Etiket arşivi: mutsuzluk

Neden Bu Kadar Mutsuz Olduğunu Biliyor musun?

İşim gereği mutlu insanlarla değil hayatlarında bir sorunun altından kalkamamış ve bundan dolayı mutsuz olan insanlarla çalışıyorum.

İnsan sayısınca doğru olduğu, daha doğrusu doğrunun algılanışının farklı olduğu gibi, her insana göre de mutsuzluğun nedenleri farklı farklı…

Kimisine göre kendisi erkenden evlenip çoluk çocuğa karıştığı ve ablası gibi, arkadaşları gibi kariyer yapamadığı için mutsuz.

Diğeri de kariyer yapmak adına evlenmeyi ertelediği, geciktirdiği ve artık evlenecek birisini bulsa bile, çocuk sahibi olmak, büyük bir aile kurabilmek için çok geç kaldığından dolayı mutsuz.

Bir diğeri kaçırdığını düşündüğü fırsatlardan; bir başkası ne kadar isterse istesin, asla mükemmel bir iş kuramayacağı için mutsuz…

Eşine söz geçiremediği için mutsuz olanlar, zayıflayamadığı için mutsuz olanlar, dolara değil de altına yatırım yaptığı için mutsuz olanlar…

Hepsinde ortak olan bir şey var o da her birimizin mutlu olacağımızı sanarak bir durum belirlememiz ve o olsa da olmasa da mutsuz olabilmek için bir nedenimizin olması…

Eğer belirlediğimiz hedefe ulaşmışsak, ulaştığımız şeyin “aradığımız şey olmadığını” fark ettiğimiz, ona gerçekte olduğundan daha fazla anlam yüklediğimiz ve bu anlamı bulamadığımız için mutsuz oluyoruz.

Belirlenen hedefe ulaşamadığımızda, bu defa “ulaşmadığımız için” mutsuz oluyoruz. Ya kendimizi beceriksiz olarak suçlayarak ya da etrafımızdakilere bizi yalnız bıraktıkları için kızarak yine mutsuz olmaya bir gerekçe üretiyoruz.

Sorun şu ki “şimdi”de mutlu olunacak bir şey yok zannediyor, mutluluğu “ilerideki” olmayan bir gerçekliğe yerleştirmeye çalışıyoruz. Olmayan bir gerçekliğe ulaşmaya çalışıyoruz.

Varlıkla değil, yoklukla ilgileniyoruz… Oradan da hayır değil, şer çıkıyor… Memnuniyet değil, mahrumiyet çıkıyor!

İstemenin kendisinin değil, istenilen şeyin mutlaklaştırılmasının ve onun elde edilebilmesine bağlı bir mutluluğun esiri ediyoruz kendimizi.

Oysa esas olan istemenin kendisidir. İstemektir ve verileceğinin bilinmesidir mutluluğun anahtarı.

İstemek varsa, bu, verilecek olmanın garantisidir çoğu kere. Ama istenilen şey aynısıyla verilmeyebilir. Bizim belirlediğimiz şekliyle verilmeyebilir. Daha güzeliyle verilebilir. Buna inanmaktır mutluluk.

İstemekten vazgeçmek değil; istemeyi esas kılıp, istenilen şeyi mutlaklaştırmamaktır.

Mutluluğa bir şeyi hedef yapıp, “Bu olursa mutlu olurum, olmazsa asla mutlu olamam!” demek kendimize zulmetmektir.

Mutsuzuz, çünkü belirleyici olmak istiyoruz; isteyen olmak değil!

Mutsuzuz, çünkü zanlarımızla yaşamayı tercih ediyoruz.

Mutsuzuz, çünkü verilenlerin farkında olmadan, verilmeyenlerle uğraşıyoruz. Biz bunlardan vazgeçmedikçe korkarım ki cennette olsak da cehennem de gibi hissedeceğiz…

Nazlı Özburun / Aile Terapisti

Mutlu Olmak İçin Daha Ne Lazım Ki?

Daha birkaç yıl önce evlenen kızının sızlanmaları son günlerde iyiden iyiye artmıştı. Görünürde bir sıkıntıları yoktu halbuki. Kocasının iyi bir işi vardı. Evini, ailesini ihmal etmezdi. Biraz huysuzluğu vardı ama olurdu o kadar. Kızı da yıllardır hayal ettiği mesleği yapıyordu. Sağlıkları, sıhhatleri yerindeydi. Birkaç kez torun beklediğini çıtlatacak olmuştu, ama daha zamanı değil deyip susturmuşlardı. Anlayacağınız her şey istedikleri gibiydi. O zaman neden her geldiklerinde suratları bir karış oluyordu bu çocukların… Geçenlerde kardeşine “Çok mutsuzum” demiş. Sebep? İstedikleri eve paraları yetmiyormuş, daha çok çalışmaları gerekiyormuş. Tanıdık geldi değil mi bu hikaye? Pek çok anne baba son zamanlarda sıkça karşılaşıyor böylesi durumlarla.

TEK GAYEMİZ MUTLULUK OLUNCA

Geçenlerde bir televizyon dizisinde birbirini seven bir adam ve kadın evlilik konusunda konuşuyorlardı. Adam “Ama ben seni mutsuz ederim” dedi. Kadın hiç oralı olmadı, “Ben seninle mutsuz olmaya da razıyım” diye cevapladı sevdiği adamı. Doğrusu hiç de alışık olmadığımız türden bir diyalogtu bu. Çünkü artık bütün evlilikler, birliktelikler, aile ve arkadaşlık ilişkileri ‘mutluluk’ şartıyla kuruluyor. Tersi olduğu anda ipler kopuveriyor. Mutsuz olmayı bile göze alarak, birini yaşatabileceği sıkıntılara, zorluklara rağmen sevebilmek dünyanın en zor işi. “Mutsuzluk korkusu, bu kuşağın hastalıklardan biri. Reklamlar, diziler, filmler, çevremizde öyle bir mutluluk balonu şişirdi ki, uçup gidişini hayranlıkla izlediğimiz bu balon, bir türlü binemediğimiz, umutla beklediğimiz bir hasrete dönüştü. İdealize ettikçe şişen talepler, çekingenliği de büyüttü. Mutluluk beklentisini abarttıkça mutsuz olduk.” diyor Can Dündar bir yazısında. Haklı da…

Bu dünyanın büyük bir imtihan salonu olduğunu çok sık unutmaya başladık. En ufak bir kedere, en küçük bir sıkıntıya tahammülümüz yok. Sabrı, tevekkülü aklımızın ucundan geçirmiyoruz. Hastalandığımızda dünya başımıza yıkılıyor, işten atılıyoruz; acep nedendir diye sormayıp suçlu arıyoruz. Ailemizde bir sıkıntı baş gösteriyor, “Bu imtihanın hikmeti nedir?” diye düşünmek yerine “Eyvah mutluluğumuz alt üst oldu” diye karalar bağlıyoruz.

“MUTSUZ” OLMAKTAN AKLIMIZ ÇIKIYOR

Başına bir musibet gelen pek çok kişinin ilk söylediği söz artık “Neden ben?” oluyor. “Mutsuz” olmaktan aklımız çıkıyor. Ömrümüzün her anını güllük gülistanlık geçirmek istiyoruz. Hiç üzülmeyelim, gözyaşı dökmeyelim, gülelim, eğlenelim. İyi hoş da o zaman imtihan sırrı nerede kalacak? Izdıraptan, sıkıntılardan arınmış bir hayat süreceksek neden cennette değiliz de dünyada sürdürüyoruz fani ömrümüzü? Böyle düşünmemizin en temel sebebi dünya hayatına bakışımızın değişmesi. Bizden önceki kuşaklar ‘dünya imtihanı’nın daha çok bilincindeydi. Bu yüzden onlar savaşları, yokluğu, yoksulluğu büyük bir tevekkülle karşıladılar. Her durumda kulluk bilinciyle davranıp şükürden geri durmadılar. Dünya hayatında sevinçler kadar acıların, ızdırapların da olacağı bilgisine sahip olduklarından “mutlu olmak” onlar için hiçbir zaman hayatın tek ve biricik hedefi olmadı. Allah’ın razı olduğu bir kul olmak bizden önceki nesiller için çok daha hayati bir meseleydi.

Bizler ise ne yazık ki yaşadıklarımıza “tevekkül” penceresinden bakmaktan gitgide uzaklaşıyoruz.

Gözümüzü diktiğimiz televizyon ekranında bütün reklamlar neye sahip olursak daha mutlu olacağımızı söylüyor. Falan marka arabamız olursa dünyada bizden iyisi olmaz, filan konutlarından ev alırsak yüzümüz hep güler, şu marka buzdolabı mutluluğumuzu tamamlar, bu cep telefonuyla her sıkıntımız hallolur. Televizyon dizilerinde hikayeler hep mutlu sona ulaşmak içindir; sevdiğine kavuşmak isteyen bir aşık kendi mutluluğu uğruna sayısız insanın hayatını alt üst etmeyi göze alır. Nefes alıp vermemizin tek gayesi, bütün istek ve arzularımızın gerçekleştiği problemsiz bir hayata sahip olmaktır sanki. Çocukluktan itibaren girilen bütün sınavlar, kazanılan başarılar, ailemizi bile ikinci plana atmamıza yol açan kariyer planları hep kusursuz bir ömür geçirelim diyedir. Zaten bütün kişisel gelişim kitapları da bu düşünceyi hakim kılma anlayışıyla yazılır. “Kendinizi önemseyin, siz önemlisiniz” mesajı verilirken hayatın gerçekleri ve “mutluluk”un nerede aranması gerektiğinden ise bahsedilmez çoğu zaman. Mutluluk hiç de uzakta değil halbuki; sahip olduklarımıza şöyle bir baksak göreceğiz.

Hilal Arslan / Semerkand Aile Dergisi

Toplumsal Salgın: Mutsuzluk

Mutsuzlukta dibe vurmak üzere olduğumuzu tahmin ediyorduk ama son yapılan ülkelere göre mutluluk haritası araştırması bunu bir kez daha teyit etti. “Gallup Araştırma Şirketi” binlerce insanla görüşmüş ve ülkelerin ‘Mutluluk Haritası’nı çıkarmış. 155 ülkede gerçekleştirilen bu çalışmaya göre ülkemiz 103. sırada yer alıyor. Anlayacağınız toplumsal bir buhranın eşiğindeyiz.

Mutsuzuz çünkü bizdeki iletişim adeta illet-işim’e dönüşmüş durumda. Genelde toplumsal iletişimden ama özelde de aile içi iletişimden bahsettiğimi bilmem hatırlatmama gerek var mı?

Küresel ısınmanın, çevresel kirlenmemin hemen her boyutunun konuşulup-tartışıldığı ve çözüm üretmek için büyük meblağların ve zamanın harcandığı günümüzde, çevresel kirlenmeden daha vahim bir kirlenme olan duygu ve düşünce kirlenmesinin önüne geçmek için fazla bir gayretimiz yok.

İnsanla yaşadığı çevre/evren arasında garip bir ilişki var. Bundan dolayı kimi âlimler insan’a “mikro evren” kâinata da “makro insan” demişler. “Makro insan” olan kâinatın bilinmeyen yıldızları, galaksileri, kara delikleri var. “Mikro evren” olan insanda ise içinde keşfedilmeyi bekleyen dünyalar var.

Çağımız insanı kozmoloji adına evrenin en ücra köşelerini keşfe çıkarken, içindeki evrenden habersiz yaşamakta. Nice galaksiler, yıldızlar, Habal teleskopları bu uğurda keşfedilirken insanın kendi iç âlemindeki latifeleri hala keşfedilmeyi bekliyor.

Bunun sebebini siz olsanız ne ile izah edersiniz?

İnsanın içindeki dünyaları keşfe çıkması uzaydaki dünyaları keşfe çıkmasından çok daha zor olması bu meseleyi izah etmek için yeterli bir neden olabilir mi?

İnsanın kendini tanıma sürecinde sıkıntılarla karşılaşması haliyle karşısındaki insanları tanıma sürecine de yansıyor. İşte tam burada durup düşünmek lazım, neden bir hayatı birlikte paylaşmaya talip olan insanlar, yaşadıkları bu hayatı tahrif ediyorlar? Ve birbirlerine bu hayatı zindan ediyorlar?

Aile kurumu paylaşarak üreten bir ocak, bir yuva olması gerekirken, neden tüketerek insan öğüten bir yapı haline dönüşüyor?

Tüm bu soruların cevabını insanın kendini ve karşısındakini tanıma süreci içerisinde aramak gerekir.

Yapılan tüm çalışmalar insanın kendini tanıma sürecinde insan-evren ilişkisinin, insan-insan ilişkisinden daha iyi olduğunu göstermektedir. İnsanın, bir diğer insanı tanıma yöntemi kurduğu iletişimin kalitesi ile belirlenebilir.

Eşler arasında yaşanan ve boşanmayla neticelenen hemen tüm evliliklerin temelinde de işte bu iletişimsizlik yatmaktadır. Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜYİK), verilerine göre Türkiye’de son 15 yılda boşanma oranı %245 artış göstermiştir. Ayrıca evlenme oranları da neredeyse bu oranda azalmıştır. Tüm boşanma sebepleri içinde geçimsizliğin (iletişimsizliğin) oranı %95’ten fazladır. İletişimsizlik hem aşkı, hem evliliği, hem de bütün ilişkileri bitirmektedir.

Eşler arası problemlerin meydana gelmesinde en önemli faktörlerden birisi, eşlerin birbirlerini yanlış tanıması ve yanlış anlamasıdır. Sorunların büyütüldüğü ve kronik hale geldiği ailelerde temel yanlış; eşlerin her biri problemin karşıda olduğuna inanmasından kaynaklanmaktadır. Bu durumda olan eşler, her zaman en doğruyu kendisinin yaptığını, gereken fedakârlığı gösterdiğini, ancak hep haksızlığa uğradığını düşünmektedir. Hâl böyle olunca da sorunların çözülmesi zorlaşmakta ve iş boşanmaya kadar girmektedir.

Aslında bu durumun zannedildiğinin aksine böyle olmadığını Nasreddin Hoca’nın bir fıkrasıyla izah etmeye çalışalım. Bir gün aralarında anlaşmazlık bulunan iki kişi Hoca’nın yanına gelir. Birinci adam, olayı kendi açısından güzelce anlatır.

Bunu dinleyen Hoca:

“Haklısın” der.

Sözü alan diğer adam da, kendine göre nasıl haklı olduğunu bir güzel açıklar. Hoca aynı şekilde:

“Haklısın” der.

“Olaya şahit olan Hoca’nın hanımı dayanamaz ve itiraz eder:

“Hocam nasıl olur, ikisine de haklısın” dedin.

Hoca biraz sıkılır ve eşini tasdik etmekten başka çare bulamaz:

“Hanım sen de haklısın.”

Aslında eşler arasındaki olaylar, tıpkı bu fıkrayı andırır. Neredeyse tüm ikili ilişkilerde “yüzde yüz haklı” olan taraf yoktur. Herkes aralarında geçen olayları kendi açısından değerlendirir ve bir bakıma herkes haklıdır.

“Olur, mu canım öyle şey?” dediğinizi duyar gibiyim.

Evet, sizde haklısınız!

İşte insan ilişkileri aynen böyledir. Olaya hangi açıdan baktığınız, olayı çözmeye mi yoksa bitirmeye mi, niyetli olduğunuzu gösterir.

Bugün hala elimizde mutlu evliliği belirleyen kesin ölçütler yok. Bilim bize, “şunlar şunlar olursa evliliğin mutlu olur” şeklinde kesinlik içeren bir açıklama getiremiyor. Daha da önemlisi, “insanları mutlu etmenin yolu bilimden geçmiyor. Bilimi bilmek ise bilge olmayı sağlamıyor.” Bununla birlikte bilimden istifade edebiliriz. İletişim konusunda kendimizi geliştirebiliriz. Fırtınalı bir havada dalgaları kontrol edemeyiz ama o dalgaların üzerinde sörf yapmayı öğrenebiliriz. Önceliğimizi karşımızdaki insanları (özellikle eşimizi) değiştirmeye değil kendi iletişimimizi geliştirmeye verebiliriz. Bu sayede oluşabilecek badirelerden geçmek daha kolay olacaktır. Çünkü her evde zaman zaman biz hekimlerin tabiri ile nabız yükselir, tansiyon düşer. Yani şok belirtileri görülür. Müdahaleniz doğru olmazsa ilişkiniz ölümcül bir safhaya kadar ilerleyebilir veya kronikleşebilir. Çözülmemiş çatışmalar kronik hastalık gibidir. Tedavi edilmeyen hastalık çoğu kez kötüye gider, belirtilerini görmezseniz evliliğinizi bitirebilir. Burada yapılması en uygun müdahale problemlerin sebepleri üzerine yoğunlaşmak yerine, problemlerin çözümleri üzerine yoğunlaşmak olmalıdır. Zaman zaman zorlandığınız yerde evliliğin en önemli yakıtını kullanmaktan çekinmeyin. Evet, evliliğin en önemli yakıtı günümüzde hala, “anlayış”tır.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Evliliğinizin Kaçıncı Kilometresindesiniz Kitabından Alıntıdır…