Etiket arşivi: Nabi

Nûr-u Aynım, Zübde-i Hayatım

Efendimiz (ASM)dan sonra..

Âhir zamanın da ahiri..

Nuru tutan az, zulmette kalmış çok, zulmetten ayılmaya çalışanın da tonla imtihanı olduğu, akşamla yatsı arası bir alaca karanlık kuşağı..

Kim bize nuru hakkıyla gösterecek, incitmeden, kırmadan, sırf yaparak, yıkmadan; kim yaralarımızı saracak, görmeyen gözümüze göz, işlemeyen aklımıza tefekkür, hissetmeyen kalbimize marifetullahın heyecanını verecek…

Elhamdülillah, Risale-i Nur ehl-i imanın imdadına gönderilmiş, manevi bir halaskardır. Nur-u Muhammedî(ASM)’ın arzdan çekilmesiyle kıyamete yaklaşan şu yaşlı arzımıza son bir nevbahar yaşatan Nur-u Âzam sahibi Risale-i Nur, hem müceddid hem mürşid-i ekmeldir.

Sen’den (ASM) sonra..” derken Hz. Bilal (RA) gibi dayanamayıp ölecekken yegâne teselli ve kurtuluş ümidimizdir.

Üstadımız ve bütün tûllab-un nurdan Allah iki cihanda razı olsun. Bizleri de o nurlu zümreye dahil eylesin. Âmin.

Nabi

Nurnet.org

Eşime güveniyorum, güveniliyorum

Emniyet-i mütekabile:

Bir ailenin saadet-i hayatiyesi; koca ve karı mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devam eder. (24.Lema, 3.Hikmet)

Aile hayatının saadetinde diğer bir temel esas da eşler arasında karşılıklı emniyeti tesis etmektir. Emniyet: güven, eminlik hislerini uyandıran bir halde olmak demektir. Hayat-ı dünyeviyeyi beraber geçirmek için ilk başta güven temelinin atılması şarttır.

Evvela eşler Allah’ın huzurunda aile içi vazifeleri yükleneceğine söz veriyor, evlilik sözleşmesine riayet edeceğini taahhüt ediyor. Peki eşimizin bu sözünü tutacağına nasıl itimad edeceğiz, hepimiz pek çok sözler veriyoruz ama bazen yerine getiremiyoruz; aile hayatı gibi çok önemli ve daimi bir ortaklığa girerken eşimizin sözünde durup durmayacağını nasıl bileceğiz?

Bu çok önemli sorunun cevabı, eşlerin karşısındakine “güven” verip vermediğidir. Eğer insan yaşı, içtimai hayatta konumu ve vazifeleri itibarıyla taşıması gereken enfüsi ve sosyal kimliği taşıyamıyorsa, yani kendinden beklenenlere cevap verecek durumda değilse, karşısındakine güven vermez ve kendi iç aleminde de bu güvensizliği hisseder, hem kendine güveni olmaz. Çünkü insan ne kadar mağrur da olsa kendi kusurunu bilir; neyi ne kadar yapabileceğini tartabilir; eğer kendine yüklenen teveccühe mukabil kendini geliştirip layık olmaya çalışmaz da nefsinin tembelliğine kapılırsa, gösterilen makama liyakatsizliğinden ötürü kısa bir süre içinde kendine duyulan güvenin boşa olduğu meydana çıkar. Hem kendisi hem de sosyal çevresinde kalıcı sıkıntılara giriftar olur. Bu yüzden “kendine güvenmek ve güvenilmek” hislerini canlı tutmak gerekir; yani kendimize daima katkı yapmamız, hata ve eksiklerimizi tashih yoluna gitmemiz gerekir.

Meselenin evliliğe bakan kısmında, aile hayatına girmeden önce eş adayları çok iyi düşünmelidir ki “Ben, ileride benden beklenecek olan vazife ve manevi sorumlulukları yerine getirebilecek miyim?”. Bu kendini mihenge vurma işleminden sonra kalemi kağıdı alıp artı ve eksilerini yazmalı, hayat planını eksileri tamamlama yönünde kurmalıdır.

Bir aile kurarken eşlerden beklenen en temel özellik, aile hayatını Allah’ın rızasını kazanma yönünde devam ettirme çabasıdır. Bunun çok muhtelif dereceleri olduğu gibi, nihayetsiz yolları da vardır. Esas olan bu ana hedef üzerinde eşlerin ittifak etmesi ve buna götürecek yollar aramasıdır. (Evlilik, hayatımızda girdiğimiz en önemli ticari ortaklıktır.) Bu nokta-i nazardan, eş adayına şu nazarla bakıyoruz: “Allah’ın rızasını tahsil etme kastıyla yaşayacak bir içsel=enfüsi durumda mı?” Eğer bu güveni kendisinde görebilirsek o insanla hayat yolculuğumuza devam edeceğiz. Cevabı pek de kolay olmayan bu soru için İslam bazı zahir ölçüleri imdadımıza göndermiş.

Mesela bir hanımın İslamı yaşayıp yaşamadığının en temel ölçüsü “tesettüre riayet etmesi” olarak  belirlenmiş. Aynı ölçü beyler için de “namaz kılmak” olarak netleştirilmiş. Yani bir hanım hatlarını belli etmeyecek şekilde tesettüre riayet ediyorsa ve bir bey de 5 farz namazına riayet ediyorsa, bunlar en zahir manada İslamı yaşayan ve yaşamaya niyeti olan eş adayları olarak niteleniyor. Bu temellerde mutabakat sağlandıktan sonra daha hususi konularda sorgulamalar yapılabilir.

Mesela gaye-i hayatı ve vasıl olma yollarını karşılıklı konuşarak anlamaya çalışmak gerekir. Malumdur ki ne zaman, nerde, ne yapacağı belli olmayan birisiyle en basit bir iş yapmak bile insana sıkıntı verir; belirsizlik, tutarsızlık herkesi rahatsız eder. Bunlardan kurtulmanın en güzel yolu da işin başında genel hatlarıyla “aile kurmak” meselesini konuşmak, yol ve hedefleri ortaya koymak, ne kadar mutabakat var bakıp ona göre karar vermektir. Büyüklerden güvenin tesisi için yine önemli bir tavsiye de eşlerin birbirinden beklentilerini ana çizgileriyle kağıda dökmeleri, bunu da dini nikah akdi yapılırken birbirlerine ibraz edip, bu evlilik sözleşmesine sadık kalacaklarına dair Allah’ın ve şahitlerin huzurunda söz vermeleridir.

Eş adayı için böyle derinlemesine bir analizi neden yapıyoruz, yapmamız neden tavsiye edilmiş, boy posuna değil de şer’an küfüvlük denen diyaneten ve seciyeten denkliği araştırın diye niçin söylenmiş? Esas konu “eş adayı olan bu kimse ile yola çıkabilir miyim, imtihanlı ve ebedi bu yolculukta ona güvenebilir miyim?” sorusuna net bir cevap bulmak; kendimizi riske atmamak; güven almak ve güven vermek.

Meselenin ciddiyetinden ötürü alt yapıyı titizce hazırlamak ehemmiyet arz ediyor. Yoksa bazı hissiyatın galebesinden ötürü sorgusuz sualsiz girişilen aile hayatlarında, zaman içinde eşlerin birbirinden çok farklı beklentilerinin ortaya çıkması ve birbirini tanımamaktan ötürü güvensizlik hissi, ailenin devam edememesine yol açıyor –ki bu zamanda pek çok vak’a İslami edepte tavsiye edilen araştırmanın ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor.

Araştırıp soruşturma aşamasında ehemmiyetli yardımcılardan birisi de eş adayını tanıyan hakperest insanlardır. Soruları onlara yöneltip kanaatlerini öğrenmemiz, kendi tesbit edemeyeceğimiz noktaları onlardan gelen bilgiyle değerlendirmemiz önemli bir kazanımdır. Bütün bu aşama tamamlanıp karşılıklı güven alıp-verme noktasına gelindikten sonra aile hayatına adım atılıyor.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi aile hayatı sürekli katkı isteyen dinamik bir yapı; hiçbir gün, bir önceki günkü birikim, tecrübe, sabır ile geçilmiyor; sırr-ı imtihan bizden aile şahsı manevisini ayakta tutmamız için her gün yeni kulluk alanları ve manevi gelişimler bekliyor. Bunun bir ucu da karşılıklı güven hissinin devamında görülüyor. Yani ilk başta çizdiğimiz şahsiyetimizi zaman içinde devam ettirmek için gayret gerekiyor.

Zaman içinde, hadisatın fetvasıyla manevi değerlerden verilen tavizler, hedeflerini unutmaktan gelen gevşemeler ve rehavet, hayatı monotonlaştırıp tembellik döşeğine hapsolmaktan gelen ruhi sıkıntılar, ferdiyetten çıkamayıp ortak bir hayatı paylaşamamaktan gelen nefsin baskısı gibi sebepler insanın ahlakının bozulmasına, şahsiyetinin kaybolmasına, bunun neticesi olarak da  kendisine güvenini kaybetmesine yol açar; diğer aile ferdlerinin de kendisine olan güvenini yitirir. Bütün bu bozulma ve yozlaşmalara karşı eşler birbirini ve kendisini muhafaza etmeye çalışmalıdır. Birbirini hayra teşvik etmeli, şerden alıkoymalıdır. Meselemizle alakalı olarak:

Aile saadeti, kadın ve koca mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimî bir muhabbetle devam ettiğini; ve tesettürsüzlük o emniyet ve muhabbeti bozduğunu ve kırdığını;.. (24.Lema)

Demek ki, tesettürsüzlük, açık-saçıklık ailedeki güveni sarsan sebeplerden biridir. Hanım kendini başkalarının nazarından sakınmadığında eşinin onun iffetine olan güveni kırılır; halbuki hanımdaki en ehemmiyetli hasletler iffet ve sadakattır. Bu hasletler zayıflayınca aile şahsı manevisi önemli zarar görür. Hanımına güvenemeyen bir eşin zihnini vesvese kurtları kemirir durur; hanımı onun nazarındaki itibarını kaybeder; “çocuklarımın annesi” hakikatinden gelen safiyet ve nezafet manası kaybolur. Kendisine güvenildiğini hissetmeyen bir hanım da fazla verimli olamaz ve neticede eşlerin kuvvetleri çok zayıflar; dış imtihanlara karşı mukavemetleri azalır.

Elhasıl, eşler ailenin ortak maddi ve manevi çıkarlarını koruyacak şekilde, şahsiyet ve ahlaklarını muhafaza ve inkişaf ettirecek faaliyetlerle aralarındaki emniyeti muhafazaya gayret etmelidirler.

Ya Rabbi! Nasıl ki Hz.İbrahim(AS) emrin ile  Hz. Hacer(RA) validemizi Kabede bırakmıştı ve Hz. Hacer’in Kabede olmasıyla o zamanın bütün müminlerinin namazı ikame edilmiş olmuştu; bu asrın fedakar validelerine de eş ve evladlarının ubudiyetlerinin muhafazasında Hz.Hacer validemizin metanet ve sadakatini lutfeyle. Amin.

Nabi

www.NurNet.Org

Tsunaminin ardından..

Hakikati arayan Japonlara neden bu musibet geldi?

Hulusi Ağabey’in Barla Lahikasının başlarında ifade ettiği gibi:

Evet, kat’î kanaat hasıl oluyor. Hattâ dikkatle bakılsa görülüyor ki, bu saray-ı âlem inkıraza hatve be-hatve yaklaşmakta. Her saat çatısından bir tuğla, duvarından bir kerpiç, sıvasından bir parça kopmakta, hattâ lâmbasının ışığı azalmaktadır. Eksilmez, yıpranmaz, yıkılmaz, değişmez zannolunan bu kervansaray elbette eskiyecek, yıpranacak, yıkılacak ve değişecektir. (Barla Lahikası, 84 )

Resul-i Ekrem(ASM)’ın nuru küre-i arzımızdan çekildikçe emektar dünyamız hatve be-hatve kıyamete yaklaşmakta, bunun alametleri de semavi musibetler suretinde görülmektedir. Üstadımız bu musibetlerin hakiki sebebi için:

O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten.. (Kastamonu Lahikası, 111 )

Demek ki bu semavi musibet, deniz unsurunun gadaba gelmesi, zalimlerin cinayetlerine mukabil kaderin fetvası ile başlarına gelmiştir.

14.sözün zeylinde: “Bazı eşhasın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?” sorusuna,

Elcevab: Umumî musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle; ekser nâsın o zalim eşhasın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken taraftar olmasıyla manen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir. (Sözler, 172 )

Demekle bizi zalimlerin hatalarına manen iştirakten yani zalimler gibi fiil, fikir, his sahibi olmaktan sakındırmıştır.

Kimdir “zalimler”?

اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً ayetinin ifade ettiği gibi insanda ciddi bir zulüm damarı ve Rabbini bilmemesinden kaynaklanan bir cehaleti vardır. Eğer insan , fıtratına sırr-ı imtihan olarak konan bu iki vasfı, Allah’a iman ve terbiye-i İslamiye ile had altına almazsa, bu kuvvelerin tesiriyle sırat-ı mustakıymden çıkar. Şahsî ve içtimaî hayatında zalim olur. Şu anda nev-i beşerin idaresinde zulmüyle öne çıkan insanlar böyle bir terbiyeden mahrum kalmış, talihsiz kimselerdir. İşte mahiyetimizde bulunan bu damarları istikamet altına almaya çalışmamak, başta nefsimize sonra da etrafımızda, içtimaî hayatı paylaştığımız insanlara zulümdür.

Hayatı yaşarken karşı karşıya geldiğimiz ve genelde herkesin hiç sorgulamadan yapageldiği fiillerin bazılarında insaniyetimize ve kulluğumuza münafi hallerin olabileceğini göz ardı etmemeliyiz. “Otokontrol” denen vicdanî mekanizmamızı işleterek önce yapacağımız fiili gözden geçirmeli, “acaba kulluğumda bunun nasıl bir yeri var, yeri var mı?” diye mihenge vurmalıyız. Altın çıkarsa saklamalı, bakır çıkarsa zararlı bir alışkanlıktı, deyip atmayı bilmeliyiz.

Bazen böyle zararlı fiilleri kendimiz yapmasak bile mihenge vurmadan, “olumlu” olarak etiketlediysek, başkalarının yapmasını normal karşılarız, hayatın akışı içinde bir yeri vardır zannederiz. Oysa mahiyet-i insaniyeyi boşa harcayan ve Allah’tan gafil olmaya iten: israf, tembellik, bencillik, tahakküm… vb. gibi fiiller ve bunların altında yatan hisler hepimiz için gayet tehlikelidir. Bunlardan kendimizi ve sevdiklerimizi muhafaza etmemiz, üzerimize bulaştıysa acilen kurtulma yoluna gitmemiz dünyevî ve uhrevî saadetimiz için elzemdir.

İşte Bediüzzaman Hz. bizi böyle zalimane fiilleri yapmak, fikren reddetmemekle zulmü iltizam etmek, hissen desteklemek ile zulme iltihak etmekten, zulme  manevi ortaklıktan sakındırmakla, “musibet-i semaviyenin nüzulune sebebiyet vermekten çekinin” demiştir.

Ya Rab! Kusurumuzu affet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Amîn.

Nabi

www.Nurnet.org

En Yakın Dost ve En Fedakâr Arkadaş

Bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise; ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederane, ferzendane, kardeşane, arkadaşane münasebetlerin bulunmak fikriyle, akidesiyle olabilir. (9.Şua , 4.delil)

Hakikî hürmet ve samimî merhametin gösterilebilmesi için nasıl bir zemin olmalıdır?” bu ulvî hislerin karşılıklı uyanabilmesi ancak ahirete iman akidesi ile mümkündür. Yani hayat arkadaşı sadece bu alemde, hususan gençliğine münhasır bir eşi değil; ebedî bir arkadaşlık, daimî bir refakat, sermedî bir beraberliği paylaşacağı, Allah’ın huzurunda buna söz verdiği refika-ı hayatıdır. Münasebetlerini ahirete bina ettiğinde mükafatını düşünerek acıya sabretmesi, tatlıya şükretmesi kolay olur. Ahiret hayatı nokta-i nazara alınmadan kurulan evliliklerde ise eşlerin “öncelikle Allah’a karşı mes’ulüm” hissi olmadığından, maddî-manevî hukukta pek çok haksızlıklar yaşanmaktadır.

Meselâ der: “Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta, daimî bir refika-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünki ebedî bir güzelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için herbir fedakârlığı ve merhameti yaparım.” diyerek o ihtiyare karısına, güzel bir huri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele edebilir. Yoksa kısacık bir-iki saat surî bir refakatten sonra ebedî bir firak ve müfarakate uğrayan arkadaşlık; elbette gayet surî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye manasında ve bir mecazî merhamet ve sun’î bir hürmet verebilir. Ve hayvanatta olduğu gibi; başka menfaatler ve sair galib hisler, o hürmet ve merhameti mağlub edip o dünya cennetini, cehenneme çevirir. (9.Şua , 4.delil)

Daimî bir arkadaşlık kavramı olmazsa eşler arası münasebetler nefis menfaati üzerine kurulur ki çakıştığı noktada kopma tehdidi ile sıkça yüz yüze gelinir. Mesela beyin beklentisi eşinden cismanî güzellik olursa, ihtiyar veya bir hastalık sebebiyle çirkin olduğunda hanımına sevgi ve şefkatini muhafaza edemez. Sırf o suretperestlik hissini tatmin etmek için eşine sadakati kaybeder; evdeki bîçare hanımı mazlum bıraktığı gibi, evladlarını da madur eder; aile düzeni bozulur. Maalesef bunun misalleri son dönemde çok artmıştır. Aynı bunun gibi hanımın da eşinden beklentisi maddî menfaat olduğunda ve eşi geçim sıkıntısı durumuna düştüğünde, hanım kanaat edeceğine “istediğim lüks hayatı yaşayamıyorum” deyip manen eşini terk eder, destek olacağına maddî imkanı daha iyi olanlara bakıp eşi üzerinde baskı oluşturursa aile düzeni bozulur, huzur kalmaz. Ahiret adına çok şeyler kazandıracak bir imtihan, kanaatsizlik, şükürsüzlük engeline takılmış olur. Bu yüzden aileye ilk adım atılırken çok iyi anlaşılmalıdır ki aile hayatı, Allah’ın terbiyesine en rahat, kolay muhatap olacağımız korunaklı, şefkatli, dinamik bir eğitim sahasıdır. Kulluk imtihanını bu sahada vereceğiz. Nokta-i nazarı ayarladıktan sonra gelen hadiseleri de doğru yorumlayabiliriz, doğru davranışları gösterebiliriz.

Halbuki aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. (25.SÖZ, 1.ŞULE, 3.ŞUA, 2.CİLVE)

Hürmet ve merhametin mütekabil yani karşılıklı olması gerekir. Ruhî olgunluğun belli bir seviyede olduğu eşlerde hürmet ve merhamet daima beslenir ve artar.

Daha önce de geçtiği gibi aile her ferd için bir okuldur. Bunun farkında olan eşler kendilerini fazilet ve kemalat ile techiz etme gayretindedir, fazilet ve kemalat da vicdandaki hakikî hürmet hissini tahrik eder. Muhabbet  kalplerin birbiri ile alış verişinden tezahür eder. Kalben paylaşılan ortak alanların ziyadeleşmesi nisbetinde eşlerin birbirine muhabbeti artar. Elbette bu güzel hisler imtihan ve bazı sıkıntılarla yıpranır, eskir, güncelliğini yitirir; eskiden önem verdiğimiz bir şeyin şu anda hiç de ehemmiyetli gelmemesi gibi. Ne yapacağız peki? Hürmet ve muhabbeti yenilemek, uyandırmak, tazelemek için eşler birbiriyle olan münasebetlerine katkı yapmalıdır. Öncelikle eşinin iyi huy ve özelliklerine hasr-ı nazar etmeli, bunun için  şükretmeli, eşini takdir ettiğini ona hissetirmeli.

“Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder. ” (21. Lem’a )

Hıllet:

  • en yakın dost,
  • en fedakâr arkadaş,
  • en güzel takdir edici yoldaş,
  • en civanmerd kardeş olmak iktiza eder.

Eşler hıllet hakikatini birbirinde yaşamaya çalışmalıdır. Yakınlık, fedakarlık, takdir edicilik, civanmertlik hislerini aile hayatında kullanmalı ve inkişaf ettirmeye gayret etmelidir -ki bu hislerin inkişafı insanı, insanî kemalata, güzel ahlaka vasıl eder; nefsaniyetten kurtarıp kalp ve ruhun derece-i hayatında yaşamaya yükseltir. Bu yalnızlık asrında hepimiz hılleti yaşayacağımız bir dostluk arıyoruz, tam bulduk derken bazı arızalarla bozulmasına müsaade ediyoruz. Halbuki madem Allah için dost olmuşuz, ahiret yolunda beraber yürüyeceğiz, neden dostumuza Allah’ın verdiği kadar kıymet vermiyoruz, Allah için dostluk bu kadar basit ve ucuz mu ki en ufak arızada bırakıyor ya da manen onu terk ediyor, kalp defterimizden siliyoruz? neden اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ müminler ancak kardeştir” hakikatine kolayca muhalefet ediyoruz?  Madem ki müslümana bu zulüm yakışmaz, öyleyse dostluğa daha ziyade ehemmiyet vereceğiz. Dostlarımızın içinde en ziyade medar-ı muhabbet ve şefkat olan refika-ı hayattır. Zaten içtimai hayatta dostlarına ehemmiyet veren bir insanın ömrünü paylaştığı refika-i hayatının dostluğuna ehemmiyet vermemesi düşünülemez elbette.

Ailenin temelini oluşturan diğer his olan muhabbet ise;

Eşler ve aile ferdleri arasındaki muhabbeti ziyadeleştiren en ehemmiyetli davranış biçimi: birbirine şefkatkarane yaklaşmak, empati kurup (tefanî ile) onu anlamaya çalışmaktır. Anlaşıldığını hisseden bir kalp insanlarla arasına koyduğu duvarları kaldırarak onları içeri buyur eder. Kendini ifade etmeye ve kendi gibi insanların nasıl kendini ifade ettiğini öğrenmeye istekli ve yatkın olur. Yani, dışa açılır, küllileşmeye, fıtratında var olan bütün eşya ile irtibatlarını gün yüzüne çıkarmaya başlar. İrtibatları tesis ettikçe, yani etrafında var olanları fark ettikçe hayatından lezzet alır, bunalım sıkıntılara düşme ihtimali azalır. Konu komşu, küçük büyük, aç tok, hasta sağlıklı,  insanların ahvalini idrak ve tefrik etmeye başlar, o zaman onlarla nisbetini kurabilir, alakadarlığı fikir ve his boyutundan davranış boyutuna çıkar ve İslamın tavsiye ettiği davranışları, ahlakı insan ve eşya ile olan münasebetlerinde fıtrî olarak göstermeye başlar. Bunlar kulluk adına çok büyük kazanımlardır.

Demeyelim ki, “bir kez evladım veya eşimle empati kurdum diye onun kalbi mi açılacak?”

Evet, evet, evet. Tam olarak öyle, bir kez “anlaşılmamak, kendini ifade edememek” vahşetinden kurtulan bir kalp, artık fethedilmiştir. İnsanlarla alış verişi daha çok ve keyfiyetli olur. Manen bütün kainatla alakadar olan bir insanın en ziyade ihtiyaç duyduğu hal de bu irtibatı en parlak ve câmî ayine olan diğer insanlarla kurabilmektir. En sevdiklerinin bu fıtrî ve uhrevî ihtiyacına cevap verebilmek ne büyük saadettir. Öyleyse risalelerden anladığımız üzere eş veya evladlarla onları anlamaya çalışarak, yani bir nevi “o olarak” kurulan iletişim en samimî  ve sağlam irtibattır. Çünkü insanın hülasası olan kalpler birbirine yabancı olmayıp birbirinde aks edecek bir alışveriş zemini olmuştur. Birbirinin derdiyle dertlenmek, sevinciyle sevinmek, fikirleri hisleri paylaşmak böyle bir sağlam zeminde çok kolay ve verimli olur. Ruhlar ve kalpler bu alemde muhatabını bulduğu için sıkılmaz ve dağdağalı hayat-ı dünyeviye küçük bir cenneti hükmüne geçer. Aile hayatından maksud da budur.

Ya Erhamerrahimin, hanelerimizi ebedî ana, baba, eş, kardeş olduğumuz şuuruyla şenlendir. Ezvac-ı tahirat annelerimizinki gibi bin cefamız da olsa senin rızan için cana sefa bilip tahammül etmeyi, Resul-i Ekrem(ASM)’ın sünnetini hep beraber yaşayabilmeyi nasip eyle. Amin.

Nabi

www.Nurnet.org

Aile Hayatının Temel Esasları Nelerdir?

Ve o hane ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise; samimî ve ciddî ve vefadarane hürmet ve hakikî ve şefkatli ve fedakârane merhamet ile olabilir ve ..(9.Şua , 4.delil)

Bu küçük cennetin hayatı ve saadeti ise:

  • Samimî,
  • Ciddî,
  • Vefadarane HÜRMET
  • Hakikî,
  • Şefkatli,
  • Fedakârane MERHAMET ile olabilir.

Aile hayatındaki en ehemmiyetli iki esasın hürmet ve merhamet etmek olduğunu nurlardan anlıyoruz. Bu hürmet ve merhametin mütekabil yani karşılıklı olması gerektiği de ilerideki maddelerde ifade edilmiş. İlaveten, aile hayatının sağlıklı devamı için hürmet ve merhametin bazı vasıfları olması gerekiyor. Bunlar samimî, ciddî, vefadarane hürmet ile hakikî, şefkatli, fedakârane merhamet.

Bu kavramları nasıl hayata geçirebiliriz onun üzerinde düşünelim. Önce planlama yapıyoruz, “1 yıl sonra aile ilişkilerimi hangi seviyede ve nitelikte görmek istiyorum?” Sorusuna net ve tatminkar bir cevap veriyoruz: “Ailemle irtibatımı hürmet ve merhamet  etmek üzerine kuracağım ve bunların da şu vasıfları olacak.” Diyerek kendimize hedef belirliyoruz.

(Bu çalışma, insanın kendine manevî hedefler koyabilmesine bir numune olacak ve planlı yaşamada ehemmiyetli bir tecrübe kazanmış olacağız.)

İlk önce “ailemle irtibatlarımı hangi kavramlar üzerine oturtmaya çalışıyorum”, bunun analizini yapalım. Genelde alışılageldik maddî ihtiyaçların giderilmesine hizmet eden bazı sorumlulukların paylaşımı olarak algılıyoruz aileyi. Biraz daha geniş düşündüğümüzde aileye bir “eğitim” vazifesi de yüklüyoruz. Çocukların yetiştirilmesi ve edepli, ahlaklı insanlar olmasına hizmet etmeli, diyoruz. Bu esnada aile büyüklerinin de eğitime ihtiyacı olduğunu gözden kaçırabiliyoruz. Oysa “dinamik, yaşayan, gelişen aile” kavramında bütün ferdlerin hep beraber eğitim alanında olduğunu idrak etmesi gerekir. Dünya hayatında bulunmamızın ve kulluğun da esasında eğitim vardır; çünkü mahiyet ve kıymet itibarıyla her şey ilme bağlıdır. Bu tür ilmi öğrenmek de kadın, erkek her Müslümana farzdır.

Bütün ferdlerin aynı anda eğitilmesi nasıl olur, aile nasıl bir okuldur?

Mesela : Anne, çocuklarının eğitimine gayret ettiği nisbette bir şahsiyet kazanır, kimlik ve kişilik bilinci gelişir; keza baba da eş ve çocuklarının eğitimine katkıda bulunabildiği nisbette hakikî şahsiyetini, fıtratının iktiza ettiği olgunluğu kazanır; çocuklar da doğru ve güzel davranışları büyüklerinden almakla “ben neyim, nereden geliyorum, nereye gideceğim, dünyada bulunma gayem nedir?” gibi sorulara tatmin edici cevaplar bulur. Yoksa insan gaye-i hayatını belirleyemezse, her gün muhtelif cazibedar yolları nazarımıza sunan dünya hayatı içinde döner durur, çok çaba harcayıp, bir sürü yol gittiği halde bir yere vasıl olamaz, yani maddî veya manevî  bir kemalâta erişemez. Çünkü insan hedef ittihaz ettiği maksada göre şekillenir, kimliğini ona göre belirler, istidad ve kabiliyetlerini hedefine göre inkişaf ettirir. Eğer hedef yoksa, kişiliğini, kimliğini neye göre belirleyecek, fark edecek?

Çoğu genç kardeşlerimizin bu konuda bilgilendirilmemesinden kaynaklanan bir şuursuzlukla, TV’de gördüğü, duyduğu fazilet ve kemalâttan mahrum kimseleri taklide çalışması; insani yönlerini geliştirecekken, elbise-pabuç-saç taklidini kendine hedef seçmesi, çözüm üreten bir akıl yerine, nerde nasıl kendimi uyutabilirim diye düşüncelerle ömür geçirmesi, az rastladığımız bir durum mudur? Bu mudur gençliğin kemali?

Malumdur ki gidilecek hedef belli olmazsa yolculuğun da, yolun da, yolcunun da bir esprisi kalmaz. Öyleyse ailede herkes hedefine yürümeli, kulluk ahlakını kendine yerleştirme gayretinde olmalıdır. Bunun için büyükler sık sık net bir şekilde hedef göstermeli, nasıl varılacağını kendi davranış ve sözleriyle ortaya koymalı, bu aile içi gayreti dar dairesindeki en önemli mesuliyeti bilmelidir. Hedefin canlı tutmak için anne-babanın birbirini ve evladları daim motive etmesi, zorlukları beraber çözmeye çalışması dinamik aile içinde lüzumlu tedbirlerdir. Bu tedbirlerdeki hassasiyet ve isabet anne-babanın kemalâtına zemindir.

Şu durumda herkesin fıtrat-ı asliyesine kavuşabilmesi için aile içi eğitimdeki konumuna dikkat etmesi gerektiğini anladık. Yani, bir çocuk kendi fıtratının hilafına, anne konumuna geçmemeli; anne de sorumluluğunu bırakıp çocukların boşlukta kalmasına sebep olmamalıdır. Baba da hanesinde vakar yerine tevazuyu esas alarak, şefkatle herkesin şahsiyetlerinin gelişmesine yardımcı olmalıdır. Bu durumda öncelikli olarak eşlerin eğitmeye ve eğitilmeye ihtiyacı vardır. Bu şuur kazanılınca herkes eğitimini en güzel şekilde almaya ve vermeye gayret eder. “Beşikten mezara kadar öğrenme” hakikatinin bir cilvesi ailede görülür.

Gelelim hürmet ve merhamet esaslarına:

Hürmet etmek Rüştü Tafral Ağabeyin derlemesinde şöyle anlatılmış:

“Hürmet: Müslüman bir cemiyette küçüklerin büyüklere yaş itibariyle veya diyanet, ilim, hamiyet, fedakârlık dirayet gibi faziletler itibariyle kendinden üstün olana, üstünlüğünü kabul etmenin neticesi olarak kalpde duyulan his ve bu hissin neticesi olarak da o şahsa karşı tavır ve hareketlerinden edebli davranış diye tarif edilebilir. Buna göre hürmetin hakikatı, kalp ve vicdanda bulunur; fiil ve hareketlerde tezahür eder. O halde yalnız zahiren gösterilen hürmet, ciddîyete sahip değildir. Bu tarz zahiri hürmetler, ya bir adet ve alışkanlık veya hürmet edilen şahsın zararlarından korunma veya bazı menfaatler görme sebeplerine dayanır. Bu hal asrımızda olduğu gibi, bozuk cemiyetlerde daha çok yaygın olur. İslam cemiyeti veya cemaatlerinde hakikî hürmetlilik veya hürmetsizlik sebebi, daha çok hürmet edilecek tarafta aranır. Zira samimî hürmet, hürmete lâyık meziyetlerin bulunmasına mütevakkıftır.”

Aile içinde eşlerin birbirine hürmet gösterebilmesi için hangi meziyetleri haiz olmalıdırlar?

(Mümin kimse için) Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır. (Lem’alar, 88 )

Hürmetin tarifinde de söylenildiği gibi eşlerdeki diyanet, iman hakikatlerine vukufiyet ve bunlara ilaveten ahlakî faziletlerle mücehhez olmak, hürmeti celbetmeye kafi birer sebeptir; yani kalpte hürmet hissi fıtrî bir surette duyulur ki samimiyet ve ciddiyet bundan doğar. Yoksa kalpte hissedilmeyen, zahirde gösterilen hürmet tavırları bir hakikate dayanmadığından çabuk dağılır, aile hayatının esasını taşıyamaz.  Ana-babalar ahlak ve fazileti kendilerine yerleştirmekle birbirinin ve evladının hürmetini celb edebilir. Bu da ciddi bir şekilde kendini yetiştirme gayreti ile tahakkuk eder. Hürmetin bir vasfı da vefadır; hürmeti icab ettiren hakikate daima vefalı olmak, zaman ve şartların değişmesiyle o hakikate ayna olanlara hürmeti terk etmemek gerektir.

Mesela, Kastamonu Lahikasında çocukların ana-babalarına olan vefadarane hürmetinin nasıl olacağı anlatılıyor:

Hem peder hem vâlide, tenasül kanunundaki vazifede çektikleri çok meşakkat ve gördükleri çok hizmete mukabil; yalnız veledin dünyada kemal-i hürmet ve itaatla şefkatlerine ve hizmetlerine bedel hâlis bir hürmet ve sadıkane bir itaat ve vefatlarından sonra salahatıyla ve hayratıyla ve dualarıyla onların defter-i a’maline hasenat yazdırmak ve onbeş seneden evvel masumen ölmüş ise onlara kıyamette şefaatçı olmak ve Cennet’te onların kucağında sevimli bir çocuk olmaktır. (Kastamonu Lah.)

Çocuklar kaç yaşına gelirse gelsin ana-babasına olan hürmetinde vefasızlık edemez, çünkü sebeb-i vücudu şu alemde ana-babasıdır; Allah öyle tayin etmiştir. O rahmet aynalarında gördüğü şefkatin hatırına daimi ana-babasına hürmette kusur etmemesini vicdanı ihtar eder. Ne var ki ahirzaman fitnesinde terbiye-i İslamiye tam alınamadığından, evladlar ulvî hakikatlerin değerini kavrayamıyor, neticede o hakikatin aynası olanlara da hürmet ve edepte kusur ediyor.

Ailede ikinci temel esas olan merhamet; hakikî, şefkatli, fedakârane olmalı. Bunların da ölçüsü yine nurlarda anlatılmış. Merhamet hissi Allah’ın rahmetine ayine olmak hakikatinden geliyor. Bunun hakikî olması ise kişiye Allah namına muamele etmek ile mümkün. Mesela, evladının dünyevi rütbeler kazanması için uhrevi terbiyeden mahrum kalmasına müsaade etmek, merhamet ve şefkatin su-i istimalidir, Allah’ın o çocuğa olan merhametine ayine olamamaktır. Aile içi hayatta merhamet şefkat şeklinde tezahür etmelidir; zira maddeperestlik ve sebeplere takılmaktan ötürü ruhlar Rabb-i Rahimini doğrudan doğruya bulamamış ve o rahmete aç bir hale gelmiştir. İslami ahlakın da toplumda nadir görülür olmasıyla, muamelat kalb ve ruhu incitir olmuş, adeta insanlardan tevahhuş gelecek derecelerde yalnızlık tercih edilir olmuştur. Ferdleri bu zor halet-i ruhiyeden kurtaracak faktör ailedeki şefkat ortamıdır. Birbirini tenkitten önce, onda fani olup, onun nazarıyla meselelere bakmak, ona göre değerlendirmek, daim insafla, yapıcı, onarıcı hareket tarzını düstur ittihaz etmek gerektir. Bu şekilde yaklaşımların “insan kazanmak” manasında uzun vadede çok semeredar olduğu tecrübelerle sabittir.

Müsbet hareket için karşımızdakini anlamamız, hissetmemiz gerekiyor. Yani, kendi hissimizi bırakıp onunkiyle hislenmek, şartları, imtihanı onun nazarından seyretmek, külliyattaki tabirle “tefani” yapmak, karşımızdakinde fani olmak gerekiyor. İşte kendi his ve fikrimizi bir kenara koyup karşımızdakinin nazarına geçebilmek, oradan bakmaya gayret etmek, bu enaniyet(ego) zamanının en büyük fedakarlığı. Kendimizden sıyrılıp, hiçliğimizi anlamak için bir eğitim olan bu tefani alıştırmaları, aileyi  bir arada tutan, ferdlerin kaynaşıp muhtelif cesedler, tek ruh olmalarına vesile olan bir yöntemdir. Sorununu anlamadığımız bir insana nasıl faydamız dokunur ki? Sorunu anlamak için de onun penceresinden, onun fikir ve hisleriyle bakmak gerekli. Psikolojide “empati kurmak” demişler, nurlar tefani diyor. Allah rızası için yaptığımızda empati, bize ihlası kazandırıyor. Allah için sever, işler, başlar bir halet-i ruhiye alıyoruz; nefsimizin menfaatperest isteklerini bir kenara koyup Allah rızası için hüküm veriyoruz. Yani tefani hakiki uhuvvet için bir şart olduğu gibi, aile içi iletişimde de mutlaka kullanılması gereken bir yöntem.

Elhasıl, aile şahsı manevîsinin oluşması büyüklerden küçüklere merhamet inmesi ve küçüklerden büyüklere hürmet gitmesi ile mümkün oluyor.

Ya Rabbi! Umum alem-i İslamın ve bizim hanelerimizi Rasulullah(ASM) Efendimizin hanesi gibi hürmet ve merhamet ile bereketli kıl. Amin.

Nabi

www.Nurnet.org