışlardı.

Bilmiyorlardı ki, aşkların masalı yoktur, ayrılıkların masalı vardır.

Birçok insanın düştüğü hataya düşmekten alıkoyamadılar kendilerini. Âşık olmanın, birine hissî bir ilgi duymanın, iki insan arasındaki “ilişki” için lazım ama asla yeterli olmadığını bilemeyecek kadar acemiydiler.

Birbirlerini görür görmez tutulmuşlardı, birbirlerini düşünmedikleri bir an bile yoktu. Her şey tastamamdı işte. Hayatın başlangıcı da sonu da, doğusu da batısı da buydu. Mutlu olmak için başka ne gerekirdi?

Mutlu olmak için sahici bir ilişki gerekir halbuki. İtişe kakışa, gerekirse kavga ede ede, yanlışlarla doğruları öğrene öğrene inşa edilecek ilişki. Bıkmadan, usanmadan, sınırları aşmadan, umutsuzluğa düşmeden, kaçmadan, yılmadan, sabırla, metanetle, halis bir niyetle.

Aşk bir masalsa evlilik ilişkisi o kadar gerçektir.
Aşk bir sarhoşluksa evlilik en derin uyanıklık.
Ve bir dane-i hakikat bin masaldan evladır.

Mustafa Ulusoy / Zaman

Vicdanlı ateistler iyi insan olmayı kime borçlu?

Akıllarının penceresi olan vicdanlarının şahitliğinde, Mutlak Varlığın “iyi” dediklerine iyi, “kötü” dediklerine kötü diyerek O’na teslim olan müminlerin aksine, bir yazarın belirttiği üzere, “Ben ateistim” diyen kişi kendi etik sistemini de, gene düşünerek, taşınarak, kendisi kurmak zorunda.

Mutlak Varlığı ret ve inkâr eden bir ateist kendi etik sistemini nasıl kuracaktır? Bilebildiğim kadarıyla verilen cevap, vicdan. Bir ateiste, niçin yalan söylemezsin, diye sorarsınız alacağınız “yalan söylemek kötüdür” şeklinde akli bir cevaptan ziyade, vicdana dayalı cevap olacaktır: “Bana yalan söylenmesinden hoşlanmam, vicdanım yalan söylemekten rahatsızlık duyar, hoşlanmayacağım şeyi başkasına da yapmam.” “Bir köpeğe eziyet edemem, onun üzülmesine üzülürüm, bu bana eziyet etmenin kötü bir şey olduğunu anlatır.” Örnekler çoğaltılabilir.

Görünen o ki, ateistler, iyi, erdemli, ahlaklı davranışlar sergilerken bunu, ne Mutlak Varlık’ın ahirette vereceği cezanın (cehennem) korkusuyla ne de vaat ettiği ödülün (cennet) karşılığında yaptıkları argümanı kendilerine dayanak alıyorlar. Güya hiçbir dünyevi karşılık beklentisi de yok bu davranışın temelinde. Sırf vicdanlarının sesini dinleyerek yaptıkları için de, davranışlarının daha içten olduğu iddiasındalar.

Bu oldukça yaldızlı iddianın altı kazındığında karşımıza çıkan şey bambaşka. Bir ateistin vicdani bir mülahazayla yalan söylemekten kaçındığını düşünelim. Bu güzel, hayırlı eylemin ceza ve ödülün dışında olduğunu kim iddia edebilir? Yalan söyleyince vicdanlı bir inkâr ehli vicdan azabı çekmez mi? Yalan söyleyerek arkadaşını kandıran vicdanlı bir ateistin vicdanı sızlamaz mı? Bu vicdandan geldiği apaçık belli olan ceza değil midir, yalanın ona kötü olduğunu düşündürerek ondan uzaklaştıran? Ve pişmanlık denen şey değil mi, ona bunu bir daha yapmamasını defalarca söyleyen? Bir insanı haksız yere öldüren vicdanlı bir ateist için, def edilemeyen bir suçluluk hissi kadar ağır bir ceza var mıdır? Bu cezanın cehennemden nasıl bir farkı vardır? İster ateist olalım ister mümin, biz insanları kötülüklerden alıkoyan unsurlardan biri bu vicdan azabı değil midir?

İyi ve güzel bir iş yapan, mesela bir yaşlıyı karşıdan karşıya geçiren, fakire fukaraya yardım eden, insanlık için gayret eden bir ateistin vicdanı huzura gark olmaz mı? Hangi ateist bu huzur ödülünü yakalamak için erdeme sarılmaz? Bu mükafatın cennette müminlere verilecek olan mükafattan farkı nedir?

Vicdana yaslanarak bir etik sistemi kurma iddiasındaki inkâr ehlinin içine düştükleri başka bir çıkmaz daha var. Buna geçmeden önce yazmak zorundayım ki; kimi ateistler neredeyse vicdanı “insana ait verili bir durum” olmaktan çıkarıp ateistlere has kılacaklar. Sanki müminlerin hayatında vicdana hiç yer yok. Gerçekten öyle mi?

Zamanın Bedii, “Mesnevi-i Nuriye-Nokta Risalesi”nde mealen, “Allah Teala ki, O’ndan başka ibadete layık hiçbir İlah yoktur. O Hayy’dır, Kayyum’dur (Bakara Sûresi: 2:255)” ayetinin tefsirini yaparken, O’nun tekliğinin dört kuvvetli bürhanı, delili olduğunu söyler. Bunlardan ilki, Muhammed Aleyhissalatü Vesselam’dır. ? İkinci bürhan, “Kitab-ı kebir ve insan-ı ekber (büyük bir kitap ve büyük bir insan) olan kainattır.” Üçüncü bürhansa, Kur’an’dır. Zamanın Bedii, dördüncü delilde bir sürpriz yapar. Vicdanı inkar ehlinin tasallutundan kurtararak onun bizzat O’nun vahid ve ehad oluşunun delili olduğunu vurgularken çok enfes bir vicdan tarifi de yapar. Ona göre vicdan, görünen ve görünmeyen alemin kesişim yeri ve berzahı, iki alemden birbirine gelip gidenlerin buluşma yeridir. Vicdan, şuurlu varlıkların fıtratıdır aynı zamanda. “Fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuasını neşrederler.

Bu tanımdan yola çıkarak vicdanın Mutlak Varlık’ın ayetlerinden olduğu sonucuna rahatlıkla varabiliriz. Kimse vicdanını kendi üretmez. Vicdan da insan gibi yaratılır. İnsan gibi gelişir, kemale erer.

Bu noktadan bakıldığında inkâr ehlinin vicdanla ilgili bir açmazına daha ulaşırız. “Vicdanımı dinleyerek aç bir köpeğe yiyecek verdim, ben çok iyi bir insanım,” diyen bir inkar ehli, bu iyilik dolu eylemi Mutlak Varlık’tan tabiri caizse “çalarak” kendine mal eder. İster mümin olsun, ister inkâr ehli olsun, kişinin, aç bir köpek gördüğünde vicdanında uyanan merhamet hissi, Mutlak Varlık tarafından yaratılan bir histir. İnsan bu his istikametinde iyi bir davranış sergiler, gider köpeğin önüne yarım kilo eti koyar. Köpeğe merhamet etmeyen bir insansa, ister mümin olsun ister ateist, Mutlak Varlık’ın “merhamet et” emrine karşı çıkmış olur. Erdemli, iyi davranışların Yaratıc’ıyla bağını koparan insan, onu hakiki sahibinden gasbeder. İnkâr ehlinde, her iyi eylemi Mutlak Varlık’tan koparıp kendine mal etme yapısal bir sorun olduğu halde, müminde bu geçici bir gaflet halidir. Fark ettiğinde tövbe ve istiğfar etmekle yükümlüdür.

İster mümin olalım, ister ateist; iyi, güzel, hayırlı eylemlerimizi, vicdanlarımızı yaratıp bize veren O’na borçluyuz.

Mustafa Ulusoy / Zaman Gazetesi

Otuz yıl kabul olunmayan dua

Kalakalırız.
Kolumuz kanadımız kırılmıştır sanki. İçeriden bastıran nihayetsiz isteklerle kendi gücümüz, kuvvetimiz, bilgimiz, irademiz arasında boğulur gibi oluruz.

Acizlik dört bir yanımızda kol gezer. Zerrelerimize nüfuz eder. Bir hastalık bedenimizi hiç de hesapta yokken kıskıvrak sarar. Bir nehir taşar. Zaman darken, trafik tıkanır, yollar geçit vermez olur. Gök adeta delinmiştir de caddeleri sular seller götürür. Bir insan bizi anlamaz. Bir diğeri ise yanlış anlar. Birisi sever. Birisi nefret eder. Biri alay eder. Biri küçümser.

Bu hal, bir tek biz insanların hissedebildiği, “varoluşsal çaresizlik”tir.

Hele uğradığımız haksızlıklar yok mu? Hiçbir şey yapamamanın, eli kolu bağlı olmanın getirdiği o ruhsal daralma belki de bir tek insana özgüdür.

Varoluşsal çaresizlik belimizi büker. Burnu Kaf Dağı’nda olan benliğimiz sarsılır, içimizdeki depremin ardından, benliğimizin sınırları yeniden çizilir. Bir noktadan öteye uzanamaz gücümüz kudretimiz.

Ruh bir menfez arar. Kalp teselli diye inler. Akıl, bir çıkış yolu talep eder. Benlik, “ben bir hiçim,” diye inler. İşte o an, benlik, kendini bulmuştur.

Varoluşsal çaresizlik, inkârla reddedilmemeli, dibine kadar yaşanmalıdır. Bizi biz yapan çaresizliğimizdir. Çaresizlik genellikle kişilik zayıflığı olarak yanlış algılanıp güçlü, kuvvetli olmaya göz dikilir. Oysa sonunda ölecek olan hangi insan ben güçlüyüm hezeyanına kapılarak ne elde eder?

Varoluşsal çaresizliğimiz bizi sonunda getirip duanın kapısına bırakır.

Eller yukarı uzanır. Kalp, Mutlak Varlıkla bağlılığını tazelemek ister. Ruh yalnızlığından sıyrılıp sonsuzluğa bir pencereden bakıp nefeslenmek ister.

Varoluşsal çaresizlik gözyaşlarıyla dile gelir. Gece, gündüz, yürürken, yatarken. Gecenin bir vakti. Gündüzün ortası. Her an O’nun kapısı çalınır.

İstekler, bir bir sıralanır. Her istek varoluşsal çaresizliğin kelimelerle bedenlenmiş halidir..

O da ne.

Çok özel bir yaşantı, olmazsa olmaz haline getirdiğimiz isteklerimiz yerine gelmedi diye berhava edilir. Duadan küskünlük çıkar. Neden duam kabul edilmiyor, sızlanışı duyulur. Bir yanılgı, duanın tüm büyüsünü bozar.

Otuz-kırk yıl dua edip kabul edilmeyen duasına hâlâ devam edenler vardır. Zamanın Bedii, muzdarip olduğu kulunç hastalığının şifası için dua eder, yalvarır, yakarır. Bir türlü şifa gelmez. Ama o, sızlanmaz, küsmez, darılmaz Sonsuz Rahmete. Çünkü duanın sırrına vâkıf olmuştur. “Otuz senedir şifa duasını ettiğim halde duam zâhirî kabul olmadığından, duayı terk etmek kalbime gelmedi.” der. Kronik, müzmin, sürgit fiziksel ya da ruhsal sorunlardan muzdarip insanların takıldığı temel soru, “neden?”dir. Bu kadar ağrı, sızı, zahmet, meşakkat, uykusuzluk, yorgunluk, dermansızlık, nefes darlığı vs. vs neden?

“Hastalar Risalesi-On Yedinci Deva”dan öğrendiğimize göre, Zamanın Bedii anlar ki: “Hastalık dua için verilmiş.”

Hastalık neden verilmiş, diye bir kez daha soralım: Dua için.

Hastalıkları ya da başımıza gelen olayları, musallat olan musibetleri anlamlandırmak; vehim, vesvese, kuruntulardan, öfke ve kızgınlıktan kurtulmak için harika bir bakış açısıdır bu.

Duasının zahiren kabul olmaması, yani bu dünyada kabul olmaması Zamanın Bedii’ni hayali sükuta uğratmaz. Tersine, ettiği duayla hastalık şifa bulsa, bu bir açıdan dua etme imkanının ortadan kalkması olacağından, neredeyse duasının bu dünyada kabul edilmemesine sevinir. “Evet, bir kısım hastalık, duanın sebeb-i vücudu iken, dua hastalığın ademine (ortadan kalkmasına) sebep olsa, duanın vücudu kendi ademine sebep olur; bu da olamaz.” der.

Sonra şu sonuçlara varır: “Duanın neticesi uhrevîdir, kendisi de bir nevi ibadettir ve hastalıkla aczini anlayıp dergâh-ı İlâhiyeye iltica eder.” Duam kabul olmuyor, istediklerim neden verilmiyor dediğimizde, unuttuğumuz nokta kanaatimce burasıdır. Dua etmenin neticesi, duanın bizatihi kendisidir. Dua etmekten maksat mesela hastalık için edildiğinde, şifa duanın neticesi değildir. Bir musibetin ortadan kaldırılması için dua ediyorsak, duanın neticesi musibetin ortadan kalkması değildir. Bir isteğimiz için dua ediyorsak, istediğimiz verildiğinde duanın neticesi hasıl oldu demekte de noksanlık vardır. Bunlar olsa olsa Mutlak Varlığın fazlındadır, ayrı bir ikramıdır.

Dua bir yaşantıdır. Bir haldir. Bizi bilen, duyan, gören Bir’in varlığına derin bir imandır. Ruhun aradığı sonsuzluğa açılan penceredir. Ruhun aradığı isteklerin gerçekleşmesi değildir. Dua kendimizi Mutlak Varlığa anlatmanın en mümtaz imkanıdır. Kendimizi tarif etmektir. Kendi sınırlarımızı çizmektir. Bunu yaparken aslında yaptığımız Mutlak Varlığı tarif etme halidir.

Zaman ve mekânın kasvetli havasından O’na yönelme zamanıdır.

Dua insanın kendini Yaratıcısına anlatmasıdır. İnsan kendini anlatırken aslında O’nu anlatmak, tarif etmektir. Bu dünya da ister kabul edilsin ister edilmesin, hiçbir dua boşa gitmez.

Dua, insanın var oluş gerekçesidir. Dua, bir anın içinde Mutlak Varlık’la kurulan derin, son derece özel bir ilişki halidir. Bu ilişki isteklerimize kurban edilmemelidir.

Dua, varoluşsal olarak sonsuz çaresizim, sonsuz acizim diyebilmektir. Bundan daha cesur bir eylem var mıdır?

Mustafa ULUSOY

Zaman

Ahiret iyileştirir

Haksızlığa maruz kalanın tek bir sorusu vardır:

Neden?

Ve bu tek kelime yeni yeni sorulara gebedir: Ben ne yaptım? Suçum neydi? Niye ben? Neden benim başıma geldi?

Bu doğurgan soru ontolojik bir kırılmanın, varoluşsal bir krizin tezahürüdür. Kişi bu soruyla yaşadığı haksızlıktan, maruz kaldığı zulümden bir “hayır ve iyilik” çıkmasını ummaktadır. Ahiret nazarı dikkate alınmadan bu soruların tatminkâr bir cevabı yoktur. Ontolojik kriz ancak baki ve ebedi bir hayat hattında çözüme kavuşabilir. Çünkü yaşadıklarımız sıra dışı düzeyde acı veren olaylar, haksızlıklar, zulümler bile olsa; hayır, çoğu zaman bu dünyadan ziyade ebedi âlemde insana verilir. İnsanın ebedi yurdu orasıdır. İnsan mükellef bir yemeği otobüs durağında yemez, yemek de istemez. Sağ salim ulaşacağı evinde yemek ister.

Dünya bir imtihan yeriyse, imtihan gereği insan haksızlığa, zulme maruz kalabilir. Zulme uğrama illa da kişinin bir suçu olduğu anlamına da gelmez. Zalimin kendi enesi, benliği, egosu, ilah edindiği heva ve hevesi dışında bir gerekçesi yoktur. Zalim, Mutlak Varlık’ın merhameti ve şefkatli olma buyruğunu çiğnemektedir. Kullarının her türlü hukukunu koruma vaadini yapan Mutlak Varlık, masumlardan biraz sabırlı olmalarını istemektedir. Ne de olsa hayat kısadır. Ölüm şuracıktadır.

Travmanın ahiret bağlamında çözümüne yine Said Nursi üzerinden devam edersek; kendisi “Pek âdi bahanelerle, zemherinin en şiddetli soğuk günlerinde” tutuklanmıştır. “Büyük ve gayet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta tecrid-i mutlak içinde” hapsetmişlerdir onu. Der ki: “Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş varken, za’fiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim.

Şartlar zordur. Haksız yere tutuklanıp zulme maruz kalmıştır. “Dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde,” çırpınmaktadır. Ama o sıkıntısına ve hiddetine yenilmez. Hz. Musa’nın asası gibi, her olaydan bir rahmet ve hayır çıkarmasını bilir. Çünkü yaşadıklarını ahiret bağlamına oturtur. Ebedi hayatı kazanmasına hizmet edecek her ne yaşıyorsa, iyidir, hayırlıdır, güzeldir, yaşamaya değerdir. Bu bir sıkıntı bile olsa. Bu bir zulme maruz kalma bile olsa.

Ahireti kazanmak için çekilecek acılara razıdır. Ebedi bir hayat için dünyanın geçici gam ve kederlerinin lafı mı olur?

Daha önceki hapis hayatını düşünür. Orada mahpusların Risalelerden istifade ettiklerini, imanlarını kuvvetlendirdiklerini düşündükçe, mahpusluktan şikâyet etmek yerine binlerce şükür eder. Kalbine inkişaf eden hakikat ona der ki: “Her bir saat hapsinizi ve sıkıntınızı, on saat ibadet hükmüne getirdi; o fâni saatleri bâkileştirdi. İnşâallah bu Üçüncü Medrese-i Yusufiye’deki musibetzedelerin Nurlardan istifadeleri ve teselli bulmaları, senin bu soğuk ve ağır sıkıntını hararetlendirip, sevinçlere çevirecek.

İnsanın var oluşunun anlamı dünyadaki fani saatleri ahretin ebedi ve baki saatlerine çevirmek değil midir zaten?

Kalbine inkişaf eden hakikat konuşmasını şöyle sürdürür: “Hiddet ettiğin adamlar eğer aldanmışlarsa bilmeyerek sana zulmediyorlar. Onlar hiddete lâyık değiller.” Bilerek, kin ve garazla, inkârcılık adına incitiyorlar ve işkence yapıyorlarsa, yine Allah’a havale eder. Mutlak Varlık’ın onlara vereceği ölümle; “ölümün i’dam-ı ebedîsiyle kabrin haps-i münferidine girip, daimî sıkıntılı azap çekecekler,” diyerek, yapılan haksızlıklarının karşılığını bulacaklarını düşünerek adalet ve hakkın yerini bulma arzusu tatmin olur. Bu bakış açısı onu zalimlere intikam duygusuyla yanıp tutuşmaktan alıkoyar. İntikam güçsüzlerin işidir. “İntikam soğuk yenir” diyenler, soğuk yemeğin bünyeye zarar verdiğini unutur. Kişiliği kuvvetli olanlar haksızlığa haksızlıkla karşılık verme acziyle, mazlumken zalim konumuna düşmezler.

Mutlak Varlık, varlıklara yapılan zulümleri bilir ve görür. O mağdurun, masumun vekilidir, dostudur, yardımcısıdır. Nursi, bunun derinden farkındadır. Yaşadıklarını ahiret bağlamında değerlendirmeyi şöyle sürdürür: “Sen onların zulmü yüzünden hem sevap, hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi, hem manevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlas ile yapmasını kazanıyorsun!’ diye ruhuma ihtar edildi. Ben de bütün kuvvetimle ‘Elhamdülillah’ dedim.

Son cümle çarpıcıdır. Bu insan, zulme maruz kalmaya bütün kuvvetiyle Elhamdülillah demektedir. Çünkü yaşadığı travmayı ahiret bağlamında ele almış, dünyanın fani saatlerinin zulüm yoluyla ebedileştiği hakikatine mazhar olmuştur.

Başka bir metinde benzer bir yaklaşımla acılarına şifa bulur Nursi. Birinci Dünya Savaşı’na katılmış, çoluk çocuğa, masumlara yapılan zulümlere, haksızlıklara şahit olmuştur. Bundan büyük bir elem ve azap çeker. Sonra yine kalbinde bir hakikat hissi uyanır. Öldürülen masum insanların şehit olup veli olduklarını; dünyadaki fani hayatlarının ebedi bir hayata dönüştüğünü; zayi olmuş mal ve mülklerinin baki ahiret mallarına dönüştüğünü düşünerek büyük bir teselli bulur. Hatta öyle ki, eğer haksızlığa uğrayan mazlum bir inkâr ehli bile olsa, “âhirette kendilerine göre o dünyevî âfâttan çektikleri belalara mukabil rahmet-i İlahiyenin hazinesinden” mükâfata mazhar olacaklarını belirtir.

Said Nursi, ister mümin, ister inkâr ehli, haksızlığa, zulme, adaletsizliğe maruz kalanların; gaybın penceresi açılsa; mazhar olacakları rahmeti görebilseler, “Ya Rabbi! Şükür Elhamdülillah” diyeceklerine kati bir surette kanaat getirir. “Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum” diyerek, sadece zulme maruz kalmanın değil, zulme şahitlik etmenin derin travmatik tesirinden ahirete imanla şifa bulur.

Ahireti nazara almadan dünya zalim bir yere dönüşür. Kötülüğün anlamsız dili hayata egemen olur. Yaşadığımız haksızlıklar karşısında hissettiğimiz kırılganlık, üzüntü, keder, kızgınlık, öfke, kin ve nefret ahiret bağlamına oturtulmadan ele alındığında tam tamına çözümlenemez. Zulmün büyüklüğü, kimi zaman dünyevi adaletin terazisinin hiçbir kefesine sığmaz. Ve mağdurun içinde açılmış o yaraya hiçbir dünyevi hüküm merhem olamaz. Eller kollar bağlanır ve hep bir şey, eksik kalır.

Her türden kötülüğe maruz kalmış kalpleri, ancak ahiret iyileştirir.

Mustafa Ulusoy / Zaman Gazetesi